İlim ve Tasavvuf

Yeni Yayınlanmış 

Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler

İlim ve Tasavvuf

Üç Güzellik:

İman, İlim, Tasavvuf

 

MECELLENİN  ÖNEMİ

Mecelle, Osmanlı devletinin ilk medeni kanunudur ve bu kanun bize günümüzde de yol göstermektedir. Bu nedenle mecelle günümüzde oldukça önemli bir kanundur. Mecelle, Osmanlı devleti zamanındaki şer’i hukuk temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle o dönemdeki hukuk, cezalar konusunda bilgiler edinebiliriz. Yani mecelle, geçmişteki hukuk değerlerimiz hakkımdaki verilere ulaşabiliriz.

Tanzimat yöneticilerinin, ülkenin sorunlarını Batı’yı örnek alarak çözme politikaları, Osmanlı toplumunu sanayileşmiş güçlü devletlerin etkisine ve müdahalesine açık hâle getirmişti. Batılı ülkelerin müdahalesi, yapılan hukuk düzenlemelerini de yönlendiriyordu. 1850 tarihli Ticaret Kanunnamesi Fransa’dan alınmıştı. Fransa bu defa da Tanzimat reformlarının ruhuna uygun olarak, Osmanlı vatandaşlarına etnik ve dinî ayırım yapılmadan uygulanacak ortak medeni kanun olarak, Napolyon tarafından hazırlatılmış olan Fransız Medeni kanunu (Code civil)’in alınması konusunda baskı yapıyordu. Tanzimat yönetici ve aydınları arasında, her konuda olduğu gibi, Nizamiye Mahkemelerinde uygulanacak yeni kanunların Batı’dan tercüme edilmesi ya da İslam hukukuna dayalı yerli kanunların hazırlanması konusunda görüş ayrılığı vardı. Ali Paşa ve çevresindeki bürokrat ve aydınlar, Fransız Medeni Kanunu’nun tercüme edilmesini savunurken; Ahmet Cevdet Paşa, İslami esaslara dayanan ve geleneği reddetmeyen, temkinli bir hukuk reformundan yanaydı. O dönemde Adliye Nazırı olarak görev yapan Cevdet Paşa, geçiş dönemlerinde, eskiyi tamamen inkâr ve terk etmeyi, değişime karşı direnip ihtiyaç duyulan yenilikleri yapmamak kadar yanlış ve tehlikeli buluyordu. Fuat Paşa’nın da yerli kanun hazırlanması görüşüne destek vermesiyle, 1868’de Mecelle Cemiyeti kurularak Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında çalışmaya başladı.

Mecelle, Osmanlı toplumunda yaşanan hukuki ilişkileri, ayrıntılara inerek titiz bir şekilde düzenlemesi bakımından, genel tarih ve toplum bilimleri için de güvenilir bir kaynaktır. Düzenlediği konuları, kolay ve doğru anlaşılmaları için örneklerle analiz etmesi nedeniyle Mecelle, öğretici yönü olan bir ders kitabı özelliğine sahiptir. Kavram ve terimleri açıklaması nedeniyle, aynı zamanda bir hukuk ansiklopedisidir. Türk hukuk diline ve genel kültüre sağladığı çok yönlü ve geniş kapsamlı katkı nedeniyle Mecelle’nin hiçbir zaman tam olarak yürürlükten kalkmayacağını ve buna mukabil hukuk ilminde yerini daima koruyacağını söyleyebiliriz.

İçerik bakımından Mecelle, fıkıh literatürünün yapısına uygun olarak her bir meselenin genel bir teoriye bağlanmaksızın ayrıntılı olarak kanun maddesi haline getirilmesi anlamına gelen meseleci metodla hazırlanmıştır Ayrıca Mecelle’nin, o güne kadar yargılamada esas olarak başvurulan muteber fıkıh/fetva kitaplarının yeni bir versiyonu olarak sunulması, İslam hukuku hükümlerinin modern bir kanun metni halinde ilk defa düzenlenmesi fikrine önemli bir meşruiyet sağlamıştır. Nitekim kanunun hazırlık gerekçelerini açıklayan sunuş kısmında Mecelle’ye, eskidenberi Hanefi mezhebi içindeki kabul görmüş fıkhi hükümlerin günün şartlarına uygun olanlarının seçilerek yeni bir düzen içinde bir araya getirildiği bir hükümler koleksiyonu veya bir kitap olarak işaret edilmesi bu yorumu desteklemektedir.

İslam hukuku hükümlerinin bir kısmının kanun maddeleri halinde yeniden ifade edilmesini sağlayan ve bu yönüyle kendinden sonraki kanunlaştırma çalışmalarına öncülük ve örneklik etmiş olan Mecelle, gerek içerdiği sağlam bilgi ve kanuni ifade biçimi ve gerekse etrafında oluşan literatür bakımından, 20. yüzyıl boyunca İslam ülkelerindeki medeni kanun hazırlıklarında ve günümüze kadar uzanan modern İslam hukuku yorumlarında yeni bir İslam hukuku klasiği haline gelmiştir.

Mecelle, Kanunlaştırma Sistem ve Tekniği Açısından Önemli Yenilikler Getirmiştir. Her ne kadar Mecelle, fıkıh ve fetva kitaplarının özetinden ibaret ise de söz konusu eserlerin sistem ve tekniğine bağlı kalınmadan hazırlanmış, yeni bir sistem ve teknik geliştirilmiştir. Gerçekten Mecellede, o zamana kadar taharet ile başlayıp ibâdât ile devam eden muâmelât, münâkehât ve ukûbâtı karışık bir şekilde inceleyen fıkıh ve fetva kitaplarının aksine, satım akdi ile başlanarak sadece akitlere, eşya hukukuna ve usul hukuku hükümlerine yer verilmiştir. Fıkıh kitaplarının geleneğine bağlı kalmakla birlikte İslâm hukuk tarihinde ilk defa ibâdâtı diğer hususlardan ayırmıştır. Ayrıca sadece ibâdâtı muâmelâttan ayırmakla kalmamış sistemli bir şekilde kamu-özel hukuk ayrımında tamamen özel hukuk alanına yönelmiştir. Bilindiği üzere o zamana kadar fıkıh kitapları ceza, medeni, borçlar hukuku ayrımı yapmadan konuları işlemişlerdir.

Mecelle, hem bir kanun hem de hukuk kitabı vazifesi görmüştür. Kanunlaştırmalarda genelde soyut (mücerret) ve kazüist (meseleci) olmak üzere iki metot izlenir. Mecellede hükümlerin genel olarak mücerret metotla kaleme alındığı fakat bu hükümler örneklerle açıklandığı için bu açıdan kazüist metot kullanıldığı söylenebilir. Ayrıca başlangıçta hukukun genel prensipleri şeklinde kavaid-i fıkhıyeye yer verilmiştir. Yine satım akdi esas alınarak akitlerin İslâm hukukundaki tasnifi yapılmış, böylece hem misal hem de hüküm bir arada işlenmeye çalışılmıştır. Meselâ mün’akit, fâsit, nâfiz, bâtıl akit tipleri sadece satım akdinde fakat bütün akitleri içerecek şekilde ele alınmıştır. Her akdin başında kavram ve tariflerle birlikte hükümlerin örneklerle açıklanması açısından meseleci metodu benimsediği söylenebilirse de hükümlerinin çoğunluğu mücerret metoda uygundur. Bu sebeple Mecellede karma bir metot benimsendiği söylenebilir.

Mecelle’de yapılan açıklama ve tanımlar, Cumhuriyet Dönemi hukuk dilinin alt yapısını oluşturmuştur. 1926’da İsviçre’den alınan Medeni Kanun ve Borçlar Kanu nu, 1927 tarihli Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve 1956 tarihli Ticaret Kanunu da yine Mecelle’nin kavram ve terimleriyle yazıldı. Türk özel hukukunun temel kavram ve terimlerinin neredeyse tümü Mecelle’den alındı. Tanzimat Dönemi’nin ihtiyaçlarını karşılamak için hazırlanan Mecelle, Cumhuriyet Dönemi’nin özel hukuk düzenlemelerine kavramsal çerçeve kazandırdı. Türkçedeki genel sadeleşmeye bağlı olarak, hukuk dili de belli ölçülerde sadeleşti. Cumhuriyetin kuruluş döneminde yürürlüğe giren özel hukuk kanunlarının çoğu, sadeleşen bu dille son yıllarda yeniden yazıldı. Ancak, kanunlararı Türkçe ile yazılmasına rağmen, Mecelle’den alınan terimler ağırlıklı olarak varlığını korudu. Günümüzün sade diliyle yazılan kanunlarda varlığını sürdüren terimlerin ilk akla gelenlerinden şöyle bir liste yapılabilir: akit, beyan, define, ehliyet, emtia, feragat, gaip, gasp, hapis, ıslah, ibraz, ihbar, ihraz, ihtar, intifa, ipotek, irat, istihkak, kay yum, mahsup, mecra, miras, menfaat, muaccel, müteselsil, nafaka, rehin, ret, rücu, şerh, tahsil, takip, takyit, tasarruf, tasfiye, tazminat, tebliğ, temlik, tenkis, tereke, terkin, tescil, tevdi, usul, vakıf, vasi, vasiyet, vasiyetname, velayet, veli, zilyetlik.

Mecelle’nin modern dönem İslam hukuku alanındaki en önemli etkilerinden birisi de klasik fıkıh düşüncesini karakterize eden belirli bir mezhebe bağlı hukuki bütünlük arayışının, yerini mezhepler arası seçmeci bir yaklaşıma bırakması konusunda sağladığı dolaylı meşruiyet çerçevesi olmuştur. Hanefi mezhebine ve bu mezhep içindeki baskın görüşlere sıkı sıkıya bağlı bir kanun metni olmasına rağmen Mecelle, modern kanun formu içinde mevcut içtihadlar arasından tek bir görüşün siyasi otorite tarafından kanun olarak kararlaştırılmasını meşrulaştıran yaklaşımı (Mecelle’nin 1801. maddesi bu hususu açıkça hükme bağlamıştır) dolayısıyla, sonraki pek çok kanunlaştırma çalışmasına ilham kaynağı olmuştur.

(Yayınlama Tarihi: 18.11.2025,    Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

MECELLE-İ  AHKÂM-I  ADLİYYE

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında tatbik edilmiş olan ve tamamen İslam fıkhını esas alarak oluşturulmuş bir medeni kanundur. Mecelle kelimesinin anlam olarak mecmua, dergi demektir. “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye” tabiri ise “Adlî hükümler topluluğu” gibi bir manaya gelmektedir. İslam hukuku tarih boyunca  İslam dinine mensup olan bütün memleketlerde hüküm icra etmiştir. Bu hukuk sistemi, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerden müçtehid denilen İslam alimi hukukçular tarafından çıkarılan kaidelerden meydana gelmiştir. Bu kaideler, fıkıh kitapları vasıtasıyla nesilden nesile intikal etmiştir.

Tanzimat’tan sonra birçok hukuki mevzuatımız batıdan iktibas edilirken büyük devlet adamı ve hukukçu Ahmet Cevdet Paşa'nın (1822-1895) gayreti ile milli bir hukuk tedvini fikri kabul edilmiş ve bunun neticesinde teşkil olunan Mecelle Cemiyeti, kökleri tamamen milli hukukumuza dayalı olan Mecelle-i Ahkâmı-Adliyye’yi meydana getirmiştir. Mecelle, hukukun gayrimenkul ve borçlar hukuku, aynî haklara ve hukuk muhakemeleri usulü sahalarına ait hükümleri itibariyle ve ihtiva ettiği mevzulara göre 16 kitaba ayrılır. Kitaplar bablara, bablar fasıllara ayrılmıştır. Bunlar arasında bu bab ve fasıllarla alakalı maddeler yer alır.

Mecelle-i Ahkâmı Adliyye, Osmanlı hukuk sisteminin modernleşmeye girdiği süreçte İslam hukukunun temel olarak alınmasıyla oluşturulan büyük bir kanun kitabıdır. Ahmet Cevdet Paşa'nın Ali Paşa tarafından Fransız Medeni Kanununun (Code civil) tercümesi ve uygulanması teklifine karşılık, devrinin en önemli fıkıh alimleriyle birlikte meydana çıkardıkları bir hukuk eseridir. Bu eser, mevcut hukuk sisteminin yetersizliğine istinaden yapılan düzenlemeler arasında bir birlikteliği sağlamak ve Osmanlının hukuki yapısının batılı bir hukuk anlayışına tesliminin önüne geçmek adına girişilen bir gayretin sonucudur.

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye hazırlandığı devre göre sistem ve muhteva bakımından bir yenilik arz ettiğinden ve devrin yeni zuhur etmiş bir takım hukuki meselelerine hal çaresi getirmiş olmasından dolayı yalnız bugünkü Türkiye hudutları içinde değil çok daha geniş bir sahada tatbik olunmuştur. Bu geniş çaptaki tatbikat sahalarında zaman zaman tatbik sahasının bünyesine uygun bazı tadilata uğramış olan Mecelle bugün hala bazı devletlerin hukuki mevzuatında mühim bir yer işgal etmektedir. Mecelle, ilk kitabının yürürlüğe giriş senesi olan 1869'dan itibaren, o tarihte Osmanlı Devleti'ne bağlı olan Mısır, Hicaz, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin'de tatbik olunmaya başlanmıştır.

Cumhuriyet hükümeti İsviçre Medeni Kanunu'nun iktibasına karar verdi. Böylece Mecelle ilk kitabının kanunlaştığı 20 Nisan 1869 tarihinden itibaren 57 senelik bir meriyetinden sonra tarihe mal oldu. İsviçre Medeni Kanununun tercümesi kısa bir gerekçesi ile birlikte 17 Şubat 1926'da bütün halinde kabul edilerek 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girdi. Bunu takiben aynı şekilde İsviçre Borçlar Kanunu tercüme edilerek 22 Nisan 1926'da olduğu gibi kabul edilip medeni kanunla birlikte 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye'de sadece Mecellenin değil İslam hukukunun tamamen ilga edildiği ilan edilmiş oldu. Mecellenin ilga olunması tarihi kaderimizin bizden mahrum ettiği tarihi devamlılığın hukuk sahasında da yok oluşunu göstermektedir.

Türk milleti asırlarca büyük devletler kurmuş ve yönetmiştir. Bu nedenle Türk milletinin kendi öz değerleri ve evlatları onun ihtiyacı olan kanunları oluşturabilecek kudrete sahiptir. Ancak Cumhuriyet döneminde bu kudret göz ardı edilerek yabancıların kanunları bu millete dayatılmıştır. Tanzimat dönemindeki Ali Paşa örneğinde olduğu gibi bu dayatmalarda yabancıların etkisi olduğu düşünülebilir. Ayrıca Osmanlı ve onun yetiştirdiği gerek askeri ve gerekse sivil şahısların bir kısmı batı hayranı ve batıyı tercih etme görüşündeydiler.

İslam hukukunun 1924'ten sonra ülkemizde uygulanmamasının nedeni İslam hukukunun yetersizliği değildir. Cumhuriyetin dönemindeki yöneticilerin büyük bir kısmı İslam'ı kabul etmemektedirler. Onlara göre İslam dini hurafeden ibarettir ve bilim dışıdır. Onlara göre İslam dini insanları fakirleştirmektedir. Onlar İslam'ı terk ederek zenginleşeceklerini sandılar ama yanıldılar. Ancak bütün bunlar batılı emperyalistlerin tam da istediği şeylerdi. Bu amaçla hilafetin kaldırılması Lozan'da dayatılmıştır. Bunun amacı da ülkemizde İslam’ın etkilerini ortadan kaldırmaktır. Çünkü onlara göre İslam, onların emperyalist arzularına engel teşkil ediyordu. Fakat Batılı emperyalistler bu arzularında başarılı olamamışlardır.

Cumhuriyet dönemindeki Müslüman Hukukçular İslam hukukunun üstünlüğünü dile getirmişler ve bunu çeşitli şekillerde açıklayarak ispat etmişlerdir. Buna dair örnekler yukarıda yazdıklarımızda dile getirilmiştir. Ülkemizde Batı kültürünü temsil eden kanunların uygulanması Tanzimat döneminde batılıların Ali Paşa ile yapılmak istenilen hareketin tamamlanmasıdır. 

İslam dışı hukuk anlayışları insanlığa barış ve huzur getirmemiştir. Çünkü batının hukuk anlayışı kendi çıkarlarına ve emperyal amaçlarına hizmet etmektedir. Batı bu amaçları için İslam ülkelerinde özellikle Türkiye'de İslam dinini yok etmeye yönelmiştir. Çünkü bu ülkelerde İslam düşüncesi hakim olursa onların sömürmeleri mümkün olmayacaktır. Bu nedenle emperyalist batılılar Tanzimat sonrası Osmanlı Devletine nasıl hükmetmeye çalışmışlarsa aynı etkiyi Cumhuriyet döneminde de yapmışlardır. Osmanlı döneminde kısmen başarılı olabilmelerine mukabil Cumhuriyet döneminde tamamen başarılı olmuşlardır.

Tarih bu asrın problemlerinin gerçek nedenlerini daha yazmamıştır. Bu problemleri incelemek ve çözümlerini üretmek bizim için mümkün olmamakla beraber, bunun 3. Dünya harbinden sonraki yıllarda mümkün olacağını düşünüyoruz. Çünkü önümüzdeki yıllarda 3. Dünya Harbinin çıkması ve bu dünya harbinin sonunda dünyadaki güç dengelerinin bozulacağı beklenebilir. Bu güç dengelerinin bozulmasıyla bugün dünyanın büyük bir kısmına hakim olan emperyalizmin ve siyonizmin siyasi, ekonomik ve askeri güçlerinin zayıflayacağını ümit ediyoruz. Emperyalizmin ve siyonizmin güç dengesi bozulunca Müslümanların tekrar eski güçlerine kavuşarak İslam hukukunu uygulayabilmeleri mümkün olabilecektir. Ümit ediyoruz ki böylece ülkemizde ve dünyada tekrar huzur, barış ve ekonomik rahatlık hakim olacaktır. Bütün bunlar eğer Allah Teâlâ murad ederse olabilir. Çünkü her şey O’nun kudret ve iradesi altındadır. Bizim görevimiz bu konuda Allah'a dua etmek ve gerekli çalışmalarda bulunmaktır. Tevfik Allah'tandır.

(Yayınlama Tarihi: 04.11.2025,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

TASAVVUF  VE  İSLAM  FIKHI

Tasavvuf Dilallah’tır, yani Allah Teâlâ’nın Gönül Bahçesi’dir. Bu bahçeye girebilmek için önce iman sonra ilim sahibi olmak gerekir. İslam fıkhı da bir ilimdir. Buna göre tasavvuf ehli olabilmek için Fıkıh ilmine de sahip olmak gereklidir.

Hz. Peygamber (sav) zamanında “Cibril Hadisi” olarak bilinen bir hadise göre, “İman, İslam ve İhsan nedir?” soruları sorulmuştur. Tasavvuf çevrelerinde hakim olan bir yoruma göre "İman nedir?" sorusuyla alakalı olarak Kelam ilmi, "İslam nedir?" sorusuyla ilgili olarak Fıkıh ilmi, "İhsan nedir?" sorusuyla ilgili olarak da Tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır.

Fıkıh, kişinin hak ve yükümlülüklerini bilmesinin ilmidir. İslam dininin insanın dünya hayatını, dünya yönetimi, kişiler arası ilişkileri düzenleyen ve devlet yönetimine dair temel ilkeleri içeren kaidelerinin tümüdür. Tasavvuf Arapça yün eğirmek anlamında bir kelimedir. Kul ile Allah Teâlâ arasında ihsan olayının gerçekleşmesi veya kulun ihsan vasfını kazanmasının yollarını gösteren bir ilimdir. Cibril hadisinde ihsan, insanın Allah’ı görür gibi kulluk yapması olarak ifade edilmektedir. Tasavvufa Batıni fıkıh da denir.

Fıkıh İslam'ı bilmek ve anlamaksa, tasavvuf da bunu yaşamak ve bazan da anlatmaktır. Fıkıh ve tasavvuf, birbirlerini tamamlayan iki ilimdir. Fıkıh bir insan bedeninin iskelet ve organları gibidir. Tasavvuf ise o insanın kalp hayatı, ibadet, aşk ve şevki, haramlardan korunma duygusu ve iman kuvvetini ateşleyen bir iksir gibidir. Bu sebepten tarikat hep azimeti teşvik eder ve evamir-i ilahiyyeye ittibaı artırır. Dolayısıyla şeriatın tatbikini netice verir. Bu sebepten Cenab-ı Allah Taha suresinde namazı kendine ulaşmaya bir sebep olarak görüyor ve "Beni anmak için namaz kıl" (Taha, 20/14)  buyuruyor. Bu gerçeğe sufiler "Allah'ı anmak her şeyden büyüktür" (Ankebut, 29/45) ayetini de eklemiş, gece murakabe ve zikrine çok önem vermişlerdir.

Bu sebepten fukaha tasavvufun amacı olan ideal hayatı yaşamıştır.  İmam-ı Gazali (ks) (ö.1111) fıkıh ve tasavvufu birleştiren bir alim olarak gerçek bir fakih olmuştur. İmam Gazali bu seviye için beş özellik söyler: “Abid olmak, zahid olmak, alim olmak, dünya adına insanların maslahatını gözetmek ve fıkıhla rızay-ı ilahiyi istemek.” Alimlerin çoğu insan hiyerarşisi söz konusu olduğunda bu mevzuu, tahkiki iman ve taklidi imana vurgu yapmak için ele alırken tasavvuf ehli konuyu marifet ve ilim özelinde ele almıştır. Nitekim tasavvuf ehline göre avâm-havâs sınıflandırmasının arka planında zâhir-bâtın ayrımı yatmaktadır ki bu da sûfîleri şeriat-hakikat ayrımına götürmüştür.

Tasavvuftaki “avâm, havâs ve havâsü’l-havâs” ayrımına paralel bir şekilde, İslam hukukunda da “mukallid, müttebi’ ve müctehid” ayrımı mevcuttur. Bu iki zümrenin bilgiye dayalı sınıflandırma yaparken dikkate aldığı nokta ise birinin ilmi ve zâhiri, diğerinin ise irfanı ve bâtını ön plana çıkarması olmuştur.

Sufilere göre şeriat ve hakikat bir paranın iki yüzü gibi birbirinden farklı ancak birbirine yakındır. Bu anlamda onlar şeriatın bir görünen bir de görünmeyen yüzünün olduğunu ve görünmeyen kısmına hakikat dendiğini dile getirmek istemişlerdir. Hakikat olarak ifade ettikleri ledünnî bilgiye sahip olanlara ise gizliyi bilen anlamında “bâtın ulemâsı”, sadece şeriat ve zâhir ile meşgul olanlara ise “zâhir uleması” demişlerdir.

Tasavvuf ehli manevî yükselişin ve kalbi arındırmanın yolu olarak nefis terbiyesini ve ahlak merkezli bir yaşamı tavsiye etmiştir. Helal dairesinde bile olsa nefsinin istediği her şeyi yerine getiren ve sırf dünya için çalışıp çabalayan kimselerin maneviyatlarına yatırım yapmamaları sebebiyle bâtınî bilgilerden mahrum kalacaklarını vurgulamışlardır.

Fıkhın temel kaynakları Kur’an, sünnet olduğu gibi tasavvufun da temel kaynakları Kur’an ve sünnettir. Gerek zühd dönemi tasavvuf temsilcileri gerekse daha sonra felsefî tasavvuf denilen tasavvufun temsilcileri Kur’an ve sünnetin önemine, kendilerinin bu iki kaynağa bağlılığına daima vurgu yapmışlardır. Bu hususta Muhâsibî’nin (781-857), “İstikametin esası üçtür: Kitaba uyma, sünnete tâbi olma, cemaatten ayrılmama!” sözü ile Cüneyd el-Bağdâdî’nin, “Bizim bu ilmimiz Kitap ve sünnetle kayıtlıdır (mazbut). Kim Kitab’ı hıfzetmez, hadis yazmaz ve fıkıh öğrenmezse ona uyulmaz!” sözü sûfîlerin görüşlerini özetleri niteliktedir.

Hem sûfîler hem de fakîhler, hükümlerini ortaya koyarken öncelikleri âhiret hayatıdır. Fıkıh, insanların âhiretlerini kazanabilmeleri için hayatlarının her yönünü İslâm’a uygun şekilde yaşamalarını temin etmeye çalışırken, tasavvuf da aynı vurguyu farklı şekillerde yapar. Ancak fıkıhta dünya saadeti, dünyevî hükümlerle ilgili vurgular kuvvetli iken tasavvufta çoğunlukla bu yön eksiktir. İlk dönem yani zühd dönemi tasavvuf anlayışında âhiret vurgusu ve dünyadan yüz çevirme çok güçlü iken daha sonra bu vurgu Allah’a ulaşma, O’nda fani olmaya dönmüş, dünyadan yüz çevirme vurgusu özellikle muhabbete vurgu arttıktan sonra zayıflamıştır. Bu sefer tasavvufta âhireti de aşan bir düşünce yani Allah rızasına ulaşma, Allah’ta fani olma görüşü ağırlık kazanmıştır.

Fakîhler ile sûfîlerin birbirine aykırı düştüğü bir diğer husus ise semâ, raks, mûsikî gibi çeşitli uygulamalar ve fakîhlerin caiz görmediği, haram hükmünü verdiği bazı hususları sûfîlerin yapmaktan çekinmemesidir. Sûfîler bazı hususlarda ille de azimet derken, fakîhlerin mubah gördükleri bazı hususları yasaklarken, yasakladıkları bazı hususları ise mubah görmüşler hatta tecviz etmişlerdir. Mesela, şatahatla ilgili tasavvufta epey bir kültür oluştuğu halde fıkıhta böyle bir husus hiç yer almadığı gibi hoş da karşılanmamıştır. Fakîhlerle sûfîleri en fazla karşı karşıya getiren hususlardan biri bu şatahatlardır. Bu, bazı mutasavvıfların idamına fetvâ verilmesine bile yol açmıştır.

Bununla beraber kendisinden pek çok şatahat nakledilen Bayezid Bistâmî  şer’î hükümlere titizlikle uyulması gerektiğini zaman zaman vurgulamıştır: “Bir adama kerâmet verildiğini hatta havada uçtuğunu görseniz, bu sizi aldatmasın. O kişinin emir, nehiy, sınırların korunması ve şerîatı yerine getirmede ne durumda olduğuna bakınız!” Seriy es-Sekatî (ö.250/864), gerçek sûfîyi târif ederken, “İç âleminde Kur’an sünnete ters düşen bir ilimden bahsetmeyeceğini söylemekte; Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297/909), “Bizim bu ilmimiz Hz. Peygamber’in hadisleriyle kuşatılmıştır” ve “Bizim bu terbiye yolumuz Kur’an ve sünnetin esaslarına bağlıdır.” demiştir.

(Yayınlama Tarihi: 11.10.2025,    Tasavvuf Sohbetinin tamamını okumak için tıklayınız)

İSLAM  HUKUKUNUN  TARİHÇESİ  (3. Bölüm)

Duraklama Devri : Bu devir Bağdat'ın Moğollar tarafından istilası olan h. 656/m. 1258 yılında başlar, Mecelle'nin tedvinine başlandığı h. 1286/m. 1869 tarihine kadar devam eder. Bu devrin fıkıhçıların çalışmalarında duraklama başlamıştır. Bu devirde İslami ilimlerle uğraşanlar genel olarak bir mezhebi seçtiler ve o mezhebin fıkhi hükümlerini, usullerini müdafaa ettiler. Ancak fıkıhta çok önemli katkıları bulunmadı.

Duraklamanın sebepleri olarak şu hususları zikredebiliriz: 1) Bu devirde alimler eskilerin ruhu besleyen, zihinleri açan ilim yüklü açık kitapları bir tarafa bırakarak muhtasar kitapları okuttular. 2) Alimler arasında fikir birliği kalmadı, münasebetler kesildi. Önceden ilim için yapılan seyahatler aşağı yukarı yapılmadı. 3) Medreselerde ana kaynak kitaplar bırakılıp, lüzumsuz kaide ve irâb münakaşalarıyla vakit öldürüldü. Yani alet ilimlerine verilen önem tefsir, hadis, fıkıh gibi temel İslami ilimlere verilmedi.

Kanunlaştırma Devri: Bu devir Mecelle’nin tedvin edilmeye başlandığı h. 1286/m. 1869 yılında başlar zamanımıza kadar devam eder. Kanunlaştırma bir devlete ait milli kanunlarını belirlemek amacıyla hukuk kurallarını belirleyerek bunu kanun halinde ortaya koymaktır. Kanunlaştırma hareketi yapılırken hukuk kurallarının değiştirilmesi yoluyla geçmişle bağların koparılması ve bir medeniyetten diğerine geçme yaklaşımları aynı zamanda modernleşme ve yenileşme isteğinden doğmuştur.

Tanzimat döneminin yerli (milli) kanunlar kategorisindeki en önemli kanunu hiç şüphesiz Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’dir. Osmanlı Medeni Kanunu olarak nitelendirilebilecek Mecelle yalnız Türk Hukuk Tarihi bakımından değil, İslam Hukuk Tarihi açısından da ayrı bir öneme sahip olmuştur. Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı bir komisyon tarafından 1868–1876 yılları arasında hazırlanan Mecelle 4 Ekim 1926’da Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesine kadar yaklaşık 60 yıl Türkiye’de uygulanmıştır.

Sonuç: 610 yılında Hz. Muhammed’e (sav) vahyin gelmesiyle başlayan İslâm hukuk sistemi, özellikle Medine Dönemi’nde (622-632) ilk uygulamaları, anayasal nitelikleri ve hukukun diğer dallarına dair temel ilke ve prensiplerin belirlenmesiyle uygulanmaya başlamıştır. Sonraki dönemlerde ise beşerî içtihadın katkısıyla gelişip genişlemiştir. Türklerin İslâmiyet’i kabulüyle birlikte bu sistem Türkler tarafından kullanılmaya başlanmış, Anadolu Selçukluları ve Büyük Selçuklular vasıtasıyla Osmanlı İmparatorluğuna intikal etmiştir. Osmanlı şer‘î hukuk tabir edilen bu hukuk sisteminin yanında yine şer‘î hukukun ülü’l-emre tanıdığı yetki çerçevesinde ve şer‘î hukuka aykırı olmayacak şekilde çıkarılan kanunnamelerle (örfi hukuk) devleti idare etmiştir. Rönesans sonrası Batı’da özellikle endüstri ve teknoloji olmak üzere her alanda hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Osmanlı ise çeşitli ekonomik, askerî ve siyasî zaaflar yüzünden bu değişim ve dönüşümü takip edememiş ve Avrupa’nın pazarı haline gelmiştir. Yönetim kadrosu Osmanlıyı içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için çareler aramış ve çareyi Batı tarzı reformlarda bularak önce Tanzimat Fermanı’nı (1839) ardından da Islahat Fermanı’nı (1856) ilan ederek yüzünü Batıya çevirmiştir. Fermanların ardından başta ticaret kanunu olmak üzere bazı kanunlar Batı kanunlarından iktibas edilmiştir. Bu dönemde Medeni kanununda Batıdan iktibası gündeme gelmiş, fakat ulemanın karşı çıkmasıyla bu fikirden vazgeçilerek kendimize ait millî bir kanun olan Mecelle (1868-1876) ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde ise bir taraftan Lozan antlaşmasındaki Batının baskıcı tavrının diğer taraftan Cumhuriyet yöneticilerinin Batılılaşma arzusunun etkisiyle İslâm hukuku tamamen terkedilerek Batı kanunları benimsenmiştir. Yaşanan bu süreçler içerisinde özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde, genelde Türk aydınları özelde Türk hukukçuları, doğrudan ya da dolaylı biçimde İslâm Hukuku karşısında çeşitli tutumlar benimsemişlerdir. Bu tutumların çoğu olumsuz kanaate sahip olmakla birlikte bu konuda insaflı olanlar bulunduğu gibi İslâm Hukuku’nun üstün niteliklerini ön plana çıkaranlar da olmuştur.

Cumhuriyet kurulduktan sonra ülkemizde İslam Hukuku terk edilmiş, onun yerine Batı ülkelerinden alınan hukuk sistemleri uygulanmıştır. Buradaki amaç toplumun İslam'dan uzaklaştırılmasıdır. Yoksa Batı hukukunun İslam hukukundan daha ileri olması değildir. O zamanki yöneticiler şöyle düşünüyorlardı: “Dindar ve namuslu olmak insanları fakir bırakır; zengin olmak için bunları terk etmek gerekir.” Yani hayatın amacını yalnız dünya hayatı görüp zengin olmak için insanların İslam dinini terk etmelerinin gerektiğini düşünmüşlerdir. Oysa, batının zengin olmasını onların Müslüman olmamalarına bağlayan bu zihniyetin, nasıl bir gaflet içinde olduğu aşikardır. Bu nedenle de sosyal ve ekonomik hayatı İslam dışı kurallarla yönetmek istemişlerdir.

 Ancak bu düşüncelerinin ne kadar haksız ve yanlış oldukları bugün ortaya çıkmıştır. Onların hukuk anlayışları ile yönetilen ülkemiz hiç de zengin değildir. Bize göre İslam hukukunu dışlamayı istemeleri tamamen İslam dini karşıtı olmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa İslam tarihinde Müslümanların çok zengin oldukları devirlerin mevcut olduğu bilinmektedir. Ancak insanlar özellikle batının bu asırlardaki maddi üstünlüklerini yanlış bir görüş olarak dine bağlamışlardır. İslam Hukukunun hiç de onların anladığı gibi olmadığı bugünkü Müslüman hukukçuları tarafından ispat edilmiştir. Bu konuda yapılan bazı çalışmalar yukarıdaki makalemizde dile getirilmiştir. 

Bize göre İslam hukuku evrenseldir. Çünkü ilahi kaynaklıdır. Nasıl evrendeki bütün fiziksel olaylar Allah Teâlâ’nın koyduğu yasalarla yönetiliyorsa, insanlar da O’nun vazettiği yasalarla yönetilmelidir ki aralarında adalet, huzur ve güven tesis edilebilsin. İnsanların tâbi olmaları istenilen ilahi yasalar Kur’an ayetlerinde ve Peygamberimizin (sav) sünnetinde açıklanmaktadır. Bu yasaların sonucu olarak İslam fıkıhçılarının geliştirdikleri yöntem ve hükümler, insanları hem bu dünyada hem de ahirette mutlu kılacak yegane meşru hukuktur.

(Yayınlama Tarihi: 01.10.2025,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

 

İSLAM  HUKUKUNUN  TARİHÇESİ  (2. Bölüm)

Büyük Müçtehid İmamlar Devri: Müçtehid İmamlar Devri hicri 132 yılında başlar, hicri 4. asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devire Fıkıhın Yükseliş Devri, Fıkhın Altın Devri, Tedvin Devri, Müçtehitler Devri de denir. Bu devir başlarında Hilafet Abbasilere geçmiş ve  Abbasiler Emevi sülalesine çok sert davranmıştı. Bunun üzerine Emevi sülalesinden Abdurrahman en-Nasir gizlice İspanya'ya giderek orada Endülüs Emevi devletini kurmuştur.

Bu devirde fıkıh sahasında büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Bu devirde fıkhın gelişme sebepleri olarak aşağıdakileri zikredebiliriz: 1) Abbasi halifelerinin din ilimlerine ve alimlere gösterdikleri yakın ilgi; 2) Fikir ve içtihat hürriyeti; 3) İslam ülkesinin genişlemesi; 4) Kabiliyetli kişilerin İslami ilimlerle meşgul olması; 5) İlimlerin tedvini; 6) Seyahatlerin Yapılması; 7) Fıkıh mezheplerinin ortaya çıkışı; 8) Fıkıh ihtilaflarının doğuşu; 9) İlmi münakaşaların yapılması.

Müçtehidler Devrinin Başlıca Özellikleri: 1) Şehircilik ve Kalkınmada Gelişme; 2) İslâm Şehirlerindeki İlmî Hareketlerin Artması; 3) Hafızların Çoğalması ve Buna Verilen Önemin Artması; 4) Sünnetin Tedvini; 5) Fıkıh Kaynakları Hususunda Çıkan İhtilâf (Sünnet Hususunda Tartışma, Kıyas, Re'y ve İstîhsan Hususunda Çıkan Tartışma, İcma Hususunda Çıkan Tartışma).

Bu devirdeki meşhur mezhep İmamları:

1) Birinci Büyük İmam ( H. 80 – 150 ) Ebu Hanife Adı Numan b. Sabit b. Zûiû'dır. H. 80. yılda Kûfe'de doğdu. Gençliğinde h. 2. asrın başlarında Hammûd b. Ebî Süleyman'dan fıkıh ilmini aldı. Tabiîlerden Atâ b. Ebi Rebâh ve Nâfi Mevlâ b. Ömer gibi zatları dinledi. Emevîlerin yıkılışı ve Abbasîlerin İşbaşına gelişi günlerini idrak etti. Halîfe Merviîn b. Muhammed tarafından Irak valiliğine atanan Yezîd b. Hübeyre ona Kadılık teklif ettiğini ve kendisi bu teklifi kabul etmeyince bundan dolayı onu dövdürdüğünü görüyoruz. Ebu Hanife, Kûfe'de elbise ticaretiyle iştigal ederdi. Dürüst muamelesi, hile ve rekabetten nefret etmesi, güzel yüzlü, tatlı sohbeti ve yardımseverliği ile meşhur idi. Sesi güzel, konuşması tatlı İdi. Cafer b. Rebî, “Ben, onun yanında beş sene kaldım. Onun kadar, lüzumsuz konuşmadan kaçınarak genellikle susmayı tercih edeni görmedim. Fıkıhtan sorulunca; açılır ve sel gibi akardı. Yüksek sesle konuşurdu. Kıyasda imam (otoriter) idi.” der.

2) İkinci Büyük İmam Mâlik B. Enes B. Ebi Âmir (H. 93-179) Yemende «Zî Asbah» kabilesine mensub dedelerinden birisi Medine'ye gelip yerleşmiştir. Mâlik de Medine'de doğmuştur. Medine âlimlerinden feyz almaya başlayan Malik önce Abdurrahman b. Hürmüz'ün yanına devam ederek bir müddet sadece kendisinden ders alıyordu. Bilâhare İbn-i Ömer Mevlâsi Nâfî ve İbn-i Şihab ez-Zühri'den ilim aldı. Fıkıhda esas hocası Rebîat-ür-Rey diye meşhur olan Rebta b. Abdurrahman'dır; Üstadları, hadis rivayeti ve fıkıh fetvalarını verme yeteneğine sahip olduğuna şehadet edince rivayet ve fetva işine başladı. Kendisi de “70 üstad benim yetkili olduğuma şahidIik etmedikçe ben bu işe başlamadım.” demiştir. Herkes onun hadîs sahasında İmam, rivayetinin sağlamlığı hususunda mevsuk (güvenilir) olduğunda ittifak halindeydiler.

3) Üçüncü Büyük İmam Şafiî (H. 150 - 204) Ebu Abdillâh Muhammed b. İdris b. el-Abbas b. Osman b. Safi eş-Şafiî: Onuncu babası Abdi Menâf, Peygamberimizin dördüncü babası olan Abdi Menâf'tır. Annesi fıtratan çok zeki bir kadın idi. Askalân'a bağlı Gazze'de doğdu. Gazze, onun baba vatanı değildi. Babası İdris, bir iş dolayısıyla oralara geldiğinde vefat etti. Oğlu Şafiî de bu vesile ile orada doğdu. Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı Mekke'ye götürdü. Annesi yanında yetim olarak büyüdü. Çok küçük yaşta Kur'ân'ın tamamım hıfzetti. Sonra dışarda oturan Huzeyl kabilesine gitti. Bu kabile Arapların en fasihlerinden idi. Birçok şiirlerini hıfzettikten sonra kuvvetli bir edib olarak döndü. Harem şeyhi ve müftüsi olan Müslim b. Halid ez-Zencî'nin yanına devam ederek ilmî çalışmalarda bulundu.

4) Dördüncü Büyük İmam Ahmed Bin Hanbel (H. 164 - 241) Aslen Merûzden Zühlî kabilesinin Şeybân kolundan, Hilâi'ın torunu olup Bağdat'da doğmuştur. Heşîm ve Süfyân b. Uyeyne tabakasına dahil olan hadîsçilerin en büyüklerinden hadîs aldı. Buhari, Müslim ve onların tabakasından olan hadîsçiler de ondan hadîs aldılar. Çok hadîs bilip hıfzettiği için, muasır hadîs ehlinin imamı sayılır. Kur'ân'ın mahlûk olduğu yolunda halife Memun'un yaptığı teklife karşı çıkarak  dayak yemiş, eziyet görmüş ve yıllarca hapiste yatmıştır.

Taklit Devri: Bu devir hicri 4. asrın yarısında başlar, Moğolların Bağdadı istila etmeleri sonucu  Abbasî devletinin yıkılışı olan 657 tarihine kadar devam eder. Bu devir, mezheplerin yerleşmesi, alimleri tarafından desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelelerin yaygınlaştığı devirdir.

Bu devirde fakihleri taklide sürükleyen sebeplerin önemlilerini şöyle sıralayabiliriz: 1) Hocalara saygı; 2) Mezhep Taassuplarının Başlaması; 3) Mezheplere bağlı olan kişilerin kadı tayin edilmesi; 4) Mezheplerin hükümlerinin Tedvin edilmesi; 5) Nefse güvenin azalması; 6) Halifelerin muayyen bir mezhebi desteklemesi; 7) Muayyen mezheplere vakıfların tahsisi; 8) Alimler arasında rekabetin başlaması; 9) Münazara Ve Mücadelenin Yaygınlaşması; 10) İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimler.

Bu devir fakihleri taklidi tercih etmelerine rağmen fıkhi sahada faydalı çalışmalarda bulunmuşlardır. Onları tedvine yönelik hukuki çalışmalarını şöyle sıralayabiliriz: 1) Usûl kitaplarının yazılması; 2) Fürû kitaplarının yazılması; 3) Tercihlerin yapılması; 4) Hilâfiyyat kitaplarının yazılması; 5) Cedel ilmine ait kitapların yazılması.

(Yayınlama Tarihi: 16.09.2025,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İSLAM  HUKUKUNUN TARİHÇESİ (1. Bölüm)

İnsanlığın tarihi ilk Peygamberle başlar. Allah Teâlâ’nın ilk gönderdiği Peygamber ve ilk insan Adem (as) dır. O'na gelen ilk kanunlara da “suhuf” denir. Bu kanunların yapıcısı Allah'tır. Tatbikatçısı ise Peygamber ve O'nun ümmetidir.

Yeryüzünü güzel bir saray şeklinde inşa eden Allah Teâlâ elbette burada oturacakların sosyal ve fiziki şartlarını da temin etmiştir. İnsanların, insanca ve gerçeğe uygun bir şekilde yaşayabilmeleri için onlara temel kurallarını göndermiştir. Bu temel kurallar, Anayasa hükmünü taşımıştır. Bu anayasaya dayanarak Peygamberler ve onların ümmeti içindeki âlimler ceza kanunu, medenî kanun gibi kollarda hukuk nizamını geliştirmişlerdir.

İslam Hukuku Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas usulleri ile gelişirken, hukuk alemine birtakım yenilikler getirmiş ve bu suretle hukuk ilmine hizmetlerde bulunmuştur. Bunlara örnek olarak şunları söyleyebiliriz: 1)Hukuk tarihinde ilk yazılı anayasa Hz. Peygamber (sav) tarafından tanzim edilmiştir. Bu anayasa 52 madde halinde Hicretin birinci yılında hazırlanmıştır. 2) Siyasetten tamamen ayrı bir şekilde Harp ve Sulh hukuku, yani devletlerin umumi ve hususi hukuku Müslümanlar tarafından tespit ve tanzim edilmiştir. İmam Muhammed Eş-Şeybânî'nin  es-Siyerü’l-Kebîr adlı eseri bu hukuk dalının en eski örneğidir.  3)Hukuk felsefesini hukuk dünyasına İslam hukukçuları kazandırmıştır. Bu konuda İmam Şâfiî er-Risâle adlı kitabı yazmıştır Bu ilk fıkıh usul kitabıdır. Fıkıh usulu bir yönüyle hukuk felsefesi demektir. 4)Müslümanların hukuk ilmine diğer bir sahada iştirakleri, hukukta “niyyet” müessesesine yer vermiş olmalarıdır.

Peygamberimizin risaletle görevlendirildiği günden bugüne kadar İslâm fıkhının tarihî gelişimini çeşitli devirlere ayırmak mümkündür. Bu devirler şunlardır: 1)Hz. Peygamber (sav)’in Devri (Vahiy Devri),  2) Sahabe Devri, 3) Tâbiûn Devri,  4) Büyük Müctehid İmamlar Devri,   5) Taklid Devri, 6) Duraklama Devri, 7) Kanunlaştırma Devri.

Hz. Muhammed (sav)’in Devri: Kur'ân insanların durumunu ıslah için indirildiğini ilân etmiştir.    Bunun için pek çok emirler ve yasaklar taşımaktadır.

“...O, kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülüklerden nehy ediyor, onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor...» (Araf, 7/157)

Teşri'de üç prensibe riayet edilmiştir: 1) Güçlüğün olmaması, 2) Tekliflerin az kılınması,  3)Teşri'de tedriç.

Sünnet, Kur'ân'ın şerhi durumundadır. Kapalısını açar, kayıtsızını kayıtlar, müşkilini (Peygamberden başkasınca çözümü güç olanı) de yorumlardı. Kur'ân'ın açık veya kapalı olarak delâlet ettiği hususlardan başka ve onlardan ayrı düşecek hiçbir şey sünnette yoktur. Kur'ân, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönlerden delâlet eder.

“...Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının...” (Haşr, 59/7)

Bazı alimlere göre Peygamber nadiren de olsa içtihat ile hükmediyordu. Ancak içtihadında hata bulunacak olursa Cenab-ı Hak onun hatasını vahiy yoluyla düzeltiyordu. Hz. Peygamber sahabelerine içtihat etme yetkisini vermişti. Bunun üzerine sahabeler Kur'an ve sünnette hükmünü bulamadıkları meseleler için içtihatları ile hüküm verip ona göre amel yapıyorlardı. Bu devirde teşri faaliyeti insanların maslahatı esasına dayanıyordu. Bu devirde teşri faaliyetinin mümeyyiz vasıfları tedriç, kolaylık ve nesih olarak  ifade edilebilir.

Sahabe Devri: Bu devreye Hülefa-i Râşidin Devri, fıkhın gelişme çağı da denir. Bu devir Hazreti Peygamber (sav)’in vefatıyla başlar. Hicri 40 senesine kadar devam eder. Hz. Peygamber vefat edince ilahi teşvik sona ermiştir. Hz. Peygamber sahabelerine “Size iki şey bırakıyorum, ikisine sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız: Kur'an ve nebinin sünneti” buyurmuştur. Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) zamanlarında ilim şurası vardı. Hz. Ebubekir kendisine bir mesele arz edilince ilk önce Kur'an'a bakıyordu. Kur'an'da hükmünü bulamadığı mesele için hadislere başvuruyordu. Meselenin çözümünü sünnette de bulamayınca alim sahabeleri topluyor, o mesele hakkında onların görüşlerini alıyordu. Bu arada sahabelerin ittifakla kabul ettiği görüşü benimsiyordu. Sahabelerin ittifakla kabul ettikleri görüş icmadır. İhtilaf olduğu durumlarda ise kendisine göre en doğru olan görüşü benimsiyordu. Halife bizzat kendisi de ferdi içtihadda bulunuyordu. Bu devrede içtihat için Re’y veya ictihâdü’r-re’y tabiri kullanılıyordu.

Tâbiûn Devri: Bu devir, Hicri 40 yılında başlar, yani Emevi Devletinin kuruluşundan başlar, Hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devir, fıkhın gelişme çağıdır. Bu devirde İslâm tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi birçok siyasî olaylar vuku buldu. İslam ülkesi fetihler neticesinde genişledi Müslümanlar fethedilen bölgelerde çeşitli örf, adet, kültür mirasına sahip insanlarla karşı karşıya geldi. Hazreti Osman'ın şehit edilmesi ile başlayan ihtilaflar siyasi birliği sarsmıştır. Bu arada bazı savaşların da meydana geldiği bilinmekledir. Bu olaylar neticesinde Müslümanlar arasında bazı bölünmeler olmuştur.

(Yayınlama Tarihi: 07.09.2025,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

İSLAM  HUKUKUNUN  İLKELERİ

İslam hukuku, ilahî olan bir hukuktur. İslam hukuku, ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnetten elde edilen temel ilkeler ışığında oluşmuştur. Her hukuk sisteminin arka planında felsefi, ahlaki ve inanca dayanan esaslar bulunur. İslam hukukunun temelini teşkil eden inanç esasları ve ana kaynaklardaki temel prensipler İslam hukukunun oluşmasını ve gelişmesini temin etmiştir. Bu nedenle İslam hukuku, batı hukuk sistemlerinden hem kavram hem de mahiyet itibarıyla farklıdır.

İslam hukuku kavramı, yakın dönemlerde kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Yakın zamana kadar bu kavram yerine fıkıh kavramı kullanılmaktaydı. Fıkıh ise ilk ortaya çıktığı dönemde “nasslardan çıkarılan hükümler” şeklinde açıklanmış ve bu çıkarılan hükümlerin en önemlileri de “Fıkhu’l Ekber” olarak ifade edilmiştir. “Fıkhu’l Ekber”in ana konularını inanç bahisleri oluşturur. “Fıkhu’l-Ekber” dışında “Fıkhu’l-Ebsat” kavramı da aynı konuları anlatmak için kullanılır. Nitekim bu adlarla İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin de eserleri vardır. Fıkıh kavramı, oryantalistlerce batı dillerinde İslam hukuku şeklinde ifade edilmiş ve oradan da Türkçe literatüre girmiştir.

İslam hukukunda kişinin sadece birtakım kurallara riayet etmesi yeterli görülmemekte aynı zamanda kişinin topluma karşı görevlerinin de olduğu hatırlatılmaktadır. İslam hukukunun bu özelliği aynı zamanda bilinç düzeyi yüksek bir toplumun oluşmasını da sağlamaktadır. İslam hukuku, adalet, hakkaniyet, özgürlük, güvenlik, erdem, mutluluk, insan onuru, mülkiyetin korunması gibi ilkeleri korumayı amaçlar. Nitekim Kur’an’da akitlere uymak, ahde vefa göstermek, emanetleri ehline vermek, emanete hıyanet etmemek, dürüst olmak ve hiçbir şekilde insanları aldatmamak, Allah’ın adını dünyevi menfaatlere alet etmekten kaçınmak, dünya malı hususunda aşırı mal hırsından kaçınmak, hak sahibine hakkını vermek, gayr-i meşru kazançlardan uzak durmak, birey ve kamu hakları konusunda titizlik göstermek, güzel ve temiz kazanca yönelmek gibi bu amaçlara referans olacak değerler emir olarak sıralanmaktadır. İslam hukukunun ilahî bir hukuk olmasının nedeniyle kişilerin bu değerlere uygun davranmasında Allah’ın rızasını kazanma amacı hedeflenmektedir. Beşerî hukuk sistemlerindeki kamu ve özel hukuk şeklindeki genel bir ayrıma karşılık, İslam hukukunda kamu hukukuna karşılık ‘hukûkullâh’, özel hukuka karşılık olarak da ‘hukûku’l-ibâd’ ayrımı bulunmaktadır.

İslam Hukuku değiştirilemez. İslam hukuku ilahî kaynaklı bir hukuk olması nedeniyle hüküm ancak Şârî tarafından değiştirilebilir. Bu durum, Şârî’nin hem kurucu güç hem de yaratıcı güç olmasının doğal sonucudur. Söz gelimi muhkem bir ayetle sabit olan bir hükmü hiçbir siyasi iktidarın değiştirme yetkisi yoktur. Bu açıdan birinci kaynak olan Kuran’a aykırılık o hükmün geçersizliğini doğurur. Nasıl ki pozitif hukukta normlar hiyerarşisinde en tepede anayasa vardır ve daha alt sırada yer alan kanun, tüzük, yönetmelik vs. ana yasaya aykırı olamazsa, İslam hukukunda da daha alt sıralarda yer alan Sünnet, icmâ, kıyas ve diğer fer’i delille elde edilen hükümler, hiyerarşinin en tepesinde yer alan Kur’an’a aykırı olamaz.

İslam hukuku, bireylerin haklarını ve sorumluluklarını belirleyen bir hukuk sistemidir. İslam dininin ana kaynakları Kur’an ve sünnet olduğundan İslam Hukuku’nun temel ilkeleri de bu kaynaklara dayanır. Fıkıh ilmiyle uğraşan kişi olan fakih, hüküm çıkarırken Kur’an ve sünnet doğrultusunda belirlenen ilkelere riayet etmelidir. Bu sistemin temel ilkeleri şöyledir: Adalet, Eşitlik, İnsan Hakları, Özgürlük, İslam’da Ahlak ve Hukuk İlişkisi, Sıkıntıları ortadan kaldırma, zorlukları kolaylaştırma, Sorumlulukların azlığı, helallerde genişlik, haramlarda sınırlılık, Kamu ve insanların yararının gözetilmesi, Cezalarda bireysellik, Suç ve ceza arasında denge.

İslam hukukunun kaynağını oluşturan en önemli öğeler Kur’an ve Sünnet’tir. Bunlar, İslam hukukunun temel dayanaklarını oluşturur. Bunun dışında, İcma (toplumsal görüş birliği) ve Kıyas (benzer olayların karşılaştırılması) gibi yöntemler de İslam hukukunun içeriğini zenginleştiren unsurlar arasında yer alır.

İslam hukukunun temel amaçlarından biri, toplumsal düzeni sağlamak ve bireylerin haklarını korumaktır. Bu hukuk sistemi, bireylerin ve toplumun yararına hizmet edecek şekilde düzenlenmiştir. İslam hukuku, aynı zamanda esnek bir yapıya sahiptir. Zaman ve mekâna bağlı olarak değişen insan ihtiyaçlarına cevap verebilmek için içtihad (hukuki yorum) kapısı her zaman açıktır. Ancak, içtihad yapacak kişinin ilmi donanımına ve adalet anlayışına sahip olması büyük önem taşır.

İslam Hukukundaki temel amaçlar din, nefis, akıl, nesil ve mal olan beş temel ilkenin korunması esasına dayanmaktadır. İslam şeriatı, bu beş temel alanın korunması için yeterli derecede hükümler getirmiştir. İnsanın hem varlığı ve toplumda yerini bulmasını sağlamak, hem de bozulma ve yok olması sebeplerinden koruması için söz konusu temel ilkeler vazedilmiştir. Bunların başında dinin korunması ilkesi gelmektedir.

(Yayınlama Tarihi: 27.08.2025,    Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

 

  

İMAN  KALPTE  BİR  NURDUR

İman kalplerde bir nurdur. Evet, tabiatı ve mahiyeti itibariyle kalpte bulunan ve orda büyüyüp gelişen bir nurdur. Küfür ise, zulümâtın (karanlığın) ta kendisidir.  Ne şekilde olursa olsun kafirler her halukârda  karanlıktadır.

İman nuruyla aydınlanmayan gönüller ıstırap içindedir.. Çünkü oralarda bütün kötü huylar toplanır ve bunlar sahibine rahat yüzü göstermez. İğneli fıçı işkencesine atılmış gibi daima acı verir. Halbuki şuurlu bir imanın hâkim olduğu kalplere fena huylar giremez; girse bile barınamaz. Böyle bir gönül daimi olarak huzurludur.

Küfrün hâkim olduğu bedenlerde ise korkunç bir karanlık ve huzursuzluk, bitmez tükenmez bir ıstırap ve üzüntü vardır. Bu haller, cehalet ve küfür karanlığının bir neticesidir. Bu karanlıklar, Allah'tan bir hidayet erişmezse, ileriye doğru eksilmez, bilakis artar. Öyle ki, hayatın ağır ve ıstıraplı dakikaları, daha ıstıraplı olan kabir karanlıklarına, sonra da mahşer karanlıklarına ve sonunda cehennem karanlıklarına çeker, götürür.

Mü'min, gönlündeki iman nurunu söndürmekten son derece sakınmalıdır. Çünkü bunun neticesinde kalp kör olur. Kalp körlüğü insanı daimi bir karanlık içinde bırakır. Bu karanlık ahirette de devam ederse insan devamlı bir azap içinde kalır. Buradan iman nurunun kıymeti, küfür karanlıklarının kötülüğü çok iyi anlaşılmaktadır

Dünya, nursuz insanlardan çok çekmiştir, hâlâ da çekmektedir. Onlar, aynı zamanda nura tahammül edemeyen ışık düşmanıdırlar. Kalplerine bir iğne ucu kadar iman nurunun aydınlığının sızıntısı bile girmeyen bedbahtlardır. Onlar nefesleriyle Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Allah'ın dinine, kitabına, peygamberine karşı kendi bâtıl düzenlerini savunurlar. Ancak kafirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır (Saf, 61/8).

Dünyamızı karartanlar, İslâm'ın nuru ortaya çıkar çıkmaz yok olacak; Hak gelince bâtıl zâil olacaktır. Nasıl Kâbe'deki putların fetih günü Rasül'ün asasının değmesiyle yıkılıverdiği gibi, ortaya çıkacak olan İslam güneşinin nuru ile bütün putlar ve heykeller yıkılacak ve yerle bir olacaktır. Bu günlerin uzak olmadığını ümit ediyoruz. 

İman nuru ile insanın bütün duygularına ve latifelerine nur sirayet eder ve onları nurlandırır. Kalp imanın merkezidir. Kalpteki bu iman, insanın diğer duygu ve organlarına nur ve ışık olur. Göz, kulak, dil gibi organlar, akıl ve vicdan gibi latifeler hep kalpteki iman nuru ile nurlanırlar.

İnsanın yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu çevrenin etkisiyle ruhi durumu, düşüncesi ve anlayışı değişebilmektedir. Yaşadığı olaylar, yaptığı işler, temas kurduğu insanlar, onda müsbet veya menfi bazı izler bırakmaktadır.  İnsan kalbinin ve ruh hâletinin bu derece dış tesirlere mâruz olması sebebiyledir ki, bir hadisde, sık sık "Lâ ilâhe illâllah" diyerek imanın yenilenmesi emredilmiştir.

İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o, Yaratan'ını imanla tanımak ve ibadet etmek için yaratılmıştır. İnsan bu yaratılış gayesine uygun hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak, cennete girecek, aksi takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa mâruz kalacaktır. Bu bakımdan iman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve cennete giriş anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle insanın iman etmesi ve bu imanını son nefesine kadar kaybetmeden ve zayıflatmadan muhafaza etmesi gerekir. Bu da imanın dünyadan da, dünya içindeki her şeyden de daha kıymetli bir nimet olduğunu gösterir.

İman kalpte bir nurdur. Kötülük ve günahlar bu nuru ya tamamen giderir ya da bu nurun azalmasına sebep olur. İyilikler ise kalbin nurunu artırır. Kalbi saran pas ve kirlerin sebebi ise kulun kendi elleriyle kazandığı günahlardır. İmanda devamlı olmak gerekir. Aksi halde insan sapıklığa düşer. Müslüman imanını daima yenilemelidir. Bunun için Kelime-i Tevhid’i sık sık zikretmelidir.

Bütün ehli sünnet alimlerine göre iman Allah’a ve Resulüne itaatle artar, günah ve isyan ile eksilir. Çünkü, kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta konur. Eğer tövbe edip Allah’ın kendisini bağışlamasını isterse kalbi cilalanır ve bu siyah nokta kaybolur. Yeniden günah işlerse siyah noktalar kalbini sarıncaya, kalbi kapkara oluncaya kadar devam eder.

Kıyamet gününde insanlar sahip oldukları imanları dolayısıyla önlerinde ve yanlarında nura kavuşacaklar ve böylece kıyametin o dehşetli anlarında nurun aydınlatması ile kolaylıkla yol alacaktır. Bunu müjdeleyen ayetler vardır.

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur 24/35) âyetinin manası, yüce Allah, göklerde ve yerde mevcut olan bütün varlıklara hayat veren, hayatını devam ettiren, hayat için gerekli bütün ihtiyaçlarını temin eden, bütün varlıkları gören, gözeten, denetleyen, sevk ve idare eden manasındadır.

"İman, kalpte Allah'a olan teslimiyetin derinliklerinde gizlenen bir nurdur.", "İman, dünya malının geçici olduğunu anlayıp ahiret hayatına odaklanmaktır.", "İman, kalbinde sabitlenen, söz ve amel ile teyit edilen bir nurdur."

(Yayınlama Tarihi: 04.08.2025,    Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini 

Özetler  Sayfamızdan okuyabilirsiniz

Hadis  Şerhleri

1. Bölüm                    Oku

2. Bölüm                    Oku

3. Bölüm                    Oku

4. Bölüm                    Oku

5. Bölüm                    Oku

6. Bölüm                    Oku

E -  Kitaplar

Üç Güzellik                       Oku                        

Tasavvuf ve Fizik             Oku

Bir Gerçek Veli                 Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

1.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

3.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler

4.Bölüm                             Oku    

40 Hadis-i Şerif                 Oku

İslâm Ahlâkı                      Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 1                             Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 2                              Oku

Tasavvuf  Sohbetleri

 Hayat ve Ölüm             Oku

 Ruh Nedir ?                   Oku

 Nefs Nedir ?                  Oku

 Kalbin Hikmeti ve Sırları  Oku

 Akıl Cevheri                   Oku

 Sevgi - Muhabbet         Oku

 Besmele’nin Sırları        Oku

 Fatiha’nın Sırları            Oku

 Tecellilerin Hakikati      Oku

Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri                   Oku

Esmâ-i Hüsnâ                  Oku

Nur  Tecellileri                 Oku

İnsanın Halife Olmasının

Hikmeti                             Oku

Arif  Kimdir ?                    Oku

İnsanın Kendini Bilmesi   Oku

Marifetullah ve

Muhabbetullah                 Oku

Nefsin Özgürlüğü ve

Ruhun Özgürlüğü              Oku

Ramazan Ayının Fazileti   Oku

Tasavvufta Hikmet

Makamı                                Oku

Namazın Sırları ve

Güzellikleri                           Oku

Sufilerin Namaz

Hakkındaki Görüşleri         Oku

İbn Arabi (ks) Hazretleri    Oku

Vahdet-i Vücûd                   Oku

Vahdet-i Vücûd ve

Vahdet-i Şuhûd                   Oku

Hakikat Arzı                         Oku

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî   Oku

Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) 

Oku

Yunus Emre (ks)                 Oku

Şeyh Galib ve İnsanın Değeri  Oku

Hüsn ü Aşk                          Oku

Su Hayatın Sırrıdır              Oku

Su Kasidesi                           Oku

İsmail Hakkı Bursevî (ks)   Oku

Hacı Bayram-ı Velî (ks)       Oku

Hacı Bayramı Velî’nin

Şiirleri                                    Oku

Hacı Bayramı Velî’nin

Tasavvuf Eğitimi                   Oku

Aziz Mahmud Hüdaî (ks)    Oku

Aziz Mahmud Hüdaî (ks)

Hazretlerinin Menkibe ve

Şiirleri                                     Oku  

Şeyhim Kâmil-i Mürşid

Hakkı Şiştar (ks) Hazretleri

                                                 Oku 

           

Tasavvuf ve Şeriat                Oku

Tasavvuf Hakikatlerin İlmidir

                                                 Oku

Duanın Hikmeti                    Oku

Dört Kapı - Kırk Makam      Oku

Yunus Emre’de Dört Kapı    Oku

Tasavvuf ve Oruç                  Oku

Tasavvuf ve Mutluluk          Oku

İman Kalpte Bir Nurdur       Oku

Tasavvuf ve İslam Fıkhı        Oku

Ana Sayfa

Hakkımızda

Makaleler

Yorumlar

Özetler

Hadis Şerhleri

Tasavvuf

Sohbetleri

E - Kitaplar

Bize Ulaşın

İngilizce

Hadis  Şerhleri

1. Bölüm                    Oku

2. Bölüm                    Oku

3. Bölüm                    Oku

4. Bölüm                    Oku

5. Bölüm                    Oku

6. Bölüm                    Oku