İlim ve Tasavvuf

Yeni Yayınlanmış 

Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler

İlim ve Tasavvuf

Üç Güzellik:

İman, İlim, Tasavvuf

 

MEVLÂN  CELÂLEDDÎN-İ  RÛMÎ (ks)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşamış bir Fars tasavvufçu, ilahiyatçı ve sufi bir mistik şairdir. Mevlânâ'nın etkisi ulusal sınırları ve etnik ayrımları aşar. İranlılar, Türkler, Yunanlılar ve diğer Orta Asya Müslümanları ve Hint yarımadasındaki Müslümanlar son 800 yıl boyunca onun manevi mirasını büyük ölçüde takdir etmişlerdir. Şiirleri ve görüşleri dünya dillerinin çoğuna çevrilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nde en popüler ve en çok satan şair olarak bilinmektedir.

Mevlânâ bugün Afganistan toprakları içerisinde yer alan Belh şehrinde 1207 yılında doğmuştur. Belh’den ailesi ile birlikte göç ettikten sonra yirmi bir yaşına geldiğinde, Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti olan Konya'ya yerleşmiş ve hayatının geri kalanını burada geçirmiştir. 17 Aralık 1273 tarihinde Konya'da vefat etmiştir.

Mevlânâ'nın babası, “Alimlerin Sultanı” olarak bilinen Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled bir ilahiyatçı, hukukçu ve sufi olup Hz. Ebubekir'in soyundandır. Bahaeddin Veled, Konya'da Altınapa Medresesinde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 23 Şubat 1231 tarihinde vefat eder. Bu sırada yirmi dört  yaşında olan Mevlânâ babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başlar. Ertesi yıl Mevlânâ'nın çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olan ve babasının müridlerinden olan  Seyyid Burhânettin  şeyhini ziyaret etmek için Konya'ya geldi.  Seyyid Burhâneddin'e rüyasında Bahâeddin Veled’in kendisine oğlunu irşad etmesini söylediği için Konya'ya geldiği de kaydedilmektedir. Bunun üzerine Mevlânâ Seyyid Burhâneddin’in mürid olup 9 yıl ona hizmet etmiştir.

Sultan Veled, babasının Seyyid Burhâneddin'e 9 yıl hizmet ettiğini, mana aleminde gönüllerinin birleştiğinden dolayı sözde, özde ve sırda bir olduklarını, Burhâneddin'in bu dünyadan göçmesi ile Mevlânâ'nın tek başına kaldığını söylemektedir. Babasının, Allah'a yönelip yanıp yakılarak, dertlere düşerek beş yıl riyâzet sürdüğünü, sayısız kerametlerinin zuhur ettiğini, bu arada irşad faaliyetinden geri durmayıp halka vaiz vermeyi, çoğu ulema ve yönetici kesimlerinden olan müritleriyle sohbet etmeyi sürdürdüğünü anlatır.

Şems-i Tebrizî, menfaat ve gösteriş peşinde koşan şeylerden daima uzak kalmış, ömrü boyunca Mevlânâ'yı görüp tanışıncaya kadar herhangi bir şeyhe bağlanıp kalmamıştır.  Şems-i Tebrizî Hazretleri Mevlânâ Celâleddin Hazretlerini tanıyınca, ondaki hakikati görünce, “Ben aradığımı, Hüdavendigârım, Mevlânâ'da gördüm” demiş ve Konya'da kalmıştır.

Eğer insanlar, Mevlânâ ile Şems gibi, birbirlerinde bulunanı, birbirlerinin hakikatini görebilselerdi, dünya cennet olurdu. İnsanlar daimi bir barış halinde yaşarlardı. Harpler ortadan kalkar, insanlar birbirlerini öldürmezlerdi. Bütün dünyada silah fabrikaları gereksiz oldukları için kapanırdı. Afrika'da, açlık çeken insanlar bulunmazdı. Dünya refah içinde yaşardı. Hazreti Mevlânâ: “Şu dünyada gördüğümüz tenlerimiz, vücutlarımız, bizim gölgelerimizdir. Biz aslında bu gölgelerin üstesinde yaşıyoruz.” diye buyurmaktadır. Mevlânâ ve Şems kendilerinin maddi varlıkların ötesinde bulunanı gördüler. Onu sevdiler.

(Yayınlanma Tarihi : 21.03.2023  -  Sohbetin  tamamını okumak için tıklayınız )

 

 

NECMEDDÎN-İ DÂYE’NİN  DİLİNDEN  SİYASET

İslam siyaset düşüncesi, İslam düşünce ve ilim geleneğindeki çeşitli disiplinleri ilgilendirmiştir. Kelam ve fıkıh gibi İslam ilimlerinin yanında, tasavvuf tarafından da inceleme konusu yapılan siyaset, Siyasetnâme ve Nasihatnâme gibi eserlerin merkezinde yer almaktadır. Tasavvuf ilminde, siyaset düşüncesi açısından önemli ve zengin açılımları içeren değerlendirmelere sahip olan eserler ortaya konulmuştur. Buna örnek olarak Kübreviyye tarikatının şeyh ve mutasavvıflarından Necmeddîn-i Dâye’nin Mirsâdü’l-ibâd adlı eserini verebiliriz. Bu kitap tercüme edilerek günümüzde “Tasavvuf Yolu” adıyla yayınlanmıştır. Bu kitabın beşinci bölümünde çeşitli grupların seyri sülûkü açıklanmaktadır. Bu bölüm İslami siyaset düşüncesi açısından değerlendirilmeye elverişlidir. Çünkü bu bölümde padişah/sultan, vezir, alim, tüccar, çiftçi ve zanaatkarlar gibi insanların bir arada yaşayan farklı kesimlerin birbirleriyle uyum içinde yaşamalarını sağlayacak bazı ilkeler belirlenmeye çalışılmıştır. Bu kitap Selçuklu Devleti zamanında yazılmıştır. Bu eser Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde en çok okunan tasavvuf metinleri arasında yer almıştır.

Necmeddîn-i Dâye’nin kitabındaki siyaset ile ilgili tespitler bugün için de aynen geçerlidir. Sultan, padişah, vezir, nâip vs. kelimeleri yerine bugün devleti yönetenlerin ünvanlarını gösteren kelimeler kullanılırsa, Dâye’nin yorumlarının aynen geçerli olacağı kolaylıkla görülür. Demek ki asırlarda geçse, insanlar fazla değişmiyor. Kılık, kıyafet, oturulan evler, arabalar değişiyor fakat insanın nefsine ve şeytana uyması aynen devam ediyor. Bu durum, tasavvuf ehlinin insan yapısını en iyi yorumlayan kimseler olduğunu göstermektedir.

Dâye kitabının giriş bölümünde eserini, öğrencilerin ve müritlerin kendisinden tasavvuf ilminin temel konularını özlü bir şekilde açıklayan kitap yazmalarını istemeleri üzerine kaleme aldığını ifade etmektedir. Ancak o dönemdeki kargaşa dolu ortamın kendisini uzun süre bu kitabı yazmasına fırsat vermediğini ifade eden yazar, eserini Selçuklu idaresi altındaki Kayseri'de  618 (1221) yılı Ramazan ayında yazmaya başlamış ve 620 (1223) yılı Recep ayında Sivas'ta tamamlamıştır. Dâye kitabını bu tarihte Sultan Alaaddin Keykubat'a sunmuştur. Dâye bu eserin beşinci bölümünde toplumu oluşturan kısımların birbirleriyle ve Allah ile ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerini anlatmaktadır. Bu nedenle bu bölüm bir Siyasetnâme karakterindedir. Toplumu oluşturan halk  kesimlerin Allah'a yakınlaşma, kemale erme yolunda seyri sülûkta dikkate almaları gereken ilkeler ele alınarak, ideal bir toplumun nasıl olması gerektiğine dair yorumlar yapılmaktadır. Dâye bu yorumların her bir insan grubu için neler olduğunu 8 bölümde ele almaktadır. Buradaki neden Allah Teâlâ'nın “Sekiz çift (Enam, 6/143)” sözüdür.

Bu sekiz bölümün başlıkları şunlardır: Sultanlar ve ferman erbabı; Sultanların durumu, halka karşı davranışı ve şefkati; Vezirler, kalem sahipleri ve nâipler; Alimler, müftüler, vaizler ve kadılar; Zenginler ve mal sahipleri; Köylüler, reisler, ve çiftçiler; Ticaret ehli; Sanat ve zanaat ehli.

(Yayınlanma Tarihi : 13.03.2023  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız )

İMAM  GAZÂLÎ’DEN  YÖNETİM  SIRLARI

İmam Gazâlî sultanlara nasihat amacıyla “Nasihat’il-Mülûk” adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitap dilimize “İmam Gazâlî'den Yönetim Sırları” adı ile tercüme edilerek yayınlanmıştır. Bu yazımızda İmam Gazâlî'nin bu kitabında sultanlara/devlet yöneticilerine ne gibi nasihatlerde bulunduğunu dile getirmek istiyoruz. Gazâlî bu kitabını Selçuklu Sultanı Melikşah için yazmıştır. Kitabında Gazâlî Sultan Melikşah'a hitaben şunları söylemektedir:

“Ey Melik, bilmiş ol ki, İslami yönetim ağacının on adet temel esası olduğu gibi, on adet de dalları bulunmaktadır. Temelini kalp ile inanç ve dallarını da yapılan amel oluşturmaktadır. “

İmam Gazâlî  kalp ve inanç temelini meydana getiren on adet itikat esaslarını kitabında şu maddeler halinde sultana anlatmaktadır:  Allah'ın Varlığı, Yaratıcının Tenzihi, Allah'ın Kudreti, Allah'ın İlmi, Allah Duyan ve Görendir, Allah'ın Kelamı, Allah'ın Fiilleri, Ahiret İnancı, Resulullah (sav).

İmam Gazâlî Sultan Melikşah’a, adalet ve insafla nasıl hareket edileceğinin on temel esasını kitabında şöyle anlatmaktadır: Saltanat ve İdare, Alimlere Yakın Olmak, İdarecinin Adil Olması, İdarecinin Öfkesi, İdarecinin Şefkati, İdarecinin İhtiyaç Sahipleri İle İlgilenmesi, İdarecinin Nefsine Hakim Olması, Şefkatli Ve Anlayışlı Olmak, Öven Kimselere Aldanmamak, Allah'ın Rızasını Gözetmek.

Gazâlî bu husus ile ilgili hadisleri şöyle sıralamaktadır:

“Sultanın bir günlük adaleti Yüce Allah'ın (c.c.) nezdinde yetmiş senelik (nafile)  ibadete bedeldir.” (Hadis)

“İnsanlar arasında Allah'ın en çok sevdiği ve O’na yakın olan kişi adaletle hükmeden sultandır. Yüce Allah'ın en çok sevmediği ve ondan en çok uzak olan kişi ise zulüm yapan sultandır.” (Hadis)

“Bir gün gelecek ki, siz doğu ve batıyı fethedip hükmedeceksiniz. Bu işte yetkili her kim var ise ateştedir. Ancak Allah'a karşı takva anlayışı ile davranıp doğru yolu izler ve böylece emaneti yerine getirenler müstesna.” (Hadis)

“Her bir kul ki, Yüce Allah kendisine, halka amirlik yetkisini verir de onlara haksızlık yapar ve iyilikleri için iyi davranış sergilemez ve onlara karşı şefkatli olmazsa, kesinlikle Yüce Allah onun için cenneti haram kılar.” (Hadis)

“Benim ümmetimden iki kişi şefaatimden mahrum kalacaktır. Zalim melik ve yenilikçi olup dinin sınırlarını aşan yetkili kimse.” (Hadis)

“Ey Allah'ım, halkına karşı iyi muamele sergileyen bir valiyi, sen de onu lütfunla karşıla, halkına öfkeyle yaklaşan bir valiye sen de ona öfkeli bir muamele ile yaklaş.” (Hadis)

“Valilik ve amirlik, hakkını veren kimseler için birer hayırlı iş derecesindedir. Onların hakkında yetersiz kalanlar için de birer kötülük vesilesidirler.” (Hadis)

 (Yayınlanma Tarihi : 05.03.2023  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız )

   

        

 

     

HADİSLER  VE  SİYASET

İslam alimleri devleti yöneten kişilerle halkın arasındaki ilişkilerde onlara yol göstermişler ve gerektiğinde de eleştirmişlerdir. Bu görüşleri ortaya koyarken genellikle hadis kaynaklarını kullanmışlardır. Çünkü Peygamberimizin (sav) toplum yönetimi ve yönetici kişiler hakkında birçok hadisleri vardır. Bu hadisler asırlarca İslam alimleri tarafından ele alınmış ve değerlendirilmiştir.

Hadis kitaplarında yönetim ve siyaset ile doğrudan ilgili bölümler vardır. Bu bölümlere “İmâret”,  “İmâmet”, “Ümerâ”, “Kudât” ve “Biat” gibi adlar verilmiştir. Ayrıca “Ahkâm”, “Cihâd”, “Sulh” ve “Fiten” gibi bölümlerde de yöneten ve yönetilen sınıflar arasındaki ilişkilerle ilgili hadisler zikredilmektedir.

İslam devlet yönetime çok önem vermiştir. Devlet yönetiminin ve yöneticinin adil ve dürüst olması halinde toplumun rahat ve sağlıklı olarak ayakta kalacağı muhakkaktır. Bunun gerçekleşmesi için Peygamberimiz (sav) tarafından ifade edilen bazı ilkeleri hadisler halinde bu makalemizde açıkladık. Peygamberimiz bu hadisleri ile devlet yöneticilerine ve halklara yol göstermekte, yapmaları gereken hususları açıkça ifade etmektedir. Bu ilkeler Müslüman bir toplum için olmazsa olmaz kurallardır.

Müslümanlar bu ilkelere sadık kalarak kısa bir sürede genişlemişler ve refaha kavuşmuşlardır. Ancak bir süre sonra insanlar nefis, ins ve cin şeytanlarının etkisinde kalarak bu ilkeleri terk etmişlerdir. Bunun sonunda mevcut yapılar bozulmuş ve dejenere olmuştur. Bu da İslam toplumlarının başına birçok felaket, bozgun ve katliamların gelmesine neden olmuştur.

Bugün insanlık aynı sorunları yaşamaktadır. Peygamberimizin sözlerini gericilik, modası geçmiş, hurafe olarak gören ve kendi akıllarını en üstte görerek her şeye yeteceğini inanan insanlar, kendi akıllarına göre bir siyaset anlayışı oluşturmaktadırlar. Bu siyaset anlayışı Peygamberimizin sünnetine ve hadislerine aykırıdır. Ancak onlar kendileri için Peygamberimizin görüşlerinin uygulanamaz olduğunu düşündüklerinden bu yanlış yolda ısrarla yürümektedirler. Bu nedenle bu topluluklarda kargaşa ve huzursuzluk daima var olmakta ve bunların önüne geçememektedirler. Bu da insanları mutsuz ve huzursuz yapmaktadır.

Yöneticilerin yanlış davranışlarının vebali büyüktür. Yukarıdaki hadislerde de anlatıldığı gibi yarın ahirette bunun hesabı kendilerinden sorulacaktır. O zaman çok pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır.

Bir Müslüman devlet yöneticisi Kur’an  ayetlerindeki Allah’ın hükümlerinden korkmalı ve kendisini icraatında doğru yola sokmalıdır. Bunun için de Peygamberimizin siyaset ile ilgili hadislerine harfiyen uyumaya çalışmalıdır. Onlar için yegane kurtuluş yolu budur.

( Yayınlanma Tarihi : 26.02.2023  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız )

 

 

TARİHTE  SUFİ - SİYASET  İLİŞKİLERİ

İslam'da devlet yönetimi ve siyaset düşüncesi İslam'ın düşünce ve ilim geleneğindeki çeşitli disiplinleri ilgilendirmiştir. Kelam, fıkıh gibi disiplinler devlet yönetimi hakkında çeşitli tespitler yaparak Siyasetname ve Nasihatname şeklinde eserler ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde tasavvuf ilmi de siyaset düşüncesi açısından önemli olan değerlendirmelere sahip eserler ortaya çıkarmıştır.

Sufilerin eserlerinde yer alan siyaset anlayışı hem maddi hem de manevi bakımdan ele alınmıştır. Sufiler, “ricâlü’l-gayb” anlayışının bir uzantısı olarak maddi ve manevi dünyada tasarrufta bulunan “kutup” kavramına atıfta bulunmuşlardır. Kutup bazen zahiri halife ile aynı kişi olabildiği gibi, onun dışında da olabilir. Sufi anlayışında maddi ve manevi tasarrufta en üst makamda iki kutup ve bir gavsdan oluşan üç kişilik bir grup mevcuttur. Birinci kutup daima Mekke'de olmakla beraber, ikinci kutup başka ülkelerde, örneğin Türkiye'de olabilmektedir. Gavs yaşadığı döneme göre İslam'ı yorumlayan kişidir. Gavs  ledün ilmine sahip olarak yazdığı eserlerle İslam düşüncesini kendi gerçek rotasında ele alarak inşa eder. İslam'ın gerçek yönüne karışmış olan yanlış düşünce ve bid’atları da temizler. Bunlar birçok meşhur sufilerin kitaplarında anlatılmaktadır.

Sufiler devleti ve toplumu yöneten ve yönetilen seviyesindeki bütün insanların nasıl davranmaları gerektiği konusunda düşünceler ileri sürerler. Bunun amacı her şeyden evvel insanların Allah'ın rızasını kazanmalarıdır. Böylece insanın hem dünyevi ve hem uhrevi tarafının İslam'ın istediği şekilde olmasını sağlamak istenmiştir. Bu nedenle sufilerin bu görüşleri ve nasihatları toplumdaki gerek yönetici ve gerekse halk tarafından bilinip uygulanması çok önemlidir. Bunun sonunda toplumların rahat ve mutlu bir hayat sürmeleri mümkün olur.

Bu konuda İsmail Hakkı Bursevî (ks) Hazretlerinin, “Kitâbû’n-netîce” adlı eserinde yazdığı şu söz önemli bir yol göstericidir: “Siyasete fehm-i tâmm ve ilm-i mâ lâ-kelâm ister. Bundan sonra gayret-i dîn ve selef-i sâlihîn sîretlerini iktidâ ve ısrlerini iktifâ lâzımdır. Anlamı: Siyaset, eksiksiz bir anlayış ve kimsenin itiraz edemeyeceği bir ilim ister. Bundan sonra din gayreti ve selef-i sâlihîn ahlâkına ve takip ettikleri yollara uymakla yetinmelidir.”

Bursevî Hazretleri'nin bu ifadesi siyasetin din ve ahlâka dayalı bir anlayış olduğunu göstermektedir. Bütün sufiler eserlerini bu temele dayanarak yazmışlardır. Onlar siyasetin temeline din ve ahlâkı yerleştirmişlerdir. Siyasette kullanılacak yöntem ve akıl yürütmelerin açık ve itiraza imkan tanınmayacak şekilde olmalarını öngörürler. Bu da ancak İslam'ın Kur'an ve sünnetle belirli temel ilkelerine uyumakla temin edilebilir.

Tasavvuf tarihinin bütün dönemlerinde tasavvuf ehli olan sufiler, toplumun farklı kesimleri (devlet ricali, ulema, halk, gayrimüslimler vs) ile irtibatları olmuşlardır. Bu nedenle tasavvuf ilmi siyaset düşüncesinden, tarikatlar da siyasetten uzak ve bağımsız kalmamıştır. Sufiler ile siyaset adamları arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı bir durum gösterse de, devlet yönetiminde sufilerin etkileri rol oynamıştır. Sufilerin siyasi yorumlarında kullandıkları hadislere bakılırsa, büyük ölçüde ehl-i sünnetin siyaset hakkındaki anlayışına bağlı kaldıkları görülür. Yani sufiler siyaset konusunda sünnî düşüncenin yanında konumlanmışlardır.

( Yayınlanma Tarihi : 18.02.2023  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız )

HAKİKAT  ARZI

“Hakikat Arzı” kavram İbn Arabi (ks) tarafından tanımlanmıştır. İbn Arabi bu konuyu Fütûhât-ı Mekkiyye adlı kitabının 1. cildinde (s. 361-373) anlatmaktadır.

Allah Teâlâ ilk insan olarak Hz. Adem (as)'ı özel bir çamurdan yaratmıştır. Onu bütün beşeri bedenlerin varlığının aslı kılmıştır. Allah Teâlâ, Hazreti Adem'i bu özel çamurdan yaratırken bir kısım çamur artmıştır. Bu artan çamurdan Allah  hurmayı yaratmıştır. Bu hurma Adem'in kız kardeşi, dolayısıyla bizim de halamızdır. Hurmanın diğer bitkilerde olmayan garip sırları vardır.

Hurma yaratıldıktan sonra bir susam tanesi kadar bir çamur artmıştı. Bu artan çamurdan Allah Teâlâ çok geniş bir arz yaratmıştır. Arş, Kürsü, Gökler, yerler ve toprak altı, cennetler ve cehennemin içerdiği her şey bu arzın içinne konsaydı çok küçük kalırlardı. Bu arzda birçok gariplikler ve bilinmezlikler mevcuttur. Oradaki durumlar insanın aklını hayretler içinde bırakır. Allah Teâlâ her nefeste orada alemler yaratır. Bu alemler bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah’ı tesbih ederler.

Allah Teâlâ'nın yaratma gücünün büyüklüğü bu hakikat arzı içinde ortaya çıkmıştır. Allah'ın kudretini müşahede edenlere, O’nun büyüklüğü orada görülmekte ve insan aklının imkansız saydığı pek çok şey o arzda bulunmaktadır. Allah'ı bilen arifler bu arzda dolaşırlarken, Allah o arzın alemleri içinde bizim suretlerimize benzeyen bir alem yarattığını görür. Bu alem arife gösterildiği vakit, arif kendi nefsini o alemde müşahede eder. Örneğin Abdullah bin Abbas bu alemi müşahede ettiğinde, orada Kabe'nin mevcut olduğunu ve onun 14 evden bir ev olduğu ifade etmiştir. Ayrıca “yedi kat yerin her birisinde bizim benzerimiz olan yaratıklar vardır. Hatta onlar arasında benim gibi ibn Abbas vardır” demiştir. Bu bilgi keşif ehline göre doğru bir rivayettir.

Her nefeste Allah orada alemler yaratır. Bu alemler bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah Teâlâ'yı tesbih ederler. Hakikat arzı Allah'ın büyüklüğünün ve kudretinin bir göstergesidir. Çünkü bu arzın yaratılışında sınırlayıcı olan hiçbir şey yoktur. Burada insan aklının imkansız saydığı her şey mevcuttur. Bu arz Allah'ı bilen ariflerin gözleriyle gördükleri bir yerdir ve orada onlar dolaşırlar.

Bu hakikat arzının insanları Allah'ı en çok bilen kimselerdir. Aklın bizim nezdimizdeki delil nedeniyle imkansız saydığı her işi burada mümkün ve gerçekleşmiş görülür. Kuşkusuz Allah her şeye güç getirendir. Böylece bu arzda görülenler bize, akılların eksik olduğunu ve Allah Teâlâ'nın iki zıttı bir araya getirebildiğini, bir cismi iki mekanda bulundurabileceğini, arazın kendi başına varlığını sürdürebildiğini, yer değiştirebildiğini, cevherin cevher ile ayakta durduğunu öğrendik. Bunlar bizim evreni incelememizde söz konusu olmayacak şeylerdir. Ancak “Allah her şeye kadirdir” (ayet) ayetine göre bütün bunların, akla ters düşen her şeyin mümkün olabileceğine şahit olunmaktadır.

Aklımızın zahiri anlamını tevil ettiği, bize gelmiş her ayet ve hadisi hakikat arzında zahiri anlamıyla bulduk. Cin ve melek gibi ruhsal bir varlığın şeklini aldığı ya da uyku esnasında insanın kendisini içinde gördüğü her suretin hakikat arzının bedenlerinden olduğunu gördük. Onların bu arzda özel bir yerleri vardır.

( Yayınlanma Tarihi : 03.02.2023  -  Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız )

SİYASETNÂME

Siyasetnâme padişahlara ve büyük devlet adamlarına, devlet işlerinde düzgün iş yapmaları ve halka davranışlarında adil olmaları için ifade edilen öğütlerin yazılı hale getirilmesidir. Siyasetnameler nasihat edebiyatı olarak da değerlendirilebilir. Siyasetnameler, Orta Çağ İslam dünyasında erken dönemlerden itibaren, devlet idarecileri, bürokratlar, filozoflar, tarihçi ve hukukçulardan olan bazı yazarlar tarafından Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde yazılmışlardır.

Siyasetnamelerde nasihatın amacı yöneticileri doğruya yönlendirmektir.  Nasihatta, herhangi bir sorun ve bunun düzeltilmesi için takip edilmesi gereken yol anlatılmaktadır. Geçmişte yaşanan olaylar örnek gösterilmekte, onlardan hareketle ne yapılması gerektiği konusunda yol gösterilmektedir. Yani olup biten olaylardan yola çıkarak, olması gereken olgulara ulaşmak amaçlanmaktadır.

İslam alimleri nasihatın usul ve adabı ile ilgili olarak bazı ilkeler koymuşlardır. Onlara göre herhangi bir tepkiyle karşılaşmamak için yalnız kabul etmeye yatkın kişilere nasihatta bulunmalıdır. Bu şekilde uygun olarak yapılacak nasihatin insanlar arasında sevgi, saygı ve dostluğu geliştireceği ve kardeşlik bağlarını kuvvetlendireceği düşünülmüştür. Bu nedenle nasihat “aklın süsü” olarak nitelendirilmiştir. “Sözün iyisi az ve öz olanıdır” ve “Sözün etkili olup usandırıcı olmamalı” gibi ilkeler nasihatlarda esas alınmıştır.

Nasihatta kullanılan üslupta, yöneticinin yanlışı söylenirken doğrudan yüzüne vurulmaz. Çeşitli örneklerle yöneticinin kendi yanlışını görmesi sağlanmalıdır. Hitap tarzı hünerli ve tatlı sözlerle olmalıdır. Öğüt almak istemeyen kişiye nasihat verilmemelidir. Nasihat kalabalık içinde değil, kişi yönetici ile yalnızken yapılmalıdır. Nasihatta, nasihat eden kişinin arzu ve hevesleri karışmamalıdır.

Bu yöntemi uygulamak kolay bir iş değildir. Bu nedenle nasihat vermek bilgelik, dürüstlük, doğruluk ve cesaret isteyen bir iştir. Bu kişiler Allah'tan korkmalı ve din ehli olmalıdır. Dostluklarından ve sevgilerinden şüphe edilmemelidir. Bu durum İslam alimleri tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Erdem bakımından önde olan ve bilgide derinleşen bilginlerin tavsiye ve öğütlerine başvurulmalıdır.”

Bununla beraber alimler, nasihatleri ile yönetici üzerinde bir yaptırım gücüne sahip değillerdir. Alim sadece nasihat etmekle sorumludur. Asıl olan görevi yöneticiye itaat etmesidir. Nasihatın amacına ulaşması tamamen yöneticinin kabulüne bağlıdır.

İslam alimlerine göre nasihat farz-ı kifayedir. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından biri de, yüzüne karşı nasihatte bulunması veya gıyabında onun iyiliğini istemesidir.” Buna göre nasihat farzdır. Kişi eğer nasihatına uyulacağını tahmin ediyor ve kendisine bir zarar gelmeyeceğini düşünüyorsa bu görevi yerine getirmelidir.

Eskiden yazılan nasihatnamelerde bugünün devlet yöneticilerinin de alacağı bir çok dersler vardır. Çünkü günümüzün toplumlarındaki sorunların büyük bir kısmı halk ile yöneticiler arasındaki uyumsuzluklar ve sürtüşmelerdir. Bunların nasıl giderileceği ve çözüme kavuşturulacağı eski siyasetnamelerde anlatılmaktadır. Tarih tekerrürden ibarettir. İnsanların eskiden yaşananları, eskilerin masalları olarak değil, birer ibret vesikası olarak görmeleri ve onlardan ders çıkarmaları her bakımdan insanlık için büyük faydalar getirecektir.

( Yayınlanma Tarihi : 29.01.2023  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız )

 

 

İSLÂM  DEVLETİNİN  TEMEL  İLKELERİ  2

Adalet : İslam devletinden bahsedilince ilk önce “Adalet” akla geliyor. Bu nedenle adalet İslam'ın en temel ilkelerinden biridir. Adalet kavramı Kur'an'da birçok ayette söz konusu edilmiştir. “Hamdolsun ki biz elçilerimizi açık açık burhanlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik.” (Hadid, 57/25)

Eşitlik : Adalet ancak kanun önünde eşitliğin sağlanması ile mümkün olur. Bu nedenle İslam'da kanun hükümleri beyaz – siyah, zengin – fakir, cahil - âlim farkı gözetilmeden uygulanmıştır. Bütün insanlar Hz .Adem (as)'ın çocuklarıdır.

Sosyal Dayanışma : İslam dini toplumda insanların birbirleriyle dayanışma içinde olmalarını emreder. Bu nedenden zekat farz kılınmış ve sadaka verilmesi övülmüştür. Kur'an'da birçok ayette namazdan sonra zekatın verilmesi zikredilmiştir. “Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin.” (Bakara, 2/43)

Ahlâklı Olmak : İslam alimleri arasında, devlet yönetiminin ahlaklılık temelinde nasıl sürdürüleceği düşüncesi yer almıştır. İyi ve adil bir yönetim için yöneticinin ahlaklı olması tek çıkar yol olarak görülmüştür. Bunun içinde yöneticilerin ahlaki açıdan denetim altına alınması için çalışılmıştır.

Son dönemlerde İslam toplumlarında yeni yetişen aydınların büyük bir kısmı İslam'a peşin hükümlerle yaklaşmaktadır. Onlar İslam'da bir yanlışlık veya eksiklik bulma çabasına girişmişlerdir. Bunun sonunda birçok yanlışlıklara sürüklenmektedirler. Kur'an'ın bazı konulara doğrudan açıklık getirmemesi ve haklarında açıklamada bulunulmayan konular olması, Kur'an’da konulan kurallarla toplum yönetilemez fikri ortaya atılmıştır. Seküler dünyanın desteklediği bu yanlış görüşler maalesef toplumda çok taraftar kazanmıştır. Seküler dünyanın buradaki amacı yerli aydınlardan farklıdır. Çünkü batının seküler dünyası esas olarak İslam'ı kötülemek ve Müslümanların kafalarından İslam'ı silmeyi amaçlamaktadır. Yerli aydınlarımız ise batının bu kandırmacı propagandalarına kanarak, İslam’ın ülkelerin kalkınmasına ve gelişmesine mani olduğunu kanaatine ulaşmıştır. Bu sonuca gelmek için batılı misyonerler ve oryantalistler iki asırdır uğraştılar. Sonunda kısmen de olsa istediklerini elde ettiler.

Tarihte var olmuş İslam devletlerinin hepsi dört başı mamur değildi. Ancak şartların bunda etkisi çoktur. İslam dini insanlara ideali, olması gerekeni göstermektedir. Ancak hatalı kulun devlet yönetimi sonucu, toplumda olumsuzlukların olması kaçınılmazdır. Ayrıca İslam ülkeleri birçok savaş ve saldırıların etkisiyle senelerce mağduriyet yaşamıştır. Bunun sonunda da İslam dünyasının yaralar alması kaçınılmazdı. Haçlı Seferleri İslam dünyasını kendi içine kapanmaya zorlamıştır. Moğol istilası ise Müslümanlara çok zarar vermiştir. Bu ortamda kurulan ve İslam Devleti olan Osmanlı Devleti bütün dünyaya göz kamaştırıcı bir etkisi olmuştur. Bu Türk milletinin yüz yıllara uzanan devlet tecrübesinden ve yöneticilerin ihlaslı Müslüman olmalarından ileri gelmiştir.

Ancak İslam'a göre Allah'tan başka hiçbir şey ebedi ve ezeli değildir. Medeniyetler de mahluk olduklarından fanidirler. Onlar da bir yükselişten sonra gerileyeceklerdir. Bunun nedeni fiillerin içinde insanın olmasıdır. İnsan nefsinin daima iyi şeyler üretmediğini biliyoruz. Saptırıcı özellikleri devletlerin ve medeniyetlerin de çökmelerine neden olabilmektedir.

Günümüzde batının seküler devletleri insanlara en uygun devlet modeli olarak gösterilmektedir. Ancak batının seküler devlet modelinin insanlığın bütün sorunlarına çare üretmediği aşikardır. Bunun sonunda insanlar tekrar İslam düşüncesine yükselecek ve insanlık çözümü onda bulmaya çalışacaktır. Bu süreler kısa değildir, asırlar sürmektedir. Ancak insanların bin yılının Allah'ın indinde bir gün gibi olduğunu unutmamalıyız. Ümidimiz ve duamız bir gün İslam ruhunun tekrar dünyaya hakim olmasıdır. Buna doğru giden birçok emareler de zamanla gerçekleşmektedir.

( Yayınlanma Tarihi : 21.01.2023  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız )

İSLAM  DEVLETİNİN  TEMEL  İLKELERİ  1

İslam devletinin temel ilkeleri, İslam toplumlarının her türlü sorunlarının çözümü ve işlerin düzgün gitmesi için Müslümanların takip etmeleri gereken hususlardır. Devlet denilince bütün halkın ortak hayatına yön veren, uygulaması zorunlu, tüm halkın saygı duyduğu hükümlerin toplamı kastedilir. Bu hükümler insanlar tarafından konulunca buna “beşeri sistem” denir. Bu hükümlerin tümü Allah tarafından vahiy yoluyla geliyorsa, adı “ilahi sistem” olur. İlahi sistem sabittir, asla değişmez. İnsanların uygulamaları İslam'ın genel prensipleri doğrultusunda oldukça, sistemin ilahi oluşu devam eder.

İslam devlet sistemi ile kastedilen Kur'an ve sünnetin toplum yönetimine dair emrettiği külli esaslar ve bu iki kaynaktaki temel hususlardır. Bu temel ilkeler İslam'ın başlangıcındaki toplum ölçüleri ile en doğru uygulanması yaşanmıştır. Daha sonraki devirlerde, bu temel ilkelerin uygulanmasında eğrilikle doğruluğun iç içe olduğunu görmekteyiz. Sonra iş daha da karmaşık hale gelmiş ve bu temel ilkeler yanlış anlaşılarak veya yorumlanarak aslı ile ilgisi olmayan yanlış uygulamalar yapılmıştır. Böylece bugünkü İslam aleminin durumu ortaya çıkmıştır.

İslam devletinin aşağıda anlattığımız temel ilkeleri, İslam’ın ilahi sisteminin toplum yönetimindeki temel özellikleridir. Bu özelliklerin Müslümanlar tarafından bilinmesi ve uygulanması, İslam devletinin güçlenmesi ve gelişmesinin her bakımdan sigortasıdır. Böylece İslam devleti eski yanlış uygulamaları terk edecek ve istenilen ilahi sisteme dönmüş olacaktır.

Fert ve Toplumun Uyum İçinde Olması: İslam dininde fert ile toplum arasında bağların ve ilişkilerin sınırları belirlenmiştir. Yönetim ve diğer uygulamalarda – iktisat, sosyal vs gibi – fert ve toplumun ortak olarak çalışması öngörülür. İslam dini, ferdin toplum içinde olumsuz, sorumsuz bir durumda olmasını istemez. “Ben selamette olayım da, başkalarını boş ver” demesine müsaade etmez. Bu durum Maun suresinde açıkça belirtilmektedir.

İnanç Esasları: Bu esaslar Allah Teâlâ'ya iman prensibine dayanır. İmanın ilk ve en önemli şartı Allah'ın birliğine, O’ndan başkasına kulluk edilmeyeceğine, putun her türlüsünün ve nefsin arzularının put edilmesinin caiz olmayacağına inanmaktır. İmanın ikinci esası Hz. Muhammed'in (sav) risaletini tasdik etmektir. İnsan onun hayat örneğine bakarak kendisini yönlendirmesi gerekir. İmanın üçüncü esası da, hesap gününe ve ölümden sonra dirilmenin hak olduğuna inanmaktır. Müslüman bu inançla Allah'ın kendisini her işinde görüp gözettiğini bilmesidir.

İktisadi İlkeler: İslam'a göre bütün mal ve servet Allah'ın mülküdür. Allah Teâlâ bütün alemlerin, yer ve göklerinin sahibidir. Her türlü eksiklikten münezzehtir. Her şeyi O yaratmış ve her şeyin sahibidir. İnsanın bir mala ve servete olan nispeti, onun mal ve servete bir vekil olmasından ibarettir. Kula, Allah tarafından bu maldan istifade etmesine müsaade edilmiştir. Ancak kulun elde ettiği mal ve servetin karşılığında bazı sorumlulukları da vardır.

Kuvvetin Kanunda Toplanması: İslam devleti, halkın kaderini yöneticinin elinde bulunduranların kararsızlığından kurtarmıştır. İnsan nefsi kötülüğe meyillidir. Bu nedenle kararsız bir insan yönetimi elinde bulundurursa, ortaya sıkıntılı ve tehlikeli durumlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle İslam bazı konularda kesin hükümler getirerek yöneticilerin davranışlarını sınırlandırmıştır. 

Devlet Başkanlığı:  İslami devletin başkanlığı işinde “Şura” biricik yoldur. Devlet başkanının meşruluğu da ancak bu yolla olur. Veraset yoluyla yahut da mevcut başkanın yerine birisini nasbetmesi usulü ile işgal yahut da cebir yoluyla ortaya çıkan devlet başkanlığı İslam'ın devlet anlayışı ile bağdaşmaz.

Danışma (İstişare):  Devlet hayatında İslam dininin üzerinde önemle durduğu hususlardan birisi de danışma (istişare) dir (Şura, 42/38).

Liyâkat: Devletin ayakta kalması, işleri seviyeli ve hizmet ehli insanların yapması ile mümkündür Çünkü devlet bir hizmet yeridir. Bu hizmetin hakkıyla yerine getirilmesi için, ehliyetsiz insanların devlet işlerinde görevlendirilmemeleri ile mümkün olur (Nisa, 4/58).

( Yayınlanma Tarihi : 14.01.2023  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız )

 

 

 

 

 

 

 

 

VAHDET-İ VÜCÛD  VE  VAHDET-İ ŞUHÛD

Tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd görüşleri uzun süre tartışılmıştır. Bunlara paralel ve aykırı görüşler ifade edilmiştir. Ancak konu tamamen keşif bilgilerine dayandığından herkesi tatmin eden bir sonuca varılamamıştır.

Her iki tevhid anlayışını daha basit olarak şöyle de açıklayabiliriz: Tasavvuf ehlinin bir kısmı “La mevcûde illâ Hû”, yani “Allah'tan başka varlık yoktur” demektedirler. Diğer bir kısmı ise de “La meşhûde illâ Hû”, “Allah'tan başka müşahede edilen bir varlık yoktur” demektedirler. Her iki görüş mensupları aslında varlıkları tamamen inkar etmemektedirler. Ancak varlıkları hayal, gölge hükmünde kabul ederler. Bu varlık anlayışlarında da birçok nüans farkları vardır. Aslında varlıklar inkar edilmiyor, fakat onlara bakış açıları farklılaşıyor. Bu farklılaşmaların gerektiği keşif bilgileri ise sıradan bir insana belli olmamaktadır. Bizlerin bu konuda yorum yapması abesle iştigaldir.

İmam Rabbânî (ks) 1564 yılında, o zamanlar Babür İmparatorluğu egemenliği altındaki Hindistan'ın Serhend (Sirhind, Chandigarh) şehrinde doğdu. Ömer bin Hattab'ın soyundan geldiği için 'el-Fârûk' lakabını almıştır. 1624 yılında, 60 yaşındayken öldü. Genel olarak Nakşibendî tarikatı mensubu olmasının yanında Kadiriyye, Çeştiyye gibi diğer tarikatlar arasında da saygın bir yeri vardır. Rabbânî, insanı Dünya'da ve Âhiret'te yükseltecek olan tevâzûnun ne olduğunu ve kurtuluşun ancak Ehl-i Sünnet'e uymakla olduğunu bildirmiştir. Talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emretmiş, taassuba ve yobazlığa karşı mücadeleye çok önem vermiş, dîni cahillerden öğrenmeyi men etmiştir. Devamlı kitap okumalarını, ilim öğrenmelerini istemiş, önce itikadı düzeltmenin, sonra fıkıh bilgilerini öğrenmenin gerekliliğini anlatmıştır.

İmam-ı Rabbânî'ye göre vahdet-i vücudçular Allah'ın vacip sıfatlarını yok saymaktadırlar. Allah'ın vacibi sıfatları hayat, ilim, semi, basar, kudret, irade, kelam ve tekvindir. Bunlara hakiki sıfatlar veya subûti sıfatlar da denir. Vahdet-i vücûd ehline göre Allah'ın sıfatları O’nun zatına zaid değil, zatının aynısıdır. Bundan dolayı İmam Rabbani onların bu yaklaşımını sıfatları yok saymaları olarak yorumlamıştır.

Sadreddîn Konevî Hazretleri, “Vahdet-i Vücûd ve Esasları” ve “Tasavvuf Metafiziği (Miftâhü’l – Gayb) adlı kitaplarında vahdet-i vücûd ile ilgili olarak bazı açıklamalar yapmaktadır. Bu açıklamaların bazılarını aşağıda ifade ediyoruz: Bilinmelidir ki, Hakk mutlaklığı ve ihatası itibariyle hiçbir isimle isimlendirilemez ve hiçbir hüküm kendisine izafe edilemez ve hiçbir vasıf ve resim ile nitelenemez. Çünkü ister olumlu isterse de olumsuz (selbî) anlamda olsun, taakkul edilen herhangi bir iktiza, belli bir hüküm ve sınırlayıcı bir vasıftır; Hangi isim ile isimlendirilirse isimlendirilsin, fark etmez. Yoksa bunlar vücûd değillerdir. Çünkü vücûd birdir ve kendisinden farklı olması itibariyle kendisinden başka bir şey ile idrak edilemez.

İmam Rabbânî'nin halifelik döneminden başlayıp vefat tarihine kadar süren uzun bir zaman içerisinde yazdıkları mektuplar incelediğinde İmam Rabbânî'nin bazı görüşlerinden dönmüş olabileceği düşünülebilir: “Bu fakirin bazı mektuplarında yer alan “Allah Sübhaneke, O’nun hakikati salt varlıktır” sözü için özüne vakıf olamayışımdan kaynaklanmıştır. Tevhid-i vücûd ve benzeri konularda kullandığım ifadeleri de bu kabildendir. Bu ifadeleri kullanmış olmamın sebebi işin özüne inemeyişimdir. İşin aslını öğrendiğimde başta ve ortada yazıp söylediklerinden ötürü pişman oldum ve Allah'tan af diledim. Allah'ım senden af dilerim, Allah'ım bütün sevmediğin şeylerden dolayı sana tövbe ederim.” (260. mektup)

Bu konudaki tartışmaları sıradan bir insanın anlaması mümkün değildir. Çünkü tartışmalar, fikirler ve görüşler seyr-i sülûk esnasında salikin gördüğü keşif bilgilerinin yorumlanmasıdır. Bu yorumları karşılaştırmak, eleştirmek ise aynı seviyede olan insanların yapabileceği şeylerdir. Allah Teâlâ onların himmetlerini üzerimizden eksik etmesin.

( Yayınlanma Tarihi : 30.12.2022  -  Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız )

 

 

 

 

 

 

İSLAM  DEVLETİ

İslam dini bütün alemlere rahmet olarak geldiğinden bütün insanlara hitap etmektedir. Bu nedenle İslam'da devlet anlayışı da evrenseldir. İslam Devleti anlayışı sadece kültürlere, coğrafyaya açık değil, aynı zamanda kıyamete kadar geçerli olmakla zamana da açıktır. Bu nedenle İslam'ın devlet anlayışı diğer devlet anlayışlarından çok farklı özelliklere sahiptir. Bu özellikler İslam Devleti anlayışını ortaya çıkarmaktadır.

İslam devlet anlayışı, temelde Kur'an ayetleri ve Peygamberimizin (sav) hadislerine dayanır. Diğer önemli kaynaklar da icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ’dır. Bu kaynakların sonucu olarak İslam Devlet anlayışı dört halife döneminde şekillenmeye başlamış ve daha sonralarda adaletli ve sorumluluk bilincine sahip olan Müslüman devlet adamları sayesinde gelişmiştir. Bu devlet anlayışını destekleyen birçok dini eserler, tefsirler, siyasetnâmeler, nasihatnâmeler, tarih ve sosyoloji kitapları, şiirler, fermanlar ve fetvalar ortaya atılmıştır.

İnsanın yaratılışından gelen nefsi arzuları ve kötülüğe meyil edebilmesi, insanların toplum halinde yaşamalarının ancak bir devlet otoritesi altında mümkün olacağı anlaşılmaktadır. Bu devletin İslami karakterde olması zorunludur. Bu İslam Devleti, Allah'ın emir ve yasaklarına ve Peygamberin sünnetine göre yönetilmek zorundadır. Ancak bu şekilde toplumda her bakımdan istenilen huzur ve güven sağlanmış olur.

Hazreti Peygamber (sav) Medine'ye hicret ettiğinde, Medine'de müşrik Araplar, Yahudiler ve Hristiyan Araplar vardı. Hazreti Peygamber Mekke'den göç eden Müslümanları Medineli Müslümanlarla kardeş yaptı. O günlerde Medine'de kabile anlayışı hakimdi. Her kabile kendi hukukuna bağlı idi. Başka siyasi otorite tanımazlardı. Bu durum daima çatışmayı da beraberinde getiriyordu. Bu durumunu çözmek için Hz. Peygamber sahabeler, müşrik, Yahudi ve Hristiyanlarla görüşerek, bir metin etrafında anlaştılar. Bu metin yeryüzünün ilk yazılı anayasası idi.

İslam Devleti hukuk esasına göre teşekkül etmiştir. Devletin başında bulunan başkan ve diğer görevliler yetkileri istedikleri gibi keyfi olarak kullanamazlar. Onlara verilen yetki, İslam'ın temel kaynaklarından doğmaktadır. İslam'ın temel kaynakları, hakimiyeti insanın zaaf ve isteklerinden kurtarmış ve onları sağlam esaslara bağlamıştır. Kur'an ve sünnetten sonra İslam hukukunun bir kaynağı da icmâdır. Herhangi bir meselede icmâlarda da çözüm bulunamazsa kıyâsa başvurulur. Hazreti Peygamber’in Yemen valisi Muâz’a verdiği, “Kur'an ve sünnete göre hareket et, bunlarla çözülmemiş meselelerde de kendi re’yinle hareket et” emri de kıyas için bir delildir. İslam'ın temel kaynaklarını dayanan şeriatın (hukukun) yanı sıra, genellikle kamu ile ilgili konularda örfi hukuk anlayışı doğmuştur. Muhakkak ki örfi hukuk ancak hakkında şer'i bir hüküm bulunmayan konularda söz konusu olabilir. Burada önemli olan kanunun maslahatıdır.

İslam Devleti, Kur’an ve hadislerle ifade edilmiş ve toplumun siyasi ve sosyal hayatı üzerinde tesir eden emirleri temsil eder. Yani kanun ve faaliyetlerin İslam'ın kaynaklarına uygunluğunu sağlar.  İslam'ın devlete getirdiği esaslar insan mutluluğu için gerekli olan unsurlardır. Tarihteki geçmiş olaylara bakarsak, toplumlardaki bütün huzursuzlukların ve şiddetin kaynağının  kuvvetin kanunda toplanmamasından, yani insanların kaderinin bir diktatörün veya bir zümrenin insafına bırakılmasından, adaletsizliklerden, despotizmden, liyakata değer verilmemesinden veya toplumdaki derin iktisadi dengesizliklerden  ileri geldiğini görürüz. İslam Devleti bütün bu olumsuzlukları gidermek için gerekli özelliklere sahiptir. Bu özellikler sayesinde toplumdaki ekonomik dengenin bozulmasını engeller ve toplum ve fertlerin gerekli olan her türlü ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır. Bunlar da insanlara hem dünya hem de ahiret mutluluğunun kapılarını açar.

( Yayınlanma Tarihi : 24.12.2022  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız )

 

 

 

İSLAM  TOPLUMUNDA  YAŞAM  İLKELERİ

İslami yaşam gerçek bir hayat yoludur. Bu yol insanlığın bütün ihtiyaçlarına en uygun çözümleri üretmiş ve insanlığı bütün yönleri ile kuşatmıştır. İslam hayatın amacını ve bu amaca hizmet edecek olan ilkeleri belirlemiştir. Bu ilkeler insanların hem dünya hem de ahiret hayatında mutluluğa erişmelerini temin edecek olan esaslardır. Bunların dışında takip edilecek bütün yollar insanların hem dünyada hem de ahirette mutluluklarını asla temin etmeyecektir.

Bununla beraber İslam karşıtları asırlarca İslam dinine hücum etmişler ve onun temiz özelliklerini saptırmaya çalışmışlardır. Böylece İslam yalnız vicdanlara hapsedilerek, onun insanlar arasında hükmetmesine mani olmaya çalışılmıştır. Ondan sonra İslam ülkelerinde İslam dinini tamamen ortadan kaldırmak için mücadele etmişlerdir. Böylece İslam yerine batıl inançlar ve düşünceleri yerleştirmeye gayret göstermişlerdir.

Batı İslam'ı son 50 yıldır düşman olarak ilan etmiştir. Bütün Müslümanları da şiddete tapan teröristler olarak tanımlamışlardır. Bu düşüncelerini kendi ve dünya kamuoyunda haklı çıkarmak için, kendilerinin düzenledikleri planlarla İslami terörist örgütlerini kurmuşlar ve onlara terör eylemleri yaptırmışlardır. Medya gücü ellerinde olduğundan insanlara bu yolla İslam'ın bir terör dini olduğunu kabul ettirmeye çalışmışlardır.

Batının hakim olan güçleri, İslam'ın bütün insanlığın gelişmesini istediğini biliyor ve bu nedenle ondan korkuyorlar. Çünkü İslam'ın güçlü olduğu bir yerde artık batının insanları sömürmesine ve onların zenginliklerini gasp etmesine imkan yoktur. Bunu bilen emperyalistler bütün güçleriyle İslam'ın gerçek yüzünü saklayıp insanları İslam dışında yaşamaya ve düşünmeye zorlamaktadırlar. Oysa bütün bu gayretleri boşunadır.

İslam dini onların düşündükleri gibi kolaylıkla ortadan kaldırılabilecek bir şey değildir. Çünkü İslam dini Allah'ın teminatı altındadır.

Hiç şüphe yok ki, o zikri/Kur’an biz indirdik. Onu koruyacak olan da Biziz.” (Hicr, 15/9)

Ancak kafirler bu gerçeklerden habersizdirler. Onlar İslam dininin hükmetmediği bir toplum hayatı istiyorlar ki, istedikleri gibi sahtekarlık, yolsuzluk, hırsızlık ve sömürgecilik yapabilsinler. İslam onların istediklerine karşıdır. Bu husus İslami yaşamın bütün güzellikleri ile kendisini ifade etmektedir. Bu güzelliklerin temel ilkelerini bu çalışmamızda ele alıyoruz. Bu temel ilkeler insanlara dünya ve ahiret hayatlarında mutlu olmalarının garantisidir.

İslam toplumunda yaşam ilkeleri şunlardır: Sosyal Adalet, Mutlak Özgürlük, Kalbin Mutmain Olması, İlim Öğrenmek, Faizin Haram Kılınması, İhtikâr ve Karaborsacılık Haramdır, Umumi Kaynakların Devletleştirilmesi, Lüks ve İsraf Etmek Haramdır, Aşırı Mal Biriktirmek Haramdır, Kazancın Sorgulanması, Zekât Müessesesi, Sevgi ve Merhametin Varlığı, Yardımlaşma ve Dayanışma Şuuru, Hayat, Namus, Mal ve Mesken Teminatı.

İslam, hukuk adına yapılan uygulamalarda delillere dayanılarak dosdoğru yapılmasını ister. Bu teminat toplum huzurunun temel taşıdır. Bütün insanların menfaatini gözetir. Herhangi bir heva ve hevese meyletmeyi düşünmeyen bir kanunun gölgesinde yaşamak insanlar için büyük bir nimettir. Böyle bir kanun da toplumsal barışın temeli ve en büyük garantisidir.

 ( Yayınlanma Tarihi : 10.12.2022  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız )

SAYILARIN  METAFİZİĞİ

Sayı kavramı bir taraftan belirli bazı somut özellikleri ihtiva ederken, bir taraftan da gizemli, akıl ile açıklanamayan bazı mistik taraflarının mevcut olduğu görülmektedir. Her ne kadar matematik ilmi kesin ve akıl ile tam uyumlu bir bilim olduğu vurgulansa da bunun böyle olmadığı bugün için ispat edilmiştir. Sayıların gösterdiği birçok sonuç ve özelliklerin mistik ve manevi görüşler ile yakından ilgili olduklarını görmek mümkündür. Bu durum binlerce yıl insanları meşgul etmiştir. Sayıların düzeni ile manevi, mistik yapı arasında köprü kurmak için insanlar binlerce yıl çalışmışlardır. Bu konuda birçok sonuçlar ve tahminler açıklanmıştır. Bazıları ise gizli tutulmuştur.

Sayılar arasında belirleyici olanlar pozitif tam sayılar veya tabii sayılar dediğimiz 1, 2, 3 … şeklinde sıraladığımız sayılardır. Bu sayılar 1'in kendisi ile toplanması sonucu elde edilirler. Bu nedenle 1 sayısı bütün sayıları kendi zatında içerir. 0 (sıfır) gerçek bir sayı değildir. Çünkü karşılığında gösterilebilen bir obje yoktur. Bu nedenle negatif sayıları tanımlayabilmek için düşünülen ve gerçek olmayan bir sayıdır. Negatif tam sayılar da -1, -2, -3, … gerçek sayılar değillerdir. Çünkü bunların da tabiatta bir karşılığı yoktur. Ancak zihinsel olarak düşündüğümüz sayılardır.

Tam sayılar ve rasyonel sayılarının kümesinin kuvvetine (büyüklüğüne) sayılabilir sonsuz denmiştir. Bu sayılar belirli bir kurala göre arka arkaya dizilebilir. Böylece bütün tam sayılar ve rasyonel sayılar sayılabilir olmaktadır. Ancak bu sayılar fiziksel olarak sayılarak tüketilemez. Yani sayarak zamanla bitiremeyiz. Çünkü bu dizilişte hangi sayıya varırsanız varın ondan sonra da aynı cinsten sayılar geriye kalır. Hatta geri kalanlar küme olarak önceden sayılanlardan daha büyüktür. Geri kalanlar sayılabilir sonsuz iken, saydıklarımız sonludur. Sonlu olmak sayılabilir sonsuzluğun yanında solda sıfır gibidir. Yani çokluk olarak bir şey ifade etmez.

√2 sayısı bir reel sayı olarak düşünülür. Bu sayı x^2=2 denkleminin köküdür. Yani bu denklemi gerçekler. Çünkü √2'nin karesi 2 olarak düşünülür. √2 sayısını tam sayılarla ifade etmek istersek, tam sayıların sonsuz bir dizilişi ile karşılaşırız: √2=1,41421356237… Bu dizilişteki tam sayıları belirlemek istersek bunu tüketemeyiz. Çünkü işlem sayısı sonlu değildir. Bunu tüketmeye bir insan ömrü yetmediği gibi bütün insanların ömrü de yetmez. Biz ne kadar yeni tam sayı basamakları bulsak, geriye daima sayılabilir sonsuz sayıda tam sayı basamağı kalır. Dolayısıyla fiziksel olarak belirleyebildiklerimiz belirleyemediklerimizin yanında daima solda sıfır kalacaktır. Çünkü belirlediğimiz sayılar sonlu sayıda olacak, geride kalanlar ise sayılabilir sonsuz olacaktır. Burada bir mistik hakikat vardır, o da fiziksel dünyanın verileri ile var olduğuna inandığımız varlıklara bu verilerle tam ulaşmamız mümkün değildir.

Bu düşünceyi tabiattaki her olayda tahkik edebiliriz. Gerçekten biz elimizdeki imkanlarla daima mutlak olarak var olduğuna inandığımız bir olguya tam olarak ulaşmamız imkansızdır. Bu yaratılışın bir gereğidir ve Allah Teâlâ'nın bu yapıyı bu şekilde oluşturmasının da birçok neden ve hikmetleri vardır. Müspet bilimciler akıl ve duygularla mutlak gerçeğe varabileceklerini asırlarca düşündüler ve bununla avundular. Ama bugün artık bunun mümkün olmadığı aşikardır. Çünkü dünya hayatındaki yaratılışların ve insanların verilerinin imkanları ile gerçeğe varmanın mutlak olarak mümkün olamayacağı görülmektedir.

Bu durum bize dünya hayatı ile ahiret hayatının karşılaştırılmasında bir benzetme yapmamızı kolaylaştırmaktadır. Bizim yaşadığımız fiziksel hayat sınırlı ve sonludur. Ama gerçekte sonsuz olan bir ahiret hayatı vardır. Biz sonlu olan bu dünya hayatını yaşayarak her şeye varabileceğimizi ve mutlak gerçeği deneylerle ispat edebileceğimizi düşünüyoruz ve ümit ediyoruz. Fakat gerçek böyle olmuyor. Çünkü insan hayatı sınırlı olmakla beraber evrenin hayatı da sınırlıdır. İnsanın nasıl fiziksel olan bireysel hayatı sona erecekse fiziksel olarak da evrenin ömrü sona erecektir. Çünkü yaratılışta bu durum böyle dizayn edilmiştir. Örneğin güneş enerjisinin bir gün biteceği tespit edilmiştir. Bu gerçek daha önce düşünülmüyordu, herkes sonsuza kadar devam edebilecek sanıyordu. Ama öyle olmadığı çıktı. Bu sonuç bazı fizikçileri hayal kırıklığına uğrattı. Fakat bu Müslümanlar için bir hayal kırıklığı değildir. Çünkü Allah Teâlâ gördüğümüz her şeyin bir eceli olduğunu Kur'an-ı Kerim'de insanlara bildirmiştir.

Gödel yaptığı bir ispatta, matematikteki aksiyom sisteminin doğru olduğunu ispat etmek için, bu sistemin dışından bir bilginin ispata dahil edilmesinin gerektiğini göstermiştir. Yani matematiksel dünya aslında kendi başına bir mutlak bir bütünlük sağlayamamaktadır. Dışarıdan bir bilginin müdahale etmesi gerekiyor. Bu düşünceyi bütün evrene genişletebiliriz. Bütün evrendeki olayları açıklayabilmemiz için aynı şekilde evrenin kendisi tek başına yeterli değildir. Onun anlaşılabilmesi için, evren dışından bir bilginin ona eklenmesi gerekir. İşte bu bilgi Tanrı ve O’nun ilmi ve iradesi bilgisidir. Buna göre Tanrı’nın müdahalesi olmazsa evrendeki olayların tam olarak anlaşılmasına ve yürütülmesine imkan yoktur. Evrenin her an Tanrı’nın müdahalesine ihtiyacı vardır. Bu da bütün müspet bilimcileri hayal kırıklığına uğratacak bir husustur. Fakat gerçek budur. Eğer Allah Teâlâ evrene her an müdahale etmese evren varlığını ve düzenini sürdüremez. Bu Gödel’in matematik düzeninin doğruluğu için gerekli gördüğü şey ile aynıdır. Yani sayıların bu mistik özelliği bütün evren için de geçerlidir. Bu sonuç bütün evrim teoricilerinin ve akıl ile her şeyi çözebileceğini düşünen materyalistlerin artık iflas ettiğinin bir ispatıdır.

Zikir için verilen sayılar manevi kilit hükmünü haizdir. Yani bazı ilahi sırların açılabilmesi için belirli sayıda tespihin, Esma'nın, salavatın, ayet veya duanın okunması gerekir.

( Yayınlanma Tarihi : 05.12.2022  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız )

 

 

 

 

Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini 

Özetler  Sayfamızdan okuyabilirsiniz

Hadis  Şerhleri

1. Bölüm                    Oku

2. Bölüm                    Oku

3. Bölüm                    Oku

4. Bölüm                    Oku

5. Bölüm                    Oku

6. Bölüm                    Oku

E -  Kitaplar

Üç Güzellik                       Oku                        

Tasavvuf ve Fizik             Oku

Bir Gerçek Veli                 Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

1.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

3.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler

4.Bölüm                             Oku    

40 Hadis-i Şerif                 Oku

İslâm Ahlâkı                      Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 1                             Oku

Tasavvuf  Sohbetleri

 Hayat ve Ölüm             Oku

 Ruh Nedir ?                   Oku

 Nefs Nedir ?                  Oku

 Kalbin Hikmeti ve Sırları  Oku

 Akıl Cevheri                   Oku

 Sevgi - Muhabbet         Oku

 Besmele’nin Sırları        Oku

 Fatiha’nın Sırları            Oku

 Tecellilerin Hakikati      Oku

Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri                   Oku

Esmâ-i Hüsnâ                  Oku

Nur  Tecellileri                 Oku

İnsanın Halife Olmasının

Hikmeti                             Oku

Arif  Kimdir ?                    Oku

İnsanın Kendini Bilmesi   Oku

Marifetullah ve

Muhabbetullah                 Oku

Nefsin Özgürlüğü ve

Ruhun Özgürlüğü              Oku

Ramazan Ayının Fazileti   Oku

Tasavvufta Hikmet

Makamı                                Oku

Namazın Sırları ve

Güzellikleri                           Oku

Sufilerin Namaz

Hakkındaki Görüşleri         Oku

İbn Arabi (ks) Hazretleri    Oku

Vahdet-i Vücûd                   Oku

Vahdet-i Vücûd ve

Vahdet-i Şuhûd                   Oku

Hakikat Arzı                         Oku

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî   Oku

Ana Sayfa

Amacımız

Makaleler

Yorumlar

Özetler

Hadis Şerhleri

Tasavvuf

Sohbetleri

E - Kitaplar

Bize Ulaşın

İngilizce