Yeni Yayınlanmış Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler |
İlim ve Tasavvuf |
Üç Güzellik: İman, İlim, Tasavvuf
|
İMAN KALPTE BİR NURDUR İman kalplerde bir nurdur. Evet, tabiatı ve mahiyeti itibariyle kalpte bulunan ve orda büyüyüp gelişen bir nurdur. Küfür ise, zulümâtın (karanlığın) ta kendisidir. Ne şekilde olursa olsun kafirler her halukârda karanlıktadır. İman nuruyla aydınlanmayan gönüller ıstırap içindedir.. Çünkü oralarda bütün kötü huylar toplanır ve bunlar sahibine rahat yüzü göstermez. İğneli fıçı işkencesine atılmış gibi daima acı verir. Halbuki şuurlu bir imanın hâkim olduğu kalplere fena huylar giremez; girse bile barınamaz. Böyle bir gönül daimi olarak huzurludur. Küfrün hâkim olduğu bedenlerde ise korkunç bir karanlık ve huzursuzluk, bitmez tükenmez bir ıstırap ve üzüntü vardır. Bu haller, cehalet ve küfür karanlığının bir neticesidir. Bu karanlıklar, Allah'tan bir hidayet erişmezse, ileriye doğru eksilmez, bilakis artar. Öyle ki, hayatın ağır ve ıstıraplı dakikaları, daha ıstıraplı olan kabir karanlıklarına, sonra da mahşer karanlıklarına ve sonunda cehennem karanlıklarına çeker, götürür. Mü'min, gönlündeki iman nurunu söndürmekten son derece sakınmalıdır. Çünkü bunun neticesinde kalp kör olur. Kalp körlüğü insanı daimi bir karanlık içinde bırakır. Bu karanlık ahirette de devam ederse insan devamlı bir azap içinde kalır. Buradan iman nurunun kıymeti, küfür karanlıklarının kötülüğü çok iyi anlaşılmaktadır Dünya, nursuz insanlardan çok çekmiştir, hâlâ da çekmektedir. Onlar, aynı zamanda nura tahammül edemeyen ışık düşmanıdırlar. Kalplerine bir iğne ucu kadar iman nurunun aydınlığının sızıntısı bile girmeyen bedbahtlardır. Onlar nefesleriyle Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Allah'ın dinine, kitabına, peygamberine karşı kendi bâtıl düzenlerini savunurlar. Ancak kafirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır (Saf, 61/8). Dünyamızı karartanlar, İslâm'ın nuru ortaya çıkar çıkmaz yok olacak; Hak gelince bâtıl zâil olacaktır. Nasıl Kâbe'deki putların fetih günü Rasül'ün asasının değmesiyle yıkılıverdiği gibi, ortaya çıkacak olan İslam güneşinin nuru ile bütün putlar ve heykeller yıkılacak ve yerle bir olacaktır. Bu günlerin uzak olmadığını ümit ediyoruz. İman nuru ile insanın bütün duygularına ve latifelerine nur sirayet eder ve onları nurlandırır. Kalp imanın merkezidir. Kalpteki bu iman, insanın diğer duygu ve organlarına nur ve ışık olur. Göz, kulak, dil gibi organlar, akıl ve vicdan gibi latifeler hep kalpteki iman nuru ile nurlanırlar. İnsanın yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu çevrenin etkisiyle ruhi durumu, düşüncesi ve anlayışı değişebilmektedir. Yaşadığı olaylar, yaptığı işler, temas kurduğu insanlar, onda müsbet veya menfi bazı izler bırakmaktadır. İnsan kalbinin ve ruh hâletinin bu derece dış tesirlere mâruz olması sebebiyledir ki, bir hadisde, sık sık "Lâ ilâhe illâllah" diyerek imanın yenilenmesi emredilmiştir. İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o, Yaratan'ını imanla tanımak ve ibadet etmek için yaratılmıştır. İnsan bu yaratılış gayesine uygun hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak, cennete girecek, aksi takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa mâruz kalacaktır. Bu bakımdan iman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve cennete giriş anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle insanın iman etmesi ve bu imanını son nefesine kadar kaybetmeden ve zayıflatmadan muhafaza etmesi gerekir. Bu da imanın dünyadan da, dünya içindeki her şeyden de daha kıymetli bir nimet olduğunu gösterir. İman kalpte bir nurdur. Kötülük ve günahlar bu nuru ya tamamen giderir ya da bu nurun azalmasına sebep olur. İyilikler ise kalbin nurunu artırır. Kalbi saran pas ve kirlerin sebebi ise kulun kendi elleriyle kazandığı günahlardır. İmanda devamlı olmak gerekir. Aksi halde insan sapıklığa düşer. Müslüman imanını daima yenilemelidir. Bunun için Kelime-i Tevhid’i sık sık zikretmelidir. Bütün ehli sünnet alimlerine göre iman Allah’a ve Resulüne itaatle artar, günah ve isyan ile eksilir. Çünkü, kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta konur. Eğer tövbe edip Allah’ın kendisini bağışlamasını isterse kalbi cilalanır ve bu siyah nokta kaybolur. Yeniden günah işlerse siyah noktalar kalbini sarıncaya, kalbi kapkara oluncaya kadar devam eder. Kıyamet gününde insanlar sahip oldukları imanları dolayısıyla önlerinde ve yanlarında nura kavuşacaklar ve böylece kıyametin o dehşetli anlarında nurun aydınlatması ile kolaylıkla yol alacaktır. Bunu müjdeleyen ayetler vardır. “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur 24/35) âyetinin manası, yüce Allah, göklerde ve yerde mevcut olan bütün varlıklara hayat veren, hayatını devam ettiren, hayat için gerekli bütün ihtiyaçlarını temin eden, bütün varlıkları gören, gözeten, denetleyen, sevk ve idare eden manasındadır. "İman, kalpte Allah'a olan teslimiyetin derinliklerinde gizlenen bir nurdur.", "İman, dünya malının geçici olduğunu anlayıp ahiret hayatına odaklanmaktır.", "İman, kalbinde sabitlenen, söz ve amel ile teyit edilen bir nurdur." (Yayınlama Tarihi: 04.08.2025, Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)
|
AKIL, VAHİY, İMAN Batılı güçlerin amacı İslam dinini saptırmak ve böylece Müslümanların batılı emperyalistlere karşı direnme gücünün yıkılması istenmektedir. Bunu başarırlarsa daha uzun yıllar Müslümanları ve ülkelerini sömürmek için engeller ortadan kalkmış olacaktır. Bu amaçla iki asırdan beri ülkemizde faaliyet gösteren batılılar, ülkemizdeki İslam inancını yok etmek için birçok insanı satın almışlardır. Ülkemizin insanlarını İslam dininden uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Bu amaca yönelik olarak insanlarımızın dili, dini ve kültürü batıdaki seküler anlayışlarla değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar toplumda derin sosyolojik ve kültürel çöküntülere neden olmuştur. Seküler anlayışların tesirinde kalan yeni nesiller, niçin dünyada olduklarını unutmuşlar ve hayatın amacının yalnız yemek, içmek, şehvet ve çıkarlar elde etmek olduğunu zannetmişlerdir. Bunları elde etmek için her yolun mübah olduğuna inanmışlardır. Bu anlayış toplumda adaleti ve hukuku ortadan kaldırmış, zulüm ve haksızlıkların topluma hakim olmasına neden olmuştur. Bunun sonucunda toplum maddi ve manevi bir çöküntü içine girmiştir. Bu nedenle bugün maalesef ülkemiz en geri kalmış ülkeler arasında yer almaktadır. Yüzyıl boyunca ilerleme ve adalet konusunda toplumumuzda bir arpa boyu kadar yol alınamamıştır. Amacımız İslam dininin insanın varoluşu konusunda neler bildirdiğini anlamaktır. Bu anlayış üç ana kavrama dayanmaktadır. Bunlar akıl, vahiy ve imandır. Bu kavramların ne olduklarını, birbirleri ile ilgilerini Kur'an ve Sünnet bilgileri altında ele alınacaktır. Böylece insanın niçin dünyada yaratılmış olduğu belirgin olarak ortaya konmuş olacaktır. Biz Müslümanların görevi bu düşüncelere esas olacak şekilde yaşamımızı düzenlemektir. Ancak bu ilkelerle hareket ederek toplumda adalet tesis edilebilir ve zulüm, haksızlık ortadan kalkabilir. Yani gerçek bir İslam Devleti kurulabilir. Bizim görevimiz böyle bir İslam devletinin kuruluşunda bilinmesi gereken hususları incelemek ve bunları insanlara duyurmaktır. Allah Teâlâ insanın ne için yaratıldığını açık olarak şu ayette ifade etmektedir: “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (Mülk, 67/2), “Sizi mutlaka biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmek suretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155) Buradan anlaşılıyor ki insan dünyada bir imtihandadır. Bu imtihanı kazanmak için Allah'ın emir ve yasaklarına uymak zorundadır. Böylece bu imtihanda kazandığı derece ile öldükten sonra ahirette karşılaşacak ve amelleri sonucu olarak ya cennette nimetlere kavuşacak ya da cehennemde azaba uğrayacaktır. İnsanın dünyadaki bu imtihanının hikmeti nedir? Neden insanlar bu şekilde imtihana tabi tutulmaktadırlar? Bu soruların cevabı ancak tasavvuf ehli tarafından verilmiştir. Bu konuda İbn Arabi, Necmeddin Daye, Mevlânâ, İmam Rabbani gibi İslam alimlerinin kitaplarında bu konu ile ilgili açıklamalar vardır. Onlara göre ruhlar çok önce yaratılmışlardır. Bu ruhların tam kemale ermeleri için dünya hayatının zorluklarından geçmeleri gerekir. Dünya hayatı da aslında bunun için yaratılmıştır. İnsanın yeryüzündeki imtihanı iki şekilde gerçekleşir. Bunlardan birincisi insanın kendisine verilen nimetlerle imtihan olunmasıdır. İkincisi ise insanın başına gelecek sıkıntı ve güçlüklerle imtihan edilmesidir. Bu bağlamda insan kendisine verilen nimetlerin şükrünü yerine getirip getirmemekle imtihan edileceği gibi başına gelen belalara karşı sabırlı olup olmamakla da imtihana tabi tutulurlar. Örneğin zenginin imtihanı malını Allah yolunda harcamak iken fakirin imtihanı ise yoksulluk ve sıkıntılar karşısında sabırlı olmaktır. Allah'ın bir insanı bela veya nimetle imtihana tabi tutması o kişinin faziletli veya zalim oluşuyla ilgili olmayabilir. Nice zalimler vardır ki dünya hayatında bolluk ve refah içinde yaşarlar. Nice dürüst ve faziletli insanlar vardır ki, yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşarlar. Bununla beraber insanların başına gelen bazı felaketler kendi elleriyle yaptıkları ameller neticesidir (Şûrâ, 42/30). Akıl ve vahiy insanın dünya imtihanında başarılı olması için gereklidir. Bununla beraber bu işte aklın bir önceliği bulunmaktadır. Ancak akıl, vahyin vahiy olduğunu onaylamakla bir bakıma onun otoritesini de kabul etmiş olmaktadır. Daha sonra aklın onayını alan vahiy de akıl için bir otorite olmaktadır. Bu nedenle insanları düşünmeye ve tefekkür etmeye, aklı kullanmaya teşvik eden ayetler vardır. İnsan sahip olduğu aklı sebebiyle iman etmekle yükümlü kılınmıştır. Bu nedenle akıl ile iman arasında bir ilişki olduğu muhakkaktır. İslam alimler imanı tanımlamak için tasdik kelimesini kullanırlar. Çünkü iman kelimesinin lügatta bu anlama geldiği ifade edilmektedir. Onlara göre iman kalbin tasdikidir. Yani imanın tasdikinin kalpte bulunduğunu belirtilmektedir. İmanın karşılığı olan tasdikten şu anlaşılmaktadır: Allah’ın, bütün eşyanın ve kendilerinin Rabbi ve yaratıcısı olduğunu kabul etmek ve bunu da dil ile ikrar etmektir. Buna göre iman, Allah'ın her şeyin Rabbi olduğuna, yaratmanın ve emrin de O’na ait bulunduğuna dair gelen haberi tasdik etmektir. Aslında kainattaki her şey bizatihi Allah'ın varlığına bir delil teşkil etmektedir. Ancak onların bu şekilde bir delil oluşumunu görebilmek için insanın aklını kullanması zorunludur. O zaman iman akıl tarafından istidlal yoluyla ulaşılan bir hakikatin kalp ile tasdiki olmaktadır. İman bu konulardaki haberin de tasdikidir. Bir haberin doğru veya yanlış olduğunu bilmenin yolu nazar ve tefekkür etmektir. Yani iman her halükârda aklın ulaştığı bilgilerin onaylanmasıdır. İmanla akıl arasında herhangi bir zıtlığın olduğu söylenemez. Çünkü hem iman hem de akıl insanı hevasına tabi olmamaya çağırmaktadır. İnsanın hevası ile iman ve akıl arasındaki bu karşıtlık insan hayatının bir imtihan içinde bulunduğunu anlatmaktadır. Akılla iman birbirine alternatif değildir. Aklı olmayanın imanı olmaz ifadesi, İslam’daki akla verilen önemi göstermektedir. Allah’ın insana en büyük hediyesi akıldır ve vahiy de akla destek olması için gönderilmiştir. (Yayınlama Tarihi: 29.07.2025, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
VAHİY VE BİLGİ İslam’da da vahiy kavramına çeşitli anlamlar yüklenerek farklı şekillerde yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlar birçok aşırılığa ve küfre varan grupların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak vahiy kavramı Ehl-i Sünnet İslam alimleri tarafından kesin ve çelişkisiz bir şekilde ele alınmış ve açıklanmıştır. Bugün için vahiy kavramı İslam dini açısından gayet açık ve ilmi bir şekilde yorumlanabilmektedir. Kelam alimleri ile İslam filozofları arasında vahiy anlayışında farklılıklar vardır. Kelamcılar vahyin bir bildirim; bildirilenin de hakikat olduğu konusunda mutabıktırlar. Bu bildirimin mucizevî bir şekilde gerçekleştiğini kabul ederler. Vahyin gerçekleşme şekilleri ile ilgili rivayetlerin ötesinin, vahiy tecrübesini yaşamayanlar için özünde anlaşılamaz nitelikte olduğunu kabul etmişlerdir. Fârâbî ve İbn Sina gibi Meşşai geleneğe mensup filozoflar, vahyi ve vahyedilen şeyin mahiyetini Allah–âlem ilişkisine dair tasavvurlarına paralel bir şekilde yorumlamışlardır. Bu filozoflara göre vahyin bir bildirim, vahyedilen şeyin de hakikat olmadığını; vahyin, Faal Akıl’dan sudur eden bir feyezan, vahyedilen şeyin de hakikatin sembolik ifadeleri olduğunu kabul ederler. Bilgi insan aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin bütünüdür. Bu gerçek, olgu ve ilkelerin insan aklı tarafından kavranabilmesi için bazı süreçlerden geçmeleri gerekir. Çevreden elde edilen verilerin akıl tarafından bilgi hâline getirilmesinde vahiy ve duyular da ona eşlik eder ve yardımcı olur. Bu nedenle Kuran-ı Kerim’de bilgi kaynağı olarak akıl, vahiy ve duyular zikredilmiştir. Kur’an’daki ayetlerde Peygamberimizin (sav) vahiy yoluyla aldığı bilgilerin insanları aydınlattığı ifade edilmektedir. Her şeyden önce vahye uyulmasını Kur'an birçok ayette ısrarla vurgulamaktadır. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir. İnsanlar ancak vahiy sayesinde ahireti, cenneti, cehennemi, melekleri bilebilir. Çünkü bunlar gaybla ilgili konulardır. Bunların akılla, ya da duyularla bilinmesine imkan yoktur. Vahy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil, aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi ve yaratıcısının, her şeyi bilen Zat’ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır. Bu husus birçok ayette ifade edilmiştir. “Yaratan (Allah) hiç bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Mülk, 67/14) Vahyi kabul etmeyen insanlar cahildir. Onlar yalnız akıl ve duyularla elde ettiklerine ilim demişler ve böylece mutlak gerçeğe varamamışlardır. Pozitivist bilim adamları, vahyi ret ederler. Böylece insanın fıtratından gelen özellikleri ret ederek kendilerine göre bir bilim anlayışına sahiptirler. Bu bilim anlayışı eksiktir. Ancak insanlar asırlarca bunlara kanmışlardır. Oysa Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasülü Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır. İnsanoğlunun sahip olduğu bütün bilgilerin temel ilkelerini peygamberler vermiştir. Bunların içine üreme yöntemleri, küçükleri eğitim bilgisi, gıdaların, tıp ve sanat bilgilerinin bütünü, şehir ve ülkelerin yol bilgisi, hayvanların eğitim metotları da dahildir. Hatta denizde yüzen gemilerin yapım bilgisi de insana peygamberler tarafından öğretilmiştir. Akılların çıkarım yaparak bu bilgileri edinmesi mümkün değildir. İslam alimleri açık bir biçimde Kur'an vahyinin harflere bürünmesinde peygamberin herhangi bir dahli olduğu düşüncesini itiraz etmişlerdir. Kur'an'ın mana ve lafızla birlikte inzal edildiğine dair deliler ortaya koymuşlardır. Bugün elimizde bulunan Kur'an manevi ve lafızlarıyla Kur'an'da zikredildiği gibi Allah'ın kelamı olarak nitelenmektedir. Bu nedenle Batınilik ve Tarihselcilik gibi inanış ve düşünce akımları İslam’a aykırıdır. Bu akımlar, İslam dinini saptırmaya çalışan güçlerin oyunlarıdır. Bu gibi akımlardan bütün Müslümanların uzak durmaları zorunludur. Gerçek yol Ehl-i Sünnet İslam alimlerinin gösterdikleridir. (Yayınlama Tarihi: 17.07.2025, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
AKIL VE BİLGİ İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik akıl yetisidir. Bu nedenle tarih boyunca felsefecilerin temel tartışma konularından biri de akıl kavramı olmuştur. Gerek İslam filozofları ve gerekse Aydınlanma filozofları akıl hakkında birçok düşünceler ileri sürmüşlerdir. Ancak bu düşünceler arasında önemli farklar olmuştur. İslâm filozofları genel manada insanın işitme, görme ve bilgi elde etmesini sağlayan unsurlarının nasıl sınırlı ise, insan aklının da bir yere kadar sınırlandırılmış olduğunu benimserler. Onlara göre hakikatler sadece akılla kavransaydı, o halde hem ilahi kitaplara hem de peygamberlere ihtiyaç duyulmazdı. Bununla beraber somut ve soyut gerçekliklerin tümü akıl vasıtasıyla algılanmaları mümkün olsaydı bu neticede de insanın “mutlak” olması gerekirdi. Halbuki insan aklı her vakit sorunlara yetebilen ya da mükemmel kabiliyetlere sahip olarak yaratılmamıştır. Çoğu kez insan aklı acze düşebilmektedir. Bu nedenle mutlak olanla ilgili bilginin aklı aştığı anlaşılmaktadır. Ancak metafizik öğreti, iman yoluyla bu bilginin kavranabileceğini söyler. Nitekim İslâm filozofları, akıl ve vahyi uzlaştırmaya çalışmışlar ve dini felsefî bir bakış açısından hareketle yorumlamaya gayret göstermişlerdir. Şeriat ve aklın ilkelerini birleştirmeye çalışan İslâm filozofları, dinin temelde akla istinat eden felsefe ile çelişmediğini ortaya koymak istemişlerdir. Ancak bu düşüncelerinde bazen çok ileri gidip küfre sebep olmuşlardır. Akıl ve bilgi kavramları üzerinde insanlar asırlar boyunca fikirler ileri sürmüşlerdir. Ancak insanlar arasında bu konuda kesin bir anlaşma mümkün olmamıştır. Özellikle İslam alimleri ve batıdaki Aydınlanma filozofları arasında belirgin farklar ortaya çıkmıştır. Bu konuda ülkemizde insanlar son iki yüz yıl boyunca farklı görüşlerin etkisi altında kalmışlardır. Batıyı medeniyetin zirvesi olarak gören ve batıyı taklit etmek için yarışan insanlarımız, batıdaki akıl ve bilgi anlayışını kabul etmişlerdir. Onlara göre batının bu konudaki görüşlerini kabul etmek ilericilik ve medeni olmaktır. Fakat İslam alimlerinin akıl ve bilgi anlayışlarını kabul eden insanlar, onlara göre gerici ve yobazdır. Onlara göre İslam'daki akıl ve bilgi anlayışı insanları çağ dışına iter ve geri bırakır. Bunun da ispatı olarak bugünkü batı ve İslam toplumları arasındaki ekonomik refah ve gelişmişlik farkını örnek olarak göstermektedirler. Ancak yüzünü batıya döndürdüklerini söyleyenlerin bu konuda cahil oldukları bir gerçektir. Bilim Tarihi incelendiğinde İslam medeniyetinin özellikle 8. ve 13. asırlar arasında dünyaya nasıl bir ilim ve medeniyet öğrettiğini açıkça görülmektedir. Bu gerçeklerin üstü çizilerek batının anlayışlarını toplumumuz için tek kurtuluş yolu olarak görmek isteyenler gerçekten bunlardan haberleri yok mudur? Yoksa bazı güçlerin arzularını yerine getirmek gayreti içinde midirler? Bugün biliyoruz ki, Küresel Egemen Güçler kendilerine karşı koyabilecek olan güç olarak İslam dinini göstermektedirler. Bu nedenle onu yok etmek için olanca güçleri ile çalışmaktadırlar. Bunun için de her meslekten insanları kullanarak İslam dini aleyhine yayınlar yapmaya çalışmaktadırlar. Elbette ki küresel güçler bunun karşılığında bazı menfaatler vaat etmiştir. İnsanların nefisleri maddi çıkarları tercih ederek onların hizmetine girmiş ve İslam dinini hurafe ve gökten inmiş doğmalar olarak nitelemişlerdir. Böylece İslam dinini ortadan kaldırmaya bilerek veya bilmeyerek yardım etmişlerdir. İki yüz yıldır süren bu gayretler onlara bir şey kazandırmamıştır. Aksine İslam Dini ve Medeniyetinin değeri bütün dünya insanları tarafından anlaşılmaya başlamıştır. Çünkü Güneş balçıkla sıvanmaz, gerçekler bir gün ortaya dökülür. Fakat insanoğlu kendi davranışlarıyla ya dünya imtihanı kazanır veya kaybeder. İşte önemli olan bu imtihandan alınan sonuçtur. Çok şükür biz bugün yüzümüzü doğuya çevirdik. Çünkü Sevgili Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Yüzünüzü Doğuya çevirin.” Bugün için İslam düşmanlarının yenilmiş oldukları ve hakkın bütün çıplaklığı ile ortaya çıktığı görülmektedir. Bu nedenle önümüzdeki yüzyılda İslam Dini ve Medeniyeti tekrar şahlanacak ve böylece insanlara gerçek mutluluğu yaşatacak bir dönem olacaktır. Bunu görmek 2060 yılına ulaşan insanlara kısmet olacaktır. (Yayınlama Tarihi: 10.07.2025, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
TASAVVUF VE MUTLULUK Tasavvuf, insanın ruhsal yolculuğuna rehberlik eder. İnsanın dünya koşuşturması içinde ihmal ettiği manevi dünyasını beslemeyi ve nefis terbiyesiyle özünü arındırmayı öğretir. Yüzyılımızda insan teknolojiye hiç olmadığı kadar bağlanmış durumdadır. Bu nedenle insan kendisini manevi anlamda yalnız ve amaçsız hissedebilmektedir. İşte tasavvuf bu boşluğu, insana kendini ve Rabbini tanıma imkânı sunarak dolduruyor. Tasavvufta “Kendini bilen Rabbini bilir” hadisi gereğince, kişi iç dünyasına dönüp nefsini tanıdığında, aslında İlâhî hakikatin kendi özündeki yansımasını keşfeder. Bu süreç, modern insanın aradığı kimlik ve hayatın anlamı konusunda ona yol gösterir. Tasavvuf insana yalnız olmadığını hissettirir. Çünkü sufilere göre insan her daim Hakk’ın huzurunda ve muhabbetindedir. Örneğin Hz. Mevlânâ bir şiirinde şöyle der: “Yalnızlık Allah’a mahsustur, sen O’nunla olduktan sonra hiç kimsesis kalmazsın.” Gerçekten de kalbinde ilâhî aşkı hisseden kişi, özündeki tevhid gerçeğini anlar. Böylece daima Yaradan ile birlikte olduğunu fark eder. Tasavvuf der ki: “Sen bu dünyaya bir tohum olarak geldin, kemâle erip meyve vermen için buradasın.” Bu demektir ki, insan kendi manevi potansiyelini açığa çıkarmak, olgunlaşmak ve Hakikati idrak etmeği gaye edinmelidir. Bu, görüş anlam boşluğunu doldurmada eşsiz bir katkı sunmaktadır. Tasavvufi pratiklerde kalp ve ruh Allah’la beraber olur. Bu durum ona ilahi bir aşk ve muhabbet kazandırır. Bu da o kişinin en büyük mutluluğudur. Dünyevi mutluluk gerçek anlamda bir mutluluk değildir. İnsanlar onu mutluluk olarak görseler de nihayetinde dünya mutluluğu ahiret mutluluğunu kazanmak için bir araçtır. Çünkü dünyadaki rahat ve mutluluk insanın dini vecibelerini yerine getirmek için uygun bir ortam hazırlar. Dünya mutluluğunu asıl amaç olarak görenler, mutluluğun kendisini değil mutluluk zannedilen şeyi gaye edindiklerinden aldanılmış bir hal söz konusudur. Ayrıca geçici mutlulukları gaye edinen insanlar sadece uhrevi mutluluktan geri kalmazlar, aynı zamanda dünyada da mutlu olamazlar. Çünkü elde ettikleri kısa süreli lezzetlerin, hazların kendilerine bir müddet sonra zarar vereceğinin farkına varamazlar. Eğer insan dünya mutluluğunun geçiciliğini farkına varmazsa, o zaman kendini aldatır ve ahiret mutluluğuna ulaşamaz. Bu onlara dünya mutluluğunu da kaybettirir. Dinin birey mutluluğuna katkısını özetleyecek olursak, dinî inanç, teslimiyet ve tevekkülün beraberinde getirdiği güzel duygular, strese, depresyona ve hatta fiziksel hastalıklara karşı bir zırhtır. Bireyde olumlu duyguların ortaya çıkmasını sağlayan ve var olan olumlu duyguları geliştiren dinî inançlar tüm hayatı kuşatan bir anlam dairesi çizerek bireyin hayata karşı bakış açısını belirlemektedir. Bu anlam dairesi içerisinde hayatındaki her vakıayı, her olguyu bir yere oturtan ve Yaratıcısına sığınan inançlı birey, sıkıntılı durumların üstesinden gelerek olumlu duygu durumuna kavuşan ve genel olarak hayatından memnun, mutlu ve huzurlu bir birey olur. Hz. Mevlânâ’ya göre insan temelde üç şey hakkındaki bilgisizliği ya da unutkanlığı nedeniyle mutsuzluğa düşer. Bunlar: Allah’ı unutmak, Dünya hayatının geçiciliğini göz ardı etmek, İnsanın aslî kıymetini bilememektir. Hz. Mevlânâ’ya göre, her şeyden önce insanın dünya ve içindeki unsurlara bakış açısını sağlıklı bir zemin üzerine tesis etmesi gerekir. Eğer insan dünya ve eşya ile ilgili olarak iki temel gerçeği hatırda tutar ve bunların gereği ile hareket ederse, ilahi mutluluğa ulaşma yolunda güzel bir başlangıç yapmış olur. Hatırlanması gereken birinci husus eşyanın değişken ve geçici bir tabiata sahip olduğu ikincisi ise hadiselerin “göreceli” olduğu gerçeğidir. Dünyadaki her insanda, manevi mutluluğa ulaşma gücü potansiyel olarak bulunsa da, her insan buna ulaşamaz. Bunun sebebi insanların çoğunun duygusal hazlar peşinde koşarak manevi hazları ihmal etmesi ve erdemli davranışları tam anlamıyla yerine getirememesidir. Eğer insanlar aklî yetkinliği kazanarak faal akılla ittisal mertebesine ulaşabilirse “Tanrı’nın ihtişamını, parlaklığını, güzelliğini idrak edebilecek ya da duyabilecek” ve böylece manevi mutluluğa bu dünyada iken, devamlı bir şekilde olmasa da, ulaşabilecektir. İmam Gazâlî, saadetin ne olduğu sorusuna “Acısız bir lezzet, kedersiz bir sevinç, eksiksiz olgunluk, zilletsiz bir izzet ve her isteyenin her istediğine kavuşması” cevabını vermiştir. Tanımında yer alan durumların dünyadaki yaşamda kesintisiz olarak gerçekleşmesini imkansız gören Gazâlî, bunun ancak ahirette mümkün olabileceği düşüncesinden hareket ederek, fikirlerini ahiret saadeti üzerinde temellendirmiştir. Ona göre bu dünya geçici ve uğruna çok çaba harcamaya değmeyecek niteliktedir. Akıl sahibi insanın geçici ve aldatıcı bir şey için bütün vaktini ve enerjisini harcaması söz konusu değildir. Dolayısıyla insan, bu dünyada mutluluğu elde edebileceğini bilse bile bu aldatıcı mutluluktan vazgeçmeli ve gerçek mutluluğun adresi olan ahiret için çalışmaya gayret etmelidir. İbn Arabî’ye göre, bahtiyar o kimsedir ki, halkın içinde hakka bakar; hakkın halk içindeki hükümlerine değil. Dünya var oldukça mutluluk da yorgunluk ve zahmet de var olacaktır. Burası erime ve ayrışıp arınma yurdudur. Sen, altı gün boyunca dolaşırsın, yedinci günde ebedilik yurduna girersin. Saadet ve mutluluk bilgide değil, imandayken; kemal bilgidedir. İkisini bir araya getirirsen, ardında başka gayenin bulunmadığı dereceye ulaşırsın. (Yayınlama Tarihi: 25.06.2025, Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız) |
HADİSLERDE MUTLULUK MÜJDELERİ Bütün insanlığa müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen son Peygamber Hz. Muhammed (sav), bütün insanların dünyevî ve uhrevî mutluluğu için çalıştığı ve bu uğurda gayret sarf ettiği bilinmektedir. Hz. Peygamber’in bu konudaki hadislerinde insana mutluluk kazandıracak çok önemli tavsiyeler bulunmaktadır. Mutluluğu kazanmak veya kaybetmek, insanın iradesini iyiye veya kötüye kullanmakla doğrudan alakalı olan bir meseledir. Bu sebepledir ki, gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse hadislerde insanın hem dünyada, hem de ahirette mutluluğunu kazanmasının yolları ve yöntemleri gösterilmiş, diğer bir ifadeyle iradesini iyi yönde kullanması ve bu uğurda hareket etmesi istenmiştir. Peygamberimizin hadislerinde geçen bazı mutluluk müjdeleri şunlardır: Allah’a İman Etmek, Peygamber’e İman Etmek, Güzel Ahlâk, Sâlih/Sâliha Eş, Uygun Ev, Uygun Binek, İyi Komşu, Kişinin Babasına Benzemesi, Kısa Sakal, İstihâre Yapmak, Kısmetine Razı Olmak, Kaza ve Kadere Rıza Göstermek, Güvenilir Olmak, İstişare Etmek, Hayırlı Uzun Ömür, Dünyevî Üzüntülerden Uzak Durmaya Çalışmak, Ölümü İstememek, Fitnelerden Uzak Durmak, Uğursuzluğa İnanmamak, Az Gülmek. İnsan, daha anne karnında meydana gelirken mutluluk ve bedbahtlık potansiyeliyle oluşur. Dolayısıyla dünya hayatında kendi iradesi ile yaptığı tercih ve ameller yüzünden ya mutluluk potansiyelini açığa çıkarır ve mutlu olur, yahut mutsuzluk potansiyelini açığa çıkarır ve bedbaht olur. Hz. Peygamber’in saadet ve şekâveti kadere bağlaması, insanın cüz’î iradesini ve salih amellerini anlamsız hâle getirmez. Aksine Hz. Peygamber, insanın ancak kendi çabasıyla mutlu olabileceğini ve Allah’ın, insanın çabasına binaen amelleri kendisine kolaylaştıracağını ifade etmiştir. Neticede Hz. Peygamber’in bu konudaki hadislerinden mutluluğu sağlayacak iş, eylem ve ameller için çaba göstermeyi yok sayan bir kadercilik anlayışı çıkmaz. Çünkü Hz. Peygamber, insanın mutluluğunu sağlayacak ve kolaylaştıracak yolları, bizzat kendi hayatında yaşayarak göstermiştir. Hz. Peygamber, bu dünyada hep salih amel yapmayı tavsiye etmiştir. Çünkü kişinin saadet ve şekâveti amellere göre belirlenmektedir. Kur’an, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39) buyurmak suretiyle hep güzel ameller işlemeyi teşvik etmiştir. Rivayetlerde geçen “her insanın cennet ve cehennemdeki yerinin belli olduğu” gerçeğine gelince bu, Allah’ın ilim sıfatı ile ilgili olup, sadece Allah katında bilinen bir durumdur. Bu konuda insanlar nezdinde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Dolayısıyla insanlar, özgür iradeleriyle Allah’a iman ettikten sonra ibadet ve hayır yolunda çalışmak gibi salih ameller yapmakla yükümlüdürler. Sabaha çıktığında akşama varacağım diye içinden geçirme; akşama ulaştığında da sabaha çıkacağım diye içinden geçirme. Hastalığından önce sağlığından, ölümünden önce hayatından istifade ederek hazırlık yap. Ey Allah’ın kulu! Yarın hâlinin ne olacağını bilemezsin. İnsanın mutluluğu elde etmesi, en başta nefsinin istek ve arzularını kontrol altına almasına bağlıdır. Ardından da bilgi ve kültür düzeyini yükseltmeli, ahlâkını güzelleştirmeli ve salih ameller yapmalıdır. Kişi, ancak bu şekilde olgunluk derecesine ulaşır ve mutluluğu elde eder. Tam aksine nefsinin istek ve arzularını kontrol altına almaz, nefsinin tutsağı hâline gelirse, böyle bir insan, Kur’an’ın ifadesiyle aşağıların aşağısına düşer (Tin, 95/5) ve sürekli kötülüğe davetiye çıkarır. Günümüzde İslami ilimler arasında en çok tartışma konusu yapılan hadis ilmi, son zamanlarda sünnetin ne kadar güvenilir olduğu, sünnet karşıtlığı, hatta inkârcılığı, değişik zaman ve ortamlarda gündeme getirilmektedir. Bu tartışmaların özellikle genç nesilleri olumsuz yönde etkilediği görülmektedir. Bu söylemler genç beyinlere “Kur’an Müslümanlığı”, “Bize Kur’an Yeter” ve “İslam Kur’an’dan ibarettir” gibi sloganik sözlerle gerçek anlamda İslam’a hizmet etmenin bu olduğu propagandası yapılmaktadır. Emperyalistlerin ve İslam dini düşmanlarının kirli amaçları bu söylemlerin arka planında gizlenmeye çalışılmaktadır. Böylesine sinsi bir hareket taraftar bulunca pek çok hadis bu olumsuzluk neticesinde eleştirilere hatta inkârlara maruz kalabilmektedir. Örneğin bu bağlamda kader, kabir azabı, mucize, teravih gibi pek çok mesele çok basit ve hiç de ilmî olmayan mülahazalardan dolayı reddedilebilmektedir. Bunları sosyal medyada tartışanların İslam dini ile hiçbir ilgileri yoktur. İslam dini haz ve dünyevi zevklerin elde edilmesine helal dairesinde izin vermiştir. Yemek yemek bir zevktir ve helal olan gıdalar ile de bu zevk pekâlâ yerine getirilebilir. Ancak burada önemli olan sınırların korunmasıdır. Helal olan durumlarda da aşırıya kaçmamak ve itidali elden bırakmamak gerekir. Çünkü tatminsizlik duygusu ile daha fazla haz elde etme çabasına giren kişi bir kısır döngü içinde kalır ki bu da boş ve faydasız bir çabadır. Zamanımızda maddi ve manevi çıkarlar ile hazlar el üstünde tutulmaktadır. Hak ve adaleti sağlayıcı unsur maddiyat ve güç olmaktadır. Bu durumda ihtiyaç olan dînî ilke ve esaslar geri plana atılıp hayattan soyutlanırken, modern hayatın ahlâki ilkelerini, esaslarını sekülerizm belirlemektedir. Öyleyse günümüz insanının ahlâkına din değil, seküler ahlâk adını verebileceğimiz yeni değerler etki etmektedir. Bu değerleri, ahlâk sistemi olarak kabul eden yeni tip modern insan, her şeyin üstünde kendisi olduğunu kabul etmektedir. Böylece insanlar kendilerini ilahlaştırmaktadırlar. Bugün birçok yerde böyle topluluklarla karşılaşmaktayız. Böyle insanların ve toplulukların mutlu olmaları imkansızdır. (Yayınlama Tarihi: 18.06.2025, Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)
|
SEKÜLER HAYAT MUTLULUK VERMEZ Seküler yaşam tarzı, bireylerin dini inançlardan bağımsız olarak, geleneklere bağlı kalmadan, bilimsel ve rasyonel değerlere dayalı bir yaşam sürdürmelerini ifade eder. Sekülerizm kavramına geçen yüzyıllar içinde farklı manalar yüklenerek sosyal bilimler açısından karmaşık bir hal almış olsa da tüm tanımlamaların ortak noktası “dine karşı olma, kutsalı saf dışı bırakma” olmuştur. Nihayetinde sekülerizm dini kurum, sembol ve normların önemini yitirerek doğaüstü inançların itibar kaybetmesi; dünya hayatının aklın yoluyla yorumlanması ve modern bir hayat tarzının benimsenmesidir. Sekülerleşme Avrupa’nın Aydınlanma Hareketi ile ortaya çıkmıştır. Bilim ve modernitenin ilerlemesiyle beraber yeryüzünde kutsalın herhangi bir değerinin kalmayacağını, dinin değersizleşerek günlük hayattan ihraç olacağını, tanrının sahneden ineceğini ve yerine aklın geçeceğini iddia etmektedir. Bu düşüncelerle insanlar akıl ve bilimi ilahlaştırmışlardır. Aslında bu insanın kendisini ilah yapmasıdır. Çünkü akıl insandadır ve bilim de insanın ürettiğidir. Sekülerizm, dinin ürettiği tüm kurum, kural ve kavramları kabul etmez. Ona göre bu kurallar belirleyici değildir. Genel olarak dini konuların zihinsel kurgulardan ibaret olduğu, gerçekle ilişkisi olmadığını iddia eder. Allah, vahiy, peygamberlik, ahiret, yaratılış, cennet, cehennem, kutsal, metafizik, helal, haram, ibadetler, ritüeller, mucize ve benzerlerini anlamsız, gerçek dışı ve ilkel zihnin üretimi olarak kabul eder. Bilimin dinle hiçbir ilişkisi olmadığını iddia eder. Bu nedenle dinin, toplumun yönetilmesi, sosyal hayatın şekillenmesi, ekonominin işletilmesi, sanat, felsefe gibi alanlardan tümüyle uzaklaştırılmasını hedeflemiştir. İslam dini insanlara hiçbir devirde dünyevileşmeyi hayatın amacı olarak göstermemiştir. “Asıl hayat ahiret hayatıdır” diyerek uhrevi olana, sonsuzluğa teşvik etmiştir. Ancak ısrarla ahiret vurgusu yapan İslam, bir o kadar da bu dünyaya ait olmayı önemsemektedir. Bir farkla ki, bu durum sekülerizmde olduğu gibi salt dünya hayatını öne çıkarmak değil ahiretle zorunlu bir denge kurmaktır. İslam bize, “Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Hadis) diyerek dünyanın bir sermaye olduğunu söylemektedir. “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fatır, 35/5) ayeti ile ikazda bulunulmaktadır. Ayrıca “oyun ve eğlence” den ibaret olana dalıp gitmeyin uyarısında bulunmuştur. Batı toplumlarında seküler hayat denilen dünyevileşme hastalığı insanları uçuruma götürmektedir. Çünkü, Allah’ı ve âhireti inkâr eden böyle insanlar ölümü inkâr edememekte ve ona karşı bir çare de bulamadıklarından, ölüm korkusu onların hayatlarını zindana çevirmektedir. Ne kadar çok mala sahipse ızdırabı daha da artmaktadır. Çünkü zenginliklerini terk etme duygusu onlar için ölüm korkusu gibidir. Bunları hissetmemek için ya eğlencelerle kendilerini avutmakta, ya madde bağımlısı haline gelmekte veyahut dayanamayıp intihar yolunu tercih etmektedirler. Türkiye’de Tanzimat’tan önce ayak sesleri duyulan sekülerleşme Cumhuriyetle beraber maalesef devlet politikası haline gelmiştir. Bununla beraber Türkiye’de laik ve seküler devlet nizamının en koyu zamanlarında bile toplumun küçük bir kısmı seküler hayat tarzını benimsemiştir. Sekülerizm tepeden inme kanunlarla toplumun derinliklerine nüfuz edememiştir. Çünkü toplumumuzda genelde İslam inancı hakimdir. Toplumumuz çeşitli dönemlerde laik ve seküler anlayış farklı yöneticiler tarafından farklı olarak uygulanmıştır. Özellikle Cumhuriyetin kuruluş döneminde, dine karşı açılan yıpratıcı savaş toplumda, geri dönüşü mümkün olmayan sonuçlar yaratmıştır. Çocuklara bira içirilmeye çalışılması alkol tüketiminin yayılması ile sonuçlanmıştır. İçki içmeyi batılılaşma ve medeniyet zanneden bazı yöneticiler bu hatalarıyla topluma birçok zarar vermişlerdir. Gerçek din adamlarına yapılan zulümlerle dinin ortadan kalkacağını zannedenler, toplumundaki din anlayışına zarar vermiştir. O dönemde insanların bir kısmının imanlarının bozulmasına neden olmuştur. Arapçaya olan düşmanlık ezanın Türkçe okunmasına neden olmuştur. Bütün bu eylemler insanların dinden soğumasına neden olmuştur. Yöneticilerine güvenen insanlar bunları ilericilik ve batılılaşma zannetmişlerdir. Buna karşı İslam dinini gericilik ve yobazlıkla suçlamışlardır. Ancak bu dönem çok uzun sürmemiş, toplum asırlarca süren İslam dinine bağlılığını tekrar diriltmiştir. Böylece dini haklar tekrar elde edilmiştir. İnsanlar bu dönemde İslam dininin gericilik olmadığını, bilakis insanlar için en hayırlı sistemin İslam’da olduğunu anlamışlardır. İnsan, daima manevî arayışlar içinde olan bir yapıya sahiptir. Oysa seküler anlayış bu manevî gerçeği ısrarla görmezlikten gelmektedir. Bu nedenle sekülerizmin insana vereceği hiçbir şey yoktur. Bu nedenle yaşadığımız maddi ve manevi yıkımların görünmeyen sorumlusu, bir bakıma, seküler olan ve dini dışlayan kültürdür. Manevi değerlerden uzak olan bu kültür son asırlarda insanlığın yaşadığı bunalımların, krizlerin ve savaşların sorumlusudur. Sosyal Bilimlerin kurucularına göre 19. yüzyılda dinin zamanla yok olacağı düşünülüyordu. 20. yüzyılda ise onlara göre, ilkel devirlerden kalan din olgusunun artık ölüm vakti gelmişti. Teknoloji ilerledikçe modernite hayata hâkim olacak ve sonuçta din ortadan kalkacaktı. Fakat öyle olmadı. Çünkü insanlar dünyaya düşkün olmakla nasıl bir açmazın içine düştüklerini, insanları ve toplumları birbirine düşüren krizleri ve harpleri yaşadıkça anladılar. Bu nedenle bütün ileri ülkelerde bile tekrar dini inançlara ve yaratılış fikrine dönüş olmaktadır. Önümüzdeki yıllar, seküler kültürün her açıdan sorgulanacağı ve büyük bir ihtimalle de tarihe gömüleceği bir dönem olacaktır. Çünkü insanlar artık maddenin kendilerini mutlu edemeyeceğini, mutluluğun ancak Allah’ın rızasını kazanmakta olduğunu biliyorlar. Bu anlayış sonuçta insanları kutsal olanlara yöneltiyor. Bu da sekülerizmin sonunun gelmesi demektir. Hak gelip batılın zail olması kesindir. Bu Allah Teâlâ’nın bir sünnetidir. (Yayınlama Tarihi: 05.06.2025, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
MUTLULUK NEDİR? Seküler/maddeci dünyada mutluluğun sözlük anlamı olarak; bütün özlemlere, bütün isteklere eksiksiz bir biçimde ve sürekli olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu, bir istek ya da özlem, yerine geldiğinde duyumsanan sevinç ve haz olarak tanımlanır. Genel olarak insanlara mutluluktan ne anladıklarını sorduğumuzda, birçoğumuzun mutluluğu hazla ilişkilendirdiğini görmek mümkündür. İnsanın fiziksel ihtiyaçları veya arzuları vardır ve bu ihtiyaçlarını tatmin ettiğinde, bu tatmini haz takip eder. Hiç kuşkusuz bu tarz bir tatmin oldukça kısa süreli bir doyumdur. Böyle bir tatminin ne kadar yoğun olursa olsun mutluluk olduğunu düşünebilir miyiz? Kısa süreli ama yoğun bir haz, hatta belki de peşini acının takip ettiği bir haz. Fiziksel hazlar ne kadar yoğun olursa olsunlar kısa sürelidir ve tatmini hazza neden olan fiziksel ihtiyaç veya arzu bir süre sonra kendisini yeniden doğuracaktır. Fiziksel ihtiyaç veya arzu hazza neden olacaktır, haz veya fiziksel tatmin de fiziksel ihtiyaca veya arzuya neden olacaktır. Böylece asli ya da nihai bir doyum olmaksızın bu dairesel süreç sürüp gider ve sonunda insan arzu ve hazzın bu dairesel oyununda yaşamını tüketir. Bazı insanlar uzun vadede mutluluğun ana sebebinin yapıcı davranışlar olduğunu düşünür. Bu, davranışımızın kendimiz ve başkaları üzerindeki uzun vadeli etkisini düşünmeksizin şehvet, bağımlılık, açgözlülük, itim, öfke, naiflik, vs. gibi rahatsız edici duyguların etkisi altında hareket etmekten, konuşmaktan veya düşünmekten imtina etmek anlamına gelir. Mutsuzluğun ana sebebi olan yıkıcı davranışlar, işte bu türde davranışlardan imtina etmemek, aksine bu gibi davranışlarda bulunmaktır. Ayrıca, mutluluk zihinsel süreçlerle de ilişkilidir. Pozitif düşünme, şükran pratikleri, kabullenme ve olumlu hedeflere odaklanma gibi zihinsel alışkanlıklar, mutluluk düzeyini artırabilir. Stresle başa çıkma becerileri geliştirmek, problem çözme yeteneği kazanmak ve sağlıklı ilişkiler kurmak da mutluluğu destekleyen faktörler arasındadır. Bu nedenle mutluluk hem biyolojik hem de psikolojik açıdan incelenmelidir. Yukarıdaki açıklamalarda mutluluğun tanımlanmasında bir parça doğruluk payları olmakla birlikte mutluluğun ne olduğunu tam ve eksiksiz olarak açıklamaktan uzaktır. Bunun nedeni basittir. Seküler insanlar insan hayatını sadece maddesel olarak görürler ve bütün amaçları insanın maddesel tatminini sağlamaya yöneliktir. Oysa insan hayatı yalnız maddeden ibaret değildir. İnsanın bir de manevi yönü vardır. İnsan maddi ve manevi yönüyle birlikte ele alındığında mutluluğun ne olduğu tam olarak belirlenebilir. Bu nedenle seküler insanların yukarıdaki açıklamaları hiçbir zaman tam doğru olamamaktadır. Bu hususa ancak İslam dininde tam ve mutlak bir açıklama getirilmiştir Çünkü İslam dini Allah Teâlâ'nın insanlar için indirdiği son dindir. İslam dini insanın yapısını tam olarak açıklamıştır. Onun mutlu olması ve gönüllerinin mutmain olması koşullarını ortaya koymuştur. Bu gerçekler gerek Kur'an ayetlerinde ve gerekse Peygamberimizin (sav) sünnetinde ifade edilmektedir. İslam dinine göre insanın mutlu olması kalbinin, ruhunun mutmain olması demektir. Çünkü kalbi mutmain olmayan, yani kalbi tatmin edilmiş olmayan bir kimse hiçbir şeyden tam olarak haz alamaz. Nefsani arzuları tatmin etmekle elde edilen hazlar geçicidir. Bir süre sonra insan tekrar eski haline döner. Nefsin tekrar tatmin olması için yol arar. Fakat bu süreç içinde kalbi, ruhu hiçbir zaman tatmin olmaz. Kalbin devamlı mutmain olması ancak Allah'ı zikirle mümkündür. İslam dini, insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin etmeleri için, Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş ilahi bir sistemdir. Bu dinin emir ve yasaklarındaki temel hedef insanın mutluluğudur. İnsanın gerek bu dünyada ve gerekse gelecek ahiret hayatında gerçek bir saadete erişmesi hedeflenmiştir. Bu emirlerde ve yasaklarda insanın hayrı ve iyiliği istenmektedir. Çünkü Allah Teâlâ insanı nasıl yarattığını ve onun neye ihtiyacı olduğunu en iyi bilendir. Böyle bir ilahi sistemde insanlar hiç şüphesiz bu kurallara uydukları sürece mutlu olacaklardır. Fakat bunun aksine hareket edecek olurlarsa arzuladıkları saadete, iç huzuruna ebediyyen ulaşamayacaklardır. Müslüman, gerçek saadetin ahirette olduğunu bilir ve öylece yaşar, Bu bakımdan, dünya ve ahirete giden yol ayırımında Müslümanlar ahireti tercih ederler ve kendilerini daha çok ahiret için hazırlarlar. İslam'ın tavsiye ettiği yaşama planı dışında aranan bütün mutlu olma yolları, daima başarısızlıkla sonuçlanacaktır. İmandan, maneviyat ve mukaddesattan, ulvi değerlerden uzak boş kalpler, ne kadar madde ile avutulmaya ve doldurulmaya çalışılırsa çalışılsın, bundan netice alınamayacaktır. Mutluluk din ile gerçekleşir. Din yoksa mutluluk ta yoktur. İslâm kâinatın yegâne dinidir. Başka bir din geçerli değildir. Bu nedenle İslâm mutluluğun simgesidir. Mutluluk İslâm’la yaşanır, sadece İslâm ile gerçekleşir. (Yayınlama Tarihi: 25.05.2025, Makalenin tamamını okumak için tıklayınız) |
TASAVVUF VE ORUÇ Oruç, nefsin alışageldiği şeylerin yokluğuna sabretmesi, organların şehvet ve isteklerin etkisinden alıkonması demektir. Oruç, insanın tabii yapısının ve bedeni isteklerinin akla boyun eğmesini sağlayan bir ibadettir. Yani oruç insanda irade gücünü artıran bir özelliğe sahiptir. Böylece oruç insandaki hayvani ve nefsani yönü zayıflatıp meleki yönü güçlendiren bir ibadet olmaktadır. Bu nedenle bir kudsi hadiste şöyle buyurulmuştur: “Ademoğlu’nun her ameli kendinindir. Yalnız oruç müstesna. Çünkü o Benimdir. Onun mükafatını verecek olan Benim.” (Buhari, Müslim) Başka bir hadiste de Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır, “Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.” Sufiler oruç ibadetini insanın yaratılış gayesi ve Allah’a karşı tevazunun zirvesi olarak değerlendirirler. İslam’ın inşa edildiği beş esastan biri olan orucu da Allah’ın emirlerine boyun eğmek, O’nun emirlerinden uzaklaştıran her şeyden uzak durmak, nefsin arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Allah’tan başka her şeyi terk etmek gerektiğini ifade ederler. Bunun için oruçta yalnız Allah’ın rızasını elde etmeyi amaçlarlar. Onlara göre oruç, nefsi tezkiye etmeye, ahlâkı güzelleştirmeye ve takvaya ulaşmanın vesilelerinden biridir. Allah Teâlâ tarafından insanlar emredilen bütün hususlarda, bizim bilebildiğimiz veya bilemediğimiz birçok hikmetler vardır. Orucun fayda ve hikmetleri hakkında da şunları ifade edebiliriz: Oruç, Allah Teâlâ’ya ve O’nun emirlerine bağlılığın göstergesidir; Oruç, müminleri sabra alıştırır; Oruç, şükür ifadesidir; Oruç, şefkat ve merhamet duygularını geliştirir; Oruç, kişiye dünya ve ahiret mutluluğu sağlar; Oruç, günahların bağışlanmasına vesiledir; Oruç tutana şefaatçi olur; Oruç sayesinde rızık bereketlendirilir; Oruç, bedenin zekâtıdır; Oruç, akıl ve zekâyı güçlendirir; Oruç, sosyal hayattaki fakir-zengin ayrımını azaltarak toplumu huzurlu yapar; Oruç sıhhat kazandırır; Oruç, ahlâkı güzelleştirir; Oruç insanın iradesini güçlendirerek kötü alışkanlıkları terk etmesini kolaylaştırır; Oruç, toplumda manevi birliği sağlar. Oruç tutarken onun derûni anlamı ve hikmetleri tefekkür edilmeli ve yaşanmalıdır. Aksi halde oruç ruhsuz bir bedene benzer. Nasıl ki, ruhsuz bir beden canlılık ve neşeden yoksun ise kalbe etki etmeyen oruç da, Peygamberimizin (sav) buyurduğu gibi “Aç kalmaktan başka bir şey değildir.” (İbn Hanbel) Yani bu durumda kul oruç ibadetini eda ederken, orucun feyz ve bereketini elde edemez. Sufiler, yalanın ve gıybetin orucu bozduğuna dair uyarıları hassasiyetle dikkate alırlar. Bu nedenle orucun hakikatini imsâk (tutmak) olarak tarif etmiş ve dil, göz, kulak, el ve ayaklara da oruç tutturmanın önemi üzerinde durmuşlardır. Bu manada oruç tutmanın hakikatlerinden birinin de dile sahip çıkmak olduğunu belirtmişlerdir. Sufilere göre, gözlere oruç tutturmadaki maksat, harama bakmaktan alıkoymaktır. Kulak, dedikodu ve gıybet dinlememelidir. Kulağa kötü şeyleri dinletip şehvetin harekete geçmesine, ruhun ve kalbin kirlenmesine sebep olabilecek her şeyden kaçınılmalıdır. Sufilere göre, el ve ayaklar da oruç tutarak Allah’ın çizdiği sınırlarda hareket etmeli, kulu isyana götürecek yerlere gitmemelidir. Allah’a kalben ulaşmayı kolaylaştıran oruç, insanın iç dünyasını geliştiren en önemli ibadetlerdendir. Kişi oruçlu iken, yemeğe, içmeye ve şehevî arzulara ihtiyaç duymayan meleklerin hasleti ile bezenirken, ruhun, kalbin ve aklın saf hale gelmesine vesile olur. Kalbi fiilleri bâtınî ameller diye tarif eden sufilerin, zâhiri ve bâtınî bütün organların kontrol altına alındığı ibadet olarak gördükleri orucu, bâtınî anlamda kalbin, ruhun, aklın ve nefsin orucu olarak açıklamışlardır. Oruç ibadetinin ruh terbiyesi için en etkili yöntem olduğunu ifade eden sufîler, ruhun tezkiyesi için oruçtan daha önemli bir vesile ve tesirli yol olmadığını belirtmişlerdir. Ayrıca hissiyatın, aklın, fikrin, nefsin ve kalbin, ruh ile birlikte anlam kazandığını ifade eden sufiler, her türlü hırsı ve şehevî duyguları sınırlayıp, açlık, susuzluk ve cinsel arzuları denetim altında tutmayı, ruhun orucu diye tarif etmişlerdir. Sufilere göre fakihlerin oruca bakışı sufilerin bakışına nispetle bazı farklar taşımaktadır. Onlar bu ibadete zahirî fıkıh penceresinden ve genel mükellefler adına bakmışlardır. Sufiler ise, oruca bâtıni (vicdanî) fıkıh penceresinden bakarlar. Fıkıhçılara göre oruç temel ibadetlerden biridir. Tutulan orucun geçerli (sahih) olması için görünen, objektif şartlar vardır. Bu şartlardan birisi eksik olursa oruç makbul olmaz. Zahirî şartlar yerine getirilirse oruç geçerli sayılır. Sufilere göre oruç, az konuşma ve az uyuma gibi tarikat adabı arasında sayılır. Çünkü oruçta “az yeme” ilkesi uygulanır. İbn Arabî’ye göre her bir ibadet, kulda ilahî isimlerden bir veya birkaçının tecelli etmesini temin eder. Mesela, mümin namaz kıldığı zaman Allah’ın en-Nûr isminin tecellisine erer ve manevi inkişafa nail olur. Zekât verdiği zaman “el-Kuddûs” isminin tecellisine mazhar olur. Böylece zekât ile hem malını hem de nefsini temizler. Oruç tuttuğu zaman ise Allah’ın “es-Samed” isminin tecellisine erer. (Yayınlama Tarihi: 12.03.2025, Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız) |
ORUCUN İNSAN SAĞLIĞINA FAYDALARI Oruç, Müslümanların yıl içinde bir ay boyunca imsak vaktinden iftara kadar gün boyu yemekten, içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durduğu dini bir ibadettir. Aynı zamanda İslam’ın şartlarından biri olarak kabul edilen oruç ibadeti, oruç tutmanın şartlarına sahip olan kişiler tarafından yapılması farz olan bir ibadettir. Dini bir ibadet olmasının yanı sıra oruç tutmanın sağlık açısından da tıp dünyası tarafından ispatlanmış faydaları vardır. Oruç tutmanın faydaları manevi olarak da altı çizilen bir konudur ve elbette fiziksel faydalarının yanında kâmil insan olma yolunda da faydaları çoktur. Orucun manevi faydalarını ayrı bir yazımızda ele alacağız. Orucun insan sağlığına faydalı olduğu 1400 sene evvel Peygamberimiz (sav) tarafından şöyle duyurulmuştur: “Oruç tutun sıhhat bulun.” Peygamberimizin bu sözünün doğru olduğuna inanmayan insanlara, ancak son yıllarda bilim adamları tarafından gerçek olduğu gösterilmiştir. Bu gerçek Peygamberimizin tebliğ ettiği İslam dininin doğru olduğunun bir delilidir. Çünkü o günkü imkanlarla böyle bir sözü ifade etmek ancak bir mucize eseridir. Bu gerçek, İslam dini artık eskimiştir, bu zamana hitap etmez diyen insanlara bir cevaptır. İslam dinini eskilerin masalları diye terk ederek, yüzlerini batıya çevirenler batıdaki bilim adamlarının oruç hakkındaki buluşlarına ne diyebilirler? Verecekleri herhangi bir cevapları yoktur. Ancak yenilmiş olarak başlarını öne eğerek susmaları ve İslam'ın bir Hak Dini olduğunu kabul etmeleri gerekir. Allah Teâlâ insanı yaratmış ve onun neye ihtiyacı olduğuna da vahiyle Peygamberine bildirmiştir. Bunlardan biri de oruçtur. İnsanın oruca ihtiyacı vardır. Orucun faydaları, her geçen gün yapılan araştırmalar çerçevesinde daha büyük önem kazanmaktadır. Bu nedenle Ramazan ayını sevgiyle karşıladığımız şu zamanlarda oruç tutmanın sağlık açısından faydalarını bu yazımızda ele alıyoruz. Oruç bilimsel olarak birçok fayda sağlar. Araştırmalar; metabolik iyileşme, insülin duyarlılığı artışı, bağışıklık güçlendirme ve nörolojik sağlık üzerindeki olumlu etkilerini doğrulamaktadır. Oruç sırasında otofaji adı verilen hücresel temizlenme süreci tetiklenir. Bu süreç, hasar görmüş hücrelerin ve toksinlerin temizlenmesine yardımcı olur. 2016’da Dr. Yoshinori Ohsumi’nin otofaji üzerine yaptığı çalışma, orucun vücudu hücresel düzeyde arındırdığını kanıtlamıştır. Oruç, otofaji ve kök hücre aktivasyonunu artırarak hücre yenilenmesini destekler. Oruç sırasında vücut, eski ve hasarlı hücreleri ortadan kaldırarak yenilenme sürecine geçer. Dengeli beslenme ve yeterli protein alımı sağlandığında oruç sırasında kas kaybı minimum düzeyde olur. Çalışmalar, özellikle yağsız kas kütlesinin korunabileceğini ve enerji ihtiyacının çoğunlukla yağlardan sağlandığını göstermektedir. Oruç, hücresel yenilenme ve iltihaplanma azaltıcı etkisiyle kanser riskini azaltabilir. Bazı araştırmalar, oruç sırasında tümör büyümesinin yavaşladığını ve kemoterapi etkilerinin artırıldığını göstermiştir. Bilim adamlarının uyguladığı “aralıklı oruç” kavramı ile Ramazan ayında tutulan oruç arasında bazı önemli farklar mevcuttur. Bu farkları şöyle sıralayabiliriz: ● Aralıklı oruç bir diyet ve tedavi yöntemi olarak uygulanır. Ramazan orucu ise Allah Teâlâ'nın Müslümanlara farz kıldığı bir ibadet olarak tutulur. İbadet olarak tutulan orucun manevi bir yanı vardır. Oruç tutan kişi kendisini Allah'a yakınlaşmış olarak hisseder. Bu yakınlaşma insana hem maddi hem de manevi olarak birçok faydalar sağlar. Yani kişi hem aç ve susuz kalarak aralıklı orucun faydalarını yaşarken, hem de manevi olarak ruhunun saflaşması ve günahlardan arınması söz konusu olur. Bu ruhsal arınma aslında insan için çok daha önemlidir. Çünkü ruhsal saflaşma insan vücudunun bütün maddesel işleyişine de bir rahatlık ve düzelme sağlar. Yani oruç tutan Müslüman hem maddi olarak hem de manevi olarak bir arınma içinde olur. ● Ramazan orucu şafağın doğumundan gün batımına kadar olan süre boyunca yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak durmayı gerektirir. Ancak aralıkla oruçta böyle bir durum söz konusu değildir. Onların oruç tutması farklı zamanlarda da olabilir. Ayrıca aralıklı oruçta kişinin su, çay, kahve, maden suyu gibi içecekleri tüketmesi serbesttir. Aslında bu alınan gıdalarda da vücudun sağlığını olumsuz yönde etkileyebilecek maddelerin olması mümkündür. Aralıklı oruçta maksat sadece belli bir süre yemek yememek olduğundan, elde edilen sonuçlar da ona göre sınırlı olur. Örneğin bu sürede cinsel ilişkinin vücutta nasıl bir etki yapacağı belirlenmiş değildir. Çünkü deneyler hep fareler üzerinde yapıldığından, bu hususu tespit etmek mümkün olmamaktadır. Oysa cinsel ilişki vücut için ağır bir eylemdir. Bu ağır eylemin orucun faydalarını azaltacağı muhakkaktır. ● Ramazan orucundaki yasaklamalar günün en aktif olunan saatlerindedir. Aralıklı oruç uygulamasında ise günün en aktif saatlerinde kişi serbesttir. Örneğin kişi orucu uyurken de tutabilmektedir. Bu fark her iki orucun tesirleri bakımından çok büyük farklar oluşturur. Çünkü insanların en çok aktif oldukları saatler olan gündüz vakitlerinde, onların vücut işleyişinde de en çok etkilerin olduğu saatlerdir. Bu nedenle gündüz saatlerinde oruç tutmak vücut için daha etkili rol oynayacağı düşünülebilir. İnsanların aktif olmayan saatlerde, uyku gibi, yemek yememesi onlara kazandıracağı şeylerin sınırlı olacağı aşikardır. Sağlıklı oruç sürecinin temel anahtarı, yeterli sıvı tüketimi ve dengeli beslenmedir. Ramazan ayında sağlıklı sonuçların alınabilmesi belirli beslenme düzenine uyulmasını gerektirir. Uyulması gereken bazı önemli hususlar şunlardır: Yavaş ve ölçülü besin tüketimi, Su tüketiminize dikkat etmek, Baharatlı, şekerli/tuzlu ve yağlı besinlerden uzak durmak, Sahur, sağlıklı orucun temelidir, İftar sofranızda sağlıklı besinlere yer verin. Unutmayın ki orucun faydaları, Ramazan ayında beslenme düzeninin sağlanması ve tüketilen besinlerle de ilişkilidir. (Yayınlama Tarihi: 02.03.2025, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini Özetler Sayfamızdan okuyabilirsiniz |
Hadis Şerhleri |
1. Bölüm Oku |
2. Bölüm Oku |
3. Bölüm Oku |
4. Bölüm Oku |
5. Bölüm Oku |
6. Bölüm Oku |
E - Kitaplar |
Üç Güzellik Oku |
Tasavvuf ve Fizik Oku |
Bir Gerçek Veli Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler- 1.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler- 3.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler 4.Bölüm Oku |
40 Hadis-i Şerif Oku |
İslâm Ahlâkı Oku |
Tasavvuf Sohbetleri Bölüm 1 Oku |
Tasavvuf Sohbetleri Bölüm 2 Oku |
Tasavvuf Sohbetleri |
Hayat ve Ölüm Oku |
Ruh Nedir ? Oku |
Nefs Nedir ? Oku |
Kalbin Hikmeti ve Sırları Oku |
Akıl Cevheri Oku |
Sevgi - Muhabbet Oku |
Besmele’nin Sırları Oku |
Fatiha’nın Sırları Oku |
Tecellilerin Hakikati Oku |
Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri Oku |
Esmâ-i Hüsnâ Oku |
Nur Tecellileri Oku |
İnsanın Halife Olmasının Hikmeti Oku |
Arif Kimdir ? Oku |
İnsanın Kendini Bilmesi Oku |
Marifetullah ve Muhabbetullah Oku |
Nefsin Özgürlüğü ve Ruhun Özgürlüğü Oku |
Ramazan Ayının Fazileti Oku |
Tasavvufta Hikmet Makamı Oku |
Namazın Sırları ve Güzellikleri Oku |
Sufilerin Namaz Hakkındaki Görüşleri Oku |
İbn Arabi (ks) Hazretleri Oku |
Vahdet-i Vücûd Oku |
Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd Oku |
Hakikat Arzı Oku |
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Oku |
Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) |
Yunus Emre (ks) Oku |
Şeyh Galib ve İnsanın Değeri Oku |
Hüsn ü Aşk Oku |
Su Hayatın Sırrıdır Oku |
Su Kasidesi Oku |
İsmail Hakkı Bursevî (ks) Oku |
Hacı Bayram-ı Velî (ks) Oku |
Hacı Bayramı Velî’nin Şiirleri Oku |
Hacı Bayramı Velî’nin Tasavvuf Eğitimi Oku |
Aziz Mahmud Hüdaî (ks) Oku |
Aziz Mahmud Hüdaî (ks) Hazretlerinin Menkibe ve Şiirleri Oku |
Şeyhim Kâmil-i Mürşid Hakkı Şiştar (ks) Hazretleri
|
Tasavvuf ve Şeriat Oku |
Tasavvuf Hakikatlerin İlmidir |
Duanın Hikmeti Oku |
Dört Kapı - Kırk Makam Oku |
Yunus Emre’de Dört Kapı Oku |
Tasavvuf ve Oruç Oku |
Tasavvuf ve Mutluluk Oku |
İman Kalpte Bir Nurdur Oku |
Ana Sayfa |