Zamanın Tasavvufî  Yorumu

Yayımlama Tarihi: 20.12.2015

Tasavvufta zaman kavramı çeşitli terimlerle ortaya çıkmaktadır. Bu terimler zaman, dehr, vakt, ezel ve ebed’dir. Bu terimlerin ayrı ayrı özellikleri vardır. Ed-Dehr,  Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Zaman, ed-Dehr isminin işlevini yapması için gereken zarftır. Vakt, zamanın belirli bir andaki anlamıdır. Ezel ve ebed, Allah adına zaman sayılan şeydir. Bu terimler birbirleriyle yakından ilgilidir.

 

Zaman

Zamanın başlangıcı, Allah’ın Hz. Muhammed’in (sav) ruhunu yaratmasıyla olmuştur. Zaman, feleklerin hareketleriyle yaratılmıştır. Zaman bilgisi, en önemli ve en genel bilgilerden biridir. Zaman bir nispettir, dışta varlığı yoktur. Yani alemdeki olaylar ve varlıklarla bağlantısı vardır. Ama bir eşya gibi bir varlığı mevcut değildir. Bu bakımdan zaman ilahi bir zarftır. Zaman zarfı içinde alemdeki bütün olaylar ve oluşumlar cereyan eder. Buna göre zaman her şey üzerinde hüküm sahibidir.  Zamanın dışında herhangi bir oluşum ve varlık düşünülemez. Zaman, hem Yaratana ve hem de yaratılanlara nispet edilir. Çünkü bütün oluş zaman zarfı içinde gelişmektedir.

Zamanın muzafı olduğu isim ed-Dehr’dir. Yani ed-Dehr isminin bütün yaptığı ve yapacağı işler zaman zarfı içinde olmaktadır.

Zaman ‘Ne zaman?’ sorusuyla ortaya çıkan bir nispettir. Alemdeki bütün oluşumlar ve varlıklar için  ‘Ne zaman?’ sorusu sorulabildiğinden, zaman alemdeki bütün varlık ve oluşumlara nispet edilebilmektedir. Buna göre, bütün şart edatları zamanın isimleri olmaktadır. Bu şart edatlarıyla isimlendirilen zaman ise var olmayan bir şeydir.

Bir hadis-i şeriften öğreniyoruz ki, Peygamberimizin dünyaya gelmesiyle zaman ilk yaratıldığı günkü hale gelmiş oldu. Çünkü Hz. Muhammed (sav)’in ruhu ilk yaratıldığında gayb alemde hüküm sahibi idi ve zaman onun ruhunun yaratılmasıyla başlamıştı. Peygamberimizin (sav) gayb aleminde sahip olduğu hükmetme özelliği, dünyaya gelmesiyle zahir alemde de ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, Peygamberimizin hüküm sahibi olması bağlamında , zaman ilk günkü başlangıç haline dönmüş oldu. Bu bize zamanın her şeyi içinde barındıran bir zarf olduğunu öğretiyor. Peygamberimizin (sav) hüküm sahibi oluşu da zaman zarfı içinde tahakkuk etmektedir.

Bir hadiste, Allah’ın zamanı dairesel yarattığı belirtilmiştir. Bir günün oluşmasını feleğin bir dönüşünü tamamlaması olarak algılamak mümkündür. Ancak bu dönüşü tamamlama bakana göredir, yoksa feleğe göre değildir. Örneğin güneşe bakan birisi güneşin hareketini gözüyle takip eder ve  güneşin sağa doğru indiğini görür. Bu sağa doğru iniş güneşe göre değildir, bakan kişiye göredir. Çünkü biz güneşe bakmakla onun kendi yörüngesindeki hareketini göremeyiz. Biz dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönmesiyle tamamlanan bir günlük dönüşü, güneş üzerindeki etkisiyle algılarız. Dolayısıyla güneşin dünyadan görünüşü, harekete bakan kişiye göredir.

Alemdeki her şey bir halden başka bir hale geçer.  Bu halden hale geçiş, zaman alemi için her anda, nefesler alemi için her nefeste ve tecelli alemi için her tecellide olmaktadır. Hallerin bu farklılığı zamanların farklılığı nedeniyledir. Yani insanların hallerinin farklılaşmalarının nedeni, onların içinde bulundukları zamanların farklılaşmasıdır.

Zamanların farklılaşmalarının nedeni hareketlerin farklılaşmasıdır. Burada kastedilen hareket feleklerin hareketleridir. Feleklerin hareketlerinin farklılaşmasıyla gece ve gündüz meydana gelir. Aynı şekilde ayların ve mevsimlerin meydana gelmeleri de feleklerdeki hareketlerin farklılaşmasıdır. Çünkü gece ve gündüzün oluşması, dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüşünün oluşturduğu feleğin farklılaşmasıdır. Aynı şekilde ayların oluşumu ayın dünya etrafındaki dönüşünün oluşturduğu feleğin farklılaşmasıdır. Keza mevsimlerin oluşumu da dünyanın güneş etrafındaki dönüşünün oluşturduğu feleğin farklılaşmasıdır. İşte bunlara zamanlar denilir.

Devirler ve dönmeler olsa bile alemde tekrar yoktur. Bütün bunlar birer yönelme ve gitmekten ibarettir. Dairesel hareket ne dönüşü ne de ricatı olan bir hareket olarak algılanmalıdır. Yani zamandaki döngüler varlıkları tekrar ilk hallerine döndürmez. Her an varlıklar yeni oluşumlar içindedir. Fakat zamanlar,  feleklerin dairesel hareket etmelerinden dolayı tekrarlanıyormuş gibi algılansa da, bunun alemdeki karşılığı tekrarlanma değildir. Çünkü alemler daima bir değişim içinde olup aynı durumun bir daha tekrar ortaya çıkması söz konusu değildir. Bu Allah Teâlâ’nın tecelliyatının zenginliğinin ve sonsuzluğunun bir neticesidir.

Allah hakikatleri var ettiğinde, hiç kuşkusuz kendisi için değil onlar için var etmiştir. Onlar, mekan ve zamanlar değişse bile, haller üzerinde bulunurlar. Allah hakikat ve hallerinden peş peşe ardışık olarak sonsuza değin, şeyleri kendilerine açar. Bununla beraber Allah’a göre iş tektir. Çokluk sayılanlardan kaynaklanmaktadır. Halbuki tasavvufî açıdan iş tektir.

Zaman, Allah’ın ezeli ve ebedi olması bakımından da mutlak (zorunlu) varlığın subutî (sabit) bir sıfatıdır. Bu sıfat Allah inancıyla birlikte karşımıza çıkmaktadır. Çünkü biz inanıyoruz ki, Allah ezeli ve ebedidir.

 

Ed – Dehr

Ed – Dehr, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Ed – Dehr isminin zarfı zamandır. Bu isim bu bakımdan, bütün isimlerin sultanı olarak değerlendirilir. Bütün isimlerde olduğu gibi ed-Dehr isminin gerçek bir varlığı yoktur. Bu isim de, bütün diğer isimler gibi bir nispettir.

Dehr bütün zaman birimleri için makul ve akıl edilebilir bir hakikattir.  Dehr ismi yardımıyla zaman içinde bütün birimler oluşmuştur.  Dehr isminin hakikati pek yüce olduğundan ona Dehr Hazretleri diye hitap edilir. Dehr yalnız alemlerdeki zamanlarla ilgili hükme sahip olan değil, aynı zamanda ezel ve ebed’in de hükmüne sahiptir.    

Bütün zaman ile ilgili nispetler dikkate alındığında, kendisi tek olsa bile Dehr dehirler olarak görünür. Bu tıpkı Hakk’ın mümkünlerin suretlerinde zuhur etmesi gibidir. Dehr ismi de çeşitli zaman birimlerinde zuhur etmektedir.

Bir hadis-i şerifte, Peygamberimiz (sav)  dehr diye isimlendirilmesi bakımından zamanı tenzih etmiştir. Çünkü Dehr Allah’ın isimlerinden biridir. 

Peygamberimiz (sav) Cenab-ı Hakk’ı bizim için ‘ed-Dehr’ diye isimlendirmiştir. Fakat ‘tabiat’ diye isimlendirmemiştir. Çünkü tabiatın (doğa) hükmü Dehr’in hükmünden farklıdır. Tabiat doğada var olan her şeyin aynıdır.  Fakat Dehr, var olanların kendisi değildir.

Zamansal dehr, ed-Dehr isminin mazharıdır. İsim bilfiil zamanda ortaya çıkan şeydir. Hakk faildir. Edilgen olan ise Dehr’de ortaya çıkmıştır. Fiil, fail ile edilgen arasında bir haldir.

Hakk Teâlâ, İnsan suresinin (Dehr suresi) 1. ayetinde  şöyle buyurmaktadır:

‘Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde insanın adı bile anılmazdı.’

Bu ayetteki ifade, zamanın insan yaratılmazdan önce de mevcut olduğunu ve zaman zarfı içinde  dehrin akıp gittiğini tasvir etmektedir. Bu ifade yukarıdaki açıklamalarımızı teyid etmektedir.

 

Ezel ve Ebed

Zaman bilgisinden ezel ve ebedin bilgisine geçilir. Ezel. Allah Teâlâ’yı nitelendirdiğimiz ve O’nun adına zaman saydığımız şeydir. Ezel kelimesinin manası, Allah hakkında herhangi bir başlangıcın söz konusu olamayacağının ifadesidir. O’nun varlığının bir başlangıcı yoktur. Bilakis, O başlangıcın ta kendisidir.

Hak ezeli olarak eşyayı takdir etti diyebiliriz. Fakat ezeli olarak eşyayı var etti diyemeyiz. Çünkü takdir etmek ilme dayanır. Hakk, ezelde kendi ilminde, eşyayı takdir etmiştir. Ancak eşyanın varlık kazanması ezeli değil zaman içinde olmuştur.

Ezel varlığı olmayan olumsuz (selbî) bir niteliktir. Çünkü o, Allah’ın aynı değildir ve Allah’tan başka bir şeyde mevcut değildir. Buna göre, ezel, Hakk’tan başka ve Hakk için zarf olan dışta mevcut bir şey değildir.

Alemin varlık olarak ortaya çıkmasıyla ezeli dediğimiz zamanın birinci ucu da ortaya çıkmış olur.  Çünkü zaman akışı başlamasa dehr olan ezelin anlam kazanması söz konusu olmazdı. Alemin varlık halinin zuhur etmesi şimdiki zamandır. Şimdiki zaman da dehr’dir. Şimdiki zaman da sonsuza kadar devam edecek ve diğer uç ulan ebedilik ortaya çıkacaktır. Ebedilik te dehrdir.

Şimdiki zaman süreklilik karakterine sahiptir. Dolayısıyla alem sürekli şimdiki zamanın hükmü altındadır.

İbn Arabî hazretlerine göre Allah için ‘Zaman’,  ezeliyet, ebediyet ve zamansızlık anlamında bir gerçekliğe sahipken, insan için zamanın gerçekliği, içinde bulunduğu vakte aittir. Hakk’ın sonsuz zamanındaki gerçekliği varlığın şimdiki anında gizlidir. İnsan Hakk’la ancak sahip olduğu an’da irtibat kurabilir.

 

Vakt 

Vakt zamanda takdir edilmiş bir varsayımdır.  Dolayısıyla zaman gibi var olmayan bir şeydir. Gece ve gündüz, ay, senenin vakitleri diye ifade edilen şeylerdir. Vakitler saatlere ve daha küçük birimlere kadar inebilir. Bütün bunların dışta bir varlıkları yoktur. Onlar bir takım nispet ve izafetlerden ibarettir. Vakit ve zamanın var olmaması yanı sıra, var olan şey yıldız ve feleğin kendisidir. Vakitler ise, felekte takdir edilen şeylerdir. Gerçekten var olan şeyler, mevcut olan feleklerin dairesel hareketleridir. Böylece vakitler, dairesel hareket eden feleklerde takdir edilen şeylerdir. Zaman da, bu vakitlerin içinde oluştuğu varsayılan  mevhum bir şeydir. Bunlara göre, vakit, var olan bir şeyde - ki bu felektir-  mevhum bir varsayımdır. Güneş veya herhangi bir yıldız, varlığı olmayan zaman denilen mevhum bir zarf içinde varsayılan bir takdirle kendi felekleri içinde hareket ederler.

Arif kul vaktin sahibidir (sahibü-l vakt). Rabbin huzurunda daima namazını kılarak, gerek hareket ederken ve gerekse dururken Rabbine yakaran arif kul, belirli veya belirsiz bir vakte sahip değildir. Çünkü kendisine Hakk’ta bir varid (ilahi tecelli) ulaştığında, onu kalbinde cem haline getirince artık onun keşfinde ne mazi ne de gelecek hatırası baş gösterir. Kul geçmiş ve gelecek düşüncesinden bomboş bir hale gelerek Hakk ile sarhoş olur.

Mevlana Hazretleri, Allah’la yaşanan bu özel vakitle ilgili olarak Cebrail (as) ın bie aşık ve maşuk arasında bir örtü hükmünde olacağını belirtir. Bununla ilgili bir hadis-i şerif şöyledir: ‘Benim Allah’la öyle bir vaktim olur ki, o vakitte ne bir melek-i mukarreb ne de bir nebiyy-i Mürsel sığmaz.’ İmam-ı Rabbanî de Mektubât-i Rabbanî’de bu hadise atıfta bulunmuş ve Peygamberimizin (sav) miraçta Allah ile geçirdiği özel vakti bu hadis ile bağdaştırmıştır.

 Kamil arif, her nefes ve zamanda, o nefes ve zamanın kendisine özgü isimlerin tecellilerinin verdiği bilgi ile Rabbi hakkında daha önce sahip olmadığı yeni bilgilere sahip olur. Bu durumda arif kul bakar ve geçmiş ile geleceği birleştiren özelliğin yokluk olduğunu anlar. Çünkü varlık, ancak şimdiki an içindir ve Allah’a ait olabilir. Şimdiki anın varlığı zati bir varlıktır. Şimdiki anda yokluk bulunmaz ve süreklilik sahibidir. Bu bakımdan şimdiki zaman (an) gerçek bir zarftır. Yokluk ise bir zarf değildir.

İnsan vaktinin oğludur (ibnü-l vakt). İnsan ne geçmiş zamanın ne de gelecek zamanın oğludur. Çünkü insanın varlığı geçmiş veya gelecek zamanda olmayıp şimdiki zamandadır. Bunun anlamı, gelecek ve geçmiş zamanın insan üzerinde herhangi bir hükme sahip olmamasıdır. Buna mukabil, şimdiki zaman süreklilik sahibi olup, alem ve insanlar daima şimdiki zamanın hükmü altındadır.

Şimdiki zamanın işlevi sürekli diye isimlendirilir. Şimdiki zaman, hiçbir şekilde varlığın bulunmadığı yokluğun iki ucu arasında bulunan bir varlıktır. Bu iki uç, geçmiş ve gelecek zamandır. Yaratılmış kulun özelliği geçmişte yokluk olduğu gibi gelecekte de yokluktur. Şimdiki zamanda ise ‘dır’ özelliği kazanır.  Yokluk kul için gerçek bir nitelik olup kendisinden ayrılması mümkün değildir. Varlık anlamındaki  ‘dır’ ise gerçek anlamda Hakka aittir. Hakk yokluk ile nitelenemez. Varlık O’nun aynıdır. Hakk’ın fiili kendisinden soyutlayıp sebebe izafe etmesi, Hakk’ın varlığına etkisi olmaz. Çünkü kulun yokluk olduğu, yokluğa ise hiç bir şeyin nispet edilemeyeceği kesindir.

Hakk fiili kendisinden soyutlayıp sebebe izafe etmiştir. Ama biz her fiilin bir sebebe dayandığını gözleriz. Ancak buradaki gerçek fail Allah’tır. Bu bütün tabiat olayları için geçerlidir. Çünkü mümkünler aslında anın evvelinde ve ahırında yokluktadır. Onlara yoklukta hiçbir nispet verilemez.

İnsanların bir kısmı gerçek failin zaman olduğuna inanmışlar ve kendilerinin ancak zamanın yok ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bunun sonucunda doğayı kendilerine ilah edinmişler ve doğanın dışında gerçek bir failin olmadığını iddia etmişlerdir.   Bugün bile bazı bilimle uğraşan insanların bu görüşte olduklarını maalesef görmekteyiz. Bunlara, Casiye suresinin 24. ayeti şu şekilde cevap vermektedir:

‘Hem müşrikler dediler ki ‘Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen zaman yokluğa sürükler. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece böyle zannederler.’

Ölünce insanın yok olacağını düşünenler, zamana ilah gözüyle bakanların nasıl bir dalalet içinde oldukları yukarıdaki ayetten anlaşılmaktadır.

İnsan vaktinin oğludur, ne geçmiş ne de gelecek zamanın oğludur. Bununla beraber insan geleceğe niyet edip geçmişi hakkında temennide bulunabilir. Fakat bütün bunların hepsini şimdiki zamanda yapar. Bunun nedeni insanın geçmiş ve gelecek zamanda değil şimdiki zamanda olmasındandır.

Şimdiki zaman (an), gerçek bir zarftır. Yokluk ise bir zarf değildir. Çünkü madum (yok) bir şey değildir. Yokluk ise la-şey’den (şey olmayan) ibarettir. Dolayısıyla la-şey başka bir şey için zarf olamaz.

Kulun yoklukla nitelendiğini söyledik. Böylece zaman yokluk olan geçmiş ve yokluk olan gelecek ile sınırlanmıştır. Fatiha suresindeki ‘Beni ulaştır’ ifadesi gelecek zamana, ‘hidayet ettiğin kimselere’ ifadesi ise geçmiş zamana aittir.  Yoklukta ayrım bulunmaz. Bu nedenle arif kula, ‘hidayet ettiğin kimselere beni kat’ diye dua etmesi emredilmiştir.

 

Hâl ve Vakt ilişkisi

Sufi literatüründe vakt terimi, sufinin yaşadığı manevi tecrübe anını ifade için kullanılır. Bu bakımdan sufilerin ‘hal’ kavramı ile de yakın ilgisi vardır. Bu durum mutasavvıflarca şöyle değerlendirmişlerdir:

Hal, kulun iradesi dışında bir anda kalbine gelen ve beraberinde kalbe rıza, tefviz (düşünceleri bırakma)  ve benzeri vasıfları getirip yerleştiren durumdur. Kul o anda halinde ve vaktinde saflığa erişmiş olur. Ama bu hal daimi olmayıp bir süre sonra değişir. 

Sufiler ‘Vakit keskin bir kılıçtır’ derler. Çünkü, vakit aynen bir keskin kılıç gibi geçmiş ve geleceğin kökünü keser, dünün ve yarının derdini gönülden koparır. Ancak bu durum, bu işe ehil olanlar için geçerlidir. Ehil olmayanlar için tehlikeli olabilir.

Vakit ve hal arasındaki ilişki için şunlar da ifade edilmiştir:

Hal, vakit üzerine gelen ve onu süsleyen bir variddir. Beden için ruh ne ise vakit içinde hal onu ifade eder. Vakit mutlaka hale muhtaçtır. Çünkü vaktin kıyamı hal ile olup, duruluğu ve saflığı da onunladır.

Kişinin geçmişle meşgul olması ve gelecekle ilgili bir düşünceyi kalbinden geçirmesi, sufilerce Hakk’tan perdelenme olarak  değerlendirilmiştir. Mevlana Hazretlerinin şu sözü bununla ilgilidir:

‘Geçmiş ve gelecek Hakk’ı bizim gözümüzden saklar. Her ikisini de ateşe atıp yakın. Düşünüş, geçmişe ve geleceğe dairdir, bu ikisinden kurtulunca müşkül hallolur.’

İbn Arabî Hazretleri de insanın elde edeceği ilahi tecellinin de geçmişte veya gelecekte değil, içinde bulunan anda olacağını belirterek şöyle der:

‘O halde sana şu an hakim olan şeye dikkat et. Çünkü ilahi tecellinin geçmiş ve gelecek zamanlarla ilişkisi geçmiş ve gelecek yönünden değildir. İlahi tecelliye göre tüm zamanlar şimdiki zaman hükmünde olduğundan sen de ilahi tecellinin vakti olan şimdiki zamanda ancak onunla irtibata geçebilirsin’

Bu açıklamalar göre sufi, ancak vakitle zamansız ve mutlak varlık olan Allah Teâlâ ile irtibata geçerek, dünyevi duygulardan ve kendi hüviyetinden sıyrılıp, benliğinde ezeli oluşu hissedebilir. Bu bakımdan vaktin kıymetini iyi bilmeli ve onu iyi değerlendirmelidir. Bu konuda Cüneyd-i el-Bağdâdî Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

‘Vakit değerli bir şeydir ve bir geçti mi bir daha geri gelmez. Şayet vakti Allah’ın zikrinden gafletle geçirecek olursan bir daha onu ebediyyen yakalayamazsın.’

Mevlana Hazretleri de bu konuda, şimdiki vaktin peşin ve var hükmünde olduğunu, geçmiş ve gelecek zamanın ise veresiye hükmünde olduğunu belirtir. Dolayısıyla peşini bırakıp veresiye ile meşgul olanların sonunda zarar edeceklerini ifade eder. ‘Yarın’ demek sülük şartlarından değildir. Var olan veresiyeden zarar görür.

 

Sonuç

Zaman kavramı asırlarca insanları, filozofları ve bilim insanlarını meşgul etmiştir. Herkes kendi düşüncesine göre zamanı anlamaya çalışmıştır. Ortaya birçok teoriler atılmıştır. Fakat hiç biri tam ve tutarlı yorum ortaya koyamamıştır. Bunun nedeni zamanı akıl ve duyularla algılamaya çalışmalarıdır. Akıl ve duyular bütün alemleri, özellikle gayb alemlerini algılamaktan çok uzaktır. Ancak Sırlar İlmi yardımıyla bütün alemlerin bir arada algılanabilmesi mümkündür. Sırlar İlmi’nin yöntemleri olan vahiy ve keşif vasıtasıyla gaybî ve zahiri alemler bir bütün içinde algılanabilmiştir. Zaman kavramı da, bu bakımdan tutarlı bir şekilde  ancak tasavvuf yoluyla açıklanabilmiştir. Zamanın tasavvufî yorumu akıl yoluyla varılan yorumlara ters düşmez, fakat onların eksikliklerini gidererek onlara bir bütünlük ve tutarlılık kazandırır.

Müslümanların İslam inanışlarını perçinlemek için tasavvufî yorumları bilmeleri önemlidir. Çünkü bütün ilimler, ancak tasavvufla çelişkilerden kurtulabilir ve bütünlük kazanabilirler.

Dostlar! Vaktin ne kadar kıymetli olduğunu üstatlarımızın bu konudaki ifadelerinden anlıyoruz. Bu nedenle her an’ımızı Allah’ın istediği yönde değerlendirmemiz gereklidir. Kalbimizde hiçbir zaman Allah Teâlâ’yı düşünmeyen bir an’ımızın olmasına izin vermemeliyiz. Kıldığımız namazların vakt şuuru ile kılınan namazlar olmasına gayret etmeliyiz. Ancak bu şekilde hem dünyada ve hem de ahirette mutluluğu yakalayabiliriz.

 

Faydalanılan Eserler:

‘A Brief History of Time’, Stephen Hawking, Bantam Press, London, 1988

‘Divan-ı Kebîr’, Mevlânâ, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000

‘Fîhi Mâ Fîh’, Mevlânâ, Devlet Kitapları, İstanbul, 1971

‘Filozofların Tutarsızlığı’, İmâm-ı Gazzalî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981

‘Füsusu’l – Hikem’, İbn Arabî, Sufi Kitap, İstanbul, 2007

‘Fütûhât-ı Mekkiyye’, İbn Arabî, Litera yayıncılık, İstanbul, 2008

‘İslam Tasavvufu’, Serrâc, Altınoluk Yayınları, İstanbul, 1996

‘Mektûbât-ı Rabbânî’, İmâm-ı Rabbânî, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2008

‘Mesnevî’, Mevlânâ, Kırkambarlar Kitaplığı, İstanbul, 2003

 

Yorum ve eleştirileriniz için :   yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Anasayfa         Makaleler