“Yoldaki İşaretler” şehit alim Seyyid Kutub'un kitabıdır. Seyyid Kutub, Müslüman Kardeşler teşkilatının önemli bir şahsiyetidir. 1906'da Mısır'ın Asyut şehrinde doğan Kutub, 1926'da öğretmen ve 1933'te Darü’l-ulûm’dan mezun oldu. 6 yıl süren öğretmenlik hayatından sonra 1948'de Amerika'ya gitti. Buradaki eğitim sistemlerini inceleyen Kutub, Amerika'nın en keskin karşıtlarından biri olarak 1950'de Mısır'a döndü. Şubat 1953'te İhvan-ı Müslimin’e üye oldu. Kutub 15 Ocak 1954'te İhvan-ı Müslimin’in kapatılması üzerine teşkilatın önde gelenleri ile birlikte tutuklandı. Bir ara serbest bırakılan Kutub, Ekim 1954'te tekrar tutuklandığında 15 yıl hapise mahkum oldu. Sağlığı bozulunca 1964'te tahliye edildi. Ancak İhvanını yeniden canlandırma faaliyetlerine katıldığı için 9 Ağustos 1965'te tekrar tutuklandı ve idam cezasına çarptırıldı. 29 Ağustos 1966'da cezası infaz edildi. İslam yolunda şehit olan Seyyid Kutub birçok eser kaleme almıştır. Bunların içinde en meşhur olanları Fî Zılâli’l Kur’an adlı tefsiri ve Yoldaki İşaretler adlı kitabıdır. Seyyid Kutub hakikat aşığı bir kişidir ve arayışı 40 yıl sürmüş olsa da gerçeği bulduğunda onu tutup kaldırmaya ve gerektiğinde de o yolda canını feda etmeye hazır bir kişiliğe sahiptir. Ona göre, İslam şeriatıyla yönetilmeyen toplumlar cahiliyye toplumlarıdır. Müslümana düşen görev cahiliyyeden bağımsız bir yapı içinde örgütlü mücadele vermektir. Bu yöntem Hz. Muhammed (sav)'in Mekke döneminde uyguladığı yöntemle aynıdır. Bu dönemde en önemli görev, “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) sözünün ne anlama geldiğini açık bir şekilde topluma anlatmaktır. Amaca ulaşırken aceleci olmamalıdır. Çünkü köklü değişikler zaman ister ve talihsiz olmayı gerektirir. Bu süreçte cahiliyye sistemine şirin gözükmeye çalışılmamalı, onda ufak tefek tadilatlar yapmakla yetinilmemelidir. Çünkü aksi halde bu yenilgiyi baştan kabul etmek demektir. Müslümanlar tebliğin serbestçe yapılabildiği ortamlarda şiddete başvurmamalıdır. Mekke'de cihada izin verilmeyişinin ilkesel gerekçesi de budur. Çünkü bu dönemde akıllara ve kalplere hitap edilmiş ve taktiksel olarak da güç dengesi gözetilmiştir. Müslümanlar gücü ele geçirdiklerinde İslam’ı tebliğ önündeki engelleri kaldırmak için kuvvete başvurabilirler. Çünkü İslam'da Cihad savunma savaşı değildir. Kutub’a göre günümüzde insanlık tam bir ateş çukurunun kenarındadır. İnsanlığın bu duruma gelmesinin asıl nedeni, sağlıklı bir hayat nizamını koruyan ve geliştiren değerler sisteminin iflas etmesidir. Örneğin batı dünyası tüm insanlığı kuşatan cihan şümul bir hayat nizamı kurmak şöyle dursun, kendi var oluş gayesini kendisine bile kanıtlayamamaktadır. Aynı şey doğu dünyası için de geçerlidir. İnsani bir takım ideolojik ögeler taşıyan Marksist düşünce, kitleleri kendine çekse bile, daha sonraki dönemlerde temel ilkelerde baş gösteren bozulma onu totaliter bir devlet düzenine dönüştürmüştür. Bu türlü beşeri düzenlerin hemen hepsi insanın fıtratına aykırıdır. Bu nedenle kokuşmuş ya da uzun süre baskıcı rejimlerin uygulandığı sistemlere dönüşmüştür. Bugün artık İslam ümmeti ortaya çıkmalı ve kendini örgütlemelidir. Bu konuda Seyyid Kutub kitabında şunları söylemektedir: “İslam ümmeti, hayatları, düşünceleri, tutum ve davranışları, örgütleri, değerleri ve değer yargıları, bunların tamamı İslami metottan kaynaklanan insan topluluğudur. Bu niteliklere sahip ümmet, Allah'ın şeriatına göre yönetim biçimi, yeryüzünün tamamından kaldırıldığından beri varlığını yitirmiştir. İslam'ın bir kez daha insanlığa “yeni bir dünya düzeni” sunma konusundaki yüce işlevini yerine getirebilmesi için bu ümmete yeniden varlığını kazandırmak gerekir. İslam’la ve İslami metotla yakından uzaktan alakası olmayan, fosil haline gelmiş nesiller, düşünceler, tutum ve davranışlar, düzenler tarafından yok edilen bu ümmet kavramının, yeniden diriltilmesi mecburidir. İslam dünyası adı altında bu ümmetin var olduğu sanılsa bile, bu diriliş zorunludur.” Bu yeniden dirilişin günümüzde kolay olmayacağı aşikardır. Çünkü bu dönemde Avrupa dehası kültürel, bilimsel, örgütsel ve endüstriyel üretim alanlarında büyük başarılar göstermiştir. Bu insanlığın zirvesinde bulunduğu büyük bir birikimdir. İnsanlık bu aşamada ne bu büyük birikimden ne de onun temsilcisi olan batıdan kolay kolay vazgeçemez. Özellikle bu süslü ufuklardan uzaklarda bulunan İslam alemi bile. Diriliş girişimi ile yönetimi ele geçirme arasındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun “İslami Diriliş” hareketi başlatılmalıdır. “İslami Diriliş” hareketinin başlatılması, mutlaka atılması gereken ilk adımdır. İslami Diriliş hareketinin başlaması konusunda Seyit Kutub şunları söylemektedir: “İslami diriliş hareketi nasıl başlayacaktır? Öncelikle bu işe bütün benliğiyle karar vermiş ve bu yola baş koymuş bir öncü topluluk. Yeryüzünün tümünde zorbalığını bütün şiddeti ile uygulayan cahiliyye egemenliğine son vermeye kararlı bir topluluk. Yeryüzünü kuşatan bu cahiliyyeden uzak durmaya çalışırken öte taraftan belirli bir biçimde onunla ilişkide olmayı savsaklamayan bir topluluk. Böylesi bir kararlılıkla bu yola baş koyan “öncü topluluğun” üstlendiği bu zorlu görevin tabiatını bilmesi, görevinin hakikatini kavraması, amacının asaletini ve çıkacağı bu uzun yolculuğun başlangıç noktasını hesaplayabilmesi için ona kılavuzluk edecek “yol işaretleri” gerekir. Yeryüzünün her köşesini ihata eden cahilliyye karşısında tutumunu belirleyebilmesini sağlayan yol işaretleri…” Seyyid Kutub “Yoldaki İşaretler” adlı kitabını, gelmesi sabırsızlıkla beklenen bu öncü topluluk için yazdığını ifade etmektedir. Biz de yayınlayacağımız makalelerle bu kitabın fikirlerini ele alarak açıklamaya çalışacağız. Bu konuda hem Seyyid Kutub’un hem de kendi fikirlerimizi ifade edeceğiz.
Eşsiz Bir Kur’an Nesli İslam, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan sahabi neslini ortaya çıkarmıştır. Bu ilk neslin beslendiği kaynak yalnızca Kur'an idi. Allah elçisinin kavli ve fiili sünneti, sadece bu kaynağın pratiğe aktarılmış biçimiydi. Nitekim Hz. Ayşe'ye (ra) Allah elçisinin ahlakı sorulduğunda o şu karşılığı vermiştir: “Onun ahlakı Kur'an'dı”. Allah elçisi yüreği bütün pisliklerden arınmış yepyeni bir nesil yaratmak istiyordu. Beyni, düşüncesi ve bilinci Kur'an'ın içerdiği ilahi yöntemden başka şeylerden tamamen arınmış, saf, arı-duru bir nesil. İşte o nesil sadece ve sadece bu kaynaktan susuzluğunu gideren bir nesildi. Tarihteki eşsizliği bu yüzdendi. Sonra ne oldu? Kaynaklar karıştı, safiyet bozuldu. Bu neslin ardından gelen kuşakların beslenme kaynaklarına Yunan felsefesi ve mantığı, Pers efsaneleri ve düşünce biçimleri, Yahudi hurafeleri ve Hristiyanlık mistisizmi, bunların dışında kalan diğer kültür ve medeniyetlerin tortuları karıştı. Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet ögeleri Kur'an tefsirlerine, kelam ilmine, fıkıh ve fıkıh usulüne de karıştırıldı. Sahabi neslinden sonra gelen bütün nesiller bu bulanık kaynaktan beslendiler. İşte bundan dolayı o özellikte ikinci bir nesil kesinlikle gelmedi. Sahabi nesli ile öteki nesiller arasındaki açık farklılığın birinci sebebinin kaynakta meydana gelen bu bulanıklıktan olduğu aşikardır. Seyyid Kutub bu konuda şunları söylemektedir: “Kuşkusuz Kur'an ancak, eylem için bilgi edinme ruhu ile kendisine yönelen ruha açar, bütün zenginliklerini. Çünkü o beyinsel yararlanma, edebiyat, sanat, öykü ve tarih kitabı olarak gelmemiştir. Bütün bu anlatı yöntemlerini içeriyor olsa da o sadece bir çeşit yaşama yöntemi, katıksız ilahi yöntemler manzumesi olarak indirilmiş bir kitaptır. Zira Cenab-ı Hakk bu yöntem gereği Kur'an ayetlerini birbirini izleyen bölümler halinde indirmiştir. Şöyle buyuruyor: “Kur'an'ı insanlara üzerinde dura dura okuyasın diye parça parça indirdik.” (İsra, 17/106) İşte bu amaçtan ötürüdür ki Kur'an bir kere de toptan indirilmemiştir. Yeni yeni meydana gelen ihtiyaçlara, düşünce ve dünya görüşlerindeki sürekli gelişmelere birey ve toplum hayatındaki değişimlere, Müslüman toplumun gerçek hayatta karşılaşması olası pratik sorunlara uygun düşecek biçimde indirilmiştir. Özel bir olay veya durum hakkında inen ayet veya ayetler o dönemde yaşayan insanların benliklerinde değişiklik meydana getirmiştir. O olay veya durum karşısında düşünce yapılarını biçimlendirir, olay karşısında takınılacak tutumlarını belirler. Bilinçlenmede ve yaşamada düşünülmesi olası yanılgıları düzeltir; bütün bu olay ve durumlar karşısında insanları Rablerine bağlar; insana olayın oluş sürecinde Allah'ın etkin olan sıfatını öğretir; sonuçta insanlara Melei Âlâ’da Allah'ın gözetimi altında ve sonsuz gücünün sınırları içerisinde yaşadıklarını duyumsatırdı. Böylelikle insanlar gerçek hayatlarını sapasağlam ilahi yönteme uygun biçimde oluştururlardı. Uygulamak ve eyleme geçirmek için Kur'an okuma yöntemi, ilk nesli yaratan yöntemdi. Onların ardından gelen nesillerin yöntemi ise araştırma yapmak, dünyevi veya psikolojik yarar sağlamak amacıyla Kur'an okumak oldu. Bu ikinci metot, ilk nesli, daha sonradan gelen nesillerden ayıran temel etkendir.” Müslümanlar artık cahiliyye çevrenin gelenek ve göreneklerinden, dünya görüşünden tamamen soyutlanmalıdır. Şirkten sıyrılıp Tevhid akidesine sığınmalıdır. Bu nokta yolların ayrıldığı bir kavşak noktasıdır. Yeni yolda yürüyüşün başlangıç noktasıdır. Seyyid Kutub şöyle diyor: “Bugün biz, İslam'ın çağdaşı olduğu cahiliye dönemini, belki de daha karanlığını yaşıyoruz. Cahiliyye her şeyiyle çepeçevre kuşatmış bizi. İnsanların dünya görüşleri, inanç biçimleri, gelenek ve görenekleri, kültürel kaynakları, sanat ve edebiyatları, yaşama biçimleri ve yasaları. İslam kültürü, İslami kaynaklar, İslam felsefesi ve İslam düşüncesi olarak bellediğimiz unsurların çoğu dahi bu cahili unsurlardan meydana gelmiştir. Bu yüzdendir ki, İslami değerler benliklerimizde tam olarak yerleşemiyor, kafamızdaki İslam düşüncesi netleşemiyor, bunların sonucu olarak İslam'ın ilk döneminde meydana gelen tipte insanların oluşturduğu bir nesil aramızdan çıkamıyor. Öncelikle İslami hareketin oluşum sürecinde şu an yaşadığımız ve kendisine dayandığımız cahiliyyenin bütün etkilerinden sıyrılmalıyız. Ardından, ilk neslin dayandığı ve beslendiği her türlü şaibeden arınmış saf kaynağa dönmekle işe başlamalıyız. Mutlaka ona dönmeliyiz; bütün varlığın hakikati, insani varlığın hakikati düşüncelerimizi, bu iki varlık türü ile gerçek yetkin ve aşkın varlık olan Cenab-ı Hakk arasındaki bütün bağlantıları o kaynağa dayandırmamız gerekir. Bundan dolayı dünya görüşümüzü, değerlerimizi, ahlaki yapımızı, yönetim metotlarımızı, politika, ekonomi, bütün hayat dinamiklerini mutlaka bu kaynağa dayandırmak ve oradan almak zorundayız. Bu yolda elbette sıkıntı ve meşakkatle karşılaşacağız. Bu yol bize ödemesi zor bir fatura sunacaktır. Ancak ilahi bağışa mazhar oldukları bizzat Allah tarafından onaylanan, cahiliyye yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçeneğimiz yoktur.” İlk neslin ortaya çıkışında Peygamberimizin şahsiyeti ve gösterdiği mucizeler de etkili olmuştur. Onun ağzından dinlenilen Kur'an ayetleri sahabeyi çok etkilemiştir. O insanlar Kur'an'ın insan ruhuna nasıl etki ettiğini yaşamışlardır. Bugün Peygamberimiz dünyada yoktur. Ancak onun sünnetini ve hadislerini bizler biliyoruz. Bunları bilmek bize yetecek mi? Burada insana samimi bir şekilde iman ve tefekkür gerekir. İstenilene varabilmek için Kur'an ve Peygamberimize sağlam bir iman ile yönelmek birinci şartıdır. Kalplerde gerçek İslam inancı olursa, insanlara Kur'an ve Peygamberin hitabını kolayca etkiler. Eğer kalplerde sağlam bir iman olmazsa bu etkiler sınırlıdır ve istenilen sonucu vermez. Bu iman nasıl elde edilecek? Bunun için okumak, araştırmak ve bunların üzerinde tefekkür etmemiz zorunludur. Bugün için Peygamberimizin maneviyatı bize doğrudan ulaşmıyor. Bu sahabenin avantajı idi. Bizim bu maneviyata ulaşabilmemiz önce iman sonra gerekli ilim ve en sonunda tasavvufi yönelişlerle mümkün olacaktır. Herkesin tasavvuf ehli olması kolay değildir. Ancak bu işlerin önderleri olacak kişilerin gerçek birer sufi olması çok faydalı olacaktır. Bu nedenle İslami Diriliş’in önderleri gerçek tasavvuf ehli olmalıdır. Onlar Peygamberin varisleri olarak etrafındaki kişilerin kalplerine İslam'ın manevi tarafını aktarmaya çalışmalıdırlar. Bu nedenle İslami Diriliş ve yeni bir İslam neslinin oluşmasını sağlamak için gerçek bir Mürşide ihtiyaç vardır. Böyle bir mürşit de ancak Allah'ın nasip etmesi ve görevlendirmesi ile olur. Böyle gerçek bir mürşidin ortaya çıkması kolay değildir. Çünkü bunu İslam düşmanları da farkındadır. Bu nedenle gerçek mürşitler bu devirde kapalı bir tarzda çalışmaktadırlar. Ancak Allah'ın emriyle bu gerçek mürşitler ortaya çıkabilirler. Bu ancak Allah'ın izni ve emriyle olur. Böyle bir başlangıcın olacağını ümit ediyoruz. Gerçek İslam’ı insanlara anlatacak ve asr-ı saadet dönemini birebir yaşayacak olan mürşit veya mürşitlerin ortaya çıkmasının yakın olduğunu ümit ediyoruz. Seyyid Kutub böyle bir neslin insanların kendi gayretleri ile ortaya çıkmasının mümkün olabileceğini düşünmektedir. Ona göre Peygamberin varlığına gerek yok. Kur'an ayetlerinin bilgisinin şartsız sualsiz uygulamanın yeterli olacağını düşünmektedir. Ancak bize göre bu düşünce ilk neslin oluşundaki Peygamberin fonksiyonunun ihmal edilmesi demektir. Peygamberin fonksiyonu böyle bir nesli oluşturmak için şarttır. Bu da ancak onun varisi olan ve gerçek tasavvuf ehli olan mürşit veya mürşitlerin ortaya çıkarak insanlara gerçek İslam'ı tebliğ etmeleri ile mümkün olacaktır. Bu da Allah'ın takdir ve izniyle olur. Bunun için niyaz ve duada bulunmak Müslümanların görevidir.
Kur’anî Yöntemin Yapısal Özelliği Seyyid Kutub kitabında, İslam'da ele alınması gereken en önemli ve ilk konunun akide olması gerektiğini ifade etmektedir. Akidenin temel kuralları uluhiyet ve kulluktaki, bunlar arasındaki ilişkileri oluşturmaktadır. Akide meselesi varlık ve insanlık meselesidir. Zaman içinde hiçbir şekilde değişime uğramaz. Çünkü akide insanın var oluşsal bir sorunudur. Bunlar insanın eşya ve diğer canlılarla olan ilişkisini belirler. Ayrıca bununla da insan, evren ve bütün canlıların yaratıcı ile olan ilişkileri belirlenir. Bütün bunlar Kur'an’ın Mekke'de inen ayetlerinde açıklanmaktadır. Kur'an insanın kim olduğunu, nereden geldiğini, niçin geldiğini, işin sonunda nereye gideceğini açıklıyor. Kur'an insana bu oluş aleminde Tanrı ve çevresi ile nasıl bir ilişki içinde olması gerektiğini anlatmaktadır. Ayrıca kulların birbirleriyle olan ilişkileri de açıklanmaktadır. Peygamberimiz (sav) ilk olarak işe insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını ifade eden tebliğle başlamıştır. Mekke döneminde insanlara sadece Rablerine kulluk etmelerini öğütlemekle geçirmiştir. Bu durum o günkü insanlara en zor bir hitap şekliydi. Çünkü o gün insanlar birçok Tanrı ve putlara tapıyorlardı. Önce insanların bu yanlış inanışlarını değiştirmek Peygamberimizin en önemli göreviydi. Arapların milliyetçilik duygularını ön plana almadı. Kur'an'ın emirlerinin doğrudan “La ilahe illallah” inancıyla insanlara öğretilmesi gerekiyordu. “İşte Rabbiniz Allah bu! O’ndan başka ilah yoktur. O, her şeyin yaratanıdır. O’na kulluk edin. O her şeye vekildir.” (Enam, 6/102) “İşte seni böyle, kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik ki, onlar Rahman'a küfür edip dururlarken, sen onlara sana vahyettiğimiz kitabı okuyasın. De ki: O Rahman benim Rabbimdir, O’ndan başka ilah yoktur. Ben O’na dayandım, tevbem de O’nadır.” (Rad, 13/30) İnsanlar sadece Allah'ın kullarıdır. “La ilahe illallah” bayrağı dalgalandırılmadıkça yalnız Allah'ın kulu olunamaz. Çünkü “La ilahe illallah” ilkesinin gerçek anlamı, “Allah'tan başka hiç kimsenin hakimiyet hakkı yoktur”, “Allah'tan başka şeriat koymaya kimsenin hakkı yoktur” ifadeleridir. Bu bakımdan bütün uluslar ve farklı renklerde olan insanlar Allah'ın Tevhid bayrağı altında eşit konuma getirilmelidir. Bunun da yolu akide birliğidir. Bu konuda Seyyid Kutub kitabında şunları söylüyor: “Allah biliyordu ki, toplumda sosyal adalet anlayışı, her şeyi Allah'a dayandıran, O’na iade eden, Allah'ın insanlara eşit olarak dayattığı şeyleri gönül rızası ile kabullenen kapsayıcı bir itikadi anlayıştan kaynaklanmalıydı. Böylelikle toplumda sağlıklı bir sosyal dayanışma meydana gelebilir, hem alanın hem de daha önce servetine el konulan insanın yüreğinde Allah'ın koyduğu ilahi bir düzenin uygulanması, aynı düzeyde yerleşebilir; böylece her iki taraf da ilahi emre boyun eğerek dünya ve ahirette aynı düzeyde hayır ve güzellik elde etmeyi umabilirdi. Ancak böyle olursa, yürekler aşırı tutku ve kinle dolup taşmayacaktı. Yapılan bütün işler kılıç, sopa, korkutma ve terör estirme yollarına başvurarak yürütülmeyecek; “La ilahe illallah”tan başka ilkeler üzerine kurulan rejimlerde olduğu gibi kalpler bozulmayacak, ruhlar hasta olmayacaktı.” Allah elçisinin gönderildiği dönemde, Arap Yarımadası'nda yaşayan toplumun ahlaki yapısı birçok açıdan son derece düşük bir düzeydeydi. Toplumda zulme dayalı ilişkiler alabildiğine yaygındı. Zulmün yanı sıra içki, kumar ve fuhuş ta cahiliyye toplumunun geleneklerinden ve övünme kaynaklarındandı. Bütün bu olumsuzluklara karşı Peygamberimiz (sav) yeni tebliğini ahlak değerlerini güçlendirmek için yapabilirdi. Bu toplumda karşılık da görebilirdi. Ancak bu yol denenmemiş onun yerine akide öne alınmıştır. Bu durumu Seyyid Kutub kitabında şöyle anlatmaktadır: “Yüce Allah bu yol ve yöntemin de çıkar bir yol olmadığını biliyordu. Cenab-ı Hakk biliyordu ki, sağlıklı bir ahlak anlayışı ölçüler koyan, değerler sistemi kuran bir akide temeline dayandırılabilirdi ancak. Bunun dışında kalan bir temele dayandırılması mümkün değildi.” Allah Teâlâ’nın bu emrine uyarak hareket eden Peygamberimiz ve onun ashabı, Arap yarımadasını Bizans ve Pers egemenliklerinden temizlediler. Ancak bu temizleme harekatı orada Arap ulusunun egemenlik kurması adına değil, sadece Allah'ın egemenliğinin yerleştirilmesi adına yapıldı. Neticede Arap Yarımadası Pers, Bizans ve Arap tagutlarından tamamen temizlendi. Bazı insanların iddia ettiği gibi Peygamberimiz Arap milliyetçisi değildi. Kur'an ve İslam da Arap milliyetçiliğini öngörmüyor ve övmüyordu. Tam tersine kurulan nizam Allah'ın adaletine göre adil davranma, Allah'ın ölçüleri ile ölçme, sosyal adalet bayrağını sırf Allah adına yükseltmekti. Adına “İslam Bayrağı” denen “İslam Nizamı” kuruldu. Bu nedenle İslam bayrağı üstüne sadece “La ilahe illallah” ibaresi yazıldı. Seyyid Kutub kitabında şöyle diyor: “Çok nadir şartlarda başvurulan ve Allah tarafından konulan had ve kınama gibi yaptırımların uygulanmasına gerek görülmeden benlikler, ahlaklar, yürekler ve ruhlar tertemiz oldu, arındı. Çünkü insanları denetim altında tutan asıl mekanizma onların vicdanlarına yerleştirildi öncelikle. Allah'ın rızasını kazanma, sevabını elde etme tutkusu, gazabından ve azabından korkma ve utanma duygusu yaptırımlarını cezaların ve denetim mekanizmalarının yerine geçtiler. Böylelikle insanlık ahlaki alan dahil hayatın bütün alanlarında, daha önce eşine rastlanılmayan yücelikte bir yüceliğe sahip bir düzen kurmayı başardı; diğer bir ifadeyle zirveye ulaştı. İslam'ın gölgesinde yaşamanın dışında bundan sonra da hiç kimse o zirveye ulaşamayacaktır.” Bu başarı nasıl elde edildi? Bunun cevabı, İslam dinine inanan insanların öncelikle onu akide, ahlak, ibadet ve bir yaşam biçimi olarak vicdanlarında, hayatlarında yaşamalarıdır. Bu daha sonra bir rejim, yasama ve yürütme sistemi haline getirildi. Bu insanlara, başarılı olmaları karşısında kendilerine vaat edilen şey dünya değildi. Vaat edilen şey sadece Cennetti. Çünkü onların elleriyle kurdukları iktidar biçimi Allah adına, din adına ve şeriat adına kurulmuştu. Eğer Peygamber bu tebliğ mücadelesinin ilk adımı olarak ulusçuluğun, toplumculuğun, ahlakçılığın daveti ile başlasaydı, bu yöntem salt Allah adına uygulanan bir yöntem olmazdı. Çünkü aksi halde “La ilahe illallah” bayrağının yanında başka bayraklarda yükselecekti. Bu da istenilen bir şey değildi. Seyyid Kutub bunu şöyle ifade etmektedir: “Bu din tamamen, tek ulûhiyet temeli üzerine kurulmuştur… Bütün siyasal ve sosyal düzenlemeleri, yasama ilkeleri, bu olağanüstü değerdeki asıldan fışkırmıştır. Tıpkı büyük gövdesi, sık dalları ve geniş alana yayılan gölgesi olan bir ağacın, aynı oranda köklerini toprağın derinliklerine salması, aynı büyüklükte bir geniş alana yayması gibi. İşte bu din de böyledir. Onun kurduğu düzen bütün yaşamı kuşatır; küçük, büyük bütün insani durumları üstlenir; insanın sadece dünyadaki hayatını değil, uhrevi hayatını da düzenler; yalnız görülebilenler dünyasını değil, bilinmezler dünyasında saklı olanlarla da ilgilenir; görünürdeki maddi ilişkilerle sınırlı kalmayıp aynı biçimde vicdanların derinliklerinde, evrende, niyetlerinde saklı olan gizleri açıklar. O heybeti, devasa büyüklüğü ile yukarıda zikrettiğimiz ağaç örneğine benzer büyüklükte bir kurumdur. Bu durumda büyüklüğüne uygun düşecek biçimde köklerin derinliklerine inmesi, geniş bir alana yayılması gerekir.” Böyle bir İslam topluluğu fiili olarak kurulduğunda yasama ve düzenlemeleri gerektiren reel bir hayatı olur. Ancak yeni düzenlemeler Allah'ın emirlerine uygun olarak kurulmalıdır. Ancak o zaman rejimin bir ciddiyeti ve saygınlığı olabilir. Bu nedenle ne zaman ki Medine'de Müslümanlar kendi egemenliklerine sahip bir devlet haline geldiler, o zaman Müslümanların toplum ihtiyaçlarına cevap verecek yasal düzenlemeler Peygambere Kur'an yoluyla bildirildi. Böylece bu Müslüman toplumun her türlü başarı ve fetih için önü açıldı. Ancak bugün dünyada Allah'ın şeriatı dışında kalan sistemleri toptan reddedip bizatihi Allah'ın şeriatını uygulayan bir toplum yoktur. Günümüzde İslam adına yaşamlarla ilgili yapılan yasalar, düzenlemeler, çözüm önerileri üretmek isteyenler Allah'ın dinindeki doğal karakteristikleri ve ne yapılmak istendiğini maalesef algılayamamışlardır. Bugün İslam'a uygun diye ileri sürülen yasa ve düzenlemeler gerçek İslam ile ilgisi yoktur. Çünkü bu kişiler Peygamberin kurduğu İslam sistemdeki amacı ve özü kavrayabilmiş değillerdir. Bu insanlar yabancı düşünce ve kültürlerin etkisindedirler. Onlar bu etkilerden kurtulmadıkları sürece, Peygamberin hedefinin ve amacının ne olduğunu anlamalarını mümkün değildir. Bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu düşkünlük ve acizliklerden kurtulabilmesi için İslam'ın ilk dönemdeki davranış biçimlerini örnek alınmalıdır. Akidenin sırf entelektüel bir araştırma, kültürel bir bilgi, kazanılan teoriler formunda ele alınması, izaha çalışılması İslam açısından büyük bir yanılgıdır. Kur'an'ın getirdiği akide sistemi belirgin, eşsiz, özgü bir yöntemdir. Bu akide sistemine uygun olarak İslam cemaati ve İslami varoluş hareketi şekillenmelidir. Akide, aktif hareket edebilen bir toplumun dinamik bir biçimi olmalıdır. Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslam, akide sisteminin dinamik benliklerde, gerçekçi bir düzende, organize bir toplumda, kendisine inanan kişilerin benliklerinin derinliklerine sinmiş cahiliyye birikintileri ve o toplumun çevresini çepeçevre kuşatmış cahiliyye ile savaşabilen aktif bir harekette ifade edilmeyi ister. İslam'ın ulûhiyet, oluşlar alemi dünyası, gerçek hayat ve insanın var oluşu ile ilgili dünya görüşü yetkin ve kuşatıcıdır; aynı bağlamda olumlu ve son derece gerçekçidir de. Bu doğal yapısı ile o, salt akli bir bilgi edinmeye dönük bir dünya görüşü olmayı hoş görmez. Çünkü böyle bir durum onun amacına ve doğal karakteristiğine aykırıdır.” Allah Teâlâ, Kur'an'da şöyle buyuruyor: “Şüphesiz, bu Kur'an en doğruya götürür.” (İsra, 17/9) Bu ayetle şu murad edilmektedir: İslam'da yöntem, hakikatle özdeştir. İslam'a yabancı hiçbir yöntem, İslam’ı yeniden yürürlüğe koyma amacını gerçekleştiremez. İslam'a hizmet adına böyle bir yöntemin kullanılması düşünülemez. Her türlü İslami harekette yönteme bağlılık, akideye bağlılık kadar önemlidir. İslam'ın yeniden dirilmesi için şunları da göz önünde bulundurmalıyız. Mekke döneminde Peygamberimiz 13 yıl boyunca akideyi esas alması, yani sadece “La ilahe illallah” inancını pekiştirmeye çalışması bugün için aynen uygulamak ne kadar iyi sonuç verecektir. O dönemde sahabi Peygamberimize muhataptır. Peygamberin maneviyatı onları kuşatıyordu ve onun her sözü ve davranışı onların kalbine doğrudan etki ediyordu. Bugün bu imkanın sahip değiliz. Bu nedenle insanlara gerçek İslam'ı öğretmek için “La ilahe illallah” inancının yanında bazı gerçekleri de anlatmalıyız. Bu gerçekler İslam'ın sosyal, ekonomik, siyasi konulardaki çözüm önerileridir. Çözüm önerilerinde İslam'ın öngördükleri ile bugünkü mevcut sistemleri karşılaştırılması yapılarak İslam'ın ön ördüklerinin daha mükemmel oldukları insanlara anlatılmalıdır. Bunları anlatırken onların anladıkları dil yani bilim kullanılmalıdır. Böylece İslam’ın üzerinde yükseleceği bir bilgi topluluğu, yani bir kütüphane inşa edilmelidir. Öyle ki insanlar her hangi bir konuda karşılaştıkları sorunların cevabını bu kütüphanedeki kitaplar içerisinde bulabilsinler. Bunlar yapılırken İslam'ın bildirdiği gerçeklerden hiçbir zaman taviz verilmez. Kur'an ve Sünnet esas alınarak bu bilgiler oluşturulmalıdır. Bu yöntem bir din reformu değildir. Hiçbir şekilde bu bilgiler içinde dünyadaki bugün tabi olunan seküler bilgiler yer almayacaktır. Bu İslam'ın bugün insanların gönüllerine yerleştirdikleri her türlü İslam dışı inanç ve ilim anlayışından nasıl üstün bir sistem ve çözüm ürettiğini herkese duyurulmasıdır. Bunlar zor işler değildir. Allah'a ve Resul'e iman eden ve seven İslam alimleri bu işleri kolaylıkla yerine getirebilirler. Bunları yapabilmek için bugün her türlü vasıta mevcuttur. Ancak bu işlerin kısa sürede olacağı ve sonuca gidileceğini düşünmek aldatıcı olabilir. Bu bir sabır işidir. Allah'ın emrettiği şekilde İslam'ı anlayarak yaşamak ve bu yönde çaba göstermek bu işte başarılı olmanın güvencesidir. Seyyid Kutub'un sık sık bahsettiği davetçi hareketi, o günlerde belki amaca uygun olarak yapılıyordu. Fakat bugün davetçi hareketleri dejenere olmuş durumdadır. Bugün davetçi olarak ortaya çıkan hareketlerin çoğu maalesef tasavvuf düşüncelerini dışlamakta, onlara karşı cephe almaktadır. Oysa tasavvuf İslam'ın bir parçasıdır. Hatta onun son mertebesidir. Çünkü bizim sloganımız, “Üç Güzellik: İman, İlim, Tasavvuf” tur. İslam'ı yıkmak isteyenler tasavvufa karşı cephe almaktadırlar. Bazı sahte sufileri göstererek gerçek tasavvuf karalanmaya çalışılmaktadır. Bugün maalesef davetçi hareketlerinin büyük bir kısmında bu yanlış davranışları görüyoruz. Bunların yine emperyalist sömürgecilerin arzularına göre yapıldığını zannediyoruz. Ancak bunda başarılı olamayacaklardır. Sonunda Allah Teâlâ kendi yoluna tam olarak uyanları uzun vadede de olsa başarıya ulaştıracaktır. “Allah'a inanıp O’na sımsıkı sarılanları Allah, kendisinden bir rahmet ve lütfe sokacak ve kendisine varan dosdoğru yola iletecektir.” (Nisa, 4/175) “Allah o kitapla rızasına uygun hareket edenleri selamet yollarına iletir. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola sevk eder.” (Maide, 5/16) “Allah Teâlâ buyuruyor ki: Size gönderdiğim İslam dininden razıyım. Bu dini kabul edip, bu dinin emir ve yasaklarına riayet edenlerden razı olur, onları severim.” (Hadis)
İslam Toplumunun Doğuşu ve Yapısal Özellikleri Hz. Muhammed (sav) ve diğer peygamberlerin gerçekleştirdiği İslam'a davet hareketinin amacı şuydu: İnsanlara tek olan ilahlarını ve hak olan Rablerini tanıtmak; yaratılmışların rabliğini kaldırıp atarak yerine tek olan Rablerine kulluk etmelerini sağlamak. Aslında o dönemde insanlığın büyük bir kısmı ulûhiyet ilkesini ve Allah'ın varlığını inkar etmiyorlardı. Sadece Rablerini gerçek anlamda tanıma ve O’na başka tanrıları ortak etmekte yanılıyorlardı. Bu onları Allah'ın dininden çıkaran şirkti. Oysa İslam kullarının Rablerine mutlak teslimiyetini; egemenlik, şeriat, değerler, gelenek ve göreneklerde onların kula kulluk etmelerine mani olmaktı. Bu konuda Seyyid Kutub kitabında şunları söylemektedir: “İslam, insanları, kendilerini kuşatan varlık aleminin tümünde olduğu gibi Allah'ın egemenliğine mutlak bağlanmaya çağırmak için gelmiştir. Varlık evreninin tümünü sevk ve idare eden gücün, onların yaşamını da düzenlemesi, sevk ve idare etmesi gerekir. Bütün oluş alemini sevk ve idare konusunda İslam'a dönmeleri, yaşamın bütün evrelerinde Allah'ın şeriatını mutlak egemen kılmaları, yaşamlarındaki fıtri ve isteme bağlı olan yönleri, kendi varlıkları ile diğer evrensel varlıklar arasındaki düzenlemeyi bu şeriata göre yapmaları gerekir.” İnsanın insan üzerinde egemenlik kurması, varoluş ilkesine aykırıdır. Bu bir cahiliyye sistemidir. Cahiliyye sistemi saf bir kuram biçiminde olmayabilir. Hatta bazen hiçbir kuramsal temeli bile olmaz. Böyle bir sistemde insanlar, toplumu yönetenlerin dünya görüşünü, değerler silsilesini, kavramlarını, duygu ve düşüncelerini, gelenek ve göreneklerine boyun eğerler. Oysa İslam'ın istediği bu değildir. İslam'ın istediği toplum sisteminde, “Allah'tan başka ilahın olmadığına” tanıklık etmesi, yani ilahlık, rablik, güçlülük, otorite ve egemenlik konularında Allah'ı birlemek istenir. Her türlü eksiklikten uzak olan Allah'ı, yüreklerdeki itikat, davranışlardaki kulluk ve tüm hayat gerçeklerinde O’nun şeriatına bağlanarak birlemek esastır. Bu sistemin yerleştirilmesi için insanların hayatının tüm aşamalarında Allah'a dönmeleri, yaşamın hiçbir merhalesinde kendi başlarına yargıda bulunmayıp bütün hallerde mutlaka Allah'ın şeriatına uymaları gerekir. Bunlar insanlara öğreten tek kaynak Allah'ın elçisidir. Bu nedenle Kelime-i Şehadet’in ikinci yarısında “Muhammed Resulullah” (Muhammed Allah'ın elçisidir) zikredilmektedir. Kelime-i şehadetin bu ifadesi ile “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed onun kulu ve elçisidir” diyen herkes cahiliyye toplumunun egemenliğinden çıkmalıdır. Bu toplumun siyasi, sosyal ve toplumsal yönetim biçimi ile yönetilsin veya krallık, kabilecilik, büyücülük gibi yöntemlerle yönetilsin fark etmez. Kelime-i şehadet inanan ve onu dile getiren herkes bu türlü toplum yönetimlerini kabul etmemeli ve Müslüman bir yönetime tabi olmayı talep etmelidir. Böyle bir toplum için Seyyid Kutub şunları ifade etmektedir: “Söz konusu topluluk aktif, organize bir yapı kazanarak varlığını iyice kökleştirmeli, alanını genişletmeli, varlığına kasteden şer güçlere karşı topluca direnmeli; bütün bu savaşı ve etkinlikleri cahiliyye toplumundan tamamen bağımsız, kendi özgün İslam toplumunun yeni kurulan yönetim ve denetimi altında gerçekleştirmelidir. Hareketlerini, bütün sosyal düzenlemelerini kökünden kaldırmayı amaçladığı cahiliyye karşı verdiği mücadeleyi bu koşullar altında yürütmelidir.” İslam toplumunun amacı, “insanın insaniliğini” ortaya çıkarmayı, onu güçlendirmeyi ve kişiliğini sağlam bir yapıya kavuşturmayı, insani oluşumda bütün yönlerde onu yüceltmeyi hedefler. İslam bütün kurallarında, bütün öğretilerinde, bütün şeriatında ve bütün hükümlerinde bu yöntem üzere yürümüştür. Seyyid Kutub şöyle diyor: “İnsani yapı, evrende bulunan bütün diğer canlılarla, hatta canlı olmayan diğer maddi varlıklarla ortak özellikler taşır. Bu yüzden bir takım bilimsellik taslayan bilgisizler insanı diğer canlılar gibi herhangi bir canlı, bazen de diğer cansız maddeler gibi herhangi bir madde olarak vehmetmişler. Halbuki o, hayvan ve diğer cansız maddelerle ortak özellikleri sahip olmasının yanı sıra, kendini onlardan ayıran ve özgün kılan bağımsız özelliklere de sahiptir. Nitekim söz konusu bilimsellik taslayan bilgisizler son tahlilde boyunlarını büken hakikatleri, realiteleri içtenlikten ve sarahatten uzak bir dille itiraf etmek zorunda kalmışlardır. (Bunların başta gelen temsilcilerinden birisi de “Yeni Darwincilik Okulu”na mensup Julian Huxley dir.) İslam'ın hedeflediği toplum uyruk, ırk, dil, renk, bölgesel bağlardan kaynaklanan çıkarları gözetmeden, sadece akide yönünden insanları birbirine bağlar. İnsan türünün bütün özelliklerini “İslam Toplumu” potası içinde eriterek homojen bir hale getirmiştir. Böylece kısa sürede Arap, İranlı, Suriyeli, Faslı, Türkiyeli, Çinli, Hintli, Romalı, Yunanlı, Endonezyalı, Afrikalı ve diğer tüm uyruk ve milletlerin söz konusu toplum yapısı içinde bir bütün haline gelebilmiştir. Böylece her millet ve kabile kendine özgü özellikleri ile bir araya gelerek bütünleşen ve birbirleriyle dayanışma içine giren uyumlu bir toplum oluşturmuşlardır. Bundan dolayı milliyetçilik ilkesine dayalı değil, akideye dayalı büyük bir medeniyet oluşturmuştur. Bu medeniyette her grup bireysel, ulusal ve tarihsel deneyimlerinin özünü ortaya koymuşlardır. Bu medeniyette sadece “insanilik” özellikleri ön plandaydı. Böylesi zengin çeşitlilikte toplumsal mozaiğine sahip ikinci bir toplum modeli tarihin hiçbir döneminde bir araya gelememiştir. Örneğin Roma İmparatorluğu'nda, toplumsal yapı efendi-köle sınıflanmasının temeline dayalı idi. Roma uyruğu taşıyan kimseler sürekli yöneten, geriye kalan diğer uyruklar ise yönetilen konumundaydı. Bu sınıflar arasında yer değiştirme hiçbir zaman mümkün değildi. Bundan dolayı Roma İmparatorluğu hiçbir zaman İslam toplumunun ulaştığı homojenliğe ulaşamamış ve İslam toplumunun verdiği ürünleri verememiştir. Aynı şekilde İngiliz İmparatorluğu da farklı bir yapıda değildi. İmparatorluğun yönetimi İngiliz ulusunun egemenliğindeydi. Yönetim egemenliği altında bulunan diğer dominyonları bir müstemleke zihniyeti ile sömürüyordu. Avrupa kökenli bütün imparatorluklar, Fransız, Portekiz ve İspanya İmparatorluğu gibi, aynı özellikleri taşıyordu. Hepsinin düzeni gerçekten insanlık dışı ve utanç verici seviyedeydi. Komünizmin kurduğu toplum yapısı “sınıf” temeli üzerine kurulmuştu. Bu bakımdan Roma İmparatorluğu'na benziyordu. Birisi (Roma) “sosyal sınıf” (Aristokrasi) temeline dayanırken, diğeri “proleterya” (işçi sınıfı) temeline dayanmıştı. Her ikisinde de sınıflar birbirlerine karşı kin duygusu taşıyordu. Komünizm insanın sadece yeme, içme, barınma ve cinsellik gibi hayvani özelliklerine hitap eden talepleri ön plana çıkarıyordu. Bunlar insanın hayvani ihtiyaçlarıdır. Oysa insanın insani ihtiyaçları hiç söz konusu değildi. İslami toplum anlayışında Rabbani Yöntem uygulanmaktadır. Bu toplum içinde insanın en özel, en özgün özelliklerini ortaya çıkarmakta, gelişmekte ve yüceltmektedir. Bu nedenle diğer sistemlerden toplumculuk ve bireysellik anlayışında çok farklıdır. İslam'ın bu asil durumundan vazgeçip, insanın nefsinin arzularının oluşturduğu yöntemlere saparak uyruk, millet, bölge ve sınıf temeline dayalı yöntemlerin benimsenmeleri gerçekten insanlara düşmanlıktır. Çünkü bu sistemler her ne kadar kendilerini insancıl, hümanist, modern ve çağdaş görseler de, insanlara hiçbir zaman gerçek değerini vermeyen bayağı, kokuşmuş yöntemlerdir. Bu sistemlerde güçsüzler daima güçlülerin tarafından sömürülüp zulme uğrarlar. Bu sistemlerde adalet ve eşitlik yoktur. Onlar için insan bir maddi varlıktır ve çıkar için kullanılması caizdir. Bu sistemler hakkında Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: “De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size bildirelim mi? Onların dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel işler yaptıklarını sanıyorlardı. İşte onlar Rablerinin ayetlerini ve O’nun huzuruna çıkacaklarını inkar etmişlerdir de bu yüzden iyilik altında yaptıkları bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız. İşte böylece onların cezaları cehennemdir. Çünkü inkar etmişler ve Benim ayetlerimi, Peygamberlerimi alaya almışlardır.” (Kehf, 18/103-106) İslam'ın ilk çıkışı ile oluşturulan toplum yapısı ve bu toplumun ürettiği medeniyet muhakkak ki kendiliğinden olmamıştır. Burada Allah Teâlâ'nın yardımı ve iradesi vardır. Bugün için de İslam toplumunu tekrar oluşturmak için Allah'ın yardımı şarttır. Çünkü bugünkü cahiliyye toplumları içinde bir İslam toplumu çıkarmak kolay bir süreç değildir. Bu yönde yapılacak her çalışma Egemen Güçler tarafından engellenmeye çalışılacaktır. Çünkü bu kendilerinin varlığına ve zenginliklerine tehdit eden bir şeydir. Bu nedenle bugün cahiliyye toplum sisteminde egemen güçler İslam'ın uyanışını engellemek için birçok tedbirler almakta ve bunun içinde büyük paralar harcamaktadırlar. Ancak bu toplumların hedeflerini insan nefsinin arzuları belirlemektedir. İnsanların nefisleri ise daima kendi çıkarlarını ön plana alınmasını isterler. Bu nedenle bu konuda egemen sınıfların oluşturduğu kesimler arasında çıkan kavgalar da eksik değildir. Bu çıkan kavgalar insanları dünya savaşlarına götürmüştür. Bugün de bu çıkan kavgalar insanları Üçüncü Dünya harbine sürüklemektedir. Allah Teâlâ bir ayette şöyle buyurmaktadır: “Onlar hileye başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.” (Ali İmran, 3/54) Bu ayette göre Allah Teâlâ, bu insanları birbirlerine kırdıracak vesileler yaratacak ve onların hilelerini alt üst edecektir. Bunun sonunda İslam toplumunun tekrar oluşması ortamı hazırlanacaktır. Bunda hiç şüphemiz yoktur. Bu durumda Müslüman alimlerinin görevi doğruları açıklamak ve Müslümanların hepsinin İslam bayrağı altında toplanmasını sağlamaktır. Bu hak ile batılın bir savaşıdır. Bu savaşta Hakk’ın batılı Allah'ın yardımıyla yeneceğini ümit ediyoruz. “Hayır biz Hakkı batılın başına çarparız da, onun beynini parçalar. Bir de bakarsın batıl o anda yok olup gitmiştir. Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan ötürü size yazıklar olsun!” (Enbiya, 21/18) “Aklı olmayanın dini de yoktur. Akıl, hak ile batılı birbirinden ayıran bir nurdur.” (Hadis)
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com |
Yoldaki İşaretler |
Yayınlanma Tarihi : 29.10.2022 |