Tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd görüşleri uzun süre tartışılmıştır. Bunlara paralel ve aykırı görüşler ifade edilmiştir. Ancak konu tamamen keşif bilgilerine dayandığından herkesi tatmin eden bir sonuca varılamamıştır. Biz de aşağıda bu konuyu ele alarak bazı karşılaştırmalar yapacağız. Bu konuda ileri sürülen fikirleri yorumsuz olarak ifade edeceğiz.

İmam Rabbânî (ks) bu yoldaki tecrübelerini Ariflerin Halleri (Ma’ârif-i ledünniyye) adlı kitabında şöyle anlatmaktadır:

Manevi yolda ilerleyen kişiler için Tevhid (bir olma) iki türlü gerçekleşir: Tevhid-i şuhûdî (Vahdet-i şuhûd) ve Tevhid-i vücûdî (Vahdet-i vücûd).  Birinci durum yani tevhid-i şuhûdî manevi ilerleyişin zaruri hallerindendir. Çünkü talip olan kişinin (yani Hakk'a ulaşmak isteyen salik) nazarında çokluk (kesret) kalkması gerekir ve her şeyi bir görmesi gerekir. Aksi halde velilikte ilk adım olan fenâ makamına erişilmez. Salik bu görme esnasında çokluğu - tekliği aynı olarak görür. Bu durum ise hakikat (gerçeklik) bakımından bir şey ifade etmez. Aynı şekilde çokluğu ortadan kaldırmakla tekliği görmek mümkün değildir. Çokluğun ortadan kalkması bazen geçici olur. Bu salik için fenâdan önce oluşan bir çeşit kendinden geçme halidir. Bu ise gerçek fenâ hali değildir. Gerçek fenâ halinde çokluk devamlı ortadan kalkar. Daima tekliği görme hali oluşur.

Fenâ makamından sonraki Bekâ halinde, salik tekrar halkı irşad etme makamına dönünce, çokluğu tekrar görme hali ortaya çıkar. Ancak bu durumda çokluk ve teklik hali daimi olarak bir arada bulunurlar. Tevhid-i vücûd (Vahdet-i vücûd) halinin ortaya çıkışının sebebi sekr (manevi sarhoşluk) halinin galebe çalması ve kalbin muhabbet tarafından istilasıdır. Bu nedenle bu tevhid kalp erbabına mahsustur. Bu kalp makamından geçenler yolun sonunda sekrden sahva (ayıklık) haline gelirler.

Tevhid-i şuhûdun oluşması tevhid-i vücûdun oluşmasından sonradır. Tevhid-i vücutta olanlar kesreti (çokluğu) görmeye devam ederler. Kesret tamamen gözlerinden kalkıp tevhid-i şuhûd hasıl olunca tevhid-i vücuttan yükselmiş olurlar. Tevhid-i vücûdî seyr-i afâkîdendir. Bu seyrin sonunda fenâ diye tabir edilen tevhid-i şuhûddur. Bekâdan sonra ise seyr-i enfüsi başlar.

Her iki tevhid anlayışını daha basit olarak şöyle de açıklayabiliriz: Tasavvuf ehlinin bir kısmı “La mevcûde illâ Hû”, yani “Allah'tan başka varlık yoktur” demektedirler. Diğer bir kısmı ise de “La meşhûde illâ Hû”, “Allah'tan başka müşahede edilen bir varlık yoktur” demektedirler. Her iki görüş mensupları aslında varlıkları tamamen inkar etmemektedirler. Ancak varlıkları hayal, gölge hükmünde kabul ederler. Bu varlık anlayışlarında da birçok nüans farkları vardır. Aslında varlıklar inkar edilmiyor, fakat onlara bakış açıları farklılaşıyor. Bu farklılaşmaların gerektiği keşif bilgileri ise sıradan bir insana belli olmamaktadır. Bizlerin bu konuda yorum yapması abesle iştigaldir.

 

Ahmed Sirhindî İmâm-ı Rabbânî (ks)

Tam adı Ebü'l-Berekât Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilâbidîn el-Fârûkī es-Sirhindî’dir. Doğumu 26 Mayıs 1564,Serhend, Babür İmparatorluğu; Ölümü 20 Kasım 1624, Serhend Bölgesi, Pençap, Hindistan

İmam Rabbânî (ks) 1564 yılında, o zamanlar Babür İmparatorluğu egemenliği altındaki Hindistan'ın Serhend (Sirhind, Chandigarh) şehrinde doğdu. Ömer bin Hattab'ın soyundan geldiği için 'el-Fârûk' lakabını almıştır. 1624 yılında, 60 yaşındayken öldü. Genel olarak Nakşibendî tarikatı mensubu olmasının yanında Kadiriyye, Çeştiyye gibi diğer tarikatlar arasında da saygın bir yeri vardır. Nakşbendiyye tarikatının Müceddidiyye kolundandır.

Babası ve Bâkî Billâh gibi âlimlerden dersler alarak İslâmî konularda birikime sahip oldu. Temel düşüncesi tasavvuf merkezlidir. Fakat mektuplarında şeriatsız bir tasavvuf anlayışının olamayacağını dile getirerek önce şeriat kurallarının yerine getirilmesini tavsiye ederdi. Yirmi yaşlarındayken Bâkî Billâh'ın müridi oldu. Kendisine Bâkî Billâh tarafından icazet ve halifelik verildi.

Ekber Şah'ın İslâm'a getirdiği yeni yoruma ve yeni bir din oluşturma çabasına karşı mücadele vermiş ve Ekber Şah'ı eleştirmiştir. Dîn-i İlâhî adlı bu yeni oluşumun çok yaygınlaşmaması İmam-ı Rabbânî'nin başarısı kabul edilir.

Ekber Şah'tan sonra yerine geçen oğlu Cihangir Şah, ordu içinde mürit sayısı arttığı için vezirleri tarafından bir tehdit oluşturduğunun söylenmesi üzerine Rabbânî'yi hapse attırmıştır. Cihangir, Rabbânî'yi bir sene sonra hapisten çıkararak sohbetine aldı.

Rabbânî, onlarca mürşit yetiştirip Hindistan'ın değişik bölgelerine göndererek halkı irşat ettirdi. Ehl-i Sünnet inancıyla yaşayıp yeni kavramlarla tasavvuf ıstılahını genişletti. Mektuplarında yaşadığı tecrübeleri anlatmasıyla sonraki sûfîlerin bir ıstılahî kaynağa sahip olmasını sağladı.

Rabbânî, bâzı kesimlerce ikinci bin yılın mücedditi ve müçtehit kabul edilir. İslâm hükümleri ile tasavvufu birleştirmesinden dolayı 'Sıla' ismi de verilmiştir.

Rabbânî, insanı Dünya'da ve Âhiret'te yükseltecek olan tevâzûnun ne olduğunu ve kurtuluşun ancak Ehl-i Sünnet'e uymakla olduğunu bildirmiştir. Talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emretmiş, taassuba ve yobazlığa karşı mücadeleye çok önem vermiş, dîni cahillerden öğrenmeyi men etmiştir. Devamlı kitap okumalarını, ilim öğrenmelerini istemiş, önce itikadı düzeltmenin, sonra fıkıh bilgilerini öğrenmenin gerekliliğini anlatmıştır.

Eserlerinde iman ve Kur'an ahlâkı anlatılmakta, Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, ihlası, ruhu, şeytanla ve nefsle olan cihadı ve Allah'a samimi olarak nasıl yakınlaşabilineceğini, peygamberlere ve dört halifeye uymaya çalışmanın gerekliliğini anlatmaktadır. Müminlerin kendi içinde bölünmüş olduğunu, ancak sadece Ehl-i Sünnet'e uyanların kurtulacağını söylemiştir. Birlik olunması ve Müslümanlığın yayılması gerekliliği üzerinde çokça durmuştur.

Başlıca eserleri: Mektûbât, kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun mârifetlerini açıklayan eserdir;  Redd-i Revâfıd, Ehli sünnete aykırı Râfızî mezhebini reddetmektedir, İsbâtün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir; Mebde' ve Me'âd; Âdâb-ül-Mürîdîn; Ta'lîkât-ül-Avârif; Risâle-i Tehlîliyye; Şerh-i Rubâ'ıyyât-ı Abd-il-Bâkî; Meârif-i Ledünniye; Mükâşefât-ı Gaybiyye; Cezbe ve Sülûk Risâlesi.

 

İmam Rabbânî’nin Seyri Sülûku

İmamı Rabbânî (ks) Hazretleri manevi yolculuktaki karşılaştığı durumları, seyr-i sülük esnasında gördüğü hususları Ariflerin Halleri adındaki kitabında şöyle anlatmaktadır:

“Bilesin ki ilahi yardım beni önce murad olan kulların cezbesi gibi cezbetti, çekti. Sonra seyr-i sülûk mertebelerini aşmayı nasip etti. Sonraki dönem sufilerinden tevhid-i vücudî (vahdet-i vücûd) erbâbının söylediği gibi Allah'ı eşyanın aynı buldum. Sonra Allah Teâlâ'yı hulûl ve sirâyet olmaksızın eşyanın içinde buldum (hissettim). Sonra Allah Teâlâ'yı eşya ile zâtî beraberlik halinde, sonra eşyanın ardında, sonra eşyanın önünde buldum. Daha sonra Allah Teâlâ'yı gördüm ancak eşyadan bir şey göremedim. Fenâ diye tabir edilen tevhid-i şuhûdînin (vahdet-i de şuhûdun) anlamı budur. Velilik mertebelerine konan ilk adım budur. Başlangıçta hasıl olan en yüksek kemâldir. Zikredilen mertebelerin her birindeki görüş (algılama) önce âfâkta, sonra enfüste yani önce dış alemde sonra gönülde oluşur.

Sonra velilikteki ikinci adım olan Bekâ mertebesine yükseldim. İkinci defa eşyayı gördüm. Allah'ı da eşyanın aynı, hattâ kendi nefsimin aynı olarak buldum. Sonra Allah Teâlâ'yı eşyanın içinde, hattâ nefsimin içinde, sonra eşya ile hattâ nefsim ile beraber, sonra eşyadan önce hattâ nefsimden önce, sonra eşyadan sonra hattâ nefsimden sonra buldum. Sonunda eşyayı gördüm ama Allah'ı asla göremedim. Bu, başlangıçta ve avâm derecesine dönüş anlamındaki son mertebedir. Bu, halkı Hak Teâlâ’ya davet ve irşâd makamlarının en üstün olanıdır. Halka uygun olan, fayda verme ve faydalanma için gerekli olan budur. “Bu Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid, 57/21)

 

İmam Rabbânî’nin Vahdet-i Vücûd’u Eleştirmesi

İmam-ı Rabbânî'ye göre vahdet-i vücudçular Allah'ın vacip sıfatlarını yok saymaktadırlar. Allah'ın vacibi sıfatları hayat, ilim, semi, basar, kudret, irade, kelam ve tekvindir. Bunlara hakiki sıfatlar veya subûti sıfatlar da denir. Vahdet-i vücûd ehline göre Allah'ın sıfatları O’nun zatına zaid değil, zatının aynısıdır. Bundan dolayı İmam Rabbani onların bu yaklaşımını sıfatları yok saymaları olarak yorumlamıştır.

İmam Rabbani’ye göre, Allah'ın sıfatlarının zatı ile aynı olduğunu söylemek ve sıfatların zaid varlıklarını inkar etmek hakikatlerin hakikatine ulaşamamanın sonucudur. Çünkü bu grup insanlar için Hak Teâlâ henüz bu sıfatların perdesinde görünmektedir. Allah'ın zatını sıfatlar aynasında gördükleri zaman aynanın görünmezliği sebebiyle sıfatlar onların gözünden gizlenir ve onlar da sıfatların olmadığına hükmederler. Onların bu müşahedesi perdeden yükselip çıksaydı sıfatları ayrı olarak görürlerdi ve sıfatların var olduğuna hükmederlerdi. Onların vahdet-i vücuda (varlığın birliğine) hükmetmelerinin sırrı ve sebebi budur.

İmam Rabbânî’ye göre vahdet-i vücutçuların müşahedesi perdeden yükselmemiştir. Hatta masiva (Allah'tan gayrısı) perdesindedirler. Masiva bu durumda onların gözünden tamamen gizlenmemiştir. Onların sıfatları göremedikleri için sıfatların var olmadığını hükmetmişlerdir. Onlara göre sıfatların harici varlığı yoktur ve ilmi, zihni, hayali varlığı vardır. Bu nedenle onların fenâ makamına ulaşmaları tam değildir. Onlar Bekâ makamında kâmil değildirler. Çünkü bekânın kemâli fenânın tam olmasına bağlıdır. İmam Rabbani’ye göre, vahdet-i vücutçular bekadan sonra kendilerini Hakk olarak bulurlar. Böyle bulmalarının nedeni de sekr (manevi sarhoşluk) halinde olmalarıdır. Eğer onlarda bekânın kemâli tam olsaydı, kendilerini oldukları gibi görürlerdi, yani kendilerini bir şeye gücü yetmez kul ve köle olarak görürlerdi.

İmam Rabbânî vahdet-i vücutçuların cansız varlıklarda da ilim, kudret vesaire sıfatlarının bulunduğunu söylediklerini ileri sürmektedir. Bunun böyle olduğunu da Allah'ın cansız varlıklara zâtî sirâyeti ile açıklamaktadırlar. Oysa Allah Teâlâ hiçbir şekilde sirâyet ve nüfuz etmez. Allah'ın eşyayı kuşatması da ilmi kuşatmadır, yani eşyayı bilmesidir. Allah'ın zatı bundan münezzehtir.

İmam Rabbânî Allah'ı, eşyayı bilen insanlara benzetmenin doğru olmadığını söylemektedir. Allah Teâlâ dünya varlıklarının, eşyanın yaratıcısı, Rabbi, rızık vericisi ve sahibidir. İmam Rabbânî Manevi Yolculuk (Mükâşefât-ı Gaybiyye) adlı kitabında bu konu ile ilgili şunları söylemektedir:

“Bütün şer'i hükümler ve nübüvvet kandilinden alınmış olan ilimler manaları açık olarak doğruluğun tam merkezindedirler. Onlara aykırı olan bilgi ve görüşler ise tevil (yorum) ve keşf ile elde edilmiş olsa bile yanlış ve eğridirler. Allah Teâlâ buyurdu: “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın.” (Enam, 6/153).

Nihayetin nihayetine ulaşmanın alameti bu şer'i hükümlere teslim olmak, boyun eğmek, o ilimleri hayatımıza geçirmek ve onlarla ahlaklanmaktır. Keşfi nassa (Kur'an ve sünnete) tabi kılmak ve ilhamı vahye terk etmek doğru yolun ve istikametin ta kendisidir. Hz. Peygamber'e (sav) mahsus olan şeriatlar, zat mertebesi ile ilgili ilimlerin hükümleridir. Onlarla amel etmek, nihayete ulaştırıcıdır. Aynı şekilde, kendi terbiyecisi olan ilahi isimle irtibatlı bir Peygamberin ilimleriyle amel etmek de, ancak o isimlere ulaştırır.”

Hakk Teâlâ'nın nihayete ulaştırdığı cemaat ilim ve amelde, şeriata kıl ucu kadar bile aykırı davranmazlar. Onlar şeriat ahkamında haddi aşmazlar, geride kalmazlar. Kendilerine gelen ledünni ilimler ve ilhamlar şeriata uygundur. Belki onlar Hace Nakşibendi (ks) Hazretlerinin dediği gibi, bu şeriat ilimlerinin tafsili ve açıklamasıdır.

Şeriatın zahirine ve ehl-i sünnet ve cemaat alimlerinin görüşüne muhalif olan keşifler kabul edilmezler. Çünkü aksi takdirde Hazreti Peygambere has olan doğru yoldan sapmış olurlar. Allah Teâlâ Peygamberi için şöyle buyurmaktadır: “Sen Şüphesiz peygamberlerdensin. Doğru yol üzerindesin.” (Yasin, 36/3,4)

Bu ilim ve amel nimeti ile müşerref olanlar Muhammedî meşrep üzere olan kişilerdir. Hz. Muhammed'e (sav) has olan velilik de onların nasibi olur. Eğer bir kişinin meşrebi Hazreti Muhammed'e muhalif ise ve muhalefeti keşfine dayansa bile onun veliliği Muhammed'in velilik makamından nasibi yoktur. Onlar ancak önceki peygamberlerin birinin kademi ve meşrebi üzerindedirler. Yani onların velayetinden feyz alırlar. Sahip oldukları ilimler o peygamberlerin şeriat ilimleri ile muvafıktır. Onların manevi yolculukları ve seyri sülükleri o peygamberin hakikatine (kademine) kadardır. Hz. Peygamberin (sav) meşrebi üzerinde olan kişiler bütün ilmi ve ameli kemâlâtı kendisinde toplamıştır. Onlar orta yolun merkezindedir. Onlar bütün güzelliklerin sahip olduğu şeylere tek başına sahiptirler.

Hz. Peygamber'e (sav) indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim, diğer Peygamberlere indirilen bütün semavi kitapların manasını ihtiva etmektedir. Onun şeriatı da diğer şeriatların özü ve hülâsasıdır. Bu nedenle tam fenâ hali Hazreti Peygambere tabi olanların özelliğidir ve onlara mahsustur. Tam bekâ hali de onların şanına uygundur. Çünkü Muhammedî’ler için bekânın kâmil oluşu kul mertebesinde bir husus değildir. O Hazreti Peygambere merhametten verilen bir nimettir. Diğer tabi olan insanlar da, onun sayesinde bundan istifade ederler. Hazreti Peygambere tabi olmadan bu nimete ulaşmak imkansızdır. Bu yüksek makam ancak nihayetin nihayetine ulaşmakla elde edilir.

 

Sadreddin Konevî (ks)’nin Vahdet-i Vücûd İle İlgili Görüşleri

Sadreddîn Konevî Hazretleri, “Vahdet-i Vücûd ve Esasları” ve “Tasavvuf Metafiziği (Miftâhü’l – Gayb) adlı kitaplarında vahdet-i vücûd ile ilgili olarak bazı açıklamalar yapmaktadır. Bu açıklamaların bazılarını aşağıda ifade ediyoruz.

● Zâtına has mutlaklığı açısından Hakk'a dair, herhangi bir hüküm vermek veya bir vasıf ile O’nu bilmek (marifet); veya vahdet (birlik), varlığının vacibliği veya (varlık için) mebde olması; veya yaratmayı gerektirme veya kendisinden herhangi bir eserin sâdır olması; veya ilminin kendisine veya başkasına taalluk etmesi gibi herhangi bir nispetin O’na izafe edilmesi sahih ve geçerli değildir. Çünkü bütün bunlar, taayyün (belirlenme) ve takayyüt (sınırlanma) hükmü verirler. Kuşkusuz ki herhangi bir taayyünün taakkul (akıl) edilmesi, Hakk için la-taayyünün (belirlenmeme) ortadan kalkması demektir. Bütün bu zikrettiklerimiz de Hakk’ın mutlaklığı ile çelişir.

● Vahdet, (varlığın kaynağı anlamındaki) mebdeiyet, (eşyaya) tesir, yaratma, fiil vb. gibi şeylerin Hakk'a nispeti, sadece taayyün itibarıyla sahih ve geçerlidir.

● Bilinmelidir ki, Hakk mutlaklığı ve ihatası itibariyle hiçbir isimle isimlendirilemez ve hiçbir hüküm kendisine izafe edilemez ve hiçbir vasıf ve resim ile nitelenemez. Çünkü ister olumlu isterse de olumsuz (selbî) anlamda olsun, taakkul edilen herhangi bir iktiza, belli bir hüküm ve sınırlayıcı bir vasıftır.

● İlim, varlığa tâbidir. Başka bir ifadeyle, her nerede vücûd (varlık) var ise ilim de hiçbir şekilde kendisinden ayrılmaksızın onunla beraber vardır.

● Hangi yol (tarîk) üzere sülûk ederse etsin her salik, amacı Hakk olması ve Hakk’tan belirli bir saadet elde etmesi şartıyla mirac sahibidir; binaenaleyh bu salikin sülûku da bir yükseliştir (uruc).

● Bilinmelidir ki, mutlaklığı itibariyle Hakk'a hiçbir ismin veya sıfatın nispet edilemeyeceği veya olumsuz (selbî) ve olumlu (icabî) hiçbir hüküm ile hakkında hüküm verilemeyeceği açıktır.  Bundan da şu bilinir ki: Sıfatların, isimlerin ve hükümlerin Hakk’a verilmesi ve nispet edilmesi, taayyünler itibariyle mümkün olabilir. Her türlü vücûdî çokluk ve bu çokluğun iliştiği şeylerin öncesinde bir vahdetin bulunduğu açıklanmıştı. Bu nedenle isimlerin, sıfatların ve hükümlerin Hakk’a nispet edilmesine vesile olan taayyünlerin daha önceki bir taayyün tarafından öncelenmiş olması şarttır. Bu taayyün, bütün taayyünlerin kökeni ve kaynağıdır; şu anlamda ki bunun ötesinde sadece sırf mutlaklık vardır ve bu da sadece selbî (olumsuz) bir nitelemedir.

● Bu selbî hüküm, vasıfların, hükümlerin ve taayyünlerin Hakk’ın künh-ı zâtından selbini, O’nun bir vasıfta veya isimde veya taayyünde veya belirttiğimiz ya da özetle değindiğimiz başka bir şey de sınırlanmamasını ve hasredilmemesini gerektirir.

● Haktan kendilerine varit olan feyzi ve ikramları kabul etmede bunların en üstün mertebede bulunanları vasıtalar ve tertip silsilesi diye isimlendirilen sebepler ve şartlar dahilinde Hakk’ın zatını görenlerdir Şöyle ki bu ikramı alan kişi şunu bilir ve müşahede eder: Sebep mesafesindeki vasıtalar çeşitliliklerine rağmen ilahi ve kevni mertebelerde Hakk’ın tayin günlerinden başka bir şey değillerdir, başka bir ifadeyle imkan hükmünü kendisine eklemeksizin kabul edilen Hakk’ın feyzi ile kabul edilen arasında sınırlı kabiliyet ile feyzin ta yönünden başka bir şey yoktur. Sözü edilen imkan hükmünü feyzin vasıta mertebelerine uğraması ve onların imkanlık hükümleriyle boyanması tesiri gerektirir.

● Varlıkta, mutlaklık ile nitelenmiş hiçbir varlık yoktur ki bir veya iki taakkul sahibinin taakkülünde taayyün etmesi cihetinden bile olsa takyide (sınırlamak) dönük bir yönü olmasın. Aynı şekilde, varlıkta hakkında sınırlanmışlık hükmü verilmiş hiçbir varlık yoktur ki mutlaklığa dönük bir yönü bulunmasın. Fakat bunu, sadece Hakk’ı arif olup, bileceği her şeyi de Hakk ile bildikten sonra, eşyayı tam bir bilgi ile tanıyan kimse bilebilir. Bu müşahedeyi zevk olarak müşahede etmeyen, Hakk’ı ve halkı tam olarak bilemez.

● Hakk’ın, bir zâtî kemâli, bir de zuhuru âlemin icadına bağlı olan esmâî kemâli vardır. Her iki kemâl de taayyün açısından esmâîdir. Çünkü herhangi bir şey üzerinde herhangi bir hâkimin hükmü, hakkında hüküm verilen şeyin hâkimin taakkulünde taayyün etmesi ile öncelenmiştir. Buna göre isimlerin kendisine izafe edilmesinden ve varlığının sabitliğinde müstağnilikle farklı oluşuyla daha önceden Hakk’ın zâtı taakkul edilmemiş olsaydı, O’nun zâtî bir kemâlinin bulunduğu hükmü verilemezdi. Şüphesiz ki Hakk için taakkul edilen her taayyün, O’nun için bir isimdir; çünkü isimler, muhakkiklere göre sadece Hakk’ın taayyünlerinden ibarettir. O halde Hakk’ın vasıflandığı her kemâlin, bu açıdan, esmâî bir kemâl olması gerekir. Hakk’ın isimlerinin vahdet mertebesinden meydana gelmesi ise O’nun zâtının gerektirdiği bir şeydir. Çünkü Hakk’ın vasıflandığı bütün kemâller, zâtî kemâllerden ibarettir.

● Hakk kendisinde hiçbir ihtilaf bulunmayan Vücûd-ı mahz’dır (mutlak vücûd). O, mukabilinde kesret düşünülemeyen gerçek bir vahdetle Vâhid’dir. O’nun nefsindeki tahakkuku ve tahkik edilmiş sahih ilmindeki tasavvuru, kendisine zıt bir şeyin tasavvuruna bağlı değildir. Bilakis o, nefsi için sabit ve müsbittir (ispat eden), müspet (ispatlanan) değildir. Buradaki vahdet sözümüz ise tenzih, tazim ve anlaşılır kılmak içindir. Yoksa bu, perdeli zihinlerin anladığı herhangi bir tarzdaki vahdet kavramına delalet etmez.

● Zat isminin Hakk’a verilmesi sadece taayyün etmesi itibarıyla doğrudur bu taayün kamillerin dışındaki yaratılmışların tahakkulünde ismi olmayan, sıfatı bilinmeyen mutlaklığı takip eder. Ayrıca bu mutlaklık zat için selbî bir sıfattır. Bunun nedeni onun her çeşit taayyünden farklılığı farz edilen bir şey olmasıdır. Bâki olan subuti emir ise sadece ilk taayyündür. Bu ilk taayyün gayb anahtarları olan zati isimleri kapsamaktadır. Zatın müsemması hiçbir şekilde isimlerinden farklı değildir. İsimler ise birbirinden farklılaşır ve zıtlaşırlar. Onlar hepsini içeren zat açısından da bir olurlar. Ahadiyet (mutlak birlik) mutlakın değil tayyünün bir özelliğidir. Çünkü mutlakın herhangi bir ismi ve vasfı yoktur. Bu isimler cihetinden zatın onlardan farklı olmayışı itibariyle Hakk sıfatıyla müessirdir deriz.

● Hangi isim ile isimlendirilirse isimlendirilsin, fark etmez. Yoksa bunlar vücûd değillerdir. Çünkü vücûd birdir ve kendisinden farklı olması itibariyle kendisinden başka bir şey ile idrak edilemez.

● İnsanın vahdet-i vücûd gibi gerçek bir birlikle bir iken, (herhangi bir şeyi) idrak etmesi sahih değildir. Bilakis insanın idraki vücut ve hayat ile vasıflanmış, ilim ve iradeye sahip, kendisi ile idrak ettiği şey arasında münasebetin bulunduğu ve idrake mani engellerin ortadan kalktığı bir hakikat oluşuna bağlıdır. Binaenaleyh insan, idrak ettiği herhangi bir şeyi de salt ahadiyeti cihetinden değil, çokluğu itibariyle idrak edebilir. Böylelikle insanın mahiyeti açısından içinde herhangi bir çokluk bulunmayan bir şeyi idrak etmesi mümkün değildir.

● Şüphelerin ve perdelerin en büyüğü, kendisinde sabit olan a’yân’ın etkilerinden dolayı, bir olan varlıkta gerçekleşen taaddüttür. Böylece zannedilir ki a’yân varlıkta ve varlık ile zuhur etmiştir. Halbuki a’yân’ın sadece eserleri varlıkta zuhur etmiştir. Onlar zuhur etmemiştir ve ebedi olarak da etmeyeceklerdir. Çünkü onlar li-zâtihi zuhuru gerektirmezler.

● Zuhur varlığa mahsustur. Fakat zuhurun varlığa mahsus olması, kendisindeki a’yâ'nın eserleri ile çoğalma şartına bağlıdır. Batınlık ise a’yân için zâtî bir sıfat olduğu gibi vahdetini taakkul açısından da vücûd için zâtî bir sıfattır.

● Hak için varlık O’nun zatının aynıyken, Hakk’ın dışındaki her şey için varlık onun hakikatine ilave bir durumdur. Her varlığın hakikati ezeli olarak Rabbinin bilgisindeki taayyün nispetidir. Bilgideki bu taayyün metafizikçilerin ıstılahında ayn’ı sabite, başkalarına göre mahiyet, malum-madum ve şey-i sabit diye isimlendirilir.

● Birden bir çıkar: varlığının birliği itibari ile Hakk’tan sadece bir sudur eder. Bize göre söz konusu bir, var olan ve ezeli ilmin var olacağına hükmettiği var olmayanların hakikatlerine feyiz veren genel varlık tecellisidir.

 

İmam Rabbânî’nin Öz Eleştirileri

İmam Rabbânî'nin halifelik döneminden başlayıp vefat tarihine kadar süren uzun bir zaman içerisinde yazdıkları mektuplar incelediğinde İmam Rabbânî'nin bazı görüşlerinden dönmüş olabileceği düşünülebilir. Nitekim bu hususu İmam Rabbânî'nin kendisi de çeşitli vesilelerle dile getirmektedir. Örneğin son mektuplara kadar, İmam Rabbânî tevhid-i vücûdu hakikat-i muhammediye olarak gördüğü halde, Mektubat'ın sondan bir önceki mektubunda bu görüşünden dönmüş ve hakikat-i muhammediye'nin taayyün vücûdunun aslı kabul edilen taayyün-u hubbe olduğunu benimsemiştir.

İmam Rabbânî'nin başka bir mektupta (260. Mektup) konu ile ilgili olarak kullandığı şu ifadeler çok manidadır:

“Bu fakirin bazı mektuplarında yer alan “Allah Sübhaneke, O’nun hakikati salt varlıktır” sözü için özüne vakıf olamayışımdan kaynaklanmıştır. Tevhid-i vücûd ve benzeri konularda kullandığım ifadeleri de bu kabildendir. Bu ifadeleri kullanmış olmamın sebebi işin özüne inemeyişimdir. İşin aslını öğrendiğimde başta ve ortada yazıp söylediklerinden ötürü pişman oldum ve Allah'tan af diledim. Allah'ım senden af dilerim, Allah'ım bütün sevmediğin şeylerden dolayı sana tövbe ederim.”

Bu konudaki tartışmaları sıradan bir insanın anlaması mümkün değildir. Çünkü tartışmalar, fikirler ve görüşler seyr-i sülûk esnasında salikin gördüğü keşif bilgilerinin yorumlanmasıdır. Bu yorumları karşılaştırmak, eleştirmek ise aynı seviyede olan insanların yapabileceği şeylerdir. Bu nedenle İmam Rabbânî'nin eleştirilerini anlamak ve onlara hak vermek te kolay bir şey değildir.

Bu şahıslar içinde bulundukları makam ve hallerde neleri keşfettiklerini anlatsalar da, bu keşiflerin kelimelere döküldüğünde anlamları darlaşmakta ve bazen de çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle bizlerin bu konuda eleştiri yapmaktan çekinmemiz gerekir. İslam tasavvufunun iki göz bebeği olan İmam Arabî ve İmam Rabbânî’nin görüşlerini karşılaştırmaktan geri durmalıdır. Bu konuda akıl ve fikir yürütmekten de çekinmek önemlidir.

Bu sözlerimizi İmam Rabbânî'nin yukarıda yazdığımız özeleştirileri de teyid etmektedir. Onlar bile gördükleri keşif bilgilerini zamanla farklı yorumladıklarını ifade ediyorlar. Böyle bir durumda, bu konuda ilim ve keşif sahibi olmayan bizler bu tartışmalarda taraf olmamalı ve her iki İslam büyüğüne de aynı saygı, sevgi ve anlayışla yaklaşmalıyız. Bize yakışan budur. Allah Teâlâ onların himmetlerini üzerimizden eksik etmesin. Yarın ahirette Allah'ın bizi, sevdiği bu kişilere yakın olarak haşretmesi için niyaz ve ümit etmeliyiz.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa       Tasavvuf Sohbetleri

Vahdet-i Vücûd ve

Vahdet-i Şuhûd

Yayınlanma Tarihi: 30.12.2022