Hikmet özel bir bilgiyi bilmektir. Hikmet hüküm veren ve kendisiyle hüküm verilen ve kendisi üzerinde hüküm verilemeyen bir sıfattır. Hikmet'in ism-i faili “Hakîm” dir. Hikmette bir hüküm vardır. Bu hükmü veren kimseye “Hâkim” denir.

Varlıklar, zâtları ve istidatları ölçüsünde muhtaç oldukları şeyleri isterler. Onların muhtaç oldukları şeyleri ancak niteliği “hikmet” ve ismi “Hakîm” olan bir varlık verebilir. “Hakîm” üzerinde varlıkların bir hükmü yoktur. “Hakîm” varlıkların neyi hak ettiğini bilir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Her şeye yaratılışını veren Rabbimizdir.” (Taha, 20/50)

Buradaki söz de “Hakîm” isminden meydana gelmiştir. Buradaki husus, Hakîm’in her durumda ve her yerde o durumun ve o yerin gerektirdiği şeylere uygun olarak hareket etmesidir. Bu durum özellikle “Melâmîlik” için söz konusudur. Onlar bu dünyada meçhuldürler, kim oldukları bilinmez. Ancak üzerlerinde Allah'ın kelamını tebliğ etme durumu varsa, o zaman bu halin hükmü gereği dünyada kendisini belli eder. Bu, hikmet ehline içinde bulundukları halin hükmetmesidir. Bu husus peygamberlerde ve velilerde görülür.

Hikmet makamı Allah Teâlâ'nın el-Hakîm ismi ile ilgilidir. Bu nedenle bu mertebenin sahibi Abdülhakîm diye adlandırılır. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

Dilediğine hikmet verir. Hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.” (Bakara, 2/269)

Yukarıdaki ayetin gereği olarak hikmet mertebesine sahip olan bir kişiye birçok hayırlar verilmiştir. Allah'ın verdiği hayır, başka hiçbir şeyle mukayese kabul etmez. Bu hayır hem dünyayı hem de ahireti kapsar. O zaman kişinin hikmet mertebesine sahip olmaya çalışması gerekir.

Biz ona (Hz. Davud'a) hikmet verdik; ayrıca güzel, açık ve net konuşma (faslü’l hitap) özelliği verdik.” (Sad, 38/20)

Allah Teâlâ, Hazreti Davud'a hikmet verdiğini yukarıdaki ayette ifade etmektedir. Bu hikmetin bir sonucu olarak Hazreti Davud sözü ayırma gücüne sahip olmuştur. Sözü ayırma gücü dinleyenin kolay anlaması için hitap ve anlatım şeklidir. Bu nedenle Peygamberimiz (sav) söylediği şeyleri üç defa tekrarlamıştır. Buradaki amaç, en düşük anlayış sahiplerinin bile söyleneni anlamasını temin içindir.

Tekrar etmede başka faydalar da vardır. Örneğin bir insan Kur'an'dan bir ayeti birkaç defa okursa, her okuyuşta ilk okuyuşta bulmadığı bir manayı öğrenmiş olur. Oysa okunan ifadelerin harfleri aynıdır. Tekrar etmekle kişinin mertebesi ve hali yenilenmiş olduğu için, anlaşılan mananın da yenilenmiş olması kaçınılmazdır. Çünkü orada zaman farkı vardır.

Hikmet makamında Allah Teâlâ'nın her şeyin hakkını verdiği, her şeyi yerli yerine oturttuğu öğrenilmiş olur. Bu nedenle alemde mükemmel bir sistemin düzenli olarak çalıştığı anlaşılır. Bu konuda Allah'a itiraz edilmemelidir. “Şu esnada şöyle olsaydı daha iyi bir düzenleme olurdu” diye söylemek abestir. Böyle bir düşünce akli bir düşüncedir. Mümkün için bütün zamanlar aynıdır ve bu nedenle herhangi bir şey için, bir zaman öteki zamandan öncelikli değildir. Allah zamanı yaratandır. Allah neyi yarattığını en iyi bilendir ve düzenlediği şey bu şekli ile düzenlenmeyi hak etmiştir. Çünkü Allah her şeyin yaratılışını vermiştir. Onun hikmetinin hükmü meşiyyete (iradeye) sahiptir. Onun hükmü ise  hikmetin kendisidir. Buna göre hikmet Allah’ta tasarruf edendir. Allah Teâlâ “Benim katımda söz değişmez” (Kaf, 50/29) buyurmuştur. O halde hüküm söze aittir ve o da ancak Allah'tır. Veya hüküm ilahi sözü öğrenen ve Allah'ı hakk'al- yakîn bilen kulundur.

Neshin ne olduğu hikmet mertebesinden öğrenilir. Neshi kabul edenler, neshin şeriatın hükümlerinden bir hükmün başka bir hükümle kaldırılması demektir. Şâri'nin belli bir konuda susması da o konuda bir hükmü belirtmesidir. Buna göre her durumda bir hüküm vardır. Yani durum değiştikçe hüküm de değişmiş olur.

Allah Teâlâ “Benim nezdimde söz değişmez” der. Buna göre nesih söz konusu değildir. Eğer nesih olsaydı o da Allah'ın hikmetinin bir gereği olacaktı. Bu nedenle neshi hikmet tespit eder ve neshi hikmet kaldırır. Çünkü zaman değiştikçe hükmün değişmesi de kaçınılmazdır. Farklılık ve değişme her zaman mevcut olduğu için nesih de her zaman sabit olur. Allah Teâlâ zâti gereği talep etmiş olduğu belirli mertebelerde neshi talep eder. “el-Hakîm” ise hak etmiş olduğu şeyi kendisine verir. Çünkü “Hakîm” hikmetin bulunduğu kimse demektir. Hüküm Allah'a ait olduğu için hikmete göre hüküm vermek de O’na aittir. Buna göre Allah hikmetin kendisidir ve hikmet de O’dur. Yani hikmet hüküm verenin aynısıdır.

Hikmet genel olsa da özel bir bilgidir. Ancak hikmet ile bilgi arasında bir fark vardır. Hikmet yaratılmış iken bilgi öyle değildir. Bilgi maluma (bilinene) tabidir. Fakat hikmet, bir şey hakkında onun belirli bir şekilde olmasına hükmeder. Böylece el-Hakîm hikmetiyle mümkünlerin hakikatlerini tertip eder. Bu hakikatler ilahi bilgide sabittir. Herhangi bir mümküne izafe edilen bir husus başka bir mümküne de izafe edilebilir. Bu hikmetin hükmü gereği böyle düzenlenmiştir.

Hikmetin mümkünlerin üzerinde bulundukları tertibi kazandırması Allah'a mahsus olup, yaratılmışların farkına varmadığı bir bilgidir. Bu bilgiyle hüküm, mümkünleri dışta var olmalarından önce subût (ortaya çıkma) halinde sıralar ve ilâhi bilgi de el-Hakîm’in düzenlediği şekilde onlara ilişir. Bu ilahi bilginin ilişmesi ile mümkünler içinde bulundukları düzeni kazanmış olurlar. Bu düzen alemin işinin böyle olduğunu anlatmıştır. Bu düzen aslında hikmetin hükmünden meydana gelen el-Hakîm’in tertibidir. Buradan bilgi ve hikmet arasındaki ilgi anlaşılır.

Tertibin oluşumu Allah'ın sözüdür. Allah Teâlâ sözünü ancak hikmetinin tertibiyle söylemiştir. Buna göre Allah hikmetin düzenlemiş olduğu şeyi bilir ve bu bilgiyle bir şeye “Ol der, o da olur” (Nahl, 16/40). Bu eşyanın üzerinde bulunmuş olduğu hale göre meydana gelmesi demektir.

Eğer bir insan tabiattaki olgulara bakıp herhangi bir mümkün için “şöyle olsaydı” derse o esnada Allah'ın hikmetini bilmediği anlaşılır. Yani “aksi olsaydı daha iyi olurdu” diyen birisi Allah'ın hikmetini bilememiştir. Bu tercihin sırrı insanların bir kısmına gösterilmiş ve açıklanmıştır. Bir kısım insan ise onu varlıkta hükmü ortaya çıktıktan sonra öğrenir. Bunun üzerine “Allah'ın orada bir bilgisi vardır ve ben onu bilemedim” diyerek tasdik eder. Bu sırada işin hikmeti öğrenilir ve kendisi buradaki hikmetin maslahatını bilmediğini itiraf eder.

Bu duruma alemde sıkça rastlanmaktadır. Örneğin bir insan amacına ve düşüncesine uymayan bir iş nedeniyle öfkelenir ve hüküm vereni “zalim” diye suçlar. Ancak öfkelenmesine neden olan hükmün faydası ortaya çıktığında, o hüküm nedeniyle Allah'a hamd eder. Çünkü Allah fiili ile o kötülüğü ortadan kaldırmıştır. Eğer Allah'ın söz konusu hükmü olmasaydı, hükme konu olan kişiden kötülük ortaya çıkacak, o zaman gerçek zulme uğramış olacaktı.

Varlıklardaki görünen ve gerçekleşen her şeyin ilahi hikmetin hükmü ile gerçekleştiğini görmek ariflerin nihai makamıdır. Bu yüzden arif öfkelenmez, her şeyi Allah'a havale eder. “İşimi Allah'a havale ediyorum. O kullarını görendir.” (Mü’min, 40/44) ayetine tabi olur. İşte bu gerçek hikmetin kendisidir. Böyle birisi kulların razı olmadıkları hallerde gerçekleşen ilahi sırları öğrenmiş olur. İnsanların razı oldukları işlerdeki hikmet zaten aşikârdır. Bu hikmete razı olan kişi maksadına uyduğu için öğrenmiştir. Ancak maksadına ve düşündüğüne uymayan hikmetlerin hükümlerinde tartışma ve bilgisizlik ortaya çıkar. Aslında akıl sahibine, bu gibi olaylarda çekimser kalmasını söyler. Çünkü o işin gerçek sebebini bilemez. Buna karşı olma akıl suretinde olan vehmin kendisidir. Akıl Allah'ın tercih etmediği bir işi O’na karşı tercih etmez. Ancak insanlar akıl ile vehmi birbirine karıştırdıklarından buradaki hususu anlayamazlar. Allah'ın tercih ettiği gerçekleşen olgudur. Dolayısıyla gerçekleşen her olgu Allah'ın hikmeti ile gerçekleşmiştir.

“O hakim ve alimdir” (Zariyat, 51/30). Bu ayete göre arif için el-Hakîm ismi el-Âlim isminden önce gelir. Ancak sıradan bir insan el-Âlim ismini el-Hakîm isminin önüne getirir. Halbuki el-Hakîm ismi özel, el-Âlim ismi geneldir. Yukarıdaki ayette Her ikisi de birlikte zikredilmiştir. Dolayısıyla bilen herkes hakîm değildir ve her hakîm âlimdir. Bu Hikmet (Bakara, 2/269) ayetinde ifade edilen büyük bir hayırdır.

Bu konuda İbn Arabi Hazretlerinin şu şiirini ifade edebiliriz:

Hikmet çok hayır

Hikmet aydınlatıcı dolunay

Bazen gizlenir, bazen görünür

el-Habîr böyle buyurmuş

Onunla üzerimize gizlenmiş

Onunla zuhur ortaya çıkmış

 

İbn Arabi – Fusûsü’l-Hikem (Hikmetlerin Özü)

Füsûsü’l-Hikem İbn Arabi (ks)'nin ölümünden 11 yıl önce yazılmış olduğundan müellifin en olgun çağına rastlar.

Fusûsü’l-Hikem'in yazılışının asıl maksat ve gayesi halkın bazı müteal (yüce) hakikatlerle aydınlatılmasıdır. Fusûsü’l Hikem kısa bir başlangıçtan sonra, her nebiye bir hikmet verilmiş olduğunu ve 27 peygamberin ayrı bir hikmeti temsil ettiğini beyanla eseri 27 fassa ayırıyor ve bu hikmetlerin izahı sırasında Vahdet-i Vücut zaviyesinden her nebinin temsil ettiği hikmetin izah ve tahliline girişiyor. Bütün bu hikmetlerin hülasasının, Hikmet-i Ferdi'nin mümessili olan Hz. Muhammed (sav)'de mevcut bulunduğu ve onun en mütekabil bir hikmetle bütün nebi ve resullerin esrarını hamile ve en son nebi ve resul olduğunu ispata çalışıyor. Yalnız Kur'an'da isimleri geçen Zülkifil,  Elyesa ve Zülkarneyn'den bahsetmemektedir. Ayrıca Şit peygamberden ve Hz. İsa (as) ile Hz. Muhammed (sav) arasında gelen Halit bin Sinan adında peygamberliğini izhar etmemiş olan bir nebiden de bahsedilmektedir.

İbn Arabi, bu kitabı nasıl ve niçin yazdığı hakkında kitabının önsözünde şunları söylemektedir:

“627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam'da bulunduğum sıralarda Tanrı peygamberi Hz. Muhammed'i gerçek bir rüya aleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki: “Bu Fusûsü’l-Hikem (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.”

Ben, Allah ve resulüne boyun eğmek ve aramızdan emir vermek mevkiinde olanların emirlerini dinlemek yaraşır dedim. Yüce peygamberin bana tarif ettiği vesile hiçbir eksiklik ve fazlalığı meydan vermeden bu kitabın halka açıklanması hususundaki ümidimi gerçekleştirdim. Halis niyetle hareket ettim, temiz bir maksat ve himmet güttüm.

Ulu Tanrıdan diledim ki, beni bu kitabı yaymakta ve bütün işlerimde, üzerine şeytanın musallat olamayacağı kullarından eylesin. Parmaklarımın yazdığı, dilimin söylediği, kalbimin üzerine kıvrıldığı şeyler de beni Yüce kudreti ve yardımı ve ruhi ilham ile nefsimin vesveselerinden korusun ve zat aleminden gelen bilgiye mazhar kılsın ki, bu işte mütehakkim olmayayım, sadece mütercim olayım. Tâ ki Tanrı erlerinden ona vakıf olacak kimseler gerçek bilgiye ersinler. Çünkü bu kitap nefis arzularından münezzeh ve içine fesat karışmamış olan en kutsi makamdan indirilmiştir.

Umarım ki Ulu Tanrı duamı işittiğinde nidamı kabul eder. Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim. Halbuki ben Nebi değilim, Resul hiç değilim. Lakin Nebinin mirasçısı ve ahiretin koruyucusuyum.

Allah'tan dinleyiniz, Allah'a dönünüz;

Benden dinlediğiniz şeyleri hatırda tutunuz;

Sonra anlayarak bu kısa sözü genişletiniz ve toplayınız;

Daha sonra bunları isteklilerine veriniz, men’etmeyiniz;

Bu size yayılmış bir rahmettir, siz de bunu genişletiniz.”

Bu kitap hakkında İbn Arabi'nin manevi oğlu ve talebesi olan Sadrettin Konevi (ks) şunları söylemektedir:

“Fusûsü’l-Hikem kitabı şeyhimiz, imam, kâmil, ümmetin hâdisi, kâmillerin imâmı, imâmların imâm, Muhyi’l-hak ve’d-din Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. el-Arabi et-Taî’nin (ra)  muhtasar kitaplarının en nefislerinden birisidir.

Bu eser, onun son neşeleri ve tenezzüllerindendir. Fusûsü’l-Hikem, Muhammedî makamın kaynağından, zâtî ve ahadiyet/birlik özelliğindeki “cem” meşrebinden vârid olmuş, böylelikle de Hz. Peygamber (sav) Efendimizin “Allah'ı bilmek” hakkındaki zevkinin özünü içeren ve içinde zikredilen büyük veliyi ve nebilerin zevklerinin kaynağına işaret eden bir kitap olarak gelmiştir.

 Ayrıca bu eser, uyanık ve basiret sahiplerini, o veli ve nebilerin zevklerinin özüne, himmetlerinin ve arzularının yöneldiği/taalluk şeylerin neticelerine, elde ettikleri ürünlerin içeriklerine ve kemâllerinin nihâyetlerine irşâd eder.

Binaenaleyh,  Fusûsü’l-Hikem, onlardan her birisinin kâmil makamının içermiş olduğu şeyler üzerine adeta bir “mühür”; bu makamların kapsadığı ve kendilerinden zuhur eden şeylerin asıllarına dikkat çeken bir eser olmuştur.”

Fusûsü’l-Hikem, tasavvuf ile iç içe girmiş metafizik hakkında bir kitaptır. Eserde yazarın amacı, genel olarak varlığın tabiatını ve mümkün varlığın (alem) vâcip varlık (Allah) ile olan ilişkisini araştırmaktır. Eserdeki en önemli yön, en Kâmil mazhârları olan nebilerin suretlerinde tecelli eden ilâhi hakikatin araştırılmasıdır. Çünkü  Fusûsü’l-Hikem'deki her bir fas (bölüm), “Kelime” olarak isimlendirilen bir nebinin hakikati etrafında dönmektedir.

Ebu’l-Ala Afifi, “Fusûsü’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar” adlı kitabında şunları söylemektedir:

“İbn Arabi, bu kitapta ameli ve nazari tasavvufun meselelerini sunmadığı gibi, salt felsefi meseleleri de ele almaz. Ya da, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye  ve diğer bazı eserlerinde yaptığı gibi, fıkhi meseleleri arz edip, bunları tasavvufi açıdan yorumlamaz. İbn Arabi, bu eserinde tasavvuf düşüncesindeki bir sistemi özetler. Bu sistem, onun hem akıl ve hem de dini coşkusundan taşan oturmuş ve olgunlaşmış bir sistemdir. Bu sistemde, varlığın tabiatı hakkında genel bir önerme ortaya koyar ve bu önermeden Allah-alem ve insan hakkında çıkabilecek bütün sonuçları çıkarır; bu eserin felsefi yönüdür. Ardından bu felsefeyi, sûfî zevk ve şahsi tecrübeyle teyide yönelir; bu da eserin sûfî yönüdür.”

İbn Arabi'nin “Vahdet-i Vücut” düşüncesi tasavvufta büyük bir devrim yapmıştır. İbn Arabi yazdığı Fusûsü’l-Hikem adlı eserinde de bu düşüncesini işlemiştir. İbn Arabi'nin “Vahdet-i Vücut” düşüncesi herhangi bir felsefi sistemin bir devamı değildir. Bu düşünce İslam dinini aslına ve imani akidelerine bağlı bir hakikat mezhebi olarak açıklar ve müdafaa eder. Bazı muhkem ve müteşabih Kur'an ayetlerinin batını manalarını hakikat diliyle tefsir ederek bütün varlığın tek ve eşsiz Mutlak Varlık tarafından belirlendiğini söyler. Mutlak Varlığın kendisinde mevcut şen ve nispetleri izhar etmesiyle sonsuz bir çokluğun meydana gelmiş olduğunu bildirir. Ancak bu çokluk hakiki bir varlık değildir. Bu çokluk her an Zât-ı Mutlak'ın değişik tecellileriyle mahvolmakta ve yeniden misilleri yaratılmaktadır. Zat-ı Mutlak’ın  bilkuvve  mevcut olan kudret ve nispetlerin bilfiil zuhur alemine çıkması, kâinat dediğimiz şu alemi doğurmuştur. Daha doğrusu Zât-ı Mutlak Kendisini eşya ve kâinat suretinde açığa vurmuştur. Zâhir, Bâtın, Evvel, Ahır hep O’dur. O’ndan başka bir varlık yoktur. Eşya ve kâinat Allah'ın zahiri, Allah eşya ve kâinatın bâtını ve ruhu mesafesindedir. Yaratan, yaratılan, Hâlik, mahlûk hep O’dur. O’nun dışında, O’nun varlığı haricinde hiçbir varlık tasavvur edilemez. Çünkü varlık (vücut) birdir.

 

Hikmet Makamına Aykırı Görüşler

Asırlar boyunca insanlar İslam'ın ortaya koyduğu hikmet makamının inceliklerini ve gerçeklerini inkâr etmişler ve aksi görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan önemli olanlarının bazıların aşağıda ifade ediyoruz.

• Allah muhtar değildir. Alemdeki cüzleri bilmez. Kâinatın yaratıcısı  ve mucidi değildir. Sadece kainata tesir ederek ona hareket vermiştir ve kâinat O’nun eseridir. Eserde müessirin önceliği zaman açısından bir öncelik değildir. Bununla şunu kast ederler: Kâinat kadimdir, bâkidir. Yok olmaz, onu yok etmeye Hakk Teâlâ’nın gücü yetmez ve yeni bir alem yaratmaktan acizdir. Şeytan bunun gibi daha pek çok küfrü onların aklına getirerek, bunları da büyük bir hikmet ve marifet olduğu zannını oluşturup onların gurura kapılmalarına sebep olur. Kendileri gibi inanmayanlar onlara göre taklit ehli körlerdir. Yine onlara göre bu kimselerin eline taklit asasını peygamberler vermiştir.

• Peygamberler hakim olan kimselerdi ve söyledikleri her şeyi hikmetle söylerlerdi. Fakat cahillerle konuştuklarında onların anlayabileceği miktar kadar konuşur, “Biz Allah'ın elçileriyiz, Cebrail yanımıza gelerek Hakk’tan haber getirir. Kitap bize Allah tarafından gönderilmiştir” derlerdi. Fakat gerçekte sıfatlar onların sözüyle meydana gelmiş, halkın hikmet kanununa uygun bir şekilde yaşamaları için şeriat hükümlerini de yine peygamberler koymuştur. Yerine getirmeleri hususunda halka söyledikleri her şeyde gizli bir işaret vardır ve aslında bu söylediklerinin başka bir anlamı vardır. Mesela Cebrail'den maksat faal, Mikail'den kasıt müstefâd akıldır. Bunlar akl-ı küllden feyz alıp bunu mânâlardan faydalanarak makul bir hale getirirler ve böylece nefs-i müdrike ile nefs-i nâtıkayı ondan haberdar ederler.

Bu türlü bozuk hayaller, vehimler ve şüpheleri ortaya atanlar aslında nefislerinin arzularına teslim olan kişilerdir. İşte bu nedenle, “Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) buyurulmuştur. Nefis yukarıda bahsettiğimiz şüphelere akla yatkın deliller bulsa, canı gönülden hemen ona sarılır. Nefiste bu küfürler ne kadar çok kabul görürse, din ve şeriata olan inkârı da o kadar fazla olur. Küfrü ikrâr edip, dini inkâr etmek nefsin iki ayağıdır ki, cehennemin nihayeti olan esfel-i sâfilîne bu ayaklarla yürür.

Bu kötü durum bugün Müslümanlar arasında da çok yaygındır. Pek çoğu, pek çok cahil kimse, kendilerini bu ilmin tahsiline vermişlerdir. Onun adına da, kimse onların bu habis akidesini ve bozuk işlerini anlamasın diye “Din Usulünün İlmi” koymuşlardır. Bu konuda Necmeddîn-i Dâye Hazretleri, “Tasavvuf Yolu” adlı kitabında şunları ifade etmektedir:

“Din ilimlerinden ve yakîn aleminin nurundan habersiz, bu ilim talibi pek çok cahil, ilim maksadıyla hareket edip yolculuklara çıkmakta, Hakk’ın yüzüstü bıraktığı bu kimselerle birlik olup filozofların safına katılmaktadırlar. Onlar da daha önce elde ettikleri bu çeşit ilmi, yani bu küfürleri tedrici bir şekilde bu taliplerin nazarına vermektedirler. Artık bu ilmi tahsil etmek, bu küfür ve dalalet itikadını hikmet ve usul adı altında onların kalplerine güzel göstermek daha kolaydır. Bu tecrübesiz biçareler, dinin hakikatlerinden ve yakîn ehlinin makamlarından habersiz olduklarından bunlara sarılırlar, onlar bununla gurura kapılıp zevk duyarak, “Biz taklit ehli olmaktan kurtulup, alemin seçkinleri olan muhakkikler olacağız” derler. Gerçekten de onlar muhakkik olacaklardır, fakat küfürde; taklitten kurtulacaklardır fakat taklid-i imandan; gerçekten de seçkinlerden (Havas) olacaklardır, fakat iblisin seçkinlerinden.

Eğitim görmemiş biçarelerden birisi bunlardan biriyle sohbet etse onun imanında, bu taifenin ölü soluğu ve nefesleriyle bin çeşit şek, şüphe, eksiklik ve hastalık meydana gelir. Bunlardan pek çoğunun nefsi bu küfürleri kabul etmeye müsait olduğundan, bu küfürleri taklit ederek kabul ederler. Böylece bütünüyle İslam dairesinden dışarı çıkarlar. Bu kötü itikat onlardan başkalarına da yayılır. Bu uyuz bir devenin develer arasına karışmasına benzer. Uyuzu her gün yeni bir deveye bulaştırır.

Küfür ehlinin münafıklığı ise felsefeciler, dehrîler (materyalistler), tabiatçılar (natüralistler), tenasühçüler, ibâhîler ve İsmailîler’de görülür. Bunlar, Müslümanlar arasında “biz Müslümanız” derler, fakat bunların inançları ifade edildiği şekilde küfür ve şüphelerden oluşur. Kendileri gibi kimselerin yanlarına vardıklarında, inançları aşikâr olur ve “biz bu taklitçilerle alay ediyoruz” derler. Hakk Teâlâ onların durumları hakkında şöyle bilgi vermektedir: “Onlar iman edenlere rast gelince, “Biz iman ettik” derler. Kendi şeytanlarıyla yalnız kalınca da, “Biz sizinle beraberiz, biz ancak o iman edenler ile istihzâda  bulunan kimseleriz” derler. Allah Teâlâ ise onlar ile istihzâ eder. Onları kendi azgınlıklarında şaşkın bir halde bırakır.” (Bakara, 2/14,15). Küfrünü gizleyip diliyle Müslüman olduğunu iddia eden her kâfir bu cümledendir. Münâfıkların dönüş yeri ve meâdı hakkında şöyle buyrulmuştur: “Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın. (Nisa, 4/145)”

 

Mutasavvıfların Hikmet Makamı İle İlgili Sözleri

Kuşeyrî Risalesinde bazı mutasavvıfların hikmet mertebesi ile ilgili görüşleri anlatılmıştır. Bunlardan bazılarını aşağıda ifade ediyoruz.

• “Kulun hikmet itikadı itibarıyla ilk muhtaç olduğu şey, kendisini var eden Yüce Yaratıcı’yı ve O’nun kendisini nasıl yarattığını bilmektir. Böylece kul, yaratıcının  kadîmin (ezelinin) ve sonradan yaratılmış olanın vasıflarını tanıyacak, neticede Hakk’ın karşısında huşû ve tezellül içinde olacak, O’nun davetine icabet edecek, O’na itaat etmesi gerektiğini itiraf ve kabul edecektir. Nitekim mülkün asıl sahibini tanımayan kimse, bu mülk üzerinde kimin tasarruf sahibi olduğunu da bilmez.” (Cüneyd-i Bağdâdî)

• “Hakiki mümin, hakkında Cennet hükmü verilmiş olan kimsedir. Bunu ilahî hikmet sırrı olarak bilmeyen kimsenin gerçek mümin olduğunu iddia etmesi sahih değildir.”  (Ebû Bekir el-Vâsıtî)

 • “Yakîn kulu hırslı olmamaya sevk eder. Hırslı olmamak ise insanı zühde götürür. Zühd hikmete, hikmet de işin hakikatine nazar etmeye sebep olur.”

“Yiyecek ile doldurulmuş bir mideye hikmet yerleşmez.” (Zünnûn-i Mısrî)

• “Allah'ın zatı ve sıfatları ile ilgili sana sorulan her şeyin cevabını ilim sahasında ara. Orada bulamazsan hikmet meydanında ara. Eğer orada da bulamazsan aradığın şeyi tevhid akidesine mukayese et. Bu üç yerde de bulamazsan, götür o meseleyi şeytanın yüzüne çarp.” (İbn Atâ)

• “Eğer kanaat ile desteklersen açlık, tefekkürün tarlası, hikmetin pınarı ve kalbin kandili olur.”

“Edebini hikmet sahibi bir şeyhten almayan kimse, hiç kimseyi eğitemez, hiç kimseye terbiye veremez.”  (Muzaffer el-Kirmisînî)

• “Kendisine dünyadan uzaklaşıp züht içinde yaşama hâli ve bunu anlatma nimeti ihsan edilmiş birini görürsen ona yaklaşıp kendisinden istifade ediniz, çünkü o sizlere hikmet kazandırır.” (Hadis)

• “Yüce Allah dünyayı yarattığı zaman günah ve cehaleti tokluğa, ilim ve hikmeti ise açlığa yerleştirmiştir.” (Sehl b. Abdullah)

“Bir kul kırk gün ihlâs ile amel ederse, kalbinden diline hikmet pınarları fışkırır.” (Mekhûl)

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa        Tasavvuf Sohbetleri

Tasavvufta  Hikmet  Makamı

Yayınlanma Tarihi: 29.05.2022