Tasavvuf DilAllah'tır. Yani Allah'ın Gönül Bahçesi’dir. Bu bahçede birçok ilim çiçekleri açmıştır. Bu çiçeklerden biri de Tıp’tır. Tıp insanların sağlığı ile ilgilenen ve hastalığın ortadan kalkması için uğraşan bir ilimdir. Bu nedenle de tasavvufla ilgilenen insanlar tıbba da büyük önem vermişlerdir. Bu nedenle sufilerin arasında birçok tabib vardır. Bu kişiler sağlık ile ilgili birçok bilgileri ortaya koymuşlar ve hastalıkların tedavisi için birçok yöntemler oluşturmuşlardır. Sufiler bunu yaparken aşağıdaki ayetin hükmünü göz önüne almaktadırlar:

Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Maide, 5/32)

Sağlıklı yaşam sufiler için çok önemlidir. Çünkü insan ancak sağlıklı iken ibadetlerini hakkı ile yapabilir. İnsanın kulluk görevlerini yerine getirmesinde sıhhat ve afiyetle olması ona daha fazla haz ve şevk verir. Çünkü bu durumda, kalbi mutmainne olarak Yaratıcısına daha çok yaklaşır. Eğer insan sağlıklı değilse, kalbi sıkıntılarla meşgul olacağından Yaratıcısına yaklaşması daha güç olur. Bu nedenle sağlıklı olmak Allah'ın insanlara verdiği en önemli bir nimettir.

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi  (Kanuni Sultan Süleyman)

 

Tasavvuf ve İlim

Tasavvufta insan büyük aleme benzetilir. Bu yüzden insana küçük alem denir. Sufiler kâinattaki bütün varlıkları, Allah'ın isim ve sıfatlarının birer tecellisi olarak görürler. Dolayısıyla her şey, Allah'ın yarattığı varlık olarak O’nunla ilgilidir. Bu ilgiyi bilmek insanın görevidir. Bu nedenle sufiler fen bilimleri dahil bütün bilimler ile ilgilenmişlerdir. Tekke kütüphanelerinde bu konularla ilgili birçok kitap bulunmaktadır.

Sufiler, amellerinin salih olmasını sağlayacak kadar ilim tahsilini herkese farz olduğunu kabul ederler. Bu nedenle Müslümanların ömürlerinin elverdiği kadar, bütün ilimlerin temel olan ilkelerini bilmeleri gerektiğini düşünürler. İlim cehaletin zıttıdır ve cehalet karanlık ve hareketsizliktir. Bu bakımdan cehalet yok olmaya yakındır. İlimlerin faydalı olabilmesi için insanı Allah'a yaklaştırmaları gerekir. İnsanı Allah'a yaklaştırmayan ve onun kudretini hatırlatmayan ilimlerden uzak durmak gerekir. Bu nedenle sufiler, dini ilimlerin yanı sıra en çok tıp, astronomi, kimya ve geometri ile ilgilenmişlerdir.

Sufilere göre Allah'ın ilk yarattığı şey Peygamberimizin, sallallahu aleyhi ve sellem, nurudur. Buna külli akıl da denir. Diğer her şey bu nurdan yaratılmıştır. Diğer peygamberler, veliler ve Allah'a yakın olanların bu nurdan payları vardır. Bunun sayesinde Allah Teâlâ'nın manevi tecellilerini idrak ederler. Sufiler varlıkları özellikle iki pencereden incelerler: birisi varlıkların maddi aleme (zahiri alem) bakışları açısından, diğeri varlıkların manevi aleme (batını aleme) bakışları açısındandır. Bu nedenle varlıkların hem görünür dünya ile hem de kalp alemi ile olan ilgileri hakkında bilgiler ortaya atmışlardır. Bugün toplumda modern bilim/ müspet bilim olarak kabul edilen bilimlerin araştırmaları, varlıkların görünen dünya ile ilgili  bilgilerini ortaya koymaktadır. Ancak bu bilgiler eksik ve tam mutlak değildir. Sufiler ise varlıkların gerek zahiri ve gerekse batını yüzlerini incelediklerinden, ortaya koydukları bilgiler daha kesin ve daha mutlaktır. Bununla beraber tam mutlak bilgiye ulaşmak insan için mümkün değildir. Çünkü tam mutlak bilgi Allah'ın indinde olan bilgidir. Bu bilgiler ilahi özellikler taşıdığından, bunları insanların bilmesi imkânsızdır. Bu husus Kuran'da şöyle belirtilmiştir: “ Size ilimden az şey verilmiştir.” (İsra, 17/44)

Sufiler, varlıklar hakkındaki bilgileri keşif ve ilham yoluyla elde ederler. Bu bilgiler Peygamberlerin vahiy yoluyla getirdikleri bilgilerle uyumludur. Bu bilgilerin bazıları bugünkü müspet bilimler tarafından da teyit edilmişlerdir. Örneğin Hz. Mevlana eserlerinde bakteri, atom gibi kavramlara işaret etmektedir. Esir, hebâ, zerreler ve hareketler, güneşin özellikleri, gıdalar ile ilgili bilgiler verir. Bu bilgileri Hz. Mevlana ilham ve keşif yoluyla elde etmiştir. Bu bilgiler bugünkü müsbet bilimcilerin bilgileri ile uyuşmaktadır.

 

Sufiler ve Tıp İlmi

Sıhhat ve afiyet insanlara Allah tarafından verilen en büyük nimetlerdendir. İnsan bedeninin sağlıklı olması ile ilgili hususları tıp ilmi inceler. Tıp ilmindeki temel bilgilerin ilk şekilleri, insanlık tarihi boyunca, çeşitli bölgelere gönderilen peygamberlerin vahiy yoluyla elde ettikleri bilgiler olduğu şüphe götürmez. Çünkü Allah her bir  peygamberi vasıtasıyla, insanları sağlıklı olma hususunda uyarmış ve onlara bu konuda korunma yollarını öğretmiştir. Bu bilgilere daha sonra sufilerin ilham ve keşif yoluyla elde ettikleri bilgiler de eklenmiştir. Çünkü gerek peygamberler ve gerekse sufiler insan sağlığı ile ilgilenen kişilerdir ve manevi yoldan elde ettikleri sağlık ile ilgili bilgileri insanlara aktarmışlardır.

Sufilerin tıpla ilgili yazdıkları kitaplar zamanımıza kadar gelmiştir. Bu eserlerden bugün de istifade edilmektedir ve içerik olarak modern tıp tarafından da teyit edilmektedir. İmam Gazali'ye göre, halk tıp ilmine çok güvenmektedir. Eğer insanlar tabiplere güvendiği kadar, peygamberlerin getirdikleri ilme de sorgulamadan uysalar, ortada hiçbir inanç problemi kalmayacaktır.

Tıp ilmi ile insan bedeni içindeki organların düzenli çalışması öngörülür. Fıkıh ilmi ile de, insanlardan oluşan toplumdaki itidal ve birlikteliğin muhafaza edilmesine çalışılır. Fıkıh birkaç yönden tıptan daha faziletlidir. Çünkü fıkıh ahiret yolu ilmine komşu bir ilimdir, organlar ile yapılacak ameller ile ilgilenir, organlar da kalplere yakındır. Buna mukabil tıp ilmi sadece bedenin fizyolojisinden ibaret olan sıhhat ve hastalıklarla ilgilenir. Tıbbın kalp ilmi ile ilgisi yoktur. Bu bakımdan fıkıh tıptan daha üstündür. Tıp başlangıçta ilhama dayalı bilgilerle dayansa da, daha sonraları deney ve akıl yoluyla elde edilen bilgilerle genişlemiştir. Tasavvuf ise manevi kalbi müşahede ile ilgilidir. Orada akıl ve deneyin herhangi bir etkisi yoktur.

Halk sufilere diğer din alimlerinden daha yakın durmuşlardır. Bunun nedeni, sufilerin hastalıkları mucizevi bir şekilde nefesleri ve dualarıyla iyi etmelerine ait inançtır. Bu nedenle sufiler, halkla samimi ve güvene dayalı ilişkiler kurabilmişlerdir. Halk ile sufiler arasındaki bu bakımdan bir teveccüh ve sevgi bağı oluşmuştur.

İnsan küçük alemdir, yani insan kainatın bir modelidir. Kainatta olan olaylar insanın vücudunda da olmaktadır. Bu müthiş ilişki tasavvuf vasıtasıyla tespit edilmiş ve ortaya konulmuştur. Zariyat suresinin 20. ve 21. ayetlerinde şöyle buyrulmaktadır:

Yeryüzünde kesin bir bilgi ile inanacak olanlar için ayetler vardır. Kendi nefislerinizde de vardır. Yine görmüyor musunuz?”

Hz. Ali'nin dediği gibi, “Nefsini bilen Rabbini de bilir. Fakat sen ham olduğun için görmüyorsun.”

Tasavvuf tıptan daha yüksek bir ilimdir. Çünkü tasavvuf eğitimi alanlar, ilham ve keşif yoluyla tıbbi bilgileri de öğrenebilmekte ve hastalıkları tedavi edebilmektedirler. Bununla ilgili birçok örnek vardır:

● İbrahim Havvâs (ö. 904) hacamatlık yapardı. Kan aldırmak için dükkanına gelen fakirlere et alıp pişirir ve yedirirdi.

● Hallac-ı Mansur (ö. 922) duaları ile ve dokunuşla insanları tedavi ederdi.

● Şeyh Abdülkadir Geylâni (ö.1166) felçli ve cüzzamlı hastaları iyileştirmiştir.

● Sadeddin Cibavî (ö.1180) akıl hastalarını tedavi ederdi.

● Şems-i Tebrîzi (ö.1247) nefesi ile insanları iyileştiriyordu. Bu nedenle “Hz. İsa nefesli” diye nitelendirilmiştir.

● Sadrettin Konevî (ö.1274) kitaplarında pratik tıpla ilgili hususlar anlatmıştır. Bazı insanları hastalıklardan dua ile iyileştirmiştir.

● Eşrefoğlu Rumi (ö.1469) hastaları rukye/okuma ve dua ile tedavi ederdi.

● Ahmet Buhâri (ö.1516) nazarla tedavi yapardı.

● Ahmet Bîcan'ın (ö.1466) şifalı taşlarla ilgili Cevâhirnâme adlı manzum bir eseri vardır. 40 beyitlik bu eserde yakut, elmas, zümrüt gibi mücevherlerin tıbbi yönden tedavi ve tesirleri ile ilgili bilgiler vermektedir.

● Sufi olan Mehmet Çelebi Ankaravî (ö.1567) tıp ahlakına, veba ve koleradan korunmaya dair tıbbi eserler yazmıştır.

● Şuûri Hasan Efendi (ö.1693) hangi müzik makamlarının, hangi hastalıklara iyi geldiği konusunu incelemiştir.

● Mustafa Efendi (18. asır) sârâ, delilik gibi akıl ve ruh hastalıklarını tedavi ederdi.

● Müstakim Süleyman Sâdeddin Efendi (ö.1788) taun hastalığı ile mücadele yöntemlerini anlatan bir eser yazmıştır.

● Şeyh Ahmet Efendi (19. asır) özellikle sârâ, delilik gibi akıl ve ruh hastalıklarını tedavi ederdi.

● İmam Gazali (ö.1111), “ağzı dar bardaktan su içmek ağrılara sebep olur” der. Bunun sebebi de, içine dolan ağız buharıdır (pis nefestir). Bunu teyit eden bir hadiste, su içilen kabın içine nefes alıp vermek, suya katılabilecek olan pis nefesten dolayı yasaklanmıştır.

● Mevlana'nın (ö.1273) “Zerreler gördüm hep ağzı açık, eğer onların yemeğini söylesem uzun olur” beytindeki zerrelerin bakteriler oldukları tahmin edilmektedir.

● Akşemseddin (ö.1459) mikroptan tıbbi anlamda ilk bahseden bilim adamıdır. Ne yazık ki günümüzde bu paye ondan 100 yıl sonra yaşamış olan İtalyan Fracastor’a verilmiştir.

● İmam Gazali, “safra kesesinin kanın köpüğünü/asitini, dalağın kanın telvesini/sevdasını, böbrek ise kanın kirli suyunu alır” demiştir.

● İbn Arabi (ö.1240), her hastalığın sebebinin üşütme olduğunu söylemiştir. Çünkü üşütme ile vücudun bağışıklık sistemi zayıflar.

 

Selim Kalbin Fizyolojisi

Kalp bedenimizin en önemli bir organıdır. Bir et parçası olarak duyularımızın algıladığı kalbin yanında, başka bir kalp daha vardır ki bu insanın manevi dünyasının kapısıdır. Bu kalbin sağlıklı olması gerekir. Buna Selim kalp denir. Selim bir kalbe sahip olmak İslam'ın emridir.

O gün (kıyamet günü) ki ne mal fayda verir, ne oğullar. Ancak Allah'a Selim bir kalp ile gelenler o gün de kurtuluşa erer.” (Şuara, 26/88-89)

Bu konu şu hadiste de ifade edilmektedir: Hz. Peygamber (sav) e, “En efdal insan kimdir? diye sorulduğunda, “Kalbi mahmûm (pak), dili doğru sözlü olan herkes” buyurdular. Ashab “Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmûm kalp ne demektir? diye sordu. “Mahmûm kalp Allah'tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, haset yoktur” buyurdular. (İbni Mace)

Tasavvuf açısından Selim kalpten anlaşılan budur. İmam Gazali insanın kalp ve nefisten mürekkep olduğunu söyler. Buradaki kalpten kasıt et parçası olan kalp değil, batıni hakikatidir. Ona göre kalp kral, akıl ise vezirdir. Duyu organları ise onların askerleridir. Topladıkları bilgilerle onlara yardımcı olurlar. Allah'a yaklaşmaya çalışan, bunu bedeni ile değil kalbi ile yapar. Buradaki kalp et parçası olan ve duyularla bilinen kalp değildir. Tasavvufta kalp arşa, beyin ise kürsüye, duyu organları da tabiatları icabı Allah'a itaatten başka bir şey yapmayan meleklere benzetilir. Bu haliyle insan, hadiste belirtildiği üzere, Rahman'ın sureti üzerinde yaratılmasının sonucudur.

Tasavvuf kitaplarında bütün varlıkların yanında, genel olarak insan bedeni de  “min acâib-i sun’illah”  (Allah'ın harikulade yaratıklarındandır). Organlar ve her şey Allah'a vasıl olmak için yaratılmıştır. Allah'a vasıl olmak ise ibadet, zikir, tefekkür ve sabır gibi davranışlarla mümkün olur. Sufiler bunların uygulamasını yapan insanlardır.

Manevi kalp, duyularla algılanamayan ve bedendeki ruh, sır, hafi ve ahfa gibi latifelere giriş yeridir. Allah'ın sırlarından biridir. Allah Teâlâ’nın bütün tecellilerini bu kalp üzerinden insan ruhuna ulaşır. Bu nedenle bu kapının açık olması gerekir. Bu kapının açık olması için günah ve kirlerden temiz olmalıdır. Peygamberlere gelen vahiyler bu kalp üzerinden indirilmektedir. Bu iletişimin sağlıklı olması için manevi kalbin yukarıdaki hadiste anlatıldığı üzere tertemiz olmalıdır. Peygamberler masum oldukları için onların kalpleri tertemizdir. İnsanlar da Allah'ın tecellilerini algılayabilmek için tertemiz (selim) bir kalbe ihtiyaçları vardır. İnsan kalbini her türlü günah, kin, dünya sevgisi gibi onu kirleten hususlardan temiz tutarsa, tecelliyat onun kalbine de nüfuz eder ve ruhu Allah'tan gelen ilim, hikmet ve haberleri alır. İşte Allah'a yaklaşmak bu demektir. Böyle temiz bir kalp, insanı yarın ahirette kurtaracak olan en önemli şeydir.

 

Canlılık, Ruh ve Ölüm

Canlılık yaşama belirtileri göstermektir. Bu özellik tabiatta insan, hayvan, bitki gibi makro varlıklarda olduğu gibi, gözle görülemeyen virüsler, bakteriler gibi mikro organizmalarda da görülmektedir. İsra suresi 44. ayetinde, tabiattaki her varlığın Allah'ı tespih ettiği, zikrettiği belirtilmektedir. Fakat insanlar bu tespihleri duymazlar. Allah'ı tespih etmek, zikretmek bir canlılık işaretidir. Çünkü canlı olmayan, algılayamayan bir varlığın Allah'ı tespih etmesi, zikretmesi düşünülemez. Buradan yola çıkarak evrendeki her şeyin canlı olduğunu kabul edebiliriz. Eğer varlıklar canlı olmasalardı, Allah'ın “Ol” emrini duymazlar ve varlık haline gelmezlerdi. Her varlığın canlı olmasını temin eden, onda Allah Teâlâ'nın yarattığı ruhtur. Bu nedenle her varlığın ruhu olduğu düşünülür.

Sufiler de bu görüşe katılırlar. Onlara göre bütün varlıkların kendilerine özgü bir hayatı ve zikir şekli vardır. Ama insanlar bunu göremezler ve duyamazlar. Ancak kalbi selim olanlar bunları fark edebilirler. Bu nedenle sufiler, çay içtikleri bardaklardan, gece başını koyduğu yastığa kadar her şeyde yaşayan, konuşan küçük büyük varlıkları görürler ve duyarlar. Çay içerken bardağını “canı yanmasın” diye tabağa yavaşça koyar, mum ve lamba gibi aydınlık veren şeyleri “yakmak” yerine “uyandırmak”, “söndürmek” yerine “dinlendirmek” tabirini kullanırlar.

İbn Arabi, ruhun göz, kulak, burun gibi duyu aletleri ile donatılmış olduğunu ifade eder. Ruhun iki vecihi/yüzü olduğunu, birisiyle alem-i şehadete (görülen alem), diğeriyle alem-i gayba (görünmeyen aleme) baktıklarını söyler. Ruhun gıdası ilimler ve sıfatlardır. Ruhların yok olmayacakları hadislerde ifade edilmiştir. Ruh tenâsühle  başka bir varlığa da geçmez.

Ruh latif bir varlık olup mahiyeti bilinmemektedir. Ruhun varlığını kabul etmeyen birçok müspet bilimci vardır. Ancak tabiatta birçok olaylar vardır ki, ruh kavramı göz ardı edilirse açıklanması imkansız olur. Örneğin rüya görme bunlardan biridir. Sufilere göre ruh uyku esnasında bedeni terk eder ve berzah aleminde dolaşır. Birçok diğer ölmüş veya daha dünyaya gelmemiş ruhlarla görüşür, kendisine birçok olay hakkında simgesel bilgiler verilir. Ruh bedene tekrar girer ve kişi uyanır. Rüyasında gördüklerinin bir kısmını hatırlayabilir. Fakat gördükleri sırların çözülmesi ayrı bir ilim konusudur. Bunu herkes bilemez. Birçok psikolog rüyada görülenlerin insanın geçmişi ile ilgisini gösterdiğini iddia ederler. Çünkü onlara göre, insan beyninin kişinin hayatının etkisi ile şartlandığı ve görülen rüyaların bunun tezahürü olduğunu ifade ederler. Yani onlara göre rüyalar kişinin geçmişinin bir yansımasıdır. Bu görüşler bize göre yanlıştır. Çünkü rüyalar, insanlara gelecekte olacak olan şeylerle ilgili bilgilerdir. Psikologların  bu yanılgıları hastalarını yanlış tedavi etmelerine neden olabilir.

De ki ruh Rabbimin emridir.” (İsra, 17/85)  Bu ayete göre ruh Allah Teâlâ'nın bir emridir, yani O’na ait bir bilgidir. Bu konuda insanların fazla bir bilgisi yoktur. İnsan ruhun mahiyetini bilemez, ama onun fonksiyonlarının bazılarını gözleyebilir.

Ölüm ruhun bedeni terk etmesidir. İnsan ölünce, gayp alemi ile arasındaki perde tamamen kalkar, hakikati görür (Kaf, 50/22). Fakat artık geriye dönüş yoktur. Ölümle ruhun idraki ve akletmesi değişmez. Ölü de acıyı ve elemi hisseder.

İbn Arabi'ye göre, ölüm “ruhun dünyada kaldığı sürece yönettiği tabii şekli/bedeni yönetmekten azledilmesi”dir. Ancak kıyamette ruh, yeni bedeni içine girecek, tekrar kabrinden kalkacaktır.

Mevlana'ya göre ölüm şeb-i arus/gerdek gecesi gibidir. Allah'la buluşmanın ve onu idrak etmenin gerçekleştiği zamandır. Bunun için ölümü bir düğün gibi karşılamak gerekir. Ölüm bir çeşit ruhun hapishaneden kurtulup özgürlüğüne kavuşmasıdır. Ancak bütün bunlar ahiretini kurtarmış ve Allah'ın rızasını kazanmış kullar için doğrudur. Aksi halde iman sahibi olmayan,  ahiretini kurtaracak ameli olmayan insanlar için, ölüm ahiret hayatında azabın başlangıç noktasıdır.

Kuran'da İslam'ı anlamayanlar ölüler olarak adlandırılırlar. Çünkü İslam, insana hayat verir, (Enfal, 8/24).  Kuran canlı (diri) olanı uyarmak için indirilmiştir, (Yasin, 36/70). Ölülerle dirilerin eşit olmadıkları aşağıdaki ayette ifade edilmektedir:

Ölülerle diriler eşit olmaz. Gerçi Allah her dilediğine işittirse de, sen kabirlerdekilere  işittirecek değilsin.” (Fatır, 35/22)

 

Sufilere göre Beden Sağlığı

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:  “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunlardan gaflet içindedir: birisi sıhhat, diğeri de boş vakittir.” Sufilere göre sıhhat nimetlerin en güzeli ve her insanın istediği dört şeyden birisidir. İnsanların istedikleri dört şey şunlardır: bilgi,sağlık, mal ve mevki. Bu dört şeye sahip olan insan gerçekten mutludur.

Sıhhatin güzelliğini anlatacak olan bir örnek “cennet”tir. İnsan, cennette yeni bir yaratılış içindedir. Bu yaratılışta elem, hastalık ve pislik yoktur. Hz. Peygamber (sav), “Allah'ım, senden nimetinin  tamamını isterim.” sözündeki “nimetin tamamı” cennete girmek olarak anlaşılmıştır.

Mevlana, Divan’ındaki bir beytinde şöyle demektedir: “Bana, hayatta sağlıklı yaşamaktan, gençlikten daha hoş, daha iyi ne gördün? diye soruyorsun. Ne bileyim!” Burada sağlıktan daha güzel bir şeyin olamayacağına işaret vardır. Bununla beraber insanlar bu nimetin farkında değillerdir. Ancak hasta olunca sağlığın kıymeti anlaşılmaktadır. Sağlığın kıymetini anlamak için sufiler, hasta ve hastane ziyaretine çok önem vermişlerdir.

Gazali'ye göre, sıhhatin en alt derecesi, “sıhhatin imkânına” inanmaktır. Sıhhat, her şeyde olduğu gibi Allah'ın elindedir. İnsan ve insan bedeni Hakk’ın mülküdür. Onda istediği gibi tasarruf eder, dilerse sıhhate kavuşturur, dilerse hasta kılar. Allah, insana sağlık vermek istediği zaman, onu elverişli şeyler yemeğe ve buna uygun yaşamaya muvaffak eder. “Oruç tutunuz, sıhhat bulasınız” hadisi, sağlıklı yaşamak için orucun farz kılındığını işaret etmektedir.

 

Sufilere göre Hastalık

Tasavvufa göre hasta olan kişi Hakk’ın hapsindedir. Merîz/hasta kelimesi, maraz/ meyl kelimesinden gelir. Fıtraten, sıhhat ve selametten meyl etmiş/sapmış kişiye hasta denir. İnsanın mizacı sıhhatli olmak üzerine kurulmuştur. Hasta olmak, bu mizacın anne rahminde veya sonradan bozulmuş olması ile olur. Aslında herkes biraz hastadır. Tamamen sağlıklı hiç kimse yoktur. Herkesin mizacında az veya çok bir sapma vardır. Çünkü “İnsan sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28), (Rum, 30/54)

Hasta genelde hep Allah'ladır, zaruri olarak Allah'ı zikreder. Hasta, hastalığın kendisini öldürebileceğini de düşünmelidir. Bunun için sık sık tövbe etmeli, iyi ve sağlıklı halleri için Allah'a hamd etmeli, dualar etmeli ve acizliğini görüp çareleri yaratan Allah'tan yardım istemelidir. Bunun yanı sıra tedavi olmalı, mümkün mertebe az şikayet etmeli, etrafındakilere hoş davranmalıdır.

Hasta olan insan Allah'ı çok zikretmelidir. Hastayken “La İlahe İllallah ve Lâ Havle ve Lâ Kuvvete İlla Billah” (Allah'tan başka ilah yoktur, O’ndan başka hiç bir güç ve kuvvet yoktur) diye zikreden kişiye cehennem ateşinin dokunmayacağı rivayet edilmektedir.

Hasta, Allah'ı daha çok zikreden olduğundan, onu ziyaret Allah'ı ziyaret etmek gibidir. Bu konudaki hadis şöyledir: “Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle der: Ey Ademoğlu, Ben hasta oldum ziyaret etmedin. Kul ey Rabbim, Sen alemlerin Rabbi olduğun halde, ben Seni nasıl ziyaret ederim? Allah: Bilmiyor musun ki, falanca kulum hasta oldu, sen onu ziyaret etmedin. Bilmiyor musun ki, sen onu ziyaret etseydin, Beni onun yanında bulacaktın.”

Hastaları ziyaretten kaçınan kimseler, güçsüzlüğü ve hastalığı unuttukları için, genelde kibirli insanlardır. Hasta ziyaretinde ziyareti kısa tutmak, fazla soru sormamak, hastanın haline karşı rikkat göstermek, sağlığına kavuşmak için dua etmek, canını sıkıcı şekilde değil ümit verici şekilde konuşmak, hasta ile musafaha yapmamak, kucaklaşmamak gerekir. Hasta ziyaretinde sadece hayırlı şeyler konuşmalı, özellikle hastanın başucunda Yasin suresi okunmalıdır. Çünkü Yasin suresi Kuran'ın kalbi olup büyük şifa kaynağıdır.

 

Sufilere göre Sağlığı Korumak

Sufilere göre, en önemli bir nimet olan sağlığın korunması, hasta olup çare/deva aramaktan daha kolaydır. Hasta olmadan önce sağlığı koruyucu tedbirler alınmalıdır. Sufilere göre sağlığın korunmasının yollarının başlıcaları  aşağıdadır.

Hijyen/Temizlik:  Tasavvuf kitaplarında manevi temizlik kadar maddi temizliğe de önem verilmektedir. Bu nedenle abdest ve gusüle  önem verilir. Bunlar manevi temizliğin ölçüleri olarak görülürler. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, dişleri temizlemek, ağzı su ile çalkalamak şiddetle tavsiye edilmektedir. Çünkü kirli ve yağlı eller mikrop taşıyıcıdır ve bu mikroplar insanı hasta edebilir.

Sufiler, sinek, karınca gibi haşarat yemek üzerine düşünce yemeği dökmezler. Sinek yemeğe düşünce havada olan diğer kanadını da yemeğe batırırlar. Bu, sineğin bir kanadında olan zehirin diğer kanadında panzehiri bulunduğunu ifade eden hadise dayanmaktadır. Bu gerçek bugün modern tıp tarafından da keşfedilmiştir.

Bununla beraber bazı sufiler aşırı temizliğe karşı çıkmışlardır. Örneğin İbrahim b. Ethem (ö.777), Seyyid Burhaneddin (ö.1244), Hasan el-Basrî  (ö.728) gibi sufilerin elbiselerini sık yıkamadıkları bilinmektedir. Onlara göre, elbiseleri sık olarak yıkamak için vakit harcamaları boş bir meşgaledir. Ancak bunlar istisnai durumlardır. Sufiler “Ve elbiseni temizle” (Müddessir, 74/4) ayetinin hükmünü unutmazlar  ve çok sık olmasa da elbiselerini temizlerler.

Beslenme: Sufiler, doğru beslenmeyi hastalıklardan korunma yollarının başında zikrederler. Bedeni açlık ve susuzluktan korumak için yemek ve içmek gerekir. Bunda bir zevk alsa bile bu zühde muhalif değildir.

Tasavvuf kitaplarında yiyeceklerin mideye geldikten sonra karaciğer tarafından nasıl halledildikleri, safranın, sevdanın, balgamın görevleri ve yiyeceklerin kana nasıl karıştıkları detaylı bir şekilde anlatılır. Yenilebilir bitkilerin, yenilemeyen taş, çamur gibi varlıklardan daha üstün oldukları vurgulanır. Organlar bu görevlerini yaparken, birçok meleğin bu olayda rol aldıkları ifade edilir. Gıdaların vücut hücrelerine yerleşmelerini sağlayan bu meleklerdir. Modern tıp bunların kendiliğinden olduğunu düşünmektedir. Ancak evrende hiçbir şey kendiliğinden ve tesadüfen olmamaktadır. İnsan vücudundaki çalışma sistemini kuran ve devam ettiren Allah Teâlâ’dır. Bu sistemin çalışmasında Allah'ın görevlendirdiği melekler görev yapmaktadırlar.

İnsan vücudunun ihtiyacı olduğu besin miktarı bir ölçü ile belirlenmiş olduğu bilinmektedir. Bu belirlenen ölçünün azı veya çoğu miktarda besin vücuda girerse vücut hastalanır. Bu nedenle her gıdadan gerektiği ölçüde alınmalıdır.

İbn Arabi'ye göre “Gıdalanma” gıdayı aldığı zaman biten bir olay değildir. Midede yiyecek ve içecekler toplandığında, tabii olarak bunların idaresini eline almış demektir. Bu yiyeceği halden hale nakleder. Kendinden çıkan her nefeste onu harcar ve böylece yeme işlemi/sindirim ve enerji harcaması devam eder. Depolanmış yiyecekler/enerji bitince insan tekrar acıkır ve yeni gıda alınır. Bu durum ahiret ehli için de aynı şekilde geçerlidir.

Sufilere göre yemek yerken şunlara dikkat etmelidir: Yemekten önce ve sonra elleri yıkamalı, yarı uykulu iken bir şey yememeli, iyice acıkmadan sofraya oturulmamalı, su içmişse hemen ardından yemek yememeli, yemeğin hemen arkasından su içmemeli, yemeğin iyi pişmiş olmasına dikkat etmeli, küçük lokmalar halinde yemeli, iyice çiğneyerek yemeli, midenin henüz 1/3 ü boşken yani tıka basa doymadan sofradan kalkmalıdır.

İbn Arabi'ye göre gıdaların suretleri Allah'ın isimlerindendir ve bizim Allah'a muhtaç olduğumuzu gösteren işaretlerdir. Gıdayı tamamen bırakmak Allah'ın “Samediyet/hiçbir şeye muhtaç olmama” sıfatına yakışan bir olgudur ve insanın dayanma gücünün üstündedir. Bu nedenle aç kalıp gıda almamak doğru bir davranış değildir. İfrat ve tefritten uzak olarak orta yollu gıda almak gerekir.

Konevi’ye göre gıda, Allah'ın Zahir/Açığa Çıkan ve Baki/Kalıcı Olan sıfatlarının mazharıdır. Kayyûm/Herşeyi Ayakta Tutan isminin semeresi/sonucudur. Dünyada devamlı var olmak gıdalanma ile mümkündür. Gıdalanmadan murat, Allah'ın Zahir isminin ve hükümlerinin açığa çıkmasını devamlı kılmaktır.

Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz.” (Araf, 7/31) ayetinin hükmü gereğince ölçülü yemek önemlidir. Aşırı riyazat arzusuyla zahidlerin yemeği tamamen terk etmeleri, beden ve ruh dengesini bozdukları için doğru görülmemiştir.

Gıda almanın hem fizyolojik hem de ruhi etkileri vardır. Tokluk kalbi katılaştırır, zihni ifsad eder, ezberlemeyi zorlaştırır, ibadetleri gevşetir ve nefsin aşırı isteklerini kuvvetlendirir. Bu nedenle az yemek ve açlık “içinde dert olmayan tek deva” dır. İnsan aç kalınca vücutta birikmiş faydasız artıklar dışarı atılır. Böylece tabibe ihtiyaç duyulmaz ve sağlıklı yaşanır. Benzer şekilde evrendeki “minimum enerji” yasasına göre, bütün  varlıklar, varlıklarını devam ettirmek için en az enerji ile yetinmeye çalışırlar. Bu prensip varlıkların, evrende her şarta dayanabilmesini ve güçlü olmasını temin eder.

Günde iki defa yemek vücuda sıhhat, ruha hafiflik verir. Daha fazla yemek israftır, haramdır ve hastalığa neden olur. Farklı zamanlarda değişik yemekler yemek faydalıdır. Ancak her seferde bir çeşitten fazla yememek gerekir.

Bir hadiste, “Karınlarının yağı çok olanlar, kalplerindeki fıkhı/ilim anlayışı az olanlardır.” buyurulmaktadır. Buna göre çok yeme/obezite yerilmektedir. İbn Arabi, “İnsanlardan öyleleri vardır ki, (kendisi şişman ama) Allah indinde bir sinek kadar değeri yoktur.” der.

Uyku: Uyku insanın önemli asli ihtiyaçları arasındadır. Uyku insanın sağlığını koruması ve bağışıklık sistemini güçlendirilmesi için gereklidir.

Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü yayılıp çalışma zamanı yapan O’dur.” (Furkan, 25/47)

İnsan ihtiyacı kadar mutlaka uyulmalıdır. İyice uykusu gelmeden yatağa girmemelidir. Sufiler, bedenin sağlıklı ve hastalıkların az olması için az uyumayı ve gece teheccüde kalkmayı, bir hadisi teyid ederek tavsiye ederler. Uyku sekiz saatten fazla olmamalıdır. Yemekten 2-3 saat sonra yatmalıdır. Gece namazına kalkmak isteyenler, çok yeme ve çok televizyon seyretme gibi gözleri ve sinirleri geren aktivitelerden kaçınmalıdır.

İnsan yatağa girince sağ tarafına yatarak 3 İhlas ve 1 Fatiha (önce ihlaslar, sonra fatiha suresi) okuyup üzerine üflemelidir. Ayrıca 1 Ayet-el Kürsi  okuyarak üzerine üflemelidir. Bunu yapmak için abdestli olması gerekmez. Abdesti olmadan da bunları okuyabilir. Bu okumalar insanı, uyku esnasında her türlü tehlikelerden, insan ve cinlerin belalarından muhafaza eder. Uykudan uyanınca da, hemen Allah'ı hatırlayarak “Lâ İlahe İllallah” (Allah'tan başka ilah yoktur) diyerek kalkmalıdır.

Spor:  Bu konu tasavvuf kitaplarında az olarak ele alınmıştır. Buna karşı bazı sufilerin ata binme, ok atma, yüzme gibi sporlar yaptıkları bilinmektedir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (ö.1780) bu konuda şunları söylemektedir: “Ata binmek bütün vücudu harekete geçirdiği için çok faydalıdır. Vücudu işleten yarışlar, deniz sporları gibi oyunlar da çok faydalıdır. Gerçi kazanan sevinçli, kaybeden üzüntülüdür. Fakat ne olursa olsun, müsabakalı oyunlar her zaman faydalıdır.” Kuşeyrî,  Cibavi gibi sufiler spor ile ilgilenmişler ve iyi birer binici olmuşlardır.

Bununla beraber “Pehlivanlar tekkesi”, “Okçular tekkesi” diye adlandırılan yerler aslında gerçek birer tasavvufi tekke olmayıp, birer ocak olarak faaliyet yapmışlardır. Bu nedenle tasavvufun bir ürünü olarak sunulması yanlıştır.

Karantina: Tasavvuf kitaplarında bulaşıcı hastalığın, veba ve benzeri gibi, bulunduğu beldelere gidilmemesi, bulaşıcı hastalığı olan hastalarla musafaha yapılmamasına değinilir. Bu, bugünkü karantinaya uymak diye tanımlanan şeydir. Sufilerin büyük bir kısmı karantinanın tevekküle aykırı bir tutum olmadığını kabul ederler. Bunun için Hz. Ömer'in Şam seferindeki davranışını örnek olarak alırlar. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde, bulaşıcı hastalığın olduğu yerde bulunanların da buraları terk etmemeleri istenmiştir. Bu hastalığın başka yerlere bulaşmaması için gereklidir.

Cüzzamlıların toplumda ayrı yaşayabilecekleri tekkelerin inşası da bir karantina örneğidir. Bu tekkelere “Miskinler Tekkesi”, “Miskinhane” denilmektedir. Buraların idarecilerine de şeyh denirdi. Bununla beraber burada yaşayan hastalar derviş değildi. Ancak halkın buralara yardımlarını teşvik etmek için buralara tekke ismi verilmiştir. Bazı sufiler buradaki cüzzamlı hastaları tedavi etmek için çaba göstermişlerdir. Gerek manevi ve gerekse maddi imkanlarını kullanarak bu hasta insanları iyileştirmeye çalışmışlardır. Müslümanlar cüzzamlılara  böyle hizmet ederken, Avrupa'da onlar hasta değil, büyücü olarak görülüyordu ve çok zor sosyal şartlarda yaşıyorlardı. Batı medeniyetini kendilerine örnek alanların bu konuda düşünmeleri gerekir.

 

Tasavvuf ve Korona Virüsü Salgını

Son beş aydır, dünyadaki bütün insanların sağlığını tehdit eden yeni bir virüs ortaya çıktı. Bu virüs bütün ülkelerde etkili olmakta ve binlerce insanın ölümüne neden olmaktadır. Bugünkü modern tıp ilmi, bu virüsün etkilerini önlemeye tam ve kesin olarak yetmemektedir.

Bu türlü öldürücü hastalıkların salgın halinde dünyada yayılıp milyonlarca insanı öldürdüğüne dair tarihte birçok örnekler vardır. Veba, kolera, tifüs, grip salgınları devaları bulunana kadar, insanların toplu halde ölümlerine neden olmuştur. 1918 yılında ortaya çıkan İspanya gribi bütün dünyayı sarmış ve 18 ayda 50 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. Ancak bu hastalıkların ilaçları bulunduktan sonra, bunlar bir daha salgına sebep olmamışlardır. Bununla beraber yeni oluşan ve devaları bilinmeyen yeni virüslerin zaman zaman ortaya çıktığı vakidir. Korona virüsü de bunlardan biridir.

Virüsler Allah'ın yarattığı varlıklardır. Yeni virüsler de Allah’ın takdiri ve yaratması ile ortaya çıkmaktadır. Bunda Allah’ın birçok hikmetleri vardır. Fakat insanlar bunlardan habersizdir. Kâinattaki her zerre nasıl Allah Teâlâ'nın emrine uymak zorunda ise, virüsler de Allah'ın emrine uyan varlıklardır. Bunların insanlar üzerindeki etkileri Allah'ın izin vermesi ile oluşmaktadır. Eğer Allah Teâlâ insanlar hakkında bir şeyi murat etmiş ise, onu önlemeye kimsenin gücü yetmez. Bu nedenle Korona virüsü salgınını bu anlamda değerlendirmeliyiz ve İslam şeriatının bu gibi durumlarda nasıl davranmamızı emretmişse o şekilde hareket etmeliyiz.

İslam Şeriatı bu konuda bizlere şu hususları emretmektedir:

Bir hadis-i şerifte bildirildiği üzere, salgının bulunduğu bölge içindeysek orayı terk etmemek ve eğer salgının bulunduğu bölgenin dışında isek oraya girmemek gerekir. Çünkü salgın olduğu bir bölgede isek, bize bu virüs bulaşmış olabilir. Bu bölgeyi terk ederek virüsü başka bölgelere taşımış oluruz ve oradaki insanları da hasta eder, hatta ölümüne neden olabiliriz. Bu konuda yukarıda zikrettiğimiz Maide suresinin 32. ayetini unutmayalım.

Diğer bölgelerdeki insanlara bir hastalığı bulaştırmaya kimsenin hakkı yoktur ve böyle bir durumda kul hakkı yenmiş olur. Eğer bir bölgede salgın bir hastalık varsa oraya girmemek gerekir. Bu bir tedbirdir. Bunun sonunda insan, hem kendi sağlığını hem de çevresinin sağlığını korumuş  olur. Bu konularda İslam tarihinde birçok örnekler vardır. Bunların büyük bir kısmı herkes tarafından bilinmektedir.

Bazı hadis-i şeriflerde mealen şöyle buyurulmaktadır: “Hastalarınızı tedavi ettiriniz”, Devenin ipini bağladıktan sonra Allah'a tevekkül ediniz”, Sağlık insanoğluna verilmiş en büyük nimetlerden birisidir”. Bu hadislerin ışığı altında önce hasta olmamaya bakacağız, eğer hasta isek tedavi olmanın yollarını arayacağız.

Korona virüsü etkisinde hasta olmamak için sosyal medyada ilgililerin devamlı uyarıları yayınlanmaktadır. Bu uyarılar akıl ve ilim ile belirlenmiş hususlardır. Dolayısıyla bunlara uymak insanların görevidir. Çünkü ancak sağlıklı toplumlar ayakta kalabilirler, sağlıksız toplumlar yıkılmaya mahkumdurlar.

Yapılan uyarıların temelinde İslam'ın emrettiği hususlar vardır: Temiz olmak, çevreyi korumak, yaşlılara ve düşkünlere yardımcı olmak, mikroplu ortamlardan uzak durmak gibi. Bu uyarılara uymak Müslümanların görevidir ve bir çeşit toplumsal dayanışma örneğidir. Bu dayanışmada başarılı olmak zorundayız.

Doğru olan mücadeleyi hakkıyla yerine getirdikten sonra, ortaya çıkabilecek sonuçlar birer kader-i ilahidir. Bu kader-i ilahi Allah'ın bir takdiridir. İnsanların bunu geri çevirmeye gücü yetmez. Ancak salgınlarla gereği gibi mücadele etmek te Allah'ın bize bir emridir:

Ey insanlar! Canlarınızı kendi ellerinizle tehlikeye atmayın.” (Bakara, 2/195)

Bu emri yerine getirmemek insana sorumluluk yükler. Bunun hesabı yarın ahirette kendisine sorulacaktır. Bu durum insanlar için bir imtihandır. Bu imtihanda başarılı olmak herkesin kendi menfaatinedir. Bu menfaat hem dünyevi hem de uhrevidir. Yani imtihanda başarılı olmak, insan için hem dünyada hem de ahirette bir kazançtır.

Bu bağlamda devlet, mikrobun yayılmaması için camilerde cemaat ile namaz kılınmasını yasaklamıştır. Buna karşı gelmek, camilerde büyük kalabalıklarla cemaat halinde namaz kılmak akıllı bir Müslümanın işi değildir. Çünkü saflarda insanlar birbirine çok yakındır. Bu da mikrobun bulaşması riskini arttırmaktadır. Virüsü taşıdığını insanın kendisi de bilmeyebilir. Bu virüsü başkalarına bulaştırırsa, buradan toplum içinde birçok yeni bulaşmaların ortaya çıkmasına neden olur. Bunun sonunda birçok insan hasta olabilir ve hatta ölebilir. Bunun vebali ve sorumluluğu kimin üzerinde olacaktır.

Sosyal medyada şöyle sözlere rastlanmaktadır: “Biz beş vakit namaz kılıyoruz, bize bir şey olmaz.” Bu yanlış bir akıl yürütmektir. Namaz borcunu Allah'a karşı ödemiş olabilirsin, ama kasıtlı olarak tedbire karşı gelip virüsün insanlara yayılmasına neden olursan, bunun bir sorumluluğu olacaktır. Bu ise kul hakkına girer. Bunu Allah Teâlâ bile kendisi affetmiyor, zarar verdiğinin kişiye bırakıyor. Böyle bir vebal ile yarın ahirette karşılaşmak her insan için büyük bir hüsrandır. Onun için bir yandan dini görevlerimizi yaparken, bir yandan da virüsün bulaşmaması için yapılan uyarılara uymamız gerekmektedir.

Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.” (Şurâ, 42/30)

Bu ayete göre başımıza böyle bir öldürücü salgın gelmişse, bu muhakkak kendi ellerimiz ile hazırladığımız sebeplere dayanmaktadır. Bu sebeplerin ne olduklarını kendi kendimize sorgulamamız ve özeleştiri yapmamız gerekmektedir. Bunun için “Biz Nasıl Bir Müslümanız?” adlı yorumumuzun okunmasını tavsiye ederiz.

Muhakkak ki hem kendi toplumumuzda, hem de bütün dünya toplumlarında İslam şeriatına aykırı birçok uygulamalar olmaktadır. Haksızlıklar, zulümler, faiz, zina, rüşvet gibi İslamiyet'in yasakladığı birçok husus serbestçe ve açık  bir şekilde toplumlarda uygulanmaktadır. Bu olumsuz davranışlar Allah Teâlâ'nın koyduğu yasalara aykırı olduğu için, hastalık, salgın ve ölüm gibi cezalara sebep olmaktadır.

Bu konudaki sahih bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulmaktadır: “Bir toplumda zina yaygınlaşırsa, daha önce bilinmeyen yeni hastalıklar toplumun başına musallat olur.” Bu hüküm bugün başımıza gelenlerin nedeni olabilir. Çünkü Allah Teâlâ'nın evrende uyguladığı sünneti değişmez. Eğer insanlar Allah'ın emir ve yasaklarına uymazsa, başlarına bu türlü felaketlerin gelmesi kaçınılmazdır. Bu durumda yapılacak tek şey, Allah'a tövbe edip davranışlarımızı düzeltmektir. İslam şeriatına göre yaşamaya çalışmaktır. Bunda ne kadar başarılı olursak bu türlü felaketlerin kapımızı çalmasında da, o oranda mani olabiliriz.

Bu türlü felaketlerden kurtulmak için dualarınızı arttırmamız gerekmektedir. Şüphesiz bir imanla pişmanlık duyarak, selim bir kalp ile yapılan duaların geri çevrilmeyeceğini ümit ediyoruz. Bunun için özellikle gece kalkarak seher vakti Allah'a dua etmeli ve bütün yaptıklarımızdan tövbe istiğfar ederek, Cenab-ı Hakk’tan yardım talep etmeliyiz.

Allah dostlarının duaları sayesinde bu türlü felaket ve salgınların önlendiğine dair örnekler vardır. Bu konuda, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleriyle ilgili bir menkıbeyi burada hatırlamak yerinde olur. İstanbul’da bir veba salgınında insanlar, ölümlere mani olamamakta ve büyük bir elem ve üzüntü içinde bulunmaktaydı. Bu nedenle Hüdayi Hazretlerine başvurmuşlar ve salgının durması için dua etmesini rica etmişler. Hüdayi Hazretleri bu duayı ancak Hasır-Pûş Dede denilen zatın yapabileceğini ifade etmiş, bu zatın Karacaahmet  mezarlığındaki bir ağaç kavuğunda hasır üzerinde yattığını söylemiştir. “Bu zata gidin ve benden selam söyleyin” deyince, insanlar doğruca bu dedeye gitmişler, gerçekten onu bir hasırın içinde yatar bulmuşlar. Hasır-Pûş Dede onların dua talebine önce kızmış, fakat Hüdayi Hazretlerinin selamını duyunca sakinleşmiş ve “onun isteği başım üstünde” diyerek şöyle dua etmiştir: “Bugün bir kişinin daha cenaze namazı kılındıktan sonra hastalık bu beldeden mündefi olsun (def olsun)”  Gerçekten o gün bir kişi daha ölür ve bundan sonra hastalıktan ölenlerin arkası kesilir.

Biz dua etmekten, Allah’a sığınmaktan vazgeçmeyelim. Devamlı hatimler indirerek bu felaketin ülkemizden gitmesine çalışalım. Başarı Allah’tandır.

Tasavvuf açısından bu türlü felaketler, insana ölümü hatırlatması bakımından önemlidir. Çünkü virüs insanı öldürebiliyor. Bu durumda insanın aklına her an ölüm gelmektedir. Bu ise insanı Rabbine yakınlaştırmaktadır. Ölüm korkusu insanı tövbe ettirmekte ve İslam'a daha güçlü bir şekilde sarılmasına vesile olmaktadır. Virüsün ölümcül etkisi insanlara Allah'ın gücünü hatırlatmaktadır. Bütün medeniyet ve müspet bilim bir virüse yenilmektedir. Bu durumda insanlar Allah'ın tek ve gerçek güç olduğunu ve bu türlü olayların Allah'ın bir ayeti olduğunu düşünmelidir. Çünkü bir ayette şöyle denilmektedir:

Onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)

Korona virüsü de böyle bir ayettir. Çünkü virüs hem çevredeki ortamda yaşamakta ve hem de insanlarda yaşamaktadır. Etkisinin görülmesi Allah'ın izin ve emri ile olmaktadır. Alemde her şey, küçük olsun büyük olsun, onun emrindedir. Bütün bunlar bize Allah'ın her şeye kadir olduğunu hatırlatmalıdır. Bu hatırlatma inanan insanlar içindir ve inananlar ölümü bir kader olarak algılamaktadırlar. İnanmayanlar ise, ölüm korkusu ile gözleri büyümüş ve yüzleri sararmış bir durumdadır. Hiçbiri tatmin edilmiş durumda değildir. Çünkü Allah'ı zikretmemektedirler. Biriktirdikleri dünyalıklardan ayrılmak, dünyanın tadını terk etmek onlar için büyük bir ızdırap olmaktadır. Bu nedenle huzur içinde değillerdir. Oysa Allah'a iman etseler ve âlemdeki her şeyin onun takdir ve kudretiyle gerçekleştiğine inansalar, birden huzur ve sükuna ereceklerdir.

 

Sonuç

Korona virüsü salgını nedeniyle toplumumuzun İslam’ı bilme konusunda ne kadar yetersiz olduğunu görmekteyiz. Müslümanların toplumsal davranışlarındaki yanlışların yanı sıra, inanmayan insanların da bu konuda ağızlarına Allah sözünü almamaları çok manidardır.

Her gün televizyonlarda konuşan ve halkı korona virüsü hakkında bilgilendirmeye çalışan tıpçılar, virüsün ortaya çıkış sebebi ve davranışları hakkında fazla bilgileri olmadıklarını, ancak bazı semptomlar ve istatiksel verilerle insanları tedavi ve korumaya çalıştıklarını söylemektedirler. Bu söylenenler aslında doğrudur, fakat bir gerçek ifade edilmemektedir. Bu gerçek te şudur: Evrende hiçbir şey tesadüfen olmaz, her şeyin bir sebebi vardır. Evrende mükemmel bir düzen vardır. Bu düzen mükemmel bir yazılım programıdır. Bu yazılım programını kimse inkar edemiyor. Her yazılım programını yazan bir programcı vardır. Evrendeki düzeni, virüslerin ortaya çıkışını ve davranışlarını düzenleyen bu programcı kimdir? Bunun Allah Teâlâ olduğunu ekranlarda kimse dile getirmiyor. Bu nedenle hem kendileri hem de halk eksik bilgilerle uğraşmış olmaktadır. Oysa Allah’ın evrendeki düzenin sahibi ve düzenleyicisi olduğunu kabul edip dile getirseler ve çözümleri İslam anlayışı içinde arasalar her kes için en iyi çözüm olur kanaatindeyiz. Bu sözlerimizi bazılarının gericilik, yobazlık olarak değerlendirecekleri muhakkaktır. Ancak bizi haksız kılacak, mağlup edecek delillerini ortaya koymadan itham etmesinler. Bugün İslami bilimler tıp bilimini de içermektedir. Bunu yukarıda anlatmaya çalıştık. İstatistik hesaplar Allah’ın evrende koyduğu kurallarla yapılmaktadır. Olayları anlamak ve üzerinde düşünmek Allah’ın verdiği akıl sayesinde olmaktadır. Artık imana gelip gerçekleri teslim edelim. Bu hepimiz için tek kurtuluş yoludur.

Allah Teâlâ'nın herkese şüphe etmeyen bir iman ve selim bir kalp nasip etmesini temenni ederiz. Allah Teâlâ'nın bu felaketi toplumumuzdan ve bütün insanlık âleminden bir an evvel uzaklaştırmasını niyaz ediyoruz.

 

Kaynaklar

Divan-ı Kebir”, Mevlana, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2013

Fütûhât-ı Mekkiyye”, İbn Arabi, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008

İhyâu Ulûmi’d-dîn”,İmam Gazali, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975

Kütüb-i Sitte”, İbrahim Canan, Akçağ Yayınevi, Ankara, 2008

Marifetname”, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Hasankale Derneği, 1980

Mesnevi”, Mevlana, Kırk Ambar Kitaplığı, İstanbul, 2013

Rûhu’l-Beyân Tefsîri”, İsmail Hakkı Bursevî, Damla Yayınevi, İstanbul, 2010

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :     yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Ana Sayfa         Makaleler

 

 

 

Tasavvuf ve Tıp 1

Yayınlama Tarihi: 25.03.2020