Kur’an ve sünnette oruç “savm” ve “sıyam” olarak zikredilir. Sözlükte “savm”, “yeme içmeden kesilmek, dili tutmak, konuşmamak ve kendini korumak” anlamındadır. Oruç İslam’ın temel şartlarından biri olarak fıkhın konusu olduğu gibi, özellikle orucu farz kılan ayetteki takvaya erme hususu ve nefisle mücahede etkisi sebebiyle tasavvufun da konusu olmuştur. Bu nedenle sufiler orucun sırlarını ve manevi etkisini inceleyip kitaplarında açıklamışlardır. Biz bu yazımızda orucun tasavvuf açısından değerlendirilmesini ele alacağız. Oruç, nefsin alışageldiği şeylerin yokluğuna sabretmesi, organların şehvet ve isteklerin etkisinden alıkonması demektir. Oruç, insanın tabii yapısının ve bedeni isteklerinin akla boyun eğmesini sağlayan bir ibadettir. Yani oruç insanda irade gücünü artıran bir özelliğe sahiptir. Böylece oruç insandaki hayvani ve nefsani yönü zayıflatıp meleki yönü güçlendiren bir ibadet olmaktadır. Bu nedenle bir kudsi hadiste şöyle buyurulmuştur: “Ademoğlu’nun her ameli kendinindir. Yalnız oruç müstesna. Çünkü o Benimdir. Onun mükafatını verecek olan Benim.” (Buhari, Müslim) Başka bir hadiste de Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır, “Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.” Oruç diğer ibadetlerden farklıdır. Çünkü orucun dışındaki bütün farz ibadetler dışarıdan bakanların görebileceği bir şeydir. Orucun ise dışarıdan bakılarak anlaşılması mümkün değildir. Oruç şeytanı, kahretmek için bir vesiledir, Çünkü şeytanın insana yol bulması şehvetler aracılığıyladır. Şehvetler de yemek içmekle kuvvetlenir. Bu hususta Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Şeytan insanın kan damarlarında dolaşır. Oruç ile onun yollarını daraltın.” (Buhari) Oruç şeytanı kahrederek ümidini keser, kapılarını kapatır, yollarını daraltır. Allah’ın düşmanını kahretmek Allah’ın dinine yardımdır. Allah’ın dinine yardım eden de Allah’ın yardımına ulaşır. Bu hususa aşağıdaki ayette işaret edilmiştir: “Ey İman edenler! Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da düşmanlarınıza karşı size yardım eder. Ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed, 47/7)
Sufilerin Oruç Anlayışı Sufilere göre orucun üç derecesi vardır: Avamın orucu, havassın orucu, ahassu’l-havassın orucu. Sûfilere göre orucun tam kemâle ermesi için aşağıdaki hususlar yerine getirilmelidir: “Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu bir gün kötü söz söylemesin, kötü iş işlemesin, şamata çıkarmasın. Kendisine birisi söver ve kavga ederse: “Ben oruçluyum” desin.” (Buhari) “Kim yalan sözü ve onunla ameli terk etmezse, Allah Teâlâ’nın, onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.” (Buhari) Sufiler, Hakk’ın dışında her şeyden uzaklaşmayı da oruç sayarlar. Nitekim sufilerden birine “Oruçlumusun?” diye sorulunca şu karşılığı vermiştir: “O’nun zikriyle orucum. O’ndan başkasını zikrettim mi iftar etmiş, orucumu bozmuş olurum.” Tasavvuf ehlinin uydukları oruç adabını şöyle sıralayabiliriz: 1-Niyyeti sağlam tutmak, Sufiler oruç ibadetini insanın yaratılış gayesi ve Allah’a karşı tevazunun zirvesi olarak değerlendirirler. İslam’ın inşa edildiği beş esastan biri olan orucu da Allah’ın emirlerine boyun eğmek, O’nun emirlerinden uzaklaştıran her şeyden uzak durmak, nefsin arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Allah’tan başka her şeyi terk etmek gerektiğini ifade ederler. Bunun için oruçta yalnız Allah’ın rızasını elde etmeyi amaçlarlar. Onlara göre oruç, nefsi tezkiye etmeye, ahlâkı güzelleştirmeye ve takvaya ulaşmanın vesilelerinden biridir. Oruç tutarken onun derûni anlamı ve hikmetleri tefekkür edilmeli ve yaşanmalıdır. Aksi halde oruç ruhsuz bir bedene benzer. Nasıl ki, ruhsuz bir beden canlılık ve neşeden yoksun ise kalbe etki etmeyen oruç da, Peygamberimizin (sav) buyurduğu gibi “Aç kalmaktan başka bir şey değildir.” (İbn Hanbel) Yani bu durumda kul oruç ibadetini eda ederken, orucun feyz ve bereketini elde edemez. Sufiler nefsin terbiyesinde az yemek yemeyi, az uyumayı ve az konuşmayı esas almışlardır. Bu nedenle oruç önemli bir riyazet vesilesi olarak görülmektedir. Böylece oruç kişinin marifetullaha ve kalbinin hakikatlere açık hale gelmesine vesile olacaktır. Sûfilere göre insanın insan-ı kâmil vasfını yakalayabilmesi için kalp, ruh, akıl ve nefs dâhil, bütün azalara oruç tutturması gerekir. Böylece kişi, Allah’ı görüyormuş gibi ve Allah’ın da onu gördüğü bilinciyle orucunu tutar. Böyle bir kişi hata etmekten ve günah işlemekten kaygı duyar. Bu vesile ile düşüncede, duyguda ve eylemde hep güzele yönelir. Hata ve günah işlememe adına duyduğu kaygı ve hassasiyet, onu orucun amacı olan takvaya ulaştırır. Takva ise kulu hem hidayete hem de marifete ulaştırır. Mutasavvıflara göre, bütün azalara tutturulan oruç aynı zamanda kalbe de tutturularak kalbi masivadan uzaklaştırmalıdır. Böylece dil, göz, kulak, mide, el, ayak ve avret mahalli oruç sayesinde ıslah edilince, kalbin ve ruhun ıslahı da mümkün olacaktır. Sufilerin oruç konusunda üzerinde durdukları temel husus, fıkhî şartları yerine getirdikten sonra yasak edilmiş şeylerden uzaklaşıp azaların hepsini kalp ile birlikte Allah’ın razı olacağı fiillerle meşgul etmektir. Mesela susmayı kalbi ıslah eden yollarından biri olarak kabul eden sufilerin, dile oruç tutturmalarındaki maksat, dilin afet ve tehlikelerinden kurtulmaktır. Oruç tutarak insanların şerrinden salim olmanın, dili ıslah etmek ile mümkün olduğunu kabul ederler. Bu nedenle dili korumak ve afetlerinden sakınmak için uyguladıkları az konuşma ve susmayı, kalbin tasfiyesi için gerekli şartlardan biri olarak görürler. Sufiler, yalanın ve gıybetin orucu bozduğuna dair uyarıları hassasiyetle dikkate alırlar. Bu nedenle orucun hakikatini imsâk (tutmak) olarak tarif etmiş ve dil, göz, kulak, el ve ayaklara da oruç tutturmanın önemi üzerinde durmuşlardır. Bu manada oruç tutmanın hakikatlerinden birinin de dile sahip çıkmak olduğunu belirtmişlerdir. Sufilere göre, gözlere oruç tutturmadaki maksat, harama bakmaktan alıkoymaktır. Gözler beyne en yakın organlardır. Bu nedenle göz neye bakarsa kalp onu hemen kaydeder. Bu nedenle kişi oruçlu iken gözlerine hâkim olmalı ve kalbin kirlenmesine vesile olabilecek her manzaradan gözünü uzak tutarak onlara oruç tutturmalıdır. Kulak, dedikodu ve gıybet dinlememelidir. Kulağa kötü şeyleri dinletip şehvetin harekete geçmesine, ruhun ve kalbin kirlenmesine sebep olabilecek her şeyden kaçınılmalıdır. Sufilere göre, el ve ayaklar da oruç tutarak Allah’ın çizdiği sınırlarda hareket etmeli, kulu isyana götürecek yerlere gitmemelidir. Eğer insan bütün organlarına oruç tutturmayı başaramazsa, hakiki manada orucun hakkını vermiş sayılmaz. Bunun sonucunda, hem oruç ibadetinin manevi kazanımlarından hem de, orucun hikmetlerinden mahrum kalır. Hz.Peygamber (sav)’in “Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur.” (İbn Hanbel) hadisi şerifi de bu gerçeği ifade eder. Sûfîler, nefsin isteklerini azaltmak ve beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak için, ruhun ve kalbin üstünlüğü ancak oruç, açlık ve riyâzet ile mümkün olabileceğini ifâde etmektedirler. Nefsi terbiye etmenin zorluğuna binaen nefis ile mücadele "Cihad-ı Ekber" kabul edilmiş ve Hz. Peygamber (sav) pek zorlu geçen Tebük Gazvesinden dönüşlerinde ashabına, "Şimdi küçük cihat’dan büyük cihada dönüyoruz" buyurmuşlardır. Nefs üzerindeki yapıcı etkisi dolayısıyla oruç, Cihadı-ı Ekber’de kula en büyük katkıyı sağlamaktadır. Emredilen orucun ifâde ettiği mâna, sadece iştahı ve şehveti dizginlemek değildir. “Oruç benim içindir, onun ecrini ben vereceğim” gibi büyük bir ikram, “Oruç ateşe karşı kalkandır” diye derin bir hikmet, “Kim faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu eda ederse, geçmiş günahları bağışlanır.” gibi bir af ve mağfiret müjdesi içermektedir. Tasavvuf ilminin tavsif ettiği oruç, fıkhî şartları yerine getirdikten sonra, yasaklardan uzaklaşıp, âzaların hepsini kalp ile birlikte Allah’ın razı olacağı fillerle meşgul etmektir. Bütün azalara tutturulan oruç aynı zamanda kalbi de masivadan koparmayı hedefler. Çünkü dil, göz, kulak, mide, el, ayak ve avret mahalli oruç sayesinde ıslah edildi mi kalbin ve ruhun ıslahında mesafe alınmış olur. Allah’ın en güzel isimlerinden olan “Rab” ismi Azamın tecellisiyle insanların terbiye olunduğu bir ibadet olan oruç, nefsi tezkiye, kalbi tasfiye, ruhu safiyâne hâle getirmeyi kolay kıldığı gibi, günümüz insanlarının zevk, şehvet ve dünyevileşme ihtiraslarına karşı dikkate alınması gereken yegâne çözümlerden biridir. Allah’ın emir ve yasakları elbette ki kulların iyiliği içindir. İslâm bilginleri, bütün hükümlerin insanların yararlarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Allah’ın yapılmasını istediği şeylerde kullar için çok büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kaçınılmaz bir gerçektir.
Orucun Manevi Faydaları Allah Teâlâ tarafından insanlar emredilen bütün hususlarda, bizim bilebildiğimiz veya bilemediğimiz birçok hikmetler vardır. Orucun fayda ve hikmetleri hakkında da şunları ifade edebiliriz: 1. Oruç, Allah Teâlâ’ya ve O’nun emirlerine bağlılığın göstergesidir. Çünkü oruç Allah’ın bir emridir. Hakkıyla orucunu tutan insan, Rabbinin emrini yerine getirmiş olur. 2. Oruç, müminleri sabra alıştırır. Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir. Oruç ile kul, bedenin pek çok isteklerine sabretme alışkanlığı kazanır. Sabırlı olmak kişiye hayatta bir çok hususta başarılı olmanın yolunu açar. 3. Oruç, şükür ifadesidir. Çünkü oruç ile kişi Allah Teâlâ’nın insanlara lütfettiği nimetleri fark eder ve şükreder., Cenâb-ı Hakk’ın azabından korunma, kıyamet gününün şiddet ve sıkıntısını hatırlama hâlini yaşar. “Ey îman edenler! Oruç, sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz…”(Bakara, 2/183) “…Umulur ki şükredersiniz.” (Bakara, 2/185) 4. Oruç, şefkat ve merhamet duygularını geliştirir. Sahip olduğumuz birçok nimetlerden mahrum olan kardeşlerimizi düşünerek onlar için yardım etme hisleri taşırız. Müslümanlar olarak kendi nefsimiz için istediklerimizi, diğer kardeşlerimiz için de isteyerek fakir, kimsesiz ve muhtaçların hâlini düşünerek onlara şefkat ve merhametle yardım ederiz. 5. Oruç, kişiye dünya ve ahiret mutluluğu sağlar. Çünkü orucun sevabı özeldir. Allah Teâlâ bir kudsi hadiste şöyle buyurmuştur: “Oruç başkadır. Çünkü o sırf Benim içindir, onun mükâfatını da (dilediğim gibi) Ben vereceğim. Kulum, Benim için şehvetini, yiyeceğini terk etti.” Başka bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: “Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.” (Buhârî) 6. Oruç, günahların bağışlanmasına vesiledir. Çünkü Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî) 7. Oruç tutana şefaatçi olur. Çünkü bir hadiste şöyle burulmaktadır: “Oruçla Kur’an, kıyamet gününde kula şefaat edeceklerdir. Şöyle ki: Oruç: «Ey Rabbim! Ben onu gündüzleri yemekten ve şehvetlerinden men ettim. Onun için beni, onun hakkında şefaatçi kıl!» diyecek; Kur’an da: «Ben onu geceleri uykusuz bıraktım. Beni de onun hakkında şefaatçi kıl.» diyecek. Böylece ikisi de (o kula) şefaat edeceklerdir.” (Müsned) 8. Oruç sayesinde rızık bereketlendirilir. Çünkü bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Bereket ayı olan Ramazan geldi. Allah Teâlâ onda size zenginlik ve rahmet indirir. Hata ve kusurları bağışlar, duaları kabul eder. Allah Teâlâ, sizin amellerinize bakar ve sizinle meleklerine iftihar eder. Öyle ise, Allah katında hayırlı olmaya bakın, hayır işleyin. Gerçekten en bedbaht kimse, Allah Teâlâ’nın rahmetinden mahrum kalandır.” (Taberânî) 9. Oruç, bedenin zekâtıdır. Çünkü zekât nasıl malı temizlerse, oruç da bedeni temizler. Taberânî’deki bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur.” 10. Oruç, akıl ve zekâyı güçlendirir. Çünkü yapılan bazı araştırmalarda orucun insanın beyin hücrelerinin yenilenmesine yardımcı olduğu, böylece beynin öğrenme kapasitesinin arttığı ispat edilmiştir. Bu da, insan zihninin oruç sayesinde güçlü ve dinamik olması demektir. 11. Oruç, sosyal hayattaki fakir-zengin ayrımını azaltarak toplumu huzurlu yapar. Toplumda karşılaştığımız pek çok huzursuzluğun sebebi, birilerinde var olanın diğerlerinde olmamasıdır. İslam dini zekât, sadaka, hibe, borç verme ve yardımlaşma kültürü ile zengin-fakir arasındaki çekişmeyi önlemiştir. Hatta bunun için vakıf müesseseleri kurulmuştur. 12. Oruç sıhhat kazandırır. İslam’ın beş şartından biri olan oruç, hakikaten şifa kaynağıdır. Bilimsel olarak orucun birçok hususlarda insan bedenine faydalar sağladığı ispat edilmiştir. Bu nedenle Avrupa ve Amerika’da doktorlar, hastalarına oruç tutmalarını tavsiye ediyorlar. Çünkü oruçla insan vücudunda biriken toksinler, fazla yağlar, birikmiş zehirler vücuttan dışarı atılır. Bu sebeple oruç İslam ülkelerinin dışında da hızla yayılmaktadır. 13. Oruç, ahlâkı güzelleştirir. Çünkü oruçlu eli, dili, gözü, kulağı, ayağı ile işleyebileceği günahlardan kendini korumaya çalışır. Cimrilikten, fesattan, çekişmeden, dedikodudan kaçınır. Kibir, gurur, gösterişten, bencillikten sakınır. Bu şekilde kişi güzel ahlâk sâhibi olur. Bu husus aşağıdaki hadiste teyit edilmektedir: “Kim yalan sözü (yalanı, gıybet, dedikodu gibi günah sözleri) ve onunla ameli terk etmezse, (bilsin ki) onun yiyip içmesini bırakmasına Allah Teâlâ’nın ihtiyâcı yoktur.” (Buhârî) 14. Oruç insanın iradesini güçlendirerek kötü alışkanlıkları terk etmesini kolaylaştırır. Oruçlu, oruç tutarken sigara, içki, kumar gibi toplumda hızla yayılan kötü alışkanlıkları terk eder. Bu onun için kötü alışkanlıklarından tamamen kurtulmasına bir vesile olur. 15. Oruç, toplumda manevi birliği sağlar. Oruç, ruhun beden üzerindeki iyi yönlü etkisini kuvvetlendirir. İnsan oruçla düşünce ve his dünyasında büyük bir hassasiyet elde eder, günlük stres ve gerginlikler azalır. Böylece inananlar arasında manevi bir ortaklık ve birliktelik sağlanır.
Bedeni ve Kalbi Oruç Oruç, tasavvufta nefs terbiyesi olması yönüyle çok önemli bir riyazet türüdür. Tabii ki bu riyazetin başka tarzdaki riyazetlerden farkı Allah’ın emri ile yapılıyor olması ve yasaklarına riayet edilmesidir. Bu anlamda sufiler kalbin ve organların orucuna dikkat çekerler. Çünkü bunlar ayette belirtildiği üzere yaptıklarından mesul olacaklardır. O halde kalp ve bedenin azalarına oruç tutturmak, onlara Allah’ın emir ve yasaklarına uyma hususunda büyük kazançlar sağlayacaktır. İnsanın fiilleri açısından bakılacak olursa bu fiiller bedeni ve kalbi olmak üzere ikiye ayrılır. Bedeni fiiller, zâhiri amelleri, kalbi fiiller ise bâtıni amelleri kapsar. Sufilere göre beden ve kalp fiilleri açısından oruç tutmaktan amaç, sadece oruçlu iken orucun ruhaniyetine ve adabına uygun davranmayı değil, aynı zamanda oruç ibadetinden sonra elde edilen manevi kazancın devam etmesidir. Sufiler insanın fiillerini bedeni ve kalbi olarak ikiye ayırdıkları gibi, orucu da bedeni oruç ve kalbi oruç olarak ikiye ayırırlar. Her iki oruç türü için İslam mutasavvıfları çeşitli görüş ve yorumlar ortaya atmışlardır. Bu görüşlerin bazılarını aşağıda ele alıyoruz. Bedeni oruç türleri hakkında bazı İslam mutasavvıflarının görüşleri: Horasanlı sufi ve muhaddis Hücvirî (ö.465/1072), azalarımızın reisi olarak aklı işaret eder. Görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama vasıtasıyla aklın, ruhun ve nefsin etkilenip, ona göre hâl aldığını belirtir. Ona göre hakiki manada orucun, yukarıda zikredilen beş duyu ile birlikte reislerinin Hakk’ın emrine boyun eğdirilmesi ile mümkündür. Şehveti en iyi terbiye etmenin yolu oruçtur. Buna göre şehvetin orucu; kişiyi Rabbine karşı, mahcup edebilecek şehevî arzu ve istekleri dizginleyerek, her türlü şehvete karşı kişinin kendisini imsâk etmesidir. Çünkü orucun hakikati imsâk (tutmak) olup şehevî manada kişinin her türlü kötülükten kendisini uzak tutması ve nefsini zapt etmesidir. Tasavvufta kulakların orucu ise dinen dinlenilmesi uygun görülmeyen her şeyden kulakları alıkoymak ve faydalı işlere vesile kılmaktır. Hücvirî, “Kulağın, gözün ve kalbin, hesap günü sorguya çekileceği,” ayetine dikkat çekmiş ve kulakların orucunu, hoş olmayan şeyleri dinlemekten kulakları alıkoymak olarak belirtmiştir. Şafii fakih ve sufi Mekkî (ö.386/996), yakîn iman sahiplerinin ve fazilet sahibi oruçluların tuttuğu orucu tutmanın, bedenin azaları olan göz, kulak, dil, el, ayak ve kalbin ıslah edilmesi ile mümkün olduğunu belirtir. Bu nedenle Peygamberimiz (sav)’in ve salihlerin tuttuğu orucun, bu hassasiyetlerin gözetilerek eda edilen oruç olduğunu ifade eder. Ellerin orucu hususunda Mekkî, taatte ve isyanda kalbin aleti olarak kabul edilen elleri haramlara ve kötülüklere uzanmaktan alıkoymayı tavsiye eder. Ellerin vasıta olduğu, her fiilden dolayı şahitlik yapacağı ve dile geleceği ile ilgili ilahî ferman, rızka vasıta olan elleri yasaklardan alıkoyma manasında oruç tutturmayı ve hassasiyet ile ellere hâkim olmayı gerekli kılmaktadır. Ayakların orucu ise her türlü fenalıktan ve nehyedilen yerlere gitmekten ayakları uzak tutmak ve hayırlı menzillere yöneltmektir. İmam Gazâlî (ö.1111), bedeni oruç türlerinin başında şehvetin orucunun geldiğini söyler. Şehvet, sahip olma arzusu, haz veren şeyleri elde etme isteği ve zevklere karşı duyulan kuvvetli arzulardır. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli unsurun, akıl sahibi olması nedeniyle, şehvetin şerrinden kendisini koruyabilmelidir. Bunun için şehevî duyguların esiri olmanın hayvanlardan daha aşağı seviyede olmak anlamına geleceğini belirtir. İmam Kuşeyrî (986-1074) de bu konuda şeytanın sürekli kışkırttığı şehevî duyguların ilâhi emirlere boyun eğdirilmemesi, kişinin hem dünyasını hem de ahiretini yıkabilecek önemli bir tehlike olduğuna dikkat çeker. “Evlenmeye gücü yeten evlensin, gücü yetmeyen ise oruç tutsun, bu da onun nefsini dizginler.” hadisinde belirtildiği gibi, orucun şehvetin gücünü kırdığını, nefsin arzu ve isteklerini azalttığını ve haramlardan uzaklaşmaya vesile olduğunu izâh eden Kuşeyrî, nefsin gıdasını kesme yoluyla şehveti dizginlemek ve arzulanan her şeye karşı durmanın şehevî hislere oruç tutturmak olduğunu belirtmiştir. Alim ve Mutasavvıf Kelâbâzî (935-994)’ye göre, şehvetin orucu için yemede ölçülü olmak çok önemlidir. Kişi oruçlu iken açlığı sebebiyle çok yemeye meyleder. Halbuki bu şehvetin terbiyesi açısından tehlikelidir. Nitekim Kelâbâzî, “Hiç kimse, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Oysa insan midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de teneffüse ayırmalıdır.” hadisi ile alakalı müminin midesini üçte birinden fazla yemekle doldurmasının sünnete uygun olmadığını ve kişinin şer işlemesine sebep olacağını, karnını doldurarak şerli hâle geldiğini, aşırı yemeğin ortaya çıkardığı şehvetin ve nefsin isteklerinin esiri olduğunu ve bu isteklerin asla bitmediğini söylemiştir. Şafiî fakihi Maverdi (972-1058)’ye göre şehevî duyguların şerrinden korunmak için en önemli vâsıta olan orucun her türlü nefsani arzuları ve şehveti terbiye ettiğini, bu vesileyle yemeğe, içmeye ve şehevî arzulara ihtiyaç duymayan meleklerin hasleti ile oruçlunun bezendiğini söyler. Ona göre gerçek manada nefsin esaretinden kurtulma ve hürriyet, şehevî duyguları yenmekle mümkündür. Bu nedenle sufiler, “Şeytan, kanın damarlarda dolaştığı gibi, Âdemoğlunun damarlarında dolaşır.” hadisi şerifi uyarınca, şeytanın yollarını oruç ile daraltmak için gayret göstermişlerdir. Bedeni oruç türlerinden gözlerin orucu ise, dinen nehyedilen ve kalbi oyalayacak her türlü sûi nazardan alıkoymak, rastgele sağa sola bakmaktan uzak tutmak ve onlara hâkim olmaktır. Sufilere göre dilin orucu ise dinen nehyedilen sözlerden sakınmak ve kalbi oyalayacak her türlü boş, amaçsız ve gereksiz sözlerden dili alıkoymaktır. Kalbi oruç türleri hakkında bazı İslam mutasavvıfların görüşleri: Sufilerin oruç ile ilgili yorumları göz önünde bulundurulduğunda, genellikle kalbi esas alarak yorum yaptıkları dikkat çekmektedir. Mutasavvıf es-Serrrâc (ö.378/988), oruç esnasında kalbi Allah’a ait kılmayı, Kelâbâzî, oruçlu iken yaratılmışların meşgalesinden kalbi alıkoymayı, Mekkî, oruç vaktinde kalpte Allah’tan başka hiçbir şeye yer vermemeyi, Kuşeyrî, oruç anında kalbi her türlü dünyevi afetten uzak tutmayı ve muhafaza etmeyi, İslam filozofu Sühreverdi (1154/1191) ise oruç esnasında kalbin sürekli güzel düşüncelerle meşgul edilmesini tavsiye etmektedir. Allah’a kalben ulaşmayı kolaylaştıran oruç, insanın iç dünyasını geliştiren en önemli ibadetlerdendir. Kişi oruçlu iken, yemeğe, içmeye ve şehevî arzulara ihtiyaç duymayan meleklerin hasleti ile bezenirken, ruhun, kalbin ve aklın saf hale gelmesine vesile olur. Kalbi fiilleri bâtınî ameller diye tarif eden sufilerin, zâhiri ve bâtınî bütün organların kontrol altına alındığı ibadet olarak gördükleri orucu, bâtınî anlamda kalbin, ruhun, aklın ve nefsin orucu olarak açıklamışlardır. Kalbin orucu; Allah'ın büyüklüğünü düşünüp sürekli tefekkür etmek, kalbi masivadan ve her türlü dünyevi endişelerden temizlemekle birlikte Allah’tan gayrı hiçbir şeyi kalbe dâhil etmemektir. İman ve akıl cevherinin merkezi olan kalp, kelime olarak sürekli değişen ve dönüşen anlamındadır. Kalp manevi açıdan, sürekli olarak olumlu veya olumsuz duygu ve düşünce akışı içerisinde değişken bir haldedir. Bu özelliği aynı zamanda kalbin marifet, ilim ve düşünme vâsıtası olduğunu ortaya koymaktadır. Kelâbâzî, Nazargah-ı İlahî, Rabbani hakikatler ile birlikte sırların tecelligâhı, mârifetullâh’ın yeri, bilginin kaynağı ve bütün düşüncelerin mekânı olan kalbin, ameller ile temizlenip veya kirletildiğine dikkat çeker. O, Allah’ı hatırlamaktan alıkoyan ve meşgul eden her şeyden kalbi uzak tutmayı sâlihlerin tuttuğu oruç olarak tanımlamış ve kalp ile tutulan orucun en üstün oruç olduğunu belirtmiştir. Kalbi katılaşmış, idrak, akletme ve basiret kanalları tıkanmış olan bireylerin, oruç ibadeti sayesinde kalplerini ıslah etmesi kolaylaşır. Marifetin ve keşfin mahalli olan kalbin önemine binaen, sâlih ameller ve kalp tasfiyesi üzerine yoğunlaşmak ve yegâne hedef olan ise selim bir kalbe ulaşmak önem arz eder. Bu nedenle mutasavvıflar, kalp tasfiyesi olmadan marifete ulaşmanın mümkün olmadığını ifade etmiş ve kalbin her türlü masiyet ve kötülüklerden saf hâle getirilmesi gerektiğini belirterek oruç ibadetine önem vermişlerdir. Riyazet, mücahede ve nefis tezkiyesi ile tasfiye edilen kalbin ilâhî hakikatlere ulaşmasının kolaylaşacağını belirtmişlerdir. İslam alimi ve mutasavvıf İbn Arabî (1165/1240)’ye göre, kalpte muhabbetullahın oluşması, Allah’a kurbiyete, her türlü kötülükten uzaklaşmaya ve kişinin Allah’ın emirlerini nefsine tercih etmesine sebep olur. “Oruç bana aittir, ecrini ancak ben veririm.” kudsi hadisinde, Rabbimizin orucu kendisine izafe etmesine dikkat çeken İbn Arabî, Allah’ın orucu kullarının kendisine yakınlaşması için hem kurbiyet hem de muhabbet vesilesi kıldığını anlatır. İbn Arabî’ye göre “Kalbi masiyetlerden alıkoyan en önemli ibadet” oruçtur. Ona göre gerçek Allah dostlarının “savm-ı dâim” üzere olup, iftar etseler bile kalplerinin Allah’tan başka hiçbir şeyle meşgul olmamaya devam ettiğini, dolayısıyla asıl orucun da bu hedefe ulaşmak olduğunu belirtir. Kuşeyrî, kalbi marifetin mekânı olarak tarif eder. O, kalben oruç tutmayı insanlardan uzaklaşarak Allah ile baş başa kalmak ve kalbi Allah’tan gayrı hiçbir şey ile meşgul etmemek diye tanımlar. Kuşeyrî, kalben oruç tutanlara ise “Rıza nimeti ile Muhabbet Şarabının” ikram edileceğini belirtir. Hücvirî ise gerçek manada orucun, kalbi Hakk’ın emrine boyun eğdirmekle mümkün olduğunu, sufilerin Allah’ın dışında her şeyden uzaklaşmayı oruç telakki ettiklerini ifade eder. Sufilere göre ruhun orucu ise Allah’ın emretmediği düşünce ve meşgalelerden ruhu arındırmak ve yalnızca O’na ait kılmaktır. Mekkî, oruç ve açlıkla nefsin isteklerinin zayıfladığını belirtir. O, bu vesileyle ruhun, kalbin ve aklın berraklaştığını ifade etmiştir. Hücvîrî, ruhun ve nefsin birbirine zıt olduğunu, ruhun iyiliği, nefsin ise sürekli hırs, haz ve hevesler ile oyalayıp Allah ile olan bağı zayıflatması nedeniyle kötülüğü temsil ettiğini ifade eder. Bu sebeple o, ruh için orucun ve açlığın sefa olduğunu ifade etmiş, oruç veya açlıkla eğitilen ruhun, kalbin ve nefsin manevi açıdan güçleneceğini belirterek tokluğu hayvanlar ile ilişkilendirmiştir. Kuşeyrî ise bir sufinin her türlü ihtirası gerektiren şeylerden uzaklaşıp kanaatkâr olmayı ruhun orucu diye tarif ettiğini nakleder. Oruç ibadetinin ruh terbiyesi için en etkili yöntem olduğunu ifade eden sufîler, ruhun tezkiyesi için oruçtan daha önemli bir vesile ve tesirli yol olmadığını belirtmişlerdir. Ayrıca hissiyatın, aklın, fikrin, nefsin ve kalbin, ruh ile birlikte anlam kazandığını ifade eden sufiler, her türlü hırsı ve şehevî duyguları sınırlayıp, açlık, susuzluk ve cinsel arzuları denetim altında tutmayı, ruhun orucu diye tarif etmişlerdir. Beden insanın maddi, ruh ise manevi yönünü temsil eder. Sufiler, ibadetlerine hassas olan bir kişinin manen temizlenmedikçe gerçek marifete ulaşamayacağını ifade ederler. Onlar ruh tezkiyesi için öncelikle saf bir tevhide ihtiyaç olduğunu belirtmişlerdir. Sufilere göre nefsin orucu ise zevklere duyulan kuvvetli arzuların ve elde etme hırsının meşru sınırlar içerisinde tutulması için gayret göstermek, nefsin şiddetle arzuladığı hissî duygulara teslim olmadan her türlü nefsi ve şehevî istekleri oruç ile kırmak ve denetim altında tutabilmektir. Kötülüğü emredici olan nefsi oruç ile dizginlemeyi tavsiye eden sufiler, nefis ile cihad etmenin bir ömür boyu sürdüğüne dikkat çekerek nefsi en büyük düşman olarak nitelemişlerdir. İslam alimi ve mutasavvıf Muhâsibî (781-857), nefsin sürekli isteyen ve arzulayan vasfını değiştirmenin veya nefsi kâmilen öldürmenin mümkün olmadığını ifade etmiş, nefsin daima akıl ile savaş halinde olduğunu belirterek, insanın oruç tuttuğu vakit nefsinin buna karşı çıktığını, sebebini ise şehvet ve yemek ile rahata eren nefsin rahatının kaybolması olduğunu belirtmiştir. Bu sebeple, ibadetler veya hayırlı amellerin nefsin arzusuna göre terk edilemeyeceğini işaret etmiştir. Kelâbâzî, nefsin oruç ile tezkiye edilmesi için, yemeyi, içmeyi ve şehveti terk etmek gerektiğini belirtir. O, şeytanın sürekli kışkırttığı nefsani duyguların ilâhi emirlere boyun eğdirilmemesini, kişinin hem dünyasını hem de ahiretini yıkabilecek önemli bir tehlike olarak görür. O, orucun nefsin arzu ve isteklerini azalttığını bedenin şehvet gücünü kırdığını, haramlardan uzaklaşmaya ve ahlâk güzelliğine sebep olduğunu izâh etmiştir. Orucun nefs terbiyesi açısından benzersiz bir ibadet olduğunu, nefsin ve şehvetin şerrinden kişiyi alıkoyması ve mukavemet etme kuvveti sağlaması sebebiyle, manevi eğitim açısından da vazgeçilmez bir ibadet olduğunu belirtir. Kelâbâzî, nefsin şehvetini bağımlılık içeren, en tehlikeli olan, hiç bıkmayan, midenin dolmasıyla ortaya çıkan cinsel arzu ve dürtüler olarak tarif eder. Hz. Peygamber (sav)’in buyurduğu gibi, mü’minin midesini üçte birlik kısımdan fazla yemekle doldurmasının uygun olmadığını izâh eden Kelâbâzî, kişinin karnını doldurarak şerli hâle geldiğini, aşırı yemeğin ortaya çıkardığı şehvetin ve nefsin isteklerinin esîri olduğunu ve bu isteklerin asla bitmediğini söyler. Bu minvalde şerrinden korunmak için nefsin oruç ile tezkiye edilmesi gerektiğini ifade eden Kelâbâzî, nefsi dizginlemenin ahlaki güzelliğe, manen kuvvetlenmeye ve en önemlisi ahirette kurtuluşa sebep olacağını belirtmiştir. Hücvirî, oruç ve açlık vesilesiyle nefsin arzularının zayıfladığını, ruhun, kalbin ve aklın berraklaştığını söyler. Ona göre nefs kişideki şeytani yönü temsil eder. Oruç da dâhil olmak üzere bütün ibadetler muhabbetullah’ın kalbe yerleşmesi ve nefis mücâhedesi açısından vazgeçilmezdir. Kuşeyrî, oruç ibadetini riyâzet ve mücâhade için en önemli vâsıta kabul eder. Kuşeyrî, tasavvufun amacını insanın putu olan nefsin arzu ve isteklerini terk etmek olduğunu belirtir. Gazâlî, nefsi şeytanın âleti olarak görür. O, nefsin her türlü arzu ve isteklerini ortadan kaldıran ibadetin oruç olduğunu belirtir. İbn Arabî orucun mahiyetinin imsâk (tutmak), hakikatinin ise nefsin arzu ve isteklerine karşı çıkıp muhalefet etmek olduğunu belirtmiştir. Sûfîlere göre aklın orucu, nefsani arzuların zıddı olarak kabul edilen aklı, ilâhi emirler doğrultusunda hayatın her alanında hâkim kılmak ve Hak ile bâtılı ayırma gücünü muhafaza etmek ve Mevla’ya ait kılmaktır. Akla oruç tutturmanın, nefsin esaretinden ve süfliyyetten alıkoyduğu gibi, onu gerektiği gibi kullanmayı da gerektirir. Sufilere göre aklın orucu, nefsin arzu ve isteklerine muhalefet etmektir. Bu nedenle sufîler, nefse muhalefeti her daim esas alarak kişinin aklının kifayet ettiği kadar Rabbine yakınlaşıp ibadet ettiğini ve aklı ölçüsünde günahlardan uzaklaştığını izâh etmiş ve aklın hakikatini tam olarak bilmenin mümkün olmadığını ifade etmişlerdir.
Orucun Mahiyeti ve Hikmetleri Sadaka ve zekâtın, inananları günahlardan temizlediği ve onları arındırdığı Tevbe suresinin 103. ayetinde ifade edilmektedir. Bir hadiste bildirildiğine göre bedenin zekâtı da oruçtur. Oruç tutan kişi, nefsinin zincirlerini kırarak Allah’ın ipine sarılmış olur. Oruç ayı olan ramazan boyunca toplu hâlde yapılan ibadetler birlik duygusunu oluşturur. Zengin, fakirle aynı safta namaz kılar, aynı sofrada yemek yer, zekât, fitre ve fidyeler gelir dağılımındaki dengesizliği bir bakıma düzeltir. Oruç, nefsin isteklerine iradi olarak uzak durma olması yönüyle bir irade eğitimi, açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de sabır eğitimidir. Kişinin yaşam sürecinde başarılı olabilmesi şüphesiz irade eğitiminden geçmesiyle mümkün olur. İradesi zayıf insanların hayatta başarılı olmalarının ihtimali azdır. Bu kimselerin dini görevlerini de hakkıyla yapabilmeleri zor olabilir. Bu nedenle iradesi zayıf insanların ahiret hayatları iyi olmayabilir. Oruç ibadetiyle kanaat, tekrar kapımızdan evlerimize girer. Açlık çeken insan yoksulun, muhtacın durumunu anlar ve kanaat etmenin önemini daha iyi kavrar. Artık israf edemez olur. Allah Resulü’nün “Kanaat bitmeyen bir hazinedir” (Beyhakî) sözü mümine gerçeği hatırlatır. Böylece nimetin kadrini bilen insan, Allah’a olan şükrünü artırır. Hırsın mahrumiyete, kanaatin rahmete vesile olduğunu anlar. Allah Resulü’nün “İktisat eden geçim sıkıntısı çekmez” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef) müjdesini hayatında görmeye başlar. Oruç ibadeti, insana iftar ve sahur ile, kılınan teravih namazlarıyla, diğer ibadetlerle hayatı disipline eder. Oruç ayı olan ramazan ayı, kulun Rabbine iltica ederek, günahlarının bağışlanması için hayat yoluna yerleştirilmiş fırsat ve hazinelerle doludur. Kişi, Kur’an üzerinde daha fazla düşünme imkânı yakalar. Ramazanın getirdiği bereketle, günahların kalp ve beyin üzerinde örttüğü perdeyi kaldırmasıyla insan, bazı ayetleri daha derinden hisseder ve anlar. Oruç bedenin zekâtı olarak, vücutta birikmiş zararlı unsurların defi için metabolizmaya büyük bir imkân sağlar. İnsanın, vücudunu diğer canlılardan daha farklı olarak madde ve mananın sırlı ve ahenkli bir birleşimi olarak görmeye başladığı bu ayda, vücutlar yenilenir, dimağlar parlar… Allah Resulü’nün “Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız” sözünü teyit edercesine bedenlerimiz sağlık bulur. Ramazan orucu ümitsiz insanların bağışlanma ümitlerini yeşerttikleri bir zaman dilimidir. Oruç, ansızın gelecek sıkıntılara karşı insanlara dayanıklı olmayı öğreten bir öğretmendir. Çocuklarımıza keyifle dinlerini öğrenme ve yaşama fırsatı veren bir aydır ramazan… Allah Resulü, inanıp karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazanı değerlendirenlerin geçmiş günahlarının bağışlanacağını söylemiştir. (Nesâî) Orucun hikmetleri ile hükümlerini anlamak arasında sıkı bir bağ vardır. Orucun fıkhına taalluk eden kuralların bilinmesi orucumuzu Allah Resulü’nün bize hikmet olarak bıraktığı sünnetine uygun oruçlar tutmamıza imkân tanıyacaktır. Dinî hükümlerin bir görünen zahirî, bir de görünmeyen bâtıni yönü olduğu malumdur. Hükümlerin zahirî yönüyle daha çok fakihler, bâtıni tarafıyla ise genelde sufiler meşgul olurlar. Bu sebeple fakihlerin ilgi alanı olan fıkha “fıkh-ı zahir”, sufilerinkine ise “fıkh-ı bâtın” adı verilir. Aslında din/şeriat, hükümlerin zahir ve bâtın yönlerinin birleşmesinden, bir arada değerlendirilmesinden ve beraberce mütalaa edilmesinden meydana gelir. Fakihlerin bakışı bir ibadetin şekil şartlarına uygun olarak yapılmasını, sufilerin bakışı ise ondan manevi haz alınmasını temin eder. Fakihlere göre şekil ve zahir şartlarını taşıyan ibadet sahihtir. Sufilere göre ise sadece bu noktada kalan ibadet teşri gayesini gerçekleştirmemiş olur. Bu konuda sufiler kendi delillerinin fakihlerin delillerinden daha güçlü olduğunu, ancak fakihlerin gafillerin genelini dikkate alarak hükmü kolaylaştırmakla yükümlü olduklarını ifade ederler. Çünkü onlar ibadetin sahih olmasını kabul olmasıyla, kabulü de maksada götürmesiyle ölçerler. Mesela onlara göre oruçtan maksat, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır ki bu da samedâniyyet makamı ve imkân nispetinde şehvetleri terk etme noktasında meleklere uymaktır. (Gazâlî,İhya-u Ulumid’din) ) Sufilere göre fakihlerin oruca bakışı sufilerin bakışına nispetle bazı farklar taşımaktadır. Onlar bu ibadete zahirî fıkıh penceresinden ve genel mükellefler adına bakmışlardır. Sufiler ise, oruca bâtıni (vicdanî) fıkıh penceresinden bakarlar. Fıkıhçılara göre oruç temel ibadetlerden biridir. Tutulan orucun geçerli (sahih) olması için görünen, objektif şartlar vardır. Bu şartlardan birisi eksik olursa oruç makbul olmaz. Zahirî şartlar yerine getirilirse oruç geçerli sayılır. Sufilere göre oruç, az konuşma ve az uyuma gibi tarikat adabı arasında sayılır. Çünkü oruçta “az yeme” ilkesi uygulanır. Orucun insanlık tarihi kadar eski olduğu ve Hz. Âdem’den Hz. Peygamberimize kadar gelmiş geçmiş bütün Peygamberlere emrolunduğu bilinmektedir. İlâhi olsun veya olmasın bütün inanç ve kültürlerde var olan oruç uygulamaları faklı olsa da ana hatlarıyla kulluğun ispatı, tevbe, bağışlanma, yaratıcıya yakın olma ve ahirete dair umutlar için eda edildiği aşikârdır. İslam dininin indirilmesiyle tahrif edilmiş dinlerdeki oruç uygulamaları tashih edilmiş ve gerçek oruç bugünkü formuyla ortaya çıkmıştır. Mazisi Hz. Âdem’e dayanan oruç ibadetinin, en mükemmel ve mükevven hâli ile son din olan İslam’ın insanlığa, ahlaki, kalbî, nefsi ve rûhi terbiyeyi sağlayacak reçeteyi sunduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Ayrıca oruçta sadece nehyedilenlerin değil, helallerin bile terk edilme durumu söz konusudur. Bu durum helallerden bile el etek çekmek durumunda kalan oruçlu açısından haramlara karşı ciddi bir direnç oluştururken, kişiye nefsi ile olan mücadelesinde müstesna bir mukavemet kazandırır. Netice olarak sûfîler orucun esrarı üzerinde durarak, azaların ve kalbin orucunun nasıl olacağını açıklamışlardır. Orucun iftar ile imsâk arasında fıkhî şartları yerine getirmenin ötesinde, derunî yönünü ortaya koyarak Peygamberimiz’in ve sahabelerin tuttuğu orucun çizgisini yakalama gayretinde olmuşlardır. Kişiyi aklen, ruhen ve bedenen disiplin altına alan oruç, toplum üzerindeki en etkili ibadetlerdendir. Oruç ibadeti, Allah’ın rızasını elde etmek ve O’na yakın olmak için emredilmiş büyük bir lütuftur. Orucun edâ edilmesindeki maksat, Allah’ın emrine uymak, kulluk vazifesini yerine getirip nefsin afetlerinden kurtulmak, aklı, ruhu ve kalbi Allah’ın emirlerine âmâda kılmanın yanı sıra, Gazâlî’nin ifâde ettiği gibi “Allah’ü Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmaktır.” Sufîlere göre, oruç ibadetinin Allah’ın razı olacağı şekilde yerine getirilmesi, nefsi ıslah etmenin yanında, takvanın, ihlasın ve güçlü bir imanın göstergesidir. İnsan, oruç vesilesi ile iradesini kuvvetlendirip kötülüklerden sakınır, menhiyattan uzak durarak kalbini, aklını, ruhunu ve nefsini terbiye eder. Böylece senenin on bir ayı mubah olanları terk ederek nefs tezkiyesi yapar ve zaman içinde ahlâk güzelliğine erişir. (Veysi Cengiz, Veysel Akkaya, Tasavvufî Açıdan Bir İbadet Olarak Oruç) İbn Arabi “Fütûhatı Mekkiyye” adlı kitabında, orucun hikmetleri ve tasavvufi özellikleri konusunda birçok hususlara yer vermiştir. Bunların bazılarını aşağıda ifade ediyoruz. İbn Arabî’ye göre her bir ibadet, kulda ilahî isimlerden bir veya birkaçının tecelli etmesini temin eder. Mesela, mümin namaz kıldığı zaman Allah’ın en-Nûr isminin tecellisine erer ve manevi inkişafa nail olur. Zekât verdiği zaman “el-Kuddûs” isminin tecellisine mazhar olur. Böylece zekât ile hem malını hem de nefsini temizler. Oruç tuttuğu zaman ise Allah’ın “es-Samed” isminin tecellisine erer. Ancak kul için Allah’ın isimleri ile sıfatlanmak mutlak değil, kayıtlı, sınırlı ve geçicidir. Buna göre samedâniyyet/ tenzîhiyyet sıfatları Allah için asli ve sürekli, kul için geçici ve izafidir. Oruç, ilahî isimlerden “el-Muhyî” ve “el-Mumît” isimlerinin tecelli etmesini de sağlar. Zira orucunu kasten bozanın kefaret ödemesi gerekmektedir. Ödenecek kefaret kalemlerinden biri de fakirlere yemek yedirmektir. Yeme içme olayı hayatı devam ettirmenin bir göstergesidir. Orucunu bozup da kefaret ödemek zorunda kalan mükellef, orucunun kefareti olarak bir fakiri altmış gün veya altmış fakiri aynı anda doyurmak zorundadır. Bu hareketiyle o, yeme ve içmeye muhtaç, âdeta açlıktan ölecek durumda olanları hayatlarını idame ettirecek şekilde doyurduğu için Allah’ın “el-Muhyî/hayat bahşeden” ismiyle isimlenmiş olmaktadır. Oruç tuttuğu zaman da nefsine hayat veren şeylerden uzak durduğu için “el Mümît/öldüren” ismiyle ahlaklanmıştır. Ona göre namaz nur, sadaka burhan, sabır yani oruç ve hac aydınlıktır. Oruç ibadetine derin tasavvufi anlamlar yükleyen İbn Arabî’nin burada orucu Allah’ın sabır sıfatıyla izah edişi ve aydınlık olarak niteleyişi dikkat çekmektedir. Gerçekten de sabrın merkezî bir yer işgal ettiği oruç, layıkıyla tutulduğu zaman eşyanın hakikatini idrak hususunda ışık neyi sağlıyorsa oruç da onu temin eder. (Prof. Dr. Abdullah Kahraman, İbn Arabî’nin Bakışıyla Oruç ve Esrarı)
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com
|
Tasavvuf ve Oruç |
Yayınlanma Tarihi: 12.03.2025 |