Tasavvuf ve Büyük Patlama
Büyük Patlama Nedir?Büyük Patlama ya da Big Bang, evrenin yaklaşık 13,7 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini tasavvur eden, 1920 lerde ortaya atılan bir teoridir. 1929 da E. Hubble tarafından, evrendeki galaksi kümeleri arasında uzaklığın gitgide artmakta olduğunu, yani evrenin zamanla genişlediği fikri ortaya atılmıştır. Bu genişleme fikrinden hareketle, zamanla geriye doğru gidildiğinde, evrenin geçmişteki belirli bir zamanda sıcak ve yoğun bir başlangıç durumundan itibaren genişlemiş olduğu düşünülmüştür. Bu düşünce önceleri ‘ilk atom hipotezi’ olarak adlandırılmış, günümüzde ise ‘büyük patlama teorisi’ adıyla yerleşmiştir. Bu fiziksel modelin temeli Einstein’ın genel görelilik kuramına ve kozmolojik prensibine dayanmaktadır. Big Bang modeli homojen olan evrenin geçmişte bugünküne nazaran daha da homojen bir yapıda olduğunu varsayar. Buna göre astrofiziksel yapılar (galaksiler, galaksi kümeleri) Big Bang’in ilk döneminde mevcut değildir. Sonradan yavaş yavaş oluşmuşlardır. Bu teoriye göre, Big Bang’in ilk döneminde gözlemlenebilir evren bölgesinde hüküm süren koşullar her yerde aynıydı. Buna karşılık maddi unsurların evrenin genişlemesi olgusuyla birbirlerinden hızla uzaklaştıkları görülmektedir. Büyük Patlama terimi, bu genişleme hareketinin şiddetini ifade etmek üzere, bir terim olarak önerilmiştir. Big Bang’in bir merkezi ya da özel bir yönü yoktur. Evrenin geçmişte nasıl olduğunu ancak evrenin uzak bölgeleri gözlemlenerek anlaşılabilmektedir. Günümüzde gözlemlenebilen, doğrudan doğruya Big Bang’in ilk döneminin kendisi değil, evren tarihindeki bu sıcak aşamanın ışıklı yansıması olan ‘kozmik arka plan’ ışımasıdır. Bu ışıma esas olarak tek biçimli olup her yönde gözlemlenebilmektedir. Bu, Big Bang’in gözlemleme olanağı bulunan bölgelerde son derecede homojen bir tarzda meydana geldiğini göstermektedir. Genel kanının aksine Big Bang, herhangi bir yerde olmuş bir patlama değildir. Big Bang kimilerin adını ilk duyduğunda düşündükleri gibi, günümüzdeki galaksileri oluşturan maddeyi dışarı fırlatıp atan, herhangi bir noktada meydana gelmiş bir patlama değildir. Bu teori yalnızca evrenin yoğun ve sıcak bir dönemden geçmiş olduğunu gösterir. Bu yoğun ve sıcak evreyi betimleyen çeşitli kozmolojik modeller vardır. Big Bang’in ilk döneminden 300.000 yıl sonra evren bir ‘elektronlar ve atom çekirdekleri plazması’ndan oluşmaktaydı. Günümüzde tanıdığımız elemanter parçacıklar söz konusu sıcak ve yoğun dönemde oluşmuşlardır. Sonraki süreçlerde evrende gözlemlediğimiz tüm yapılar oluşmuştur. İçinde yaşadığımız evren sürekli genişlemektedir. Bu demektir ki çok uzun bir zaman önce (» 13,7 milyar yıl önce) evren çok küçük bir noktadaydı (bir atomdan daha küçük) . Yapılan hesaplamalar, sıfır zamandan sonraki saniyenin on binde bininde bugün gördüğümüz evrenin içeriği atom çekirdeği yoğunluğunda çok sıcak bir madde yığınına sıkıştığını gösteriyor. Ama bu noktada şimdiki fizik kurallarımız işlemez oluyor. Dolayısıyla günümüz fiziği ‘başlangıcı’ açıklayamıyor. Günümüz fiziği kesinlikle evrenin büyük patlama ile başladığını söylemez. Sadece zamanda 13,7 milyar yıl geriye gittiğimizde atomdan daha küçük ve çok sıcak bir evrenle karşılaşacağımızı söyler. Evrenimiz, şimdiki zamanda geçmişteki haline kıyasla son derece az yoğun (şimdilerde evrende metreküp başına bir kaç atom düşmektedir) ve soğuk (2,73 kelvin, yani – 270 santigrad) haldedir. Big Bang teorisi ile ilgili modellerin kozmolojiye yeni sorunlar getirmiş olduğu görülmektedir. Bu sorunların bazıları şunlardır: · Teori evrenin homojen ve izotrop olduğunu önermiş, fakat niçin böyle olması gerektiğini açıklamamıştır. · Evrenin birbirinden son derece uzak iki bölgesinin esas olarak aynı özellikleri gösteriyor olması nasıl açıklanabilir ? Geçmişte bu bölgeler birbirlerine çok yakın olmuşlarsa da aralarında herhangi bir bilgi alış verişi olup olmadığını nasıl anlayabiliriz ? · 13,7 milyar yıl boyunca evren niye aynı fizik kurallarına göre davransın ? Bugünkü fizik kurallarının bu kadar uzun bir sürede aynı kalabileceğini nasıl bekleyebiliriz? Bu sorunlar teoriye bir çok yeni parametrenin eklenmesiyle aşılmaya çalışılmaktadır. Bu teorinin, evrenin yaratılışçı fikrine uygun görüldüğü filozofların bir kısmı tarafından kabul edilmiştir. Bunlara göre temel fikir, Yaratılışçılığın önerdiği ‘Başlangıçlı Evren’ ile uyuştuğu üzerine geliştirildi. Bir kısım bilim insanı, astroloji ve kozmolojik verilerin, herhangi bir felsefe veya teoloji ile örtüşmeyeceğini ifade etmişlerdir. Buna karşılık bazı astrofizikçiler, konunun Tanrı’nın varlığı ile ilişkilendirilebileceğini savunmuşlardır. Örneğin astrofizikçi Hugg Ross konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: ‘Zaman, olayların meydana geldiği boyut olduğuna göre, eğer madde, Big Bang ile ortaya çıkmışsa, o halde evreni ortaya çıkaran sebebin evrendeki zaman ve mekandan tümüyle bağımsız olması gerekir . Bu da bize Yaratıcı’nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu göstermektedir.’ Biz, Büyük Patlama teorisini bu makalede tasavvufî açıdan ele alacağız. Bunun için önce doğanın varlıksal (ontolojik) yapısını inceleyeceğiz. Sonra da, teori ile tasavvuf arasındaki benzerlikleri ve çelişkileri anlatacağız. Bu makalemizin, konuya ilgi duyan dostlarımıza faydalı olacağını ümit ediyoruz. Başarı Allah’tandır.
Doğanın varlıksal (ontolojik) yapısı
Büyük patlamanın konusu, insanları evrenin başlangıç noktasının bulunmasına yöneltmiştir. Biz de aşağıda bu konuyu tasavvuf açısından ele alacağız. Bugün insanlarının çoğunun anladığı doğa kavramı, duyularla ve akıl ile algılanabilen bir evren anlayışından ibarettir. Ancak gerçek böyle olmayıp, duyu ve akıl ile algıladığımız tabiatın (doğanın) dışında da mevcut olan alemler vardır. Bu alemler, duyu ve akılla algınamazlar. Bunları algılayabilmek için önce iman, sonra ilim ve sonrada tasavvuf gerekir (Bkz. Üç Güzellik: İman, İlim, Tasavvuf adlı makalemiz). Yani bu alemleri anlamak son noktada tasavvuf ile mümkün olmaktadır. Ancak insanın bu son noktaya gelebilmesi için iman nuru ve ilim gereklidir. Bunları kalbine yerleştirmesinden sonra tasavvuf ile işin içine girebilir. Bu da sırlar ilmine vakıf olmak demektir. Sırlar ilmine vakıf olanlar, keşif yöntemiyle alemlerin bazı sırlarını anlayabilirler. Ancak bu sırların bir kısmı keşife kapalıdır. İnsanın alemin bütün sırlarına erişmesi mümkün değildir, çünkü alemin yapısında uluhiyet (tanrısal) unsurları vardır. Biz aşağıda, keşif ehli insanların alemin varlıksal yapısı ile ilgili bizlere naklettiği bilgileri sistematik bir tarzda ifade etmeye gayret göstereceğiz. Bugün tabiatta duyularla algıladığımız şeyler ve nesneler aslında, onların gayb (bilinmeyen) alemindeki hakikatlerinin birer sureti (yansıması)dır. Örneğin gördüğümüz bir bitkinin veya bir hayvanın gayb aleminde hakikatleri vardır. Bu hakikatlere onların ayan-ı sabitesi de denir. Dolayısıyla önce doğadaki eşyaların gayb aleminde hakikatleri (ayan-ı sabite) yaratılmış, daha sonra varlık alemine çıkarılmışlardır. Buna göre başlangıç gayb aleminde ele alınmalıdır. Gayb alemindeki başlangıcın nasıl olduğunu anlamak için, yaratılışın başından itibaren ele alınması gerekir. ‘Tasavvufta Varlık’ adlı makalemizde anlattığımız gibi, gayb alemi ile ilgili bir hadis ile işe başlayabiliriz. ‘Allah var idi ve O’nunla beraber başka hiç bir şey yoktu. O, şimdi de olduğu gibidir.’ (Hadis) Bu hadisin anlamı Allah vardı ve O’nunla birlikte , özü gereği varlığı zorunlu başka bir şey yoktu. Yazı ve tedvin (kitap haline getirme) alemindeki ilk yaratılan varlık İlk Akıl dır. O, örneksiz olarak ilk yaratılan şeydir. Sonra, bir zaman aralığı olmaksızın, bu ilk akıldan türeme ve çıkma yoluyla nefis yaratılmıştır. Nefis, kıyamete kadar bu alemde meydana gelecek herşeyin kendisine yazıldığı korunmuş levhadır (Levh-i Mahfuz). O, yaratıklar hakkında Allah’ın bilgisidir. Nefis, nuranilik ve mertebe bakımından ilk akıldan aşağıdadır. Nefisten Hebâ cevheri yaratılmıştır. Hebâ kendisinde ışık bulunmayan karanlık cevherdir. Hebâ’nın hakikati Bir ile beraberdir (Tevhid). Allah Teâlâ, nefis ile hebâ arasında doğa mertebesini yaratmıştır. Doğanın mertebesi mevcut değildir ancak akledilebilir. Buna göre doğanın bir varlığı yoktur, ancak akıl ve düşünme yoluyla algılanabilen bir mertebededir. Bundan sonra Allah, doğaya sebepleri ve hikmetleri (bilinmeyen nedenler) koymuştur. Ayrıca alemde nurların ve karanlıkların varlıklarını düzenlemiştir. Bunları Zahir ve Batın’ın gereğine göre yapmıştır. Aynı şekilde başlangıcı ve sonu eşyalara belirli bir süre ile onların miktarlarına yerleştirmiştir. Allah alemi, sebepler ve sonuçlarla birbirine bağlamıştır. Allah’ın doğaya koymuş olduğu sebeplerin kaldırılmaları artık mümkün değildir. Sebepler için hükümler koymuş, rededilmeleri mümkün değildir. Bugün doğada geçerli olan fiziksel nedensellikler işte bu sebepler ve hükümlerdir. Allah, kendisinden bir tecelli ile tüm cismi hebada bir cevher olarak yaratmıştır. Doğada gördüğümüz bütün cisimler bu cevherin birer farklı suretidir. Cevher tek bir hakikat olmakla beraber, suretler birbirlerinden farklıdır. Allah Teâlâ herşeyi belirli bir sebep vesilesiyle yaratmıştır. O şey de, varlığına özgü özel bir tecelli ile var olmuştur. Sebep bu tecellinin mahiyetini bilemez. Sebebin vesile olmasını şöyle anlayabiliriz: Sebebe yönelme esnasında Allah’tan bir ilahi tecelli ve rabbani bir yönelme oluşmuştur ve böylece eşya varlık kazanmıştır. Bu tecelli ve yöneliş olmasaydı varlık oluşmazdı. Eşya gerçekte bir varlıktan başka bir varlığa çıkmıştır. Yani eşya bilgi varlığından dış varlığa çıkmıştır. Keşif bilgisi maddi her şeye manevi bir ruhun bağlandığını söylemektedir. Allah’ın alemde yaratmış olduğu bir suret ortaya çıktığında, dışta yaratılmış o varlığın bir ruhu vardır. Bu ruh o surete eşlik eder. Bir eşyada duyularla algılanabilen yön, onun duyusal-maddi suretidir. Eşyada bulunan manevi-ilahi ruh ise batınındaki değerlendirilmesidir. Doğada herşeyin canlı olduğu Kuran-ıKerim'in ayetlerinden anlaşılmaktadır. Bu canlılık bazen deneylerde kendini göstermektedir (Dolanıklık özelliği gibi). Eşyaların birbirlerini etkilemeleri, birbirleriyle iletişim halinde olmaları bu canlılık nedeniyledir. Ancak bu canlılığın yapısını tam anlamak, gerek keşif ve gerekse akıl yoluyla mümkün değildir. Bununda nedeni eşyadaki Yaratıcısına yönelik yüzün tam bilinemeyeşidir. Allah ezeli bir ilme göre ve alem hakkında hüküm sahibi münezzeh (bir sıfatla nitelenmeyen) ezeli bir iradenin belirlemesiyle alemi zaman, mekan, olgular ve renklere sahip bir şey olarak var etmiştir. Dolayısıyla varlıkta Allah’tan başka gerçek anlamda irade sahibi yoktur. Alemdeki olguların ve eşyaların gerçek sebebi, ilahi mertebelerin hakikatleridir. Bu hakikatler Allah’ın güzel isimleri (Esma-il Hüsna) ve yüce nitelikleri (sıfatları) dır. Birlik halinde ve ayrıntılı olarak varlığa her baktığında , tevhidin (Allah’ın birliği) varlığa eşlik ettiğini ve ondan asla ayrılmadığını görürsün. Alem zatı yönünden yokluktur. Varlık kazanması onun kabul edici (pasif, edilgenlik) olması yönündendir. Bu onun mümkün oluşundan kaynaklanır. Mümkün özü gereği yokluktur. Mümkünün yaratılış kabul etmesinin nedeni, Allah’ın yokluk halinde yaratmayı irade ettiği eşyaya en-Nur ismi ile tecelli etmesidir. Bu tecellinin nurları o varlıklar üzerinde parıldar ve onlarda yaratılışı kabul etmek üzere istidat (kabiliyet) kazanır. Ezelde yoklukla nitelenen ayan-ı sabiteler (eşyanın hakikatleri) üzerine Allah’ın varlığı, onların istidatlarının gerektirdiği bir şekilde yayıldı. Bunun sonucunda mümkünlerin varlığı peşi sıra ve birbirini takip ederek açıldı. İşte başlangıç budur. Başlangıçdaki bu model, bu yorumla tüm ayan-ı sabiteye eşlik eden ve herbiriyle bilfiil bulunan kesintisiz bir şeydir. Allah’tan ayan-ı sabitiye dönük meydana gelen nispet tektir. Buna göre başlangıç sürekli ve daimidir. Mümkünlerden her biri başlangıçta öncelik sahibidir. Sonradan, mümkünlerin birbirlerine nispet edildiklerinde, birbirlerine göre öncelik ve sonralık ilişkisi ortaya çıkar. Allah vardı ve O’ndan başka özü gereği varlığı zorunlu olan başka bir şey yoktu. Mümkün ise , O’dan dolayı varlığı zorunlu olandır. Çünkü mümkün O’nun mazharıdır, yani O’nun zuhur ettiği (ortaya çıktığı) yerdir. Allah, onun vasıtasıyla zuhur etmiştir. Mümkün varlık ise, kendisinde zuhur eden Hakk ile örtülmüştür. Bu şekilde bu zuhur imkan ile nitelenmiştir. Mümkün, varlığında ve yokluğunda Yaratıcısı ile irtibatlıdır. Bu irtibat, var oluşundaki O’na muhtaçlık irtibatıdır. Yaratıcısı onu var etmiş olsa bile, mümkün daima imkan (olabilirlik) halindedir. Yok olsa bile imkan halinden ayrılmaz. Hakk, sürekli ve daima sırf varlık iken, alem sürekli ve daima imkandır. Ayrıca sürekli ve daima sırf yokluk vardır. Buna imkansız denir. Sırf varlık, ezelde ve ebedde yokluğu kabul etmez. Sırf yokluk ise , ezelde ve ebedde varlığı kabul etmez. Sırf imkan, ezelde ve ebedde bir nedenle yokluğu ve bir nedenle varlığı kabul eder. Bu konularda keşif yoluyla görülen şeyleri hayalde canlandıracak söz kalıplarına sokmak imkansızdır. Buradaki güçlüğün nedeni, İlk Sebep’i bilememektir. İlk Sebep, Hakk’ın Zâtıdır. Bu nedenle, gerek keşif ve gerekse akıl yoluyla yaratılışın bütün sırlarını anlamak olanaksızdır.
Büyük Patlama’nın tasavvuf açısından incelenmesi
1) Büyük Patlama teorisi ortaya atıldığında, insanlar, evrenin yaratılışındaki gizemin fizikçiler tarafından tamamen ve kesin bir biçimde çözüleceğine inançlarını yitirmişler ve çıkan sonuçlardan tekrar Allah’a yönelmenin gerekli olduğuna kanaat getirmişlerdir. Çünkü insanlar teorinin ortaya çıkışının başından beri varılan deneysel sonuçların, hepsinin İslam inancı içinde mevcut olduğunu görmüşlerdir. Hubble, evrenin genişlediğini 1929 da deneysel olarak ispat edince, insanın ilk aklına gelen, Kuran’daki Zariyat Suresinin 47. ayetidir. Bu ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Göğü gücümüzle Biz kurduk, şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.’ (Zariyat Suresi, ayet 47) Bu ayetteki ‘mûsi’ kelimesi, takat anlamındaki ‘vüs’ kelimesinden türemiştir. Mûsi infaka muktedir manasındadır. Ayetin manası ‘gökyüzünü genişleten’ olması muhtemeldir. Ayetin Hubble deneyini destekleyen bir mesaj vermesi, müslümanları Big Bang teorisini takip etmeye ve onun ortaya attığı iddia ve yorumları anlamaya çalışmaya sevk etmiştir. 2) Teori bu deneysel sonucu zaman içinde geriye götürmek suretiyle, evrenin çok eski zamanlarda çok küçük bir yapıda olduğuna hükmetmiştir. Teori » 13,7 milyar yıl geriye giderek evrenin bu zamanda aşırı yoğun ve sıcak bir yapıda olduğunu, bu yapıda evrenin tüm içeriğinin sıkıştığını düşünmüştür. Bu ortamda elemanter taneciklerin oluştuğunu ve sonradan bunlar sayesinde elementlerin ve bileşiklerin oluştuğunu iddia etmişlerdir. Ancak, evrenin daha da küçülüp tek bir başlama noktası olabilecek bu noktayı açıklamaktan geri durmuşlardır. Bu da insanları bu sıfır noktasındaki olayın ancak ilahi bir güçle olabileceği düşünmeye sevk etmiştir. Bu düşünceler insanları tekrar tanrının varlığını ve ilk yaratma olayını anlamaya yöneltmiştir. Bu da müslümanlara Bakara suresinin 117. ayetini hatırlatmıştır. Bu ayet mealen şöyledir: ‘O, gökleri ve yeri yoktan var edicidir. Bir işin olmasını murat edince, ona yalnızca ‘ol’ der, o da hemen oluverir.’ (Bakara suresi,ayet 117) Bu ayete göre yaratma ancak ve ancak Allah Teâlâ’nın eseridir. O’nun yaratması da bir anlık bir iştir. 3) Fizikçilerde evrenin başlangıç noktası olarak , geriye doğru gidişteki son sıfır noktası olduğu kanaatı genel olarak hakimdir. Fakat bu kanaat yanlıştır. Çünkü İslam inancında, evrenin önce yoklukta bir hakikat olarak Allah tarafından yaratılıp, sonra varlık alemine yine Allah tarafından çıkarıldığı kabul edilir. Dolayısıyla evrenin yaratılışının başlangıcı sıfır noktası değil, yokluktaki ilk yaratılışıdır. Bu yaratılışın nasıl olduğu yukarıda detaylı olarak anlatılmıştır. Bunu teyid eden bir çok ayet Kuran-ı Kerim’de mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır: ‘‘O, gökleri ve yeri yoktan var edicidir. Bir işin olmasını murat edince, ona yalnızca ‘ol’ der, o da hemen oluverir.’ (Bakara suresi,ayet 117) ‘De ki:’Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka dost mu tutayım?...’(En’am suresi, ayet 14) ‘...Ey gökleri ve yeri yoktan var eden Rabbim!...’(Yusuf suresi, ayet 101) 4) Fizikçiler evrendeki cisimlerin oluşmasını, ilk elemanter parçacıklardan başlayarak yüksek sıcaklık ve aşırı yoğunluğun altında çeşitli safhalarla meydana geldiğini tasavvur etmektedirler. Tasavvuf ise, evrende ortaya çıkan her cismin hakikatinin (ayan-ı sabite) daha önce yokluk aleminde yaratılmış olduğunu ve bunların varlık tecellisi ile daha sonra zaman içinde doğada varlık kazandığını kabul eder. Yani Allah Teâlâ doğada gördüğümüz cisimleri zamanı gelince varlık tecellisi ile var etmektedir. Biz onların doğada var edilmelerinden hemen sonra, onları duyularımızla algılayabiliyoruz. İslam inancına göre, Allah evrende yaratmayı daima tekrarlamaktadır. Bu gerçek bazı ayetlerde şu şekilde dile getirilmektedir: ‘Allah yaratmayı ilkin yapar, sonra da çevirir, onu yeniden yapar...’(Rum suresi,ayet 11) ‘Hem yaratmayı ilkin yapan O’dur. Sonra, onu çevirip yeniden yapacak olan da O’dur ki bu O’na çok kolaydır.’(Rum suresi, ayet 27) Bu ayetlere göre yaratılış evrende tekrarlanmaktadır. Yani CERN deki iki proton çarpıştırıldığında, ortaya çıkan yeni parçacıklar Allah’ın tekrar yaratması ile oluşmaktadır. O parçacıklar daha evvelde yaratılmıştı ve bizim tarafımızdan bilinmekteydi. Bu parçacıkların deney yapılarak tekrar ortaya çıkması, onların Allah tarafından tekrar yaratılmaları ile olmaktadır. Atom altı boyutlarda, elemanter taneciklerin birbirleriyle etkileşmeleri sonucu başka taneciklerin ortaya çıkması da bağlamdadır. 5) Büyük Patlama olayının homejenlik gösterdiği, yani evrenin her tarafında vuku bulduğu fizikçiler tarafından ifade edilmektedir. Onlara göre evrenin her noktasında büyük patlama olayı yaşanmıştır. Yani Büyük Patlama’nın oluştuğu özel bir nokta evrende yoktur. Bu tasavvur, paralel evrenler kavramını da beraberinde getirmiştir. Paralel evrenler bu güne kadar deneysel olarak gözlenebilmiş değildir. Ancak tasavvufta, bizim duyularla algıladığımız evrenimizin dışında birçok başka alemlerin var olduğu kabul edilmektedir. Bunların sayısının, bir hadise dayanarak 18.000 olduğu ifade edilmektedir. İçinde bizim bildiğimiz tarzda hayatın olduğu, insanların yaşadığı başka alemlerin var oldukları, bazı mutasavvıflar tarafından dile getirilmiştir. Bu alemlere kendilerinin bizzat gittiklerini ve orada neler görüp karşılaştıklarını anlatmışlardır. Bu mutasavvıflara örnek olarak İbn Arabî Hazretlerini ve yakın zamanda yaşamış olan Hakkı Şiştar (ks)’ı verebiliriz. (Hakkı Şiştar (ks) için ‘Bir Kamil-i Mürşit’in Menkibeleri’ adlı makalemize bakılabilir.) İbnî Arabî Hazretleri, Fütûhât-ı Mekkiyye adlı kitabının 1. cilt, 8. bölümünde (s.363), ‘Hakikat Arzı’ diye isimlendirilen bir alemin sırlarını ve garipliklerini anlatmaktadır. Bu açıklamalarından bazıları şöyledir: ‘Hakikat arzı, kendi alemi ya da özellikle bize ait ruhlar aleminin dışında, beşeri doğadaki tabii cisimlerden hiç bir şeyi kabul etmez. Dolayısıyla arifler oraya bedenleriyle değil, ruhlarıyla girer. Binaenaleyh o aleme girerken beden heykellerini bu dünyada bırakıp soyutlanarak oraya girerler... Arif içeri girince içlerinden birisi, arife koşar ve makamına göre ona bir elbise giydirir, elinden tutar, onu bu arzda dolaştırır... Bir taşla ya da ağaçla veya herhangi bir şeyle konuşmak isterse tıpkı arkadaşıyla konuştuğu gibi onunla konuşur... Hakikat arzının denizleri birbirleriyle karışmaz... Onun yaratıkları tenasül olmaksızın diğer bitkiler gibi orada yetişir...Binekleri sürücünün isteğine göre büyür veya küçülür... Bu arzda nur şehirleri denilen şehirler vardır...Bu hakikat arzının insanları Allah’ı en çok bilen kimselerdir...’ 6) Büyük Patlama teorisinin yönlendirdiği araştırmalar, giderek artan sayıdaki deney sonuçlarıyla, zayıf ve güçlü elektromagnetik kuvvetlerin tek bir etkileşim kuvvetinin farkı görünümlerinden ibaret oldukları fikrinin yayılmasına neden olmuştur. Bu durum ‘Büyük Birleşik Teorisi’ ile ele alınmaktadır. Bu tek etkileşimin 10E29 derecenin üzerindeki ısılarda ortaya çıktığı sanılmaktadır. Dolayısıyla evren, bu teorinin bir uygulama alanı bulduğu bir evreyi geçirmiş olmalıdır. Bu aslında tasavvuf açısından da doğru bir yaklaşım olabilir. Çünkü bütün fiziksel etkileşim kuvvetlerinin hakikati gayb aleminde tektir. Bu tek hakikat varlık alemine çıktığında da tek bir etkileşim kuvveti olarak etki eder. Ancak zamanla varlık aleminde suretler başkalaşmaya uğradığından, bu tek etkileşim kuvveti de başkalaşmaya uğrayarak çeşitli etkileşim kuvvetlerine dönüşebilir. Sonuç Evrenin genişlediği düşüncesinden hareketle oluşturulan Büyük Patlama teorisi, evrenin bir sıfır noktasında ortaya çıktığını, fakat fizik biliminin bu sıfır noktasını anlamaya yetmediğini ifade etmiştir. Bu görüş, insanları bir Yaratıcının olması gerektiği fikrine götürmüştür. Bu görüş aslında İslam inancında mevcuttur. Bununla beraber teorinin iddia ettiği, evrenin yaratılışının o sıfır noktasında başladığı tasavvuru yanlıştır. İslam inancına göre, yaratılış önce gayb aleminde başlamış, sonra dış alemde bir varlık tecellisi ile ortaya çıkmıştır. Evren, fizikçilerin tasavvur ettiği gibi o sıfır noktasında yaratılmış değildir. Evrenin ve bütün alemin yaratılış süreci tasavvufta anlatılmaktadır. Ayrıca doğanın varlıksal yapısı da tasavvufta detaylı bir şekilde açıklanmaktadır. Biz gerek bu makalede ve gerekse daha önceki makalelerde, bu detayları elimizden geldiği kadar anlatmaya gayret ettik. Konuyla ilgilenenlerin yayınladığımız diğer makaleleri de incelemelerini tavsiye ederiz. Doğru inanca sahip olmak ve doğru düşünmek her müslümanın görevidir. Bu nedenle, bilim dünyasında ortaya atılan her türlü teori ve düşünceleri, İslam inancının ölçüleriyle anlamaya çalışmak her müslümanın yapması gereken zorunlu bir davranıştır. Bizim de amacımız müslüman kardeşlerimize bu konuda yardımcı olmaktır. Yayınladığımız makalelerle dostlarımıza faydalı olabildiğimizi ümid eder, bütün dostlarımıza Salat ve Selam olmasını Allah Teâlâ’dan niyaz ederiz. Faydalanılan eserler: ‘101 Soruda Kuantum’, K.W.Ford, Alfa, İstanbul, 2011 ‘Ariflerin Halleri’, İmâm-ı Rabbanî, Sufi Kitap, İstanbul, 2010 ‘Büyük Patlama’, https://tr.wikipedia.org/wiki/Büyük_Patlama ‘Biraz Kuantumdan Zarar Gelmez’, M. Chown, Alfa, İstanbul, 2011 ‘Fütûhat-ı Mekkiyye’, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2012 ‘Manevi Yolculuk’, İmâm-ı Rabbanî, Sufi Kitap, İstanbul, 2010 ‘Marifet ve Hikmet’, İbn Arabî, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011 ‘The Creator and the Cosmos’, H. Ross, NavPress, Colorado, 1995
Yorum ve eleştirileriniz için: yorum@ilimvetasavvuf.com
|
Yayımlama Tarihi: 08.10.2015 |