İslam karşıtlarının en çok kullandıkları itiraz argümanları, dinin akıl ve bilimle ilgisi olmadığıdır. Bu itirazlar, devamlı toplumda dile getirilmektedir. Bu itirazlarda, İslam’ın toplum hayatını düzenlenmesinin, eşyanın tabiatına aykırı olduğu ve topluma fayda değil zarar vereceği ifade edilmektedir. Bu itirazları ileri sürenlerin, akıl ve bilim kavramını tam olarak özümleyemediklerinden, bu itirazları kendilerine makul gelmektedir. Toplumda birçok kişi konuyu yetersiz anlamaları nedeniyle, bu itirazlara katılmakta ve İslam dininin toplum hayatının dışında durması gerektiğine inanmaktadırlar. Bu kişiler akıl ve ilimi tam olarak özümleyememekte ve İslam dinini tam olarak idrak edememektedirler. Buna, toplumdaki yayınların olumsuz etkileri muhakkak ki çoktur. İnsanlar da kendiliklerinden bu konularda araştırmaya yönelmemekte ve hem bilgi ve hem de inanç bakımından eksik ve yanlış bir hayat görüşüne sahip olma durumunda kalmaktadır.

Gerçeğin böyle olmadığını, akıl ve bilgi kavramlarının, gerek felsefede ve gerekse İslam dini tarafından nasıl algılandığını bu makalede dile getirmek istiyoruz. Bu web sitemizde, İslam’ın bilim anlayışı ile ilgili birçok makaleler yayınlanmıştır. Gerek bu makalemiz ve gerekse daha önce yayınladığımız makaleler incelenirse, toplumdaki İslam ile ilgili önyargıların nasıl yanlış oldukları ortaya çıkacaktır.

Bunun için önce akıl kavramı ele alınacak ve sonradan akılcılık akımının temel fikirleri ve çelişkileri incelenecektir. Buradan hareketle, Akıl ilimlerinin ne olduğu ve yetersizlikleri ortaya konacaktır. Bu çelişki ve yetersizliklerin giderilmesi için tasavvufun Sır ilimleri anlatılacaktır. Ayrıca Doğa kavramı ele alınarak İslam dininin bu konudaki görüşleri anlatılacaktır. Bu çalışmamızın insanlar için faydalı olacağını ümit ediyoruz.

 

Akıl Nedir?

Akıl kavramı, tarih boyunca birçok yönden ele alınmış ve değişik tanımlar verilmiştir. Hemen herkesin kabulüne göre akıl, insana verilmiş mahiyeti bilinmeyen bir cevher ve güçtür. Akıl kelimesi (el-akl) masdar olarak, menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak anlamlarına gelir. Felsefe ve mantık terimi olarak, varlığın hakikatini idrak eden maddi olmayan, soyutlayarak kavramları oluşturan ve kavramlar arasında önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç demektir.

Kur’an’a göre insanı insan yapan, ilahi emirler karşısında, insanın yükümlülük altına girmesini sağlayan akıldır. Ragıp el-İsfahani, Müfredat adlı kitabında aklı, ‘bilgi edinmeye yarayan bir güç ve bu güç ile elde edilen bilgi’ şeklinde tanımlar.

Kur’an, ancak bilenlerin akledebileceğini söyler (Ankebut, 29/43). Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kafirler, ‘…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler’ (Bakara, 2/171) diyerek yerilmiştir. ‘O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir’ (Yunus, 10/100) ayeti ile insanlar uyarılmaktadır. (Mülk, 67/10) ayetinde, akıllarını kullananların cehennem azabından kurtulacakları belirtilmiştir. ‘Allah, ayetleri akıl edesiniz diye açıklamaktadır.’ (Bakara, 2/242) ayetinde aklın fonksiyonu ifade edilmektedir.

Hadislerde geçen akıl kelimesi, deveyi bağlamak, zaptetmek, diyet vermek gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bir hadiste, ‘akıllı’ manasında ‘keyyis’ kelimesi kullanılmış ve ‘Keyyis, nefsini kontrol altına alan, ölümden sonrası için hazırlanan kimsedir’ denmiştir (Tirmizi, Kıyamet 25).

Tasavvuf açısından akıl ile ilgili şunlar söylenmiştir:

Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır. Allah onu Amâ’da Rahman’ın nefesinin ilk derecesinde var etti. İlk akıl Hakk tarafından vesilesiz olarak var edilmiştir. Allah Teâlâ, ilk aklı yaratıp kendisine diğer varlıklara karşı üstün olmasını sağlayan bilgiler vermiştir. İnsan-ı Kâmil’i yarattığında ise ona ilk akıl mertebesini vermiş ve ona suretlerle ilgili hakikatlerden aklın daha önce bilmediklerini öğretmiştir.

Akıl, Allah’ın kendisini örneksiz yarattığı ilahi nur olan ilk varlıktır. Allah Teâlâ, ondan nefsi yaratmıştır. O ise Levh-i Mahfuz’dur. Levh-i Mahfuz, nuralikte akıldan daha aşağıdadır.

İlk akıl, yaratıklar yaratılmazdan önce, Hakk’ın bulunduğu Amâ’yı ve Amâ’nın içerdiği hakikatleri Levh-i Mahfuz’a yazdı. Buna göre alemde ilk üstad ilk akıl iken, yaratılmış bir üstaddan bilgi alan ilk öğrenci Levh-i Mahfuz’dur.

Tümel nefis, ilk akıldan türeme yoluyla çıkan ilk varlıktır. Tümel nefis, akıl karşısında Adem (as)’ın karşısındaki Havva (ra) gibidir. Nefs, akıldan ancak kendisinde ortak ve benzer olduğu şeyleri kabul eder. Ortak olmadığı şeyleri asla öğrenemez.

İbn Arabî (ks) Hazretleri, Fütûhâtı Mekkiyye adlı eserinde akıl hakkında şunları söylemektedir.

‘Ulvisiyle, süflüsüyle bütün bilinenlerin taşıyıcısı, Allah’tan doğrudan –vasıta olmaksızın– bilgi alan akıldır. Akıl, Haktan alır nefse verirken nefis ise akıldan alır ve ondan fiil meydana gelir.

Güçlü ve kendinden geçmiş melekler alemi, ilk akıldan hiçbir şey almadığı gibi, ilk aklın onlar üzerinde herhangi bir otoritesi de yoktur. Bu, bizim içimizden Kutup’un hükmünün dışında bulunan Efrad’a (Tekler) benzer. Bununla beraber Kutup’ta Efrad’dan birisidir.

İlk aklın kendisinden aşağıda bulunan şeylere bilgi vermesi, bilgisinin ilgili olduğu herşeye sirayet eder.

Hak ile kullar arasında inayetten başka bağ, hükümden başka sebep, ezelden başka vakit yoktur. Bunun dışında ise sadece körlük ve karıştırma vardır.’

 

Allah aklı insanlar arasında ölçüyle bölmüştür. Akıl, mertebe ve derecelere göre insanlar arasında taksim edilmiştir. Birisine bir miktarı verirken, başka birine onun iki katını vermiştir.

 

Akılcılık Felsefesi (Rasyonalizm)

Akılcılık veya Rasyonalizm, bilginin kaynağının akıl olduğunu, gerçek bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edileceği tezini savunan felsefi yaklaşımdır. Buna göre mutlak ve evrensel bilgileri ancak akıl yoluyla ve tümdengelen bir yaklaşımla elde edilebilir. Bu felsefenin temelinde iki varsayım yatmaktadır: Birincisi, her bireyin eşit ve değişmez ussal ve mantıksal ilkelere sahip olduğu; ikincisi çeşitli a priori ve apaçık değişmez gerçeklerin var olduğudur.

Bu felsefeye göre, kesin bilgi örneği matematiktir. Onlara göre gerçeklerin ve eşyanın bilgisine ancak akıl ile ulaşılabilir. Bu açıdan, akılcılık deneyciliğin karşıtıdır. Bununla beraber bir filozof geniş bir bakış açısıyla hem akılcı ve hem de deneyci olabilir. Felsefe tarihinde bunun örnekleri mevcuttur.

Bir aşırı düşünce olarak, akılcılık bilginin deneme olmaksızın saf akıl ile tamamen elde edilebileceğini savunur. Bununla beraber, bu aşırı nokta dışında, birçok akılcı filozof deneyciliği de belirli bir oranda dikkate almıştır.

Akılcılığın ilk defa, Elea Okulu ile ortaya çıktığı düşünülmektedir. İlk akılcı filozof Parmenides (MÖ 515 – MÖ 460)’dir. Ona göre duyumlar değişebilir şeylerdir. Dolayısıyla bilginin temeli olamazlar. Parmenides’ten sonra talebesi Elealı Zenon (MÖ 490 – MÖ 430) akılcılığı daha ileri götürmüş ve rasyonalizm düşüncesini temellendirmiştir. Daha sonra Platon (MÖ 427 – MÖ 347), idealar teorisiyle akılcılığı bir kuram olarak şekillendirmiştir. Platon, tümdengelen yöntemi rasyonalizmin ilkesi olarak benimsemiştir.

Akılcı geleneğin Batı’daki en önemli isimleri Descartes, Spinoza ve Leibniz’dir.

Descartes (1596 – 1650) kartezyen ruh kavramını ortaya atmış, metafizik hakkında çeşitli savlar ifade etmiştir. Böylece insanın ontolojik dualizmi fikri ortaya çıkmıştır. 17. yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılan bu görüşler bugünkü toplumlarda bile kabul görmektedir.

De Spinoza (1632 – 1677), kendi metafizik anlayışını geliştirerek, Descartes’in kartezyen akıl-vücud dualizmini reddetmiştir. Ayrıca Tanrı’nın yaratılmış dünyadan ayrı olarak mevcut olmasını reddetmiştir.

Leibniz (1646 – 1716) kendisinin geliştirdiği metafizik fikirleri ileri sürmüştür. Leibniz’e göre Tanrı’nın yarattığı dünya bilinçli ve aynı küçük varlıklardan oluşur. Bu varlıklara monad adını vermiştir. Ona göre, Tanrı tüm olası dünyalardan en iyisi ve en mükemmeli olarak dünyamızı yaratmıştır.

Bu felsefe akımı, 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır. Bu konuda en önemli eleştiri Kant (1724 – 1804)’dan gelmiştir. Kant, ‘Saf Aklın Eleştirisi’ adlı eserinde, hem deneyciliğin ve hem de akılcılığın yetersiz kalan yönlerini eleştirmiş ve bunları birleştirmeye çalışmıştır.

Aynı devirde, akılcılık konusunda birbirinden farklı anlayışlar ortaya atılmıştır. Farklı tanımlara rağmen hepsinin ortak tarafı, doğruluğun ölçüsü olarak aklın kabul edilmesidir. Bu görüşün en üst temsilcisi Hegel’dir. Hegel (1770 – 1831), diyalektik yöntemle, rasyonalizmi kendi içinde temellendirmeye çalışmıştır. Hegel’in şu sözü, tüm akılcılık geleneğinin en özlü ifadesidir: ‘Gerçek olan herşey ussal, ussal olan herşey gerçektir.’

Hegelci fikirler 19. yüzyılın sonlarından itibaren, deneyciliğin köktenci ve uzlaşmaz bir biçimi olan Mantıkçı Positivizm tarafından hedef alınmıştır. Böylece, akılcılığın temellerinin yıkılmasına çalışılmıştır. Bununla beraber, mantıkçı positivizm, kendi iç çelişkileri ve güçlükleri yüzünden çöktü. Çünkü, onlar tüm metafiziksel savları elemeyi istemelerine rağmen, kendi düşüncelerinin merkezine ‘doğrulanabilirlik’ ilkesini yerleştirmişlerdir. Bu ilkenin statüsünün ne olduğu ise tam olarak tanımlanamamıştır.

Positivizm çökünce, akılcı fikirler tekrar ortaya çıkmıştır. Gerçekliğin, özsel doğası hakkındaki zorunlu doğrulukların örtüsünü kaldırma çabası tekrar filozofları harekete geçirmiştir. Yalnız doğru olanı değil, doğru olması gerekeni ifade edecek felsefe ifadelerini inşa etmeye çalışılmıştır. Özsel gerçeklik arayışında, duyusal deneyimlerin sınırlarını aşmayı amaçlayan uç noktadaki akılcılık türü için bir ümit vadedilmiştir.

 

Akılcılık Felsefesinin Bilgi Anlayışı

Akılcılık, özsel gerçekliği ararken her filozof kendisine has bilgi anlayışı geliştirmiştir. Bunların her biri, kendinden öncekilerin tıkandıkları yerleri açabilmek için bir takım farklı düşünceler ortaya atmışlardır. Hepsi bir yerde çelişki ve yetersizlikle karşılaşmışlardır. Bunun nedeni aklın sınırlı olduğunu kabul etmek istememeleridir.

Akılcılık felsefesinin ilk başlamasından itibaren çeşitli bilgi anlayışları da ortaya atılmıştır.

Platon

Ona göre, bilgi hesabı verilmiş doğru inanç ve bilginin açıklayacağı bir akıl yürütme içerir. Matematiksel doğrulukların konumu, kategorik değil önsavlı (hipotetik) olduğudur. Yani matematiksel önermeler, eğer aksiyomlar doğruysa doğrudur. Mutlak anlamda doğru değillerdir. Platon, filozofların, matematikçilerin koşullu ve önsavlı yöntemlerini aşmalarını istemektedir. Onun yerine, saf düşünce varsayımlarını verilmiş olarak değil, başlangıç noktası ve basamağı olarak ele almaya çalışmaktadır. Platon’a göre bizim tüm öğrendiklerimiz aslında bir anımsamadır. Bunlar, ruhun önceki dünyaya gelişlerinden kalan bilgilerin toplanması ve hatırlanmasıdır. Ruh ölümsüzdür ve önceki yolculuğunda her şeyi görmüştür. Ancak felsefeciler bunu kabul etmezler. Bu durumu, bilginin edinilmesini önceki varoluşlara yüklemek, a priori doğruları nasıl biliyoruz sorusunu çözmek yerine, onu rafa kaldırmaktır diye algılamaktadırlar.

Descartes

Dış dünya ile ilgili her türlü yargıdan kuşku duyuyor, fakat matematiğin ve mantığın doğrularından kuşku duymuyor. Ona göre en ileri kuşkuculuğun bile dokunamayacağı en azından bir doğruluk –sağlam ve hareketsiz bir nokta– vardır. ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ sözü ile, Descartes kendi varoluşunu temellendiriyor. Ona göre, doğru bilgiye ulaşmak için zihnin kendini duyulardan kurtarması gerekir. Çünkü maddenin duyularla olan sıradan özellikleri, onun özsel doğası hakkında bize hiçbir şey söylemez. Cisimler, duyularla ya da hayal gücü yetisiyle değil, sadece kavrama yetisi tarafından kavranılmaktadır. Bu, saf zihinsel bilginin anahtarı yani doğanın ışığıdır. Bu ise bize doğuştan Tanrı tarafından verilmiştir. Descartes, doğuştan bilgi kavramına başvurmaktadır. Ona göre, ‘Doğal Işık’, Tanrı’nın her birimize yerleştirdiği o ilahi akıl ışığı dikkatli ve doğru bir biçimde kullanıldığında, bizi gerçekliğin doğasına götürecek yanılmaz bir kılavuzdur.

Spinoza

Spinoza en üst dereceden tümdengelimcidir. Felsefe anlayışını, Euklid geometrisine uygun bir tarzda tam anlamıyla tümdengelimci bir tarzda ortaya koymuştur. Aksiyom ve tanımlardan önermelere varılmıştır. Bu önermeler ard arda tümdengelimli bir makinadan çıkar gibi çıkmaktadır. Ona göre yalnız bir tane töz (ilk asıl) vardır. Bu töz bağımsız, değişmez, sonsuz, nedeni kendine, zorunlu olarak ve ebediyen var olması gerekmektedir.

Spinoza’ya göre, eğer başlangıç koşulları sorgulanırsa, tüm dizge iskambil kâğıdından yapılmış ev gibi dağılıp gidecektir. Ona göre başlangıç aksiyomlarının akla yakınlığı önemlidir. Aksiyomlar ve başlangıç tanımları ancak daha sonraki elde edilen önermeler cinsinden anlaşılabilir. Yani olay tümüyle değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, doğruluğun anlamı, ‘uygun fikirler’ denilen şeye dayanır. Bir fikrin uygun olduğunu söylemek, onun diğer fikirlerle belirli mantıksal bağıntı içinde olduğunu söylemektir. Yani dizge tümüyle zorunlu bir bağ içindedir. Buna göre ‘doğruluk’ özünlü (içinden çıkan) bir özelliktir, dışarıdan gelen bir özellik değildir.

Spinoza, doğanın her parçasının bütünüyle uyum içinde olduğunu öne sürüyor. Buna göre, parçaların özelliklerini gerçekçi bir şekilde açıklamadan önce, dizgenin bir bütün olarak kavranması zorunludur.

Spinoza, evrende herhangi bir olumsal (zorunlu olmayan) bir olayın mevcut oluşunu reddeder. Ona göre var olan her şey tanrısal doğanın zorunluluğu tarafından yalnızca var olmak için değil aynı zamanda belirli bir tarzda var olmak ve işlemek hususunda koşullandırılmıştır. Dolayısıyla olumsal olan hiçbir şey yoktur.

Leibniz

Diğer filozoflar gibi evrenin tutarlı ve kuşatıcı bir felsefi açıklamasını inşa etmeyi amaçlamıştır. Ona göre tözler çoğuldur. İki çeşit doğru vardır: Akıl doğruları ve olgu doğruları. Akıl doğruları zorunlu olan ve karşıtları olanaksız olan doğrulardır. Olgu doğruları ise, olumsal olan ve karşıtları olanaklı olan doğruluklardır.

Akıl doğruları, akıl yürütmemizin temellendiği ‘Çelişme’ ilkesinden türetilmektedir. Yani bu ilkeye göre, bir önermenin doğru olması ancak onun karşıtı çelişki içeriyorsa doğrudur. Olumsal önermeler ise, eğer yüklem öznede içeriliyorsa, önerme doğrudur. Bu düşünceler monadlar kuramına varmaktadır. Monadlar tamdır ve değişmezdirler. Her biri bütün diğer monadlardan bağımsız olarak faaliyet göstermektedir. Bireysel töz birimi, geçmişle yüklü ve geleceğe gebe olarak kendisiyle ilgili tüm olanları ve tüm olacakları içermektedir. Her monad evrenin bir aynasıdır. Yaratılan her şeyin onlardan tek tek he biriyle bir bağlantısı vardır. Leibniz’e göre doğada süreklilik hakimdir, sıçrama olamaz.

Hegel

Hegel’in görüşü ‘Mutlak İdealizm”dir. Bu idealizme göre, dünyadaki her olay, özbilincin akılsallığına doğru giden basamaklardır. Bu Hegel’in “Geist” adını verdiği mutlak ‘Tin (ruh)’tur. Bu idealizmde, tüm gerçeklik özsel olarak tinsel kabul edilir. Hegel’in ana ontolojik savı, evrenin özü akılsal zorunluluk olan bir Tin tarafından ortaya konulduğu savıdır. Hegel felsefesi bir a priori metafizik olmasından çok, insan deneyimlerinin fiili tarihsel olgularının bir yorumlama girişimidir. Özbilincin ortaya çıkışı, Hegel dialektiği ile açıklanmıştır.

Noam Chomsky

Chomsky (1928 -  ), bir çocuğun dil öğrenmedeki becerisine ‘yaratıcılık’ adını veriyor. Ona göre insan dili uyarıdan bağımsızdır. İnsan dili ve onun edinilmesi, tüm insanların doğuştan bilmiş olduğu ‘evrensel dilbilgisi’ ilkeleriyle olmaktadır. Tüm insan dillerinde ortak olan özgül bir ‘derin yapı’ olduğu varsayılmaktadır. Chomsky, bu görüşlerinin, dilin doğasının akılcı anlayışı olarak betimlemenin uygun olacağını ifade etmiştir. Dil öğrenen kişiye gelen verilerin bizim gibi canlıların beyinlerinde genetik olarak programlanmış soyut dilsel yapıları etkin kıldığını öne sürmektedir. Bu bağlamda Chomsky, 20. yüzyılda felsefe ve bilime genelde hakim olmuş uç ve doğmatik deneyciliğe karşı tavır koymuştur.

Akılcılığa göre esas bilgi kaynağı akıldır. Akılcı sezgi a priori bilgimizin tamamı veya bir kısmının kaynağıdır. Onlara göre, insanın en yüksek mutluluğu akıl yürütmenin saf kurumsal gücünü kullanmaktır.

A priori bilgi, onlara göre deneyden önce edinilendir. Bir önermenin doğruluğu, herhangi bir duyusal gözlemden bağımsız olarak ortaya konuyorsa, o önerme a priori bilinmektedir, denilmektedir. Buna göre a prioricilik duyulardan bağımsız olarak bilgiye ulaşma olağanıdır.

Bu nedenle akılcıların ilim anlayışında tümdengelimi önemli bir yer tutar. Bununla beraber, nihai başlangıç noktalarının kendilerinin mantıksal çıkarım ile kanıtlanıp kanıtlanmayacağı tartışmalı bir konudur. Bu başlangıç noktaları nasıl bilinebilir? Eğer bunlar kanıtlanabilselerdi, dizgenin en son ilgileri olmayacaklardı. Her kanıtlanmanın bir yerde durması gerekirdi. Bu sorunun giderilmesi için, deneyciler tümdengelenin yanında bir de tümevarım ilkesi ithal etmişlerdir. Onlara göre, biz doğru bilgiye tümevarımla kendiliğinden yöneltilemeyiz. En son bilgilere ulaşma yolu, akılcı sezgi yoluyla bilimsel ilkeleri bilmemizdir. Bu akılcı saf zihinsel bilgimizin anahtarı doğanın ışığıdır. Bu bize, Tanrının verdiği doğuştan gelen bir yetidir. Sonuçta bilimsel bilgi metodu gerek akılcılarda ve gerekse deneycilerde a priori’e borçlu olarak ortaya konulmuştur.

Filozoflar felsefenin evrenin hakkındaki değişmez ve ebedi hakikatlerin örtüsünün açılmasını istemektedirler. Ancak bu konuda matematiğin tümdengelimli kesinliklerinin onlardan beklenen sonuca götürüp götürmeyeceği kuşkuludur.

Akılcıların temel ilkelerinin dayandığı doğuştan fikirler kuramı, daha sonradan eleştirilmiş ve karşı felsefeler üretilmiştir. Ancak hepsinin amacı, mutlak gerçekliğin özsel doğası hakkındaki zorunlu doğrulukların örtüsünü kaldırma çabası olmuştur. Bununla beraber, hiçbiri tam ve kusursuz bir yapı kurmayı başaramamıştır. Bunun böyle olması da kaçınılmazdır.

Bu durum bazı filozoflar tarafından dile getirilmiştir. Kant, ‘Saf Aklın Eleştirisi’ adlı kitabında aklın nihai gerçekliğin bilgisine erişebilirliği varsayımını yıkmaktadır. Kant’a göre mümkün olan bilgi, nesnelerin yalnızca ‘fenomenler’ yani fiziksel dünyanın deneyle gözlemlenebilen özellikleridir. Nihai, kendiliğinden şeyler dünyasının bilgisine ulaşmak mümkün değildir.

Richard Rorty (1931 – 2007), ‘Felsefe ve Doğanın Aynası’ adlı kitabında, evrenin yalın, açık ve seçik olarak bilinebilecek şeylerden yapıldığını, bunların özünün bilgisine ulaşılabileceğini öne süren felsefe anlayışının terk edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Rorty’e göre felsefe, tüm bilgilerin temellerini ortaya koymaya çalışmak yerine, tüm kavramların belirli bir kavramsal çerçeve içinde işlemesi gerektiğini anlamalıdır. Yorumlayıcı felsefeci, belirli bir dünya görüşü altında yorumlar ve çözümler üretebilir, ama bulunduğu konumun dışına çıkarak onlar üzerine ‘nesnel’ yargılarda bulunamaz. Doğru olma ölçütü, bizi mutlak gerçeğe götürecek ölçüt olduğu fikrinden vazgeçilmelidir.

Bu görüş tasavvufun bilgi anlayışına uygundur. Çünkü zahiri alemde elde edilen bilgiler mutlak bilginin tamamını vermez. Onunla ilgili batını bilgilere ihtiyaç vardır. Bu da ancak Sır ilimleriyle kısmen mümkündür.

 

Akılcılık Felsefesinin Tasavvufi Eleştirisi

Yukarıda incelenen bilgi anlayışlarını genel bir tasavvufi çerçeve içinde eleştirebiliriz.

Akıl ilimleri, insanda zorunluluk hükmüyle gerçekleşen veya delilin yönü öğrenmek tarzıyla delili incelemekle gerçekleşen ilimdir. Bunların bir kısmı doğru, bir kısmı yanlıştır.

Akıl ilmiyle uğraşanlar, kendi inançlarına göre delil saydıkları şeyin verilerine dayanırlar. Delil saydıkları şeyler aslında, varlığın bir kısmının diğer kısmına dayandığını gösterir.

Bir husus akıl edilebilir olduğu halde, onun hakkında görüş ayrılıkları mevcuttur. Bunun nedeni, düşüncedeki yaratılış farklılığıdır. Bu nedenle, akıl edilebilir her problemde görüş farklarının mevcut olması kaçınılmazdır. Yukarıda anlattığımız akılcılık felsefesi ile ilgili düşüncelerde bunları görmekteyiz. Bütün düşüncelerin hepsini birden içine alan ve hepsinin tek bir kuramda birleştirmek çabası sonuç vermemiştir. Bundan sonra da, yukarıda yazdığımız sebepten dolayı sonuç vermeyecektir.

Akılcıların bütün delilleri şüphelerden arındırılamaz. Onların düşüncelerindeki bozukluğun kaynağı, yaratılmış olanların kendilerini var eden Hakk üzerinde hüküm vermiş olmalarıdır. Hemen hemen bütün akılcı bilim adamları, Allah’ın Zatı hakkında görüş ileri sürmüşlerdir. Fakat aklî düşünce Allah’ın Zatını kavrayamaz. Aklî düşünce ile, varlıkların mertebelerini ihata etmek mümkün olmadığı gibi varlığın özniteliği de bilinemez. Akılcı filozoflar, ömürlerini yalnız akla ve akıl ile erişilebilir hususlara harcamışlar ve kendi lambalarının hakikat nuru ile aydınlandığını zannetmişlerdir. Bu kişiler peygamberlere uymayı gerekli saymayarak sırf akıllarıyla mutlak gerçeklere ulaşabileceklerini zannetmekle yanlışa düştüler.

Kuşku, zan, hayret ve nazari araştırma ne ışık ne de karanlıktır. Bunlar karanlık olmadığı gibi aydınlık da değildir. Buna mukabil akıl nur (ışık) tır. Bilgisizlik, şirk ve akılsızlık karanlıktır. Bir şeyin ortaya çıkması için iki nur gerekir. Birincisi idrak nuru, ikincisi idrak edenin nurudur. Bu nedenle, akılcılar akıl yoluyla alemdeki her varlığın zatının (özniteliğinin) gerçek bilgisine ulaşamaz. Akıl yoluyla ruhların sürekliliği ve ölümden sonraki varlıkları bilinemez. Çünkü mümkünün varlığının ve yokluğunun zorunluluğu aklî delile dayanmaz. Böyle olsaydı, onun imkân olan hakikati başkalaşırdı.

Akılcılar sınırladıkları nitelikleri göremeyince Hakk’ı inkâr etmişlerdir. Dünya ve ahirette Allah’ı inkâr etmek, aklî düşüncenin öne geçip Hakk’ı sınırlamış olmasından kaynaklanmaktadır.

 

Sır ilimleri

Sır ilimlerinin konusu vahiy, ilham ve keşif bilgileridir. Söz konusu bilgiler, aklın tek başına idrak edemeyip imkânsız saydığı şeylerdir.

Bütün akıl sahipleri için ilahi cömertliğin esintilerine koşmaları bir zorunluluktur. Çünkü, bir hadiste belirtildiği üzere, ‘Allah’ın esintileri vardır, onlara hücum ediniz’ denir.

İbn Arabî (ks) Hazretleri, Fütûhâtıl Mekkiyye adlı kitabında şöyle demektedir:

‘Gayb, Hakk için bir aynadır. Hakk aynaya tecelli edince, ilahi bilgide bulunan alemin suretleri ve cevherleri aynaya yansır. Allah’ın eşyada batın ve gizli bir hikmeti vardır ki onu Allah’tan ve O’nun bildirdiği kişilerden başkası bilemez. Bu nedenle ayette, ‘Cinler ve İnsanlar’ denilmiştir. Bu itibarla cin gizli olan ve sadece O’ndan öğrenilen kısma işaret ederken, insanlar (ins) ise görünen demektir.’

Allah Teâlâ’nın yaptığı tecellilerde fikir gücü ve elbab (derin akıl) kaybolur. Bu makam arif veliler ve sevgililerin makamıdır. Bu bakımdan masivayı, yani Allah’tan başka her şeyi unutmak, maneviyat yolunun şartı ve yüce huzura çıkmak için ilk basamaktır. Kalp aynası dünya pasından temizlenmedikçe Hakk Teâlâ’nın orada zuhur etmesi ve görünmesi imkânsızdır. Bu nedenle, dünya ilim ve bilgilerle sınırlı kalan, masiva süslerine takılmış olan kişi, maneviyatta hor ve itibarsızdır. Çünkü dünya ilimlerinin, ilahi aleme ait yüksek ilimlerle bir araya gelmesi imkânsızdır. Bunların bir araya gelmesi zıtların bir araya gelmesi türündendir ve dolayısıyla imkânsızdır.

Bu konuda İmam Rabbânî (ks) Hazretleri, ‘Rabbânî İlhamlar’ adlı kitabında şöyle buyurmaktadır:

‘Allah vergisi varlık, o varlığın ayn-ı sabitesinin açılıp keşif olunmasından ibarettir. Yani sırf Allah vergisi ile yaratılış belirtilerinin yok olmasından sonra ortaya çıkar. Onun taayyünü (gözükmesi) cem mertebesinden olan o sade görülüştür.’

Akıl, masum Peygamber bildirmediği sürece, sır ilmini algılayamaz. Sır ilminin bilgi anlayışı şu şekilde ifade edilir:

Bilgi, bilen ve bilinen, hükümleri aynı olan üç şeydir. Gözleyen onu üç olarak kabul eder. Gaybı gören ise bir olarak görür.

Bilgi, kalbin herhangi bir şeyi, o şeyin kendiliğinden bulunduğu hale göre elde etmesidir. Bilgi, kalbin bir şeyi elde etmesini zorunlu kılan bir niteliktir. Bilen kalp, bilinen ise elde edilen o şeydir. Bilginin hakikatini tasavvur etmek son derece zordur. Ancak, bilgi algılananın kendiliğinde bulunduğu hale göre algılanmasıdır.

Hiç kimsenin bilgisi sonsuza ilişmez. Hakk’ı, Hakk’tan bilmek akılla değil, kalp ile gerçekleşir.

Akıllı insanlar, Allah’ın peygamberlerine ve onlara uyan veli kullarına öğretim ve çalışma gibi alışılagelen öğrenim yolunun dışında özel ilahi feyiz yönünden tahsis ettiği bilgisini farkında olan kimselerdir. Akıl, Allah hakkındaki bu bilgiyi düşünce gücü bakımından elde edemez. Bu bilgiler, bir araştırma ve okuma olmaksızın, Allah ile yalnız kalma sayesinde veli kullarına açılmıştır.

Akıllar, Allah’a dair görüş sahibi herkesin ‘Allah’ dediği bir tasavvuru nefsinde meydana getirdiğini fark etmemişlerdir. Herkes, nefsinde meydana getirdiği o tasavvura ibadet eder, o da –başkası değil– Allah’tır.

Akıl yaratılmışın bir niteliğidir ve bunun için Hakk onunla nitelenmemiştir. Şeriat dünyada şehvetin tasarruflarını sınırlamamış olsaydı, aklın dolaşabileceği bir alan kalmazdı.

Sırlar ilmi ile ilgili İbn Arabî (ks)’nin şu şiiri söylediklerimizi özetlemektedir:

Keşifle idrak ettiğin ilah,

Fikirle bildiğin ilah değil, unutma

Çünkü fikir kendi mertebesini aşamaz

Bazen olur, fakat ‘ondadır, onda olan’

Fikirler eşya hakkındaki hüküm çelişik

Keşifle hüküm ise dayanakları bilinmez.

 

Deneycilik Felsefesi

Deneycilik, insan bilgisinin doğası ve kökeni hakkında bir savdır. Tüm insan bilgisinin nihai olarak duyusal deneyimden çıktığı savıdır.

Aristoteles (MÖ 384 – MÖ 322), deneyciliğin kurucusudur. Aristo’ya göre bir töz (niteliklerin nihai taşıyıcısı) soyut bir biçim değil, somut bir bireydir. Örneğin belirli (tikel) bir insan ya da bir at. Aristo, metafizikte bir tümelin (örneğin güzelliğin) bir töz olabileceğini açıkça reddetmektedir.

Aristo’ya göre iyilik aşkın (transandant) bir şey değildi. Ona göre iyilik tikel şeylerde cisimleşen ya da örnekleşen bir şeydir.

Aristo, gerçek bilimsel bilginin, ilk ilkelerden gelen kesin mantıksal kanıtlamalar içermesi gerektiğini öne sürer.

Aristo, nihai başlangıç noktalarının kendilerinin mantıksal çıkarımla kanıtlanamayacağını rahatlıkla kabul etmektedir. Eğer bunlar kanıtlanabilselerdi, dizgenin nihai ilkeleri olmayacaklardı. Her kanıtlanmanın bir yerde durması gerekecekti. Ama bu başlangıç noktaları nasıl bilinebilir? Aristo’ya göre bunlar tümdengelimli akıl yürütmeye eşlik eden iki öğrenme yolundan biridir. Bu tümevarım olarak adlandırılmıştır.

Tasavvufa göre, Allah’ı bilmede tümevarım uygun bir yöntem değildir. Tümevarımı gerçek bir bilgi ifade etmez. Çünkü, akıl, ‘Allah’ın dilediğini yapar’ olduğunu ve herhangi bir yaratılmışın O’nunla kıyaslanmadığı gibi kimsenin de Allah ile kıyaslanmayacağını ifade eder.

Tümevarımın bu mertebede bilgi ifade etmeyişinin nedeni, belirli suretlerin kabul ettiğini söylediğimiz her aslın kabul ettiği suretlerde sayısız mertebelerin tekrarlanmasının mümkün, hatta bunun gerçekleşmiş olmasıdır.

Allah, tek bir şahsa iki kez aynı şekilde tecelli etmez veya iki şahsa tek bir surette görünmez. Buradan tümevarımın bilgi ifade etmediğini anladık. Bu nedenle ne hallerde, ne makamlarda, ne menzillerde, ne de tecellilerde tümevarıma güvenilir.

 

Doğa (Tabiat) Nedir?

Filozoflar doğayı bir töz olarak kabul ederler. Onu bazen Tanrı ile eşdeğer olduğuna inanırlar. Onun özsel niteliklerini belirlemek için akıl yürütürler.

Fakat bu anlayış tasavvuf ile çelişir. Çünkü tasavvufa göre, doğa yaratılmış bir maddi varlık değildir. Doğa zatı gereği –dışta değil– akılda mevcut bir varlıktır. Buna mukabil, Hakk, Zatı gereği hem dışta hem de akılda mevcuttur.

Doğa kabul ederken, Hakk verir ve doğaya tesir eder. Bu itibarla doğa, alemin büyük ve yüce annesidir.Alem onun eserlerini görebilir ama kendisini göremez.

Tümel doğa, ilk aklın tümel nefis ile çiftleşmesinden, tümel nefisten doğan ilk şeydir. Bunun da amacı, Allah Teâlâ’nın alemin ortaya çıkmasını irade etmesidir.

Alem Allah’a delildir. Allah ‘…e bakmazlar mı?’ deyip, kendilerinde kalmaları için değil, Allah’a kanıt edinmemiz için yaratıkları teker teker sayar.

Bütün alem, sebep ve sonuçlar, neden ve nedenliler olarak birbirine bağlıdır.

Kur’an-ı Kerim sebepler vesilesi ile değil de, sebepler sayesinde var olduğumuzu düşünenlere yönelik olarak şöyle der:

Bile bile Allah’a ortak koşmayın. Allah önce sebepleri, sonra onlar vesilesiyle sizleri yaratmıştır.’

Varlıkta gerçekleşen başkalaşmaların, mümkünlerin istidatlarının hükümleri olduğunu bilen kimse, onları izhar edenin Rabbi olduğunu da bilir.

Çokluktaki birliği idrak edemeyen kimse, bu nitelikleri farklı yönlere ait nispet ve izafiyetler sayar ki, akılcıların yöntemi budur. Mutlak birlik açısından aklın alemin varlığının meydana gelebileceğini düşünmesi imkânsızdır.

Kendisini yaratanın tabiat olduğuna inanan kimseye Allah tabiatta tecelli eder. Allah’ın herhangi bir tarzda olduğuna inanan kimseye Allah inandığı surette tecelli eder ve bir artış olmaksızın hükümler cereyan eder.

 

Sonuç

Akılcılık (Rasyonalizm) felsefesi her şeyin merkezine akılı koyarak, akıl ile gerçek bilginin elde edileceğini iddia etmiştir. 2500 yıldır bu felsefe, filozoflar tarafından ele alınmış, ancak bu konuda tam ve tutarlı bir kuram oluşturulamamıştır. Bunun nedeni, aklın sınırlı olduğunu kabul etmeyişleridir. Her filozof, felsefe yardımıyla evrenin hakkındaki değişmez ve ebedi hakikatlerin örtüsünü açmak istemektedir. Ancak kullandıkları yöntemlerin onları bu hedefe götürecekleri şüphelidir. Çünkü onlar, aklın her şeyi anlamak ve açıklamak için yeterli olduğu düşüncesini esas almaktadır. Fakat bu düşünce bugüne kadar gerçekleşmemiştir.

Bunun nedeni basittir. Görünen alemde elde edilen bilgiler mutlak bilginin tamamını vermez. Mutlak gerçeklerin bilgisi için batını bilgilere ihtiyaç vardır. Bu da ancak, Sır ilimleriyle kısmen mümkün olmaktadır. Akılcıların düşüncelerindeki bozukluğun bir nedeni de, yaratılmış olanların kendilerini var eden Hakk üzerinde hüküm vermeleridir. Fakat aklî düşünce hiçbir zaman Allah’ın Zatını kavrayamaz. Akılcılar, akıl yoluyla alemdeki her varlığın özniteliğinin (zat) gerçek bilgisine ulaşamaz. Akıl yoluyla ruhların sürekliliği ve ölümden sonraki varlıklarını bilemez. Çünkü mümkünün varlığının ve yokluğunun zorunluluğu aklî delile dayanmaz. Böyle olsaydı, onun imkân olan hakikati başkalaşırdı. Akılcılar, sınırladıkları nitelikleri göremeyince, Hakk’ı inkâr edip, küfre düşmüşlerdir.

Müslümanlar akıl ilimlerine bu görüş altında anlamaya çalışmalıdırlar. Aksi halde yanlış bir itikada düşmüş olurlar. Bu da sonu mahrumiyet olan bir durumdur. Bununla beraber, akıl ilimlerinin dünya için geçerli olan taraflarını anlamak ve kullanmak Müslümanın görevidir. Fen bilimleri ve matematiğin verilerinin dünya hayatında son derecede önemli uygulamaları vardır. Bunlardan istifade etmek gerekmektedir. Ancak yukarıdaki uyarılarımız dikkate alınmalıdır.

Allah Teâlâ’nın, bütün Müslümanları, akıl ilimlerinin şirk anlayışından korumasını dileriz.

 

Faydalanılan Eserler:    

‘Akılcılık’, John Cottingham, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2015

‘Akılcılık’, Vikipedi, Özgür Ansiklopedi, https://tr.wikipedia.org

‘Fütûhâtı Mekkiyye’, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2012

‘İslam Ansiklopedisi’, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2007

‘Rabbânî İlhamlar’, İmam Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2011

‘Tasavvuf Yolu’, Necmeddîn-i Dâye, İFAV, İstanbul, 2013

 

Yorumlarınız için :  yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Ana Sayfa            Makaleler 

Tasavvuf  ve  Akılcılık

Yayımlama Tarihi : 05.10.2016