Tasavvuf, İslam tarihinde toplumun her kesimi üzerinde etkileri görülen önemli bir disiplindir. Tasavvuf, İslam’ın çizmiş olduğu sınırlarla kayıtlanmıştır. Bu sınırlar şeriat tarafından belirlenmiştir. Hz. Peygamber, sahabe ve tabiin dönemlerinde zühd olarak tebarüz eden bu ilim, hicrî II. (miladi VIII.) yüzyıldan itibaren tasavvuf olarak adlandırılmıştır. Tasavvuf İslâm’ın zahiri ve bâtıni boyutunu temsil eden bir disiplindir. Tasavvuf İslam’ın zahiri ve bâtıni boyutlarını birlikte yorumlamıştır. Bununla beraber,  tasavvufun yayılıp toplum içerisinde sûfîlerin itibar görmeye başlamasından sonra, kendilerini tasavvuf ehli olarak adlandıranların sayısı artmış ve bir kısmı dünyalık menfaatler peşinde koşmuştur. Dünyalık peşinde koşarak menfaat temin edenlerin tasavvufla aslında hiçbir ilgileri yoktur. Çünkü tasavvufta kişi dünyayı terk etmiştir ki ancak bu sayede Allah Teâlâ’nın tecellilerine muhatap olabilsin. Bu durumu İbn Arabî (ks), Yunus (ks), Mevlânâ (ks) gibi büyük mutasavvıfların hayatlarında görmekteyiz.

Zamanla sufilerin anlayışlarında farklılaşma olunca, gerçek mutasavvıflar, İslâm’daki yerini ve önemini, vasıflarını, Kur’an ve Sünnet’e uygun bir tasavvuf anlayışının nasıl olması gerektiğini belirtmek üzere tasavvuf eserleri telif etmeye başlamışlardır.. Kur’ân’a ve sünnete uygun tasavvuf anlayışını ortaya koyan bazı İslam  alimleri şunlardır:  Serrâc (ö. 378/988), Kelâbâzî (ö. 380/990), Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996), Hücvîrî (ö. 465/1072), Kuşeyrî (ö. 465/1072), Herevî (ö. 481/1089) ve Gazzâlî (ö. 505/1111). Bu mutasavvıfların eserleriyle birlikte bu gayeye matuf telif çalışmaları zirveye ulaşmıştır. Bu eserlere tasavvuf klasikleri adı verilmektedir.

Mutasavvıflar, diğer İslâmî disiplinlerde olduğu gibi tasavvufun da asıl ve en önemli kaynağının Kur’ân ve Sünnet olduğunu ve bu iki temel kaynağın kendi ilimleri için bir meşrûiyet kaynağı olduğunu dile getirmişlerdir. Tasavvufun İslâmî bir ilim olduğu ve tasavvuftaki “hakikat” anlayışının şeriatın genel hükümleri ile çatışmayan meşrû bir temel üzerine bina edildiği ilk tasavvuf kaynaklarında Kur’ân’dan ve Sünnet’ten referanslar gösterilerek savunulmuştur.

Tasavvufun İslâmi ilimler içerisindeki konumu, şeriat ile olan münasebeti ve İslâm dairesi içerisinde nereye yerleştirileceği hususu tasavvufun İslâmî ilimler arasında ortaya çıkmaya başladığı ilk zamanlardan günümüze kadar tartışılmıştır. Gerek sûfîler içerisinde şeriata aykırı bazı görüşlerin ortaya çıkması, gerekse tasavvuf konusundaki yanlış algılamalar karşısında sûfîler şeriata uygun bir tasavvuf anlayışını ortaya koymak gayreti içine girmişlerdir.   Tasavvuf klasiklerinin müellifleri, tasavvufî yönlerinin yanında zâhirî ilimlere de vâkıf kimselerdir. Dinin hükümlerine aykırı her türlü düşünceyi reddedebilecek kadar şeriata bağlı bir tasavvuf anlayışını temsil etmişlerdir. Bu sufilerin telif ettikleri eserlerde, şeriata aykırı her türlü fiil, düşünce ve kavramın reddedileceği açıkça vurgulanmıştır.  

 

Şeriat ve Tasavvuf Kavramları

Şeriat, kelime olarak “yolun açık olan bölümü, bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelime “şerea” kelimesinden türemiştir. Terim olarak ise İslâm’a ait dini, ahlâkî ve hukûkî hükümler bütününü ifade etmektedir. Tasavvuf ise ahsab-ı suffe, sufâne (bir çöl bitkisi), safvet ve sıfat gibi köklerle ilişkili olduğu söylenmekteyse de en çok kabul gören görüşe göre sûf (yün) kökünden türetilmiş bir kelimedir. Eskiden tasavvuf ehli yünden yapılmış giysiler giyerlerdi. Kavram olarak İslâm’ın zâhir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî hayat tarzını ifade etmektedir. Bu yönüyle şeriatı da içine alan fakat bunun yanında mutasavvıfların hakikat olarak adlandırdıkları alanı da kapsayan bir ilimdir. Hakikat kelimesi, sözlükte “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek” gibi anlamlara gelen “Hakk” kökünden türemiştir. Bu kelime kavram olarak “ilâhî gerçeklere ve sırlara aşina olmak ve Hakk’ın tecellîlerini temaşa etmek” anlamında kullanılmaktadır. Kişi şeriata uygun bir hayat yaşadığı zaman Allah onu gaybî birtakım tecellilere mazhar eder. İşte ona verilen bu ilâhî ikramlar tasavvufta hakikat olarak adlandırılmaktadır.

 

Tasavvufun Gerekliliği

İslâm tarihindeki bazı büyük İslam alim ve mutasavvıfların  çizgisi şöyledir: İlk önce sıbyan mektebine gitmişler, elifbâyı öğrenmişlerdir. Sonra dârül Kur'anlarda Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmişlerdir. Ondan sonra âlet ilimlerini öğrenmişler; Arapça, sarf, nahiv, mantık... vs. Ondan sonra, yüksek ilimleri, ulûm-ü şer'iyye'yi öğrenmişler, ondan sonra "İlimden maksat, onun uygulanması, ilmiyle âmil olmak, bildiklerini hayatına uygulamak, tatbik etmek." diye bir bakıma ilm-i ahlâk demek olan, tasavvufa geçmişlerdir. Tasavvufun uygulama biçimleri ve insanların terbiye edilmesinde düşünülen yöntemler tarikatlar olarak ifade edilir.  Tarikatlardaki uygulamalarla marifetullaha (Allah bilgisi) ve dinin hakikatine erişilmiştir.

Bu çizgiyi, örneğin İmam-ı Gazali'de hepimizin biliyoruz. İmam Gazali, Bağdad Medresesi'nde, sırmalı kocaman kavuğuyla ve altın yaldızla dokunmuş cübbesi ile ders veren, muhteşem bir zekâ âbidesi iken; celâlli, bilgili, konuşkan ve mantık dolu bir insan iken; sonra kendi hayatı içinde, uzun mücadelelerin verdiği tecrübeyle zındıklarla, rafizîlerle, batınîlerle mücadelesinin sonunda; etrafındaki ilm-i kelam ehlini vs.yi de inceledikten sonra, zorunlu olarak tasavvuf yoluna girmiştir. Bu yol kendisine Allah tarafından gösterilmiştir. Bu nedenle Dımeşk'teki Mescid-i Emevi'de, caminin altındaki hücrede erbaînler çıkartma hallerini yaşamış ve burada seyri sülûkunu tamamlamıştır. Meşhur eseri İhyâ-i Ulûm'id-Dîn’i yazmıştır. Eserleri asırlardır bizi terbiye etmektedir. Yâni Osmanlı alimi olup da Gazali'yi okumayan; şimdi münevver olup da, Gazali'nin İhyâ'sı kütüphanesinde olmayan bir kimse, veya Kimya-ı Saadet'i olmayan veya Abitler Yolu kitabı olmayan bir kimse; yâni Gazali'den bir şey öğrenmemiş bir kimse, bugünkü gerçek Müslümanlar arasında yoktur.

Aynı şekilde Hacı Bayram-ı Velî de müderris iken, ondan sonra tasavvuf yoluna girerek mutasavvıf olmuştur. Aynı şekilde Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi, Gümüşhane'den ilim tahsiline geldiği İstanbul'da, sırf kendisi için gönderilen özel bir mürşidle tarikat terbiyesi verilmiş birisidir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî herkesin bildiği bir misâldir. Medresede ders verirken Şems-i Tebrîzî'nin irşadıyla tasavvufa intisâb etmiştir.

Demek ki, şeriat ilminde belirli bir olgunluk seviyesine gelince, insanın sonunda varacağı zirve, son durak İslam tasavvufu oluyor.

Tasavvuf şöyle tanımlayabiliriz:

1. Tasavvuf ahlâkî bir davranış tarzı ile yaşamaktır. Yâni, mutasavvıfın belli güzel ahlâka hakîkaten sahip olmasıdır.

2. Allah'ı bilme Marifetullah, Allah'ı bilme, tanıma seviyesinde olmasıdır.

Tasavvufu aşağıdaki beyitler de çok güzel tanımlamaktadır:

Tasavvuf yâr olup, bâr olmamaktır.
Gül-i gülzâr olup, hâr olmamaktır.

“Tasavvuf yâr olup, bâr olmamaktır." Yâni herkesle dostluk edecek, sevecek herkesi; ama, kimseye yük olmayacak, kimsenin sırtından geçinmeyecek, kimseye ağırlık vermeyecek, bâr olmayacak. Gül-i gülzâr, gül bahçesinin gülü olacak ama; hâr olmayacak, diken olmayacak. Bu tarif İslam ahlâkına işaret etmektedir. 

Tasavvufda esas olan huşulu olmak, boynu bükük olmak, mütevazi olmak, meskenet ehli olmak, tahammül göstermek ve sabretmektir.

Tasavvuf külli geçmekdür özünden;
Dahi incinmemekdür el sözünden.

Tasavvuf bütün özünü, maddi varlığını terk etmektir. Birisi birşey söylerse incinmeyecek, tahammüllü olacak, sabırlı olacak. Bunlar hep güzel ahlâkı, tasavvufun o yönünü anlatan şeyler.

Tasavvuf kalbi hakka bağlamaktır;
Yüreğin aşk oduyla dağlamaktır.

Tasavvufta kalp Allah’a bağlanmıştır. Ondan başkası kalpte yer almamalıdır. Allah aşkı ile kalbi yanmalıdır. Tasavvuf ehlinin kalbi daima ateş ile dağlanır. Bu Allah aşkının ateşidir.

Tasavvuf bilmedir edbarı kalbi,
Eridüb koymaya kalbinde havfi.

Düşüver aşk oduna bî tekellüf,
Yanıp küllü kül olmaktır tasavvuf.

Demek ki muhabbetullah bahis konusudur.  İnsan Allah'ı seven, Allah'a aşık olan bir kimse haline gelecek; o en yüksek seviye olarak ifade edilmiştir. Allah aşkıyla kalbi yanıp kül olmalıdır. Bu durum Kur’an’da da söz konusu edilmektedir.

"Ey iman edenler, siz İslâm'ın kadrü kıymetini bilmeyip de İslâm'dan irtidat etseniz, dönseniz, bundan Allah'a bir zarar gelmez. Allah öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever; onlar Allah'ı severler." (Maide, 5/54)

Tasavvufun şeriatsız olamayacağını da Niyazi-i Mısrî şu beyitleriyle çok güzel anlatmaktadır:

Tarîkat kâribanının önünce,
Delîl ü müktedasıdır şerîat.

Şeriatten velî yad olmaz asla;
Velînin aşinâsıdır şerîat.

Şerîatsız hakîkat oldu ilhâd,
Hakîkat nûr u ziyâsıdır şeriat.

Cihana bir velî hiç gelmez illâ,
Elinde ânın asâsıdır şeriat.

 

Batıda Tasavvufun Yanlış Tanıtılması

Tasavvufun İslâm’dan bağımsız ve şeriatı olmayan hümanist bir akım olarak sunanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Nitekim Batı’da İslâmafobi yükselince, İslâm içerisinden çıkan Tasavvufun  ayrı bir din veya mistik, egzotik ve her türlü günahı hoş görebilen bir akım olarak sunulmuştur. Tasavvufu İslâm’dan ayrı görme eğilimi ortaya çıkmıştır. Çünkü onlara göre İslam bir tehlike olarak görülmekte, bunun karşısında tasavvuf ise İslâm’dan kopuk bir Yeni Çağ akımı olarak sunulmaktadır.

Batıdaki insanlar İslam tasavvufunun güzelliğini ve gerçekliğini fark etmiştir. Ancak İslam’a olan karşıtlıkları onu aslıyla kabul etmekten uzaklaştırmıştır. Ayrıca batılı insanlar İslâm’dan bağımsız olarak ele aldıkları tasavvufa, kendi dinî anlayışlarına zarar vermeksizin terapi, müzik ve dans gibi konularda birikimlerinden faydalanılabilecek bir akım olarak bakmaktadırlar. Mevlana ve İbn Arabi Enstitülerin batı şehirlerinde yaygın olarak rastlanmasının asıl sebebi budur. Bu kapsamda psikolojik hastalıklara karşı bir tedavi olarak tasavvufun pratikleri uygulanmakta, bunun yanında sanat faaliyetlerinde Mevlevîlik gibi tarikatlardaki musiki, sema ve diğer ritüellerden istifade edilmektedir. Ne var ki tasavvuf bu anlayıştan çok uzaktır. Çünkü sûfîlere göre tasavvufun aslı Kur’an ve Sünnet’e dayanmaktadır. Şeriatsız bir tasavvuf anlayışı İslâm tasavvuf geleneğinde kabul görmemiştir.

Bu nedenle batıda yayılan İslam tasavvufu anlayışı İslam şeriatından uzak olduğundan, insanların onunla istedikleri şeylere ulaşmaları mümkün olmamıştır. Hastalarını tedavi edememişler, sufilerin keşiflerine benzer keşiflere ulaşamamışlardır.  Ancak bu farkı anlayan batılıların bazıları da İslam’a yönelmektedirler. Bu bakımdan tasavvuf, aklı başında insanların Müslüman olmalarına vesile olmaktadır.

 

Şeriata Uygun Tasavvuf Anlayışını Ortaya Koyan Eserlerin Telifi

Tasavvufun şeriat karşısındaki konumu daha tasavvufun ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren tartışılan bir mevzudur. Bilhassa şeriata muhalif bazı fikir ve uygulamalar barındıran ve kendilerini sûfî olarak adlandıran grupların çıkmış olması bu tartışmayı alevlendiren önemli bir unsur olmuştur. Şeriat çizgisinden sapmaları daha İslâm’ın ilk asırlarında görmek mümkündür. Zira tasavvufun isimlendirilmesinden ilk tasavvuf edebiyatının oluşumuna kadar bunun etkileri görülmektedir. Kuşeyrî’nin anlattığına göre dini literatürde Hz. Peygamber’i görüp onun sohbetine erişen kimselere sahabi adı verilmiş, sahabe ile görüşen nesil tâbiîn, tâbiîn ile görüşen nesil ise tebeu’ttâbiîn olarak adlandrılmıştır. Daha sonraki dönemde yaşayan kimseler arasında dini hükümlere hassasiyetle riayet edenlere ise zâhid yahut âbid adı verilmiştir. Böylece, zâhid olarak isimlendirilmek, toplum içerisinde önemli bir statü göstergesi haline gelmiştir. Ne var ki siyasi çekişmelerin de etkisiyle muhtelif mezheplerin birbirleriyle olan mücadelelerinde her fırkanın kendisini zâhid olarak tanımlamaya başlaması neticesinde bu kavramın da içi boşalmış ve hakîkî mânada zâhidler ile sahteleri karıştırılır olmuştur. Bu durum karşısında kendilerini aşırı gruplardan ayrı görüp ehl-i sünneti temsil ettiklerini dile getiren bazı kimseler kendi gittikleri yolu hicrî ikinci asrın sonlarında tasavvuf olarak adlandırmaya başlamışlardır. Tasavvuf, ortaya çıktığı asırlardan tasavvuf klasiklerinin telif edildiği hicrî beşinci asra kadar çeşitli şekillerde tezahür etmiş, kimi sûfîler şeriata sıkı sıkıya bağlı bir anlayışı temsil ederken kimilerinin tasavvuf anlayışı dinin zâhiri ile taban tabana zıt bir hal almıştır. Kuşeyrî’nin ifadelerine göre artık kendilerini sûfi olarak adlandıran birtakım kimselerde vera kaybolmuş, tamah artmış, şeriata hürmet hissi kalplerinden silinmiş, helal haram gözetme ortadan kalmış, ibadetler hafife alınmış, nefsin arzularına teslim olunmuş ve hayâ ortadan kalkmıştır. Artık insanlar tasavvuftan nefret ederek kaçar bir hale gelmişlerdir. Hatta tasavvuf zındıklık ve şeriattan uzaklaşma olarak algılanır olmuştur. Bu durum karşısında Serrâc, Kelâbâzî, Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996), Hücvîrî, Kuşeyrî, Herevî (ö. 481/1089) ve Gazzâlî gibi sûfîler, tasavvuf ve sûfiler hakkındaki yanlış kanaatleri düzeltmek, hatalı ve câhil sûfilere bu yolun hakikatini göstermek ve nihayetinde tasavvufu yanlış örneklerinden arındırarak bu yolun hakikatini ortaya koymak adına eser telif etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu kaynaklardan Serrâc’ın el-Lüma‘ adlı eseri Kur’an’a ve Sünnet’e uygun tasavvuf anlayışını ortaya koymayı ve böylece tasavvufa yöneltilen ithamları ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Yeri geldikçe sûfîleri eleştirmesi bu eseri özgün kılan hususlardandır. Serrâc’ın ardından Kelâbâzî, et-Taarruf’ta sûfîlerin özellikle akaid konularındaki görüşlerini sergilemiş, böylece sünnî akide ile uyum içerisinde olduklarını göstermeyi hedeflemiştir. Kuşeyrî, er-Risâle adlı eseri ile şeriata uygun bir tasavvuf anlayışının nasıl olması gerektiğini sergileyerek tasavvufu şeriata yaklaştırmış ve büyük kabul görmüştür. İslâmî çizgideki tasavvufu diğer cereyanlardan ayırarak tasavvufun ehl-i sünnet kesimler arasında kabul edilebilir bir ilim olduğunu ortaya koymuştur. Bundan dolayı selefi ve muhafazakâr kesimlerde büyük rağbet görmüş, dolayısıyla sünnî tasavvufun yayılmasına öncülük etmiştir. Kendisinden bir asır sonra gelmiş olan Gazzâlî ise şeriatı tasavvufa yaklaştırma yoluna gitmiştir. Bu gayretler neticesinde tasavvuf sünnî çevrelerde mahzurlu bir ilim olma damgasından büyük oranda kurtulmuştur. Bundan sonra tasavvuf sünnî muhitlerde daha rahat yayılma imkânı bulmuştur. Bu eserlerde tasavvufun şeriata bağlı bir disiplin olduğu ilk sufilerin sözlerinden nakillerle tespit edilmiştir. (Prof. Dr. Mahmud Esad Erkaya)

 

Tasavvufun Şeriata Bağlılığı

Tasavvufun şeriat ile sınırlı bir ilim olduğu ve temelini Kur’an ve Sünnet’in oluşturduğu bir disiplin olduğu, daha ismen ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren dile getirilmiştir. Bu hususta bazı İslam alimlerinin görüşleri aşağıda ifade edilmektedir:

● Ebû Süleymân ed-Dârânî (ö. 215/830): “Bazen hakikat (kabilinden bazı bilgiler ve duygular) kırk gün süreyle kalbimi kuşatır. Ben iki şâhid olmadan onların gönlüme girmesine izin vermem. O iki şahid Kitap ve Sünnet’tir.”

● Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848): “Havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametleri olan bir kimseyi görseniz Allah’ın emir ve yasaklarına, dinin hudutlarına ve şeriata ne ölçüde uyduğuna vakıf olmadan ona inanmayınız.” Buna göre Bistâmi, kişinin yüceliğinin şeriata uygunluğu ile ölçülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Yine Bistâmi şunları söylemektedir:“Otuz sene mücahedede amel yaptım. Bu süre içerisinde benim için ilim ve ilme tabi olmaktan daha zor olan bir şey görmedim. Şayet ulemanın ihtilafı olmasaydı ben her şeyden geri kalırdım. Ve hak olan dini tercih edemezdim. Tevhiddeki tecrid (yani mücerred tevhid) hariç geri kalan yerlerde ulemanın ihtilafı daima rahmettir. Hakikat odur ki, insan tabiatı ilimden çok cehalete meyleder. Zorluk çekmeden cehaletle çok iş yapmak mümkündür. Ama sıkıntı çekmeden ilme göre bir tek adım atmak dahi mümkün değildir. Şeriat yolu, ahiretteki Sırat Köprüsünden daha dar ve daha fazla tehlikelerle doludur. Şu halde bütün hallerinde o şekilde olman lazımdır ki, yüce hallerden ve önemli makamlardan geri kalıp düştüğün zaman şeriat meydanına düşmüş olasın. Senden her şey gitse bile muamele ve amelin seninle kalması gerekir. Çünkü bir mürid için en büyük felaket muameleyi terk etmektir. İddiacıların bütün davaları şeriat temrinlerinde perişan olur, yok olup gider. Bütün lisan sahipleri onun karşısında çıplak hale gelirler.”

● Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) tasavvufun şeriat sınırları içerisinde olduğunu “Kitap ve Sünnet’in kabul etmediği her türlü vecd hali batıldır.” sözleriyle de ifade etmektedir. Öte yandan Hücvîrî, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî için “O şeriatla hakikatin arasını cem ve telif etmiştir.” denilmesini hatalı bularak şunları söylemektedir: “Hiçbir kimse bu iki şeyi esasen yekdiğerinden ayırmış değildir. Şeriat hakikatten başka bir şey değildir. Hakikat da şeriatın ta kendisidir. Onların böyle demelerinin hükmü ve mânâsı şudur: Şeyh’in (ra) ifadeleri kolay idrak edilmekte, tabiatça daha iyi anlaşılmaktadır. Şeriatla hakikatin arası Hak Teâlâ tarafından uzlaştırılıp bağdaştırıldığına göre velilerin bu iki şeyi birbirinden ayırmaları imkânsızdır. Hiç şüphe yok ki, ikisi arasında bir fark hâsıl olunca birini red, diğerini kabul etmek lazım gelir. Hâlbuki şeriatı reddetmek ilhaddır. Hakikati reddetmek ise şirktir. Sûfîlerin ikisinin arasını ayırt etmeleri mana bakımından fark görmek değildir. Aksi haddi ispattır, bir sınır kabul etmektir. Bu, “lâ ilâhe illallah” hakikattir, “Muhammedün Rasûlüllah” şeriattır demeye benzer. Bir kimse imanın sıhhatli oluşu halinde bunlardan birini öbüründen ayırmak isterse bunu yapmaya kadir olamaz ve isteği batıl olur. Özet olarak şeriat hakikatin fer‘i ve dalıdır. Nitekim hakikat da marifetten ibarettir. Ma‘rûfun ve tanınanın emrini kabul etmek şeriattır. İmdi, şu zahirciler var ya, işte onlar tabiatlarına uygun düşmeyen her şeyi inkâr ederler. Hâlbuki Hakk’ın yolunun esaslarından olan bir aslı inkâr etmek kaygı verici ve tehlikeli bir şeydir. İman nimeti için Allah’a hamd olsun.”

● Cüneyd-i Bağdâdî’ye (ö. 297/909) tasavvufun ne olduğu sorulduğunda şöyle tanımlamıştır: “Halka uyma kirinden arınmak, tabiî huylardan uzaklaşmak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsin isteklerinden uzaklaşıp ruhani vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakikat ilimleriyle alakadar olmak, daima en uygun olana göre hareket etmek, herkese karşı samimi olmak, Allah’a verilen ahde vefa göstermek ve şeriat hususunda Rasûl’e (sav) tabi olmaktır.” “Bizim (tasavvuf) ilmimiz Rasûlüllah’ın (sav) hadisine bağlıdır.”

● Mimşâd ed-Dîneverî (ö. 299/911) müritlikten bahsederken “Şeyhlere saygı göstermek, ihvana hizmet etmek, esbaba tevessülden uzaklaşmak ve şeriatın ahkâmına riayet etmek müridliğin gereklerindendir.” demiştir.

● İlk sûfilerden aynı zamanda muhaddis ve müfessir İbn Atâ (ö. 309/922) “Allah Teâlâ, şeriatın ahkâmını uygulayan kimsenin kalbini marifetinin nuruyla aydınlatır.” demektedir.

● Nişaburlu sûfî İbn Nüceyd (ö. 366/976) tasavvuf yolunda kişinin yaşadığı hallerden bahsederken “İlim neticesinde ortaya çıkmayan her hal sahibine faydadan çok zarar verir.” diyerek şeriata dayalı olmayan uygulamalar neticesinde yaşanılan hallerin bir kıymetinin bulunmadığını bildirir. Yine kendisine tasavvuf nedir diye sorulduğunda “Emir ve nehiy altında sabretmektir.” der. İbn Nüceyd şeriata ve dinin gereklerini yerine getirmeye son derece önem veren bir sûfîdir. Nitekim o, farzı vaktinde yerine getirmeyen bir kimsenin onu daha sonra kaza etse dahi o farzın lezzetini bir daha alamayacağını söyler. İbn Nüceyd’in aynı zamanda muhaddis olması, tasavvuf anlayışının şeriat ile sıkı bir alakasının olmasına sebep olmuştur.

● İlk sûfîlerden ve aynı zamanda muhaddis olan Ebü’l-Kasım İbrahim b. Muhammed enNasrâbâdî (ö. 367/978) de “Tasavvufun aslı Kitap ve Sünnet’e sarılmak, bidatları ve hevâyı terk etmek, şeyhlere saygı göstermek, halkı (hatalarından dolayı) mazur görmek, evrada devam etmek, ruhsatları ve tevillere göre hareket etmeyi bırakmaktır.” diyerek tasavvufun esasının şeriata bağlı olmaktan geçtiğini vurgulamaktadır.

● Kuşeyrî’ye (ö. 465/1072) göre şeriat, ubudiyete (kulluğa) sımsıkı sarılmak, hakikat ise rubûbiyyeti müşâhede etmeyi ifâde etmektedir. Hakikat ile takviye edilmemiş şeriat makbul değildir. Aynı şekilde şeriatla sınırlandırılmamış hiçbir hakikat da makbul değildir. Şeriat insana bazı mükellefiyetler getirir. Hakikat ise Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufları hakkında gelen bir bildirimdir. Allah’a ibadet etmek ve O’nun emirlerini yerine getirmek şeriat, O’nun kaza ve kaderini, gizlediği ve açıkladığı şeyleri müşahede etmek ise hakikat kapsamında mütalaa edilmektedir. Kuşeyrî’ye göre Allah’ın emri ile vacip olması bakımından esas itibariyle şeriat de hakikattir. Aynı şekilde Allah hakkında sahip olunan marifet de Allah’ın emri ile vacip olduğu için her hakikat da aynı zamanda bir şeriattır.  Dolayısıyla şeriat ile hakikat birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Her ikisinin bir araya gelmesi tasavvuf olarak ifadesini bulan ilmi meydana getirmektedir.

Kuşeyri’nin Risalesinde şunlar yazılıdır: Kul sekr halindeyken içinde bulunduğu hali müşahede eder. Sahv halinde iken ise ilim şahidi iledir. Şeriat ilmine göre hareket eder. Ancak fikir halinde kendi kendine bırakılmaz. Allah tarafından muhafaza edilir. Sahv halinde ise kendi iradesi ve gayreti ile kendini günahlardan korur. Sav ve Sekr halleri zevk (tatma) ve şürüb (içme) hallerinden sonra gelir.
Şeriat, kullağa ve ibadete sımsıkı sarılmayı gerektiren ilahi emirdir. Hakikat rububiyeti müşahede etmektir. Hakikat tarafından desteklenmeyen hiçbir şeriat makbul değildir. Şeriatla kayıt altına alınmayan hiçbir şey Hakikatte makbul değildir. Şeriat halka mükellefiyetler getirir, hakikat ise Allah'ın kainattaki tasarruf ve idaresini haber verir. Şeriat O’na ibadet etmek, hakikat O’nu müşahede etmektir. Şeriat ilahi emirleri İfa etmek, hakikat Allah'ın takdirini gizlediği ve açıkladığı şeyi müşahede etmektir. Bil ki şeriat, Allah'ın emri ile vacip olması bakımından aynı zamanda hakikattir. Aynı şekilde Yüce Allah'ı tanımak (marifet) bizzat O’nun emri olduğu için, her hakikat aynı zamanda şeriattır.

● Hücvîrî (ö.481/1088), şeriat ve hakikat kavramlarının sûfîlere ait birer ıstılâh olduğunu belirttikten sonra şeriat ile zâhirdeki halin sıhhatinin, hakikat ile bâtındaki halin düzeltilmesinin kastedildiğini ifade eder. Hücvîrî’ye göre şeriat ile hakikatın aynı olduğunu söylemek doğru olmayacağı gibi bâtınîler, şiîler ve karmatîlerde olduğu gibi “Hakikat münkeşif (meydana çıkma) olunca şeriat mürtefi (yüce) olur.” kanaatini dile getirmek de doğru değildir. Nitekim o, şeriat ve hakikati, iman konusundaki tasdik ile ikrara benzetmektedir. Şeriat, hakikatten imandaki tasdikin ikrardan ayrıldığı gibi ayrıdır. Buna mukabil ikrarsız tasdik veya tasdiksiz ikrarın iman konusunda yeterli olmadığı gibi şeriatsız hakikat, hakikatsiz de şeriat düşünülemez. Hücvîrî’ye göre şeriat kulun fiili, hakikat ise şanı yüce olan Allah’ın kula malik olması, onu muhafaza ve himaye etmesidir. Hakikat mevcut olmadan şeriatın yerine getirilmesi, şeriat muhafaza edilmeden de hakikatın gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu bağlamda Hücvîrî’ye göre “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz.” (Ankebut, 29/69)  âyetindeki mücâhede şeriata, “yollarımıza ileteceğiz” cümlesiyle ifade edilen hidâyet ise hakikate işâret etmektedir. Kul kendi çaba ve gayretiyle yâni mücâhede ederek şeriatın gereklerini yerine getirir. İşin hakikat boyutunda ise Allah’ın lütfu ile kula verilen ihsânlar yer almaktadır.

● İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri (ö.1034/1624), “Ariflerin Halleri” adlı kitabında, şeriatın tarikat ve hakikat ile bağlantısını şöyle açıklamaktadır: “Hakikat şeriatın hakikatinden ibarettir, yoksa hakikat şeriattan ayrı bir şey değildir. Tarikat şeriatın hakikatine ulaşma yoludur, yoksa o şeriat ve hakikaten ayrı bir şey değildir. O halde şeriatın hakikatine ulaşmadan önce şeriatın sadece sureti elde edilir. Şeriatın hakikatini elde etmek nefsin itmi’nâni mertebesinde ve velilik derecesine ulaşmada mümkün olur. Velilik derecesine ve nefs-i mutmainneye ulaşmadan önce şeriatın sureti vardır. İman konusunda anlatıldığı gibi, nefsin itmi’nânından önce imanın sureti vardır, itmi’nândan sonra ise imanın hakikati elde edilir. 

● Necmeddîn-i Dâye Hazretleri (ö. 654/1256) “Tasavvuf Yolu” adlı kitabında şunları söylemektedir: “İnsan nefsinin saf ayna olma konusunda kemale ermek için uzun bir yolu kat etmesi, çetin tehlikelerden geçmesi gerekir. Bu da şeriat yolunda, tarikat ve hakikat ile birlikte tedrici bir sülük olmaksızın gerçekleşemez. Tedrici olmaktan maksat şudur: mesela ayna olma yolunda demir önce madenden çıkarılır. Günden güne hünerli dokunuşlarla ateşte ve suda işlemlerden geçirilir. Pek çok üstadın elinden geçerek nihayetinde ayna olur. İnsan varlığı da başlangıçta aynada olduğu şekilde, “insanlar altın ve gümüş madenleri” gibidir ( Ahmet Avni Bey, Füsus-ul Hikem Tercüme ve Şerhi) sırrıyla demir madeni gibidir. Bu sebeple insan vücudundaki demir madenini güzel bir şekilde dışarı çıkarmak ve aynalık mertebesine ulaşıncaya kadar tedrici bir şekilde terbiye etmek gerekir.
İnsan bedeni ruh tohumunun ekilmesi ve yetiştirilmesine, “
ona ruhumdan üflediğim zaman” (Hicr, 15/29) sırrı ile uygun yaratılmıştır. O inayet güneşi ve şeriat suyu ile yetiştirilmiş. Böylece bu tohumdan hiçbir akıl ve anlayışın laikiyle  kavrayamayacağı hakikatini, hiç kimsenin dile getirip ifade edemeyeceği marifet meyveleri devşirilmiştir.
Nazari marifet halkın seçkinlerine aittir. Bu marifet, ruh tohumunu beşeriye toprağına eken ve ona şeriat kanunları ile tarikat terbiyesi veren kimselerde ortaya çıkar.
İnsan varlığının tılsımındaki düğümler şeriat anahtarı olmaksızın açılamaz. Hakikate Arif olanlar da bir şeriat sahibine ve onun elçilerine ihtiyaç olduğunu bilirler. Şeriat okulunda öncelikle şeriatın alfabesi üretilmelidir. Şeriatın emir ve nehiylerinden her biri o büyük Tılsımın bağlarından birini açan bir anahtardır. Bunların her birisi kendi makamına uygun bir şekilde hakkıyla yerine getirildiğinde, o tılsımdan bir bağ çözülür. Böylece Hakk’ın lütuf esintilerinden birisi, bu yoldan Can limana ulaşır ki, “
zaman günlerinde Allah'ın nefhaları vardır. Ona koşuşun” (Taberani, el-Mu’cemü’l- evsat, III, 180) Arz olunan  bu esintiler şeriatın emir ve yasaklarına yerine getirmektir. Şeriat kanunları yolunda yürüyen her ayak Hakk'a yakın olma şerefine elde eder. Yani daha önceden geldiği o alemdeki evine doğru yol almış olur. Bu anlamda “Kulum Bana kendisi üzerine farz kıldığım şeylerden daha hoş bir şeyle yaklaşamaz” denmiştir. Eğer bu yolda doğrulukla yürürsen Rabbani lütuflar yol gösterip Hakk'a ulaştırmada sana rehberlik ederler. “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o Bana bir zira yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Sahih, IX, 121; Müslim, Sahih, IV, 2061 2068)
Bu şekilde dünyaya geldiğinde, eğer şanslı ise peygamberlik ebesinin eline ulaşır, peygamber şeriat beşiğinde onun elini ve ayağını emir ve nehy bağlarıyla bağlar, tarikat ve hakikat sütü ile besler.
Bil ki gerçekte nefsin emmarelik makamından mutmainnelik makamına ulaşması Hakkın cezbeleri ve şeriat iksiriyle olması haricinde mümkün değildir. Bu nedenle şöyle buyrulmuştur: “
Şüphe yok ki nefis fenalıkla pek ziyade emredicidir. Rabbimin esirgemiş olduğu müstesna” (Yusuf, 12/53). Aslında başlangıçta Peygamberler ve veliler de dahil bütün nefisler emmarelik sıfatı taşırlar. Fakat bunlar şeriatla terbiye edilmek suretiyle insan cevherinin istidadının sınırı olan mutmainnelik makamına erişirler. İşte o zaman “İrcî/dön” hitabını işitmeye hak kazanırlar.

Din sultanları Allah'ın lütuf ve kahır sıfatlarının mazharı olup tılsımların en büyüğü olan suret tılsımını tarikat elindeki şeriat anahtarı ile açmışlardır. Kendilerinde gizlenmiş sıfatların hazine ve definelerini gerçek bir şekilde mütalaa etmişler, “Kendini bilen Rabbini bilir” hazinesinin sırrına ulaşmışlardır.

Doğru kimse kalbi ve niyetiyle Allah'a karşı doğru olan kimsedir. Ne yapsa Allah için yapar. Doğru sözlü ise insanlarla doğru ve açıkça konuşan, hile tuzak ve aldatmaktan uzak duran kimsedir. Doğru davranışlı kimseye gelince, o da şeriat yolunda yürüyen tarikatın kazancından haberdar olan kimsedir. 

● İbn Arabî Hazretleri (ö. 638/1240) Fütûhat-ı Mekkiyye adlı kitabında bu konu ile ilgili şunları yazmaktadır: “Ey dost! şeriat ilimlerini olduğu gibi riyazetler, halvetler, mücahedeler, lüzumsuz İhtiyaç ve gereksiz düşüncelerden uzaklaşmakla Allah'tan bilgi alan velilerin ve akılların ilimlerini elde etmeye çalış. Bu suları ayırt edemezsen kötü mizaç sahibi olduğunu bilmelisin.”
Mertebe sufilerin istilahlarında zat, sıfat ve fiiller demektir. Yaratılışa dönük Hakk’ın bakışı yaratılmışların üzerinde bulunduğu tasarruf hali değildir. Çünkü alem serbest değil zorla hareket ettirilendir. Allah'ın kullarına bakışı onların mertebelerine yöneliktir, varlıklarına yönelik değildir. Bu nedenle şeriatlar hallere göre nazil olmuşken, muhataplar hallerin sahipleridir. Halen şeriatların inişi ile birlikte Hakk’ın kendisine bakarken dile getirdiği hitabı öğrenir, bu durum “
Ne zaman bir işte bulunsan, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan ve ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman Biz mutlaka üstünüzde şahidiz.” (Yunus, 10/61) ayetinde ifade edilir. Haller dünyada indirilmiş hükümleri talep eder.
Şeriatlar Hakk'a ulaşmayı temin eden adabı getirmiş, akıl sahipleri onları kabul etmiştir. Çünkü şeriat aklın özü demekken, hakikat şeriatın özüdür. Bu itibarla şeriat, kabuğun kendisini sakladığı özdeki yağ mesafesindedir. Öyleyse özü saklarken, kabuk özü saklar, akılda şeriatı, şeriat hakikati saklar. Akıl olmaksızın şeriat iddiasında bulunan iddiası doğru değildir. Allah aklı sağlam ve derin kişiyi hükümlü tutmuş, deliyi veya çocuğu buna sorumlu tutmamıştır. Şeriat olmaksızın hakikati bildiğini iddia etmek doğru değildir. Bu nedenle düşünceyi şöyle demişler: “bizim bu ilmimiz yani Allah ehlinin getirdiği hakikatler kitap ile ve sünnetle sınırlıdır. Yani bu hakikatler ancak Allah'ın kitabına, peygamberin sünnetine göre amel edenler elde edilebilir ki o da şeriat demektir.” Hazreti Peygamber şöyle buyurur: “
Beni Allah edeplendirmiştir, ne güzel de terbiye etmiştir.” Kastedilen Allah'ın şeriatıdır. Kim Allah'ın şeriatına uyarsa edepli olur. Kim edepli olursa erer.
Dünya hayatında iken düşüncelerinin şeriatın övdüğü düşünceler olması için çalış. Böyle yaparsan ahiretteki suretin güzelleşir, bunun tersi de doğrudur. 

 

Yorum ve Eleştirileriniz için:  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa          Tasavvuf Sohbetleri

Tasavvuf ve Şeriat

Yayınlanma Tarihi: 28.08.2024