Tasavvuf  kelimesi  terim olarak  ikinci  hicri asırda ortaya  çıkmıştır. Kitap ve Sünnette, Ashab  ve Tabii’nin sözlerinde onunla ilgili  bir ize rastlamıyoruz. Bilinen bir şey varsa o da  bu kelimenin  sonradan ortaya çıkmış olmasıdır. Tasavvuf  kelimesinin, nereden  geldiği ve ne anlama geldiği insanları bir hayli  meşgul etmiştir. Kimi  ‘sof’ (yün)  den, kimi  ‘safâ’ (saflık) dan, kimi ‘safv’ (temizlik) den demiştir.   

Bununla beraber tasavvufun özü,  Asr-ı Saadet, Ashab ve Tabii’nin dönemlerinde de mevcuttu. Adına tasavvuf denmese de manevi ilimler (sırlar ilmi) Peygamberimizin (sav) risaleti ile başlamıştır.  Peygamberimiz (sav)  sırlar ilmini,  Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali  gibi kendisine  yakın  olan sahabilere öğretmiştir. Sırlar ilmi bu şekilde Müslümanlar tarafından birbirlerine aktarılarak  günümüze kadar gelmiştir. Bu nedenle, bütün tarikatların silsilesi Peygamberimize (sav) kadar çıkar. (Sırlar ilmi için İlmin Güzellikleri adlı makalemize bakılabilir (Makale no 6)).

Tasavvuf ehli, Sırlar ilmine sahip olan kişidir. Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde, Sırlar ilminin elde edilebilmesi için gerekli olan yaşam tarzına uyulmuştur. Bunlar  nefsin tezkiyesi (temizlenmesi) ve terbiyesi, Peygamber ahlakı ile ahlaklanması,  iman konusunda ve batını sıfatlarda  Peygambere uymaya çalışılmasıdır.

Günümüze kadar gelen gerçek tasavvuf, bu dönemlerin bir devamıdır. Bununla beraber  zaman içinde  birçok batıl tasavvuf anlayışları da ortaya çıkmıştır. Bugünün tasavvuf  dünyasında bu karışıklık  mevcuttur.  Bugün, gerçek ile batıl tasavvufun ayrıt edilmesi  zordur. Fakat  aşağıda anlattığımız, tasavvufun temel ilkeleri kriter  olarak kullanılırsa, insanlar gerçek ile batıl tasavvufu ayrıt edebilirler. 

Şurası kesindir ki, gerçek tasavvufun ilk koşulu  Peygamberimizin (sav) getirdiği İslam şeriatına eksiksiz uymaktır. Şeriata uymayan birisinin tasavvuf ehli olması mümkün değildir. Günümüzde, şeriatı terk edip, bazı kavramları  öne çıkararak tasavvuf ehli  olunabileceği iddia edilmektedir. Şeriata uymayan bir hayat yaşayıp, aşk, sevgi, gönül, birleme, hazret-i insan gibi kavramlarla tasavvuf ehli olmaya çalışmak boşuna bir gayrettir.  Bu yolla, gerçek bir tasavvuf ehli olup Sırlar ilmine sahip olunamaz. 

Tasavvufun  Amacı

Tasavvufun amacını anlatmak için, önce  İslam mutasavvıfların bu konudaki  veciz ifadelerinden  bazılarını aşağıda  ifade edelim:

●  Tasavvuf, ilah karşısında temizlenmiş bir ahlaktır.

● Tasavvuf bir ahlaktır.  Kim ahlak  bakımından senin önündeyse,  tasavvufta da önündedir.

●  Allah’ın  ahlakıyla  ahlaklanmak  tasavvuf demektir.

●  Tasavvuf ,  nefsin ubudiyete (kulluğa) sevki,  kalbinde  Rububiyete ( Yaratana)  taalluku (alakalanması) dır.

●  Tasavvuf, yokluğun gizlenmesi,  afetlerin  müdafasıdır.

●  Tasavvuf, ölmeden önce ölmektir.

● Tasavvuf, kalbi halkın  dostluğundan uzak tutmak, tabii ahlaktan  ayrılmak, beşeri sıfatların alevini söndürmek, nefsani  işlerden  uzaklaşmak, ruhani  sıfatlara  yönelmek, hakiki ilimlere  sarılmak ve şeriatta  Resulullaha  (sav)  tabi olmaktır.

Yukarıdaki  veciz ifadelerden  hareketle, tasavvufun amacının ne olduğunu kolaylıkla formüle edebiliriz. İnsan, ruh ve bedenin bir arada bulunduğu bir varlık olarak dünyada bulunmaktadır.  Bu varlığa, nefis denen  bir latif varlıkta eşlik etmektedir.  Nefis, dünyanın bütün  lezzet ve nimetlerini  daima arzu eden  bir konumdadır. Fakat insan dünyada, ibadet  ve ahrete yönelik salih ameller yapması için  bulunmaktadır.  Bunlar nefsin hoşlanmadığı ve karşı çıktığı eylemlerdir. Her gün beş vakit namaz kılacaksınız, Ramazanda bir ay oruç tutacaksınız, hacca gideceksiniz, fakirlere sevdiğiniz mallarınızdan belli oranda zekat vereceksiniz, haramları terk edeceksiniz,  gıybet etmeyeceksiniz, daima doğru olacaksınız vs.  Nefis bu eylemlere karşı  daima muhalif olup sizi onları yapmamaya zorlayacaktır. Sizin bu mücadelede galip gelmeniz hayati bir meseledir. Çünkü ahretinizi kurtarmanızın tek çaresi bu mücadelede galip gelip, İslam şeriatını ve emirlerini tam  olarak yerine getirmektir. İşte bu mücadelede galip gelmek için bir yol ve yönteme ihtiyacınız vardır. Tasavvuf size bu konuda  bir  yöntem belirler. Kalbin, nefsin arzularından uzak tutulması, nefsi güçlendiren  eylemlerden  vazgeçilmesi, insan ruhunu  yükseltecek ve kemale erdirecek  işlerle meşgul olunması gibi  hedeflere  ulaşmanın  bilgisi  ve yöntemleri  tasavvufta mevcuttur.

Tasavvuf,  insanın  nefsinin arzularından  kurtulmasını hedeflediğinden bu durum , ölmeden önce ölmek olarak  vasıflandırılmıştır. Bu konuda Ebu Bekir (ra) için ifade edilmiş olan aşağıdaki hadisi söyleyebiliriz:

Kim yaşayan insanlar arasında dolaşan bir ölüyü görmek isterse, Ebu Bekir’e baksın. Onun bünyesi diri fakat nefsi ölüdür.’

 

‘Üç Güzellik: İman, İlim, Tasavvuf’  başlıklı makalemizden (Makale no 3) aldığımız  aşağıdaki ifadeler tasavvufu  yaşamak isteyenler için  güzel bir rehberdir:

‘Tasavvuf öğrenmek ve onu yaşamak isteyenler, önce tam bir  İslamî imana  sahip olmalıdır. İmanı kalbine  sağlam yerleştirdikten sonra İslamî  ilimi öğrenmelidir. Bu İslamî ilimin temeli, Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin (SAV)  sünnetlerini bilmektir. Ayrıca bu bilgilere göre amel etmektir.  İman ve amelini  İslam yönünde uygulayanlar, artık tasavvuf öğrenmek ve yaşamak için yola çıkabilirler. Bunun için kalbin  her türlü dünya hırsı ve sevgisinden temizlenmesi gerekir. Böyle temizlenmiş bir kalp ile , şeriatın emrettiği şekilde farzlara ve peygamberin emrettiği şekilde sünnetlere düzenli ve sabırlı bir şekilde devam etmesi halinde kalbde  mârifet  tecellileri hissedilecektir. Bu şekilde yola giren bir müslümana  Allah’ın rahmetiyle yol gösterilir ve kendisine   manevi ilimlerden  hikmetler öğretilir. Bu yol oldukça çetin bir yoldur. Birçok zorluklar, imtihanlar ve çileler  kendisini beklemektedir. Fakat halis bir iman, tam bir şeriat ilmi ve ameli ile insanın bu güçlükleri aşması Allah’ın yardımıyla mümkündür. Maneviyatın bir kere tadını alanlar bir daha ondan ayrılmayı istemezler. Elde ettiği en yüksek Allah bilgisiyle ahrete intikal etmeyi beklerler .  Ahrette de bu bilgilerle hayatı sonsuz olarak devam eder. İşte tasavvuf,  Allah’ın insanlara bahşettiği böyle mükemmel bir güzelliktir.’

Tasavvuf  Yolunun  Temel  İlkeleri

Bu yolun temel prensiplerini  on  esasta toplamak mümkündür. Bu esaslar, tasavvufta başarılı olmak isteyenlerin  mutlaka uyması gereken hususlardır:

Tövbe

Tövbe,  kulun kendi isteği ile Allah’a  yönelmesidir. Kul,  o vakte kadar işlediği günahlardan vazgeçmeye ve bir daha onlara geri dönmemeye  karar verir. İşlediği günahların af olması için Allah’a yönelir. Günahlar, Allah ile kul arasında bir perdedir. Allah’a temiz bir halde kavuşmak için kulun günahlardan arınması zorunludur. Bunun için  nasuh (bozulmayan)  bir tövbe ile Allah’a  yönelmelidir.

Zühd

Zühd,  mal, servet, makam gibi  dünya güzelliklerinden  uzak kalmaktır. İnsan sadece kendisine yetecek kadar olanıyla yetinmelidir. Bunun dışında kalanlar terk edilmelidir.  Çünkü, ihtiyaç dışındaki dünya nimetleri  kalbi çok meşgul eder. Bu da kalbin, Allah’ı düşünmesini ve O’nu zikretmesini engeller.

Allah’a Tevekkül

Kul  her şeyin Allah’ın irade ve kudretiyle  oluştuğunu  düşünerek, her işinde öncelikle O’na  güvenmelidir.  Bununla beraber  kul tedbir almaktan geri kalmamalıdır. Bununla beraber, aldığı tedbirin ancak Allah’ın dilemesi ile işe yarayacağını düşünmelidir.

Kanaat

Kanaat, yaşamak için zaruri olan ihtiyaçların dışındaki şeyleri ve arzuları terk etmesidir. Zaruri ihtiyaçlarının giderilmesinde de, yeme, içme ve mesken gibi , israfa ve aşırılığa girmemek demektir. Yeme ve içmenin azalması nefsin şehvet gücünü azaltır, bu da istenilen bir şeydir. Çünkü nefsin şehvet gücünün azalması kalbi rahatlatır.

Uzlet

Uzlet, insanın  ihtiyacı kadar halkla beraber olması demektir. Bunun için, insanlarla ihtiyacı dışında  beraber bulunmaktan  kaçınmalıdır. Çünkü insanlarla aşırı birliktelik kalbin onlarla meşgul olmasına neden olur. Bu birlikteliklerin çoğu da boş işlerle meşgul  olmak demektir. Oysa tasavvufta, kalbin Allah’ı bir an bile zikretmemesi hoş karşılanmaz. Ayrıca  uzlet ve halvet (yalnız kalma)  nefsin duygu ve şehvetle ilgili gücünü ve kuvvetini de zayıflatmış olur. Bu da, kalbe nefsin arzularının tesir etmemesi konusunda büyük fayda sağlar. 

Devamlı Zikir

Devamlı zikir, Allah’ın dışındakileri unutarak sadece O’nu  zikretmek demektir. İnsanların Allah’ı çokça zikretmeleri bir çok ayette  emredilmiştir. Namaz, oruç, zekat, hac gibi farz ibadetler ile sünnet olan nafile ibadetlerin her biri Allah’ı zikirdir. Kulun farz ibadetlerini yapması zorunludur.  Ama Allah’a yakın olmak istiyorsa  nafile ibadetlerini arttırmalıdır. Ayrıca çeşitli tesbihatlarla  Allah zikrini kalbine yerleştirmelidir.  Bunun dışında da,  her gördüğü ve duyduğu şeyde  O’na işaret eden delilleri  düşünerek  Allah’ı zikretmelidirler.

Tamamen Allah’a Yönelme (teveccüh)

İnsanın asıl amacının Allah’ı bilmek ve O’na kavuşmak olmasıdır. Bunun için bütün kalbiyle ve eylemleriyle O’na yönelmelidir. Her yaptığı işi O’nun rızasını kazanmak için yapmalıdır. Allah’tan başka herhangi bir matlûb (istenen) , mahbûb (sevilen) ve  maksûd (amaçlanan)  yoktur.  İnsan bir an olsa bile Allah’tan yüz çevirirse, çok şey kaybeder. Halbuki insanın amacı, daima O’nunla beraber olmak ve O’nun rızasını kazanmak olmalıdır.  

Sabır

Sabır, nefsin hoşlandığı her şeyden  mücahede (uğraşma) ile uzak kalması demektir. Nefsin, zaruri olmayan isteklerine karşı durabilmenin bir yolu, onun isteklerini yapmayarak sabretmektir. Fakat bu o kadar kolay olmayıp bir uğraşmayı gerektirir. Nefis, uzleti, az yemek yemeyi, boş işlerle uğraşmamayı istemez. İnsan, nefsinin heva ve heveslerine uyarsa, ömrünü boşa harcamış olur. Oysa ömür, insanın ahretini kazanması için  tek sermayesidir. Bu nedenle bir hadiste şöyle denir: ‘Cennetin etrafı sıkıntı ve güçlüklerle, Cehennemin etrafı ise arzu ve hazlarla çevrilidir.’ (Buhari, Müslim)

Murakabe (Kendinden Geçme)

Murakabe, insanın bütün kuvvet ve hareketini bir tarafa bırakarak  sadece Allah’ı düşünerek  O’nun manevi deryasına dalmasıdır. Kul sadece Allah’a kavuşmak  özlemini duyar ve sonunda  O’nun huzurunda şevke gelerek ağlar. Kul için  Allah’tan başka güvenilir bir kapı yoktur ve  ancak O’dan yardım ister. Allah’ın manevi deryasına dalabilmek için diğer bütün deryalardan vazgeçmelidir.  Kul, Allah’ın dergahına ulaşmak için O’nun kapısında yalvarır ve göz yaşı döker. Nihayet  Allah Teâlâ  bu kul için rahmet kapılarını açarak,  ona nurunun ve ilminin güzelliklerini gösterir. 

Rıza

Rıza, Allah’ın hiçbir hüküm ve fiiline itiraz etmeden, bütün işlerini O’na havale ederek  O’nun rızasına ulaşmak istemesidir. Her işinde Allah’ı vekil edinerek O’na teslim olur. Bütün arzusu Allah’ın kendisinden razı olmasıdır.

Kul bu esaslara uyduktan sonra,  Allah Teâlâ  ona  cemalinden bir nur verir ki, kul o nur sayesinde insanlar arasında  ferasetle yürür ve insanların hallerini müşahede eder. İşte bu kulun keşif sahibi olması demektir. Kul  böylece, ilahi bir kuvvetle düşünme ve tefekkür olmadan gaybî manaları bilir. İşte bu, tasavvufun insanlara kazandırdığı çok şerefli bir güzelliktir.

Marifet Nedir ?

Marifet, zevk yoluyla Allah’ı bilmektir. Marifet,  keşif ve ilham yoluyla oluşan vasıtasız bilgidir. Bu nedenle,  marifet ilâhi bir niteliktir. Tasavvuf ehline göre, marifet geniş büyük bir yoldur. Ancak amel ile, takva ile o yola sülûk etmekle (girmekle) elde edilen her ilim bir marifettir. Çünkü o ilim hakikat ehlinin  keşfinden elde edilir. Bu ilmin içinde asla şüphe, kuşku, kusur, eksiklik ve noksanlık yoktur.

Akıllı bir insan, Allah’ı tanımak, bilmek istediği zaman, Peygamberlerin diliyle, Allah’ın Kitaplarında Kendi hakkında haber verdiği şeylerde, Allah’ı taklit etmesi gerekir.

Allah Resulü (sav), Allah’ı tanımak için insanın kendisini tanımasından başka bir yol olmadığını söylemiştir: ‘Kim kendini tanırsa, Rabbini de tanır.’,  ‘Aranızdan kendini en iyi tanıyan, Rabbini de en iyi  tanır.’ Yani, senin kendini tanıman, Allah’ı tanıman üzerine delildir. Çünkü, varoluş içinde daima  O’na muhtaç olman nedeniyle seni delil yapmıştır.

Allah Teâlâ,  marifet diye adlandırılan bu ilim konusunda şöyle buyurmaktadır: ‘Dışarıda ve kendilerinde onlara ayetlerimizi göstereceğiz ki O’nun Hak olduğu onlar için iyice belli olsun…’ (Fussilet suresi, ayet 53). Buna göre Hak Teâlâ bizi,  önce bizim dışımızdaki  ufuklara; sonra da bizimle birlikte olan nefislerimize göndermektedir. Biz, ancak bu iki hususa vakıf olduğumuz zaman O’nu tanımış oluruz. Böylece  O’nun Hak olduğu, bizim için açıkça belli olur.

İbn Arabi (ra)  ‘Marifet ve Hikmet’ adlı kitabında, marifetin yedi hususu bilmekten ibaret olduğunu söylüyor. Bu yedi husus  şunlardır:

● Hakikatleri bilmektir ki bunlar ilahi isimlerdir.

● Hakkın eşyadaki  tecellisini bilmektir.

● Hakkın yükümlü kullarına, şeriatın diliyle gelen hitabı bilmektir.

● Varlıktaki kemal ve eksikliği bilmektir.

● Hakikatleri yönünden insanın kendi nefsini bilmesidir.

● Bitişik ve ayrık alemleriyle hayali bilmektir.

● İlaç ve hastalıkları  bilmektir.

Bu yedi meseleyi bilen  kimse marifet denilen şeyi elde etmiştir.

Bilgi ve bilenin makamı marifet sahibi ise,  ‘arif’ diye isimlendirilir. Bilginin kendisinde tecelli ettiği surete göre , insanların bir kısmının içeceği  su, bir kısmınınki süt, bir kısmınınki şarap, bir kısmınınki de baldır. Çünkü bütün bu kısımlar farklı ilimlerin suretidir.

İlme’l–yakîn, kuşku ve şüphe taşımayan delilin verdiği kesinliktir. Ayne’l–yakîn, müşahede ve keşfin verdiği kesinlik, Hakka’l–yakîn ise müşahede ile amaçlanan bilginin kalpte gerçekleşmesidir.

Allah hakkındaki bilgi ancak Peygamberi taklitten ibaret olduğunda bilgi olabilir. Nazari (teorik) delilden hareketle böyle bir bilginin gerçekleşmesi imkansızdır. Bu nedenle, Allah’ın zatı hakkında düşünmemiz  bize yasaklanmıştır. 

Allah’ı nazari düşünme yoluyla bilmek isteyen  insan, teorik düşüncenin hakkını verdiğinde, ölene kadar hayrette kalır. Allah’ı  tecelliler yoluyla bilmek isteyen insan, tecelli suretlerinin farklılaşmaları nedeniyle, ahret hayatında  Allah hakkında  hayrete düşer.

Dünyevi ilim ve bilgilerle sınırlı kalan, masiva nakışlarına takılmış olan bir insan, tasavvufta hor ve itibarsızdır. Masivayı, yani Allah’tan başka her şeyi unutmak, tasavvuf yolunun şartı ve yüce huzura çıkmak için ilk basamaktır.

Hak Teâlâ alemin ne içindedir, ne de dışındadır. Aleme ne bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Bu görüş, peygamberlik kandilinden ve peygamberlere tabi olma nurlarından alınmıştır. Bu yüksek bilgi ve onun benzerleri Vehbi (Allah vergisi) ilimlerdendir. Mantık yürütmeyle hükme varılan kazanılmış ve delile dayalı ilimlerden değildir.

Tasavvufta İlerleme  Safhaları  (Seyrü Sülük)

Tasavvufta manevi yükseliş, manevi mertebeleri adım adım geçerek ilerlemekle olur.  Bir tarikat yoluna intisab etmiş (girmiş)  kişinin  bu manevi mertebelerde ilerlemesine  seyrü sülük denir. Böyle bir Allah yolcusunun, az yemek, az içmek, az uyuyup, az konuşmak gibi  riyazetlerle (nefis kırmak)  ve manevi vazifelerle meşgul olarak  Mevlâ ile kendi arasındaki perdeleri aşmasına seyrü sülük denir. Bu bir çeşit manevi yürüyüştür. Bu yürüyüş fiziksel, mekansal değildir. Bilakis bir ilim edinme hareketidir. Bu hareketle Sırlar ilmine varılır. Bu manevi yürüyüş, ancak bir kamil mürşidin yönetiminde  gerçekleşir.

İmam Rabbani, Mektubat adlı eserinin 144. mektubunda  bu konuyu açık bir şekilde anlatmaktadır. Seyrü sülük dört aşamalı bir  yürüyüştür. Bu aşamalar şunlardır:

Seyr-i İlallâh

Bu aşama, Allah’a yürüyüş demektir. En aşağı bilgilerden en yüksek bilgilere ilerleyerek, ilimde durmadan yükselmektir. Bütün yaratılmışların bilgisine sahip olunduktan sonra, Allah Teâlâ’nın ilminde son bulur. Allah’ın bilgileri başlayınca yaratılmışlara ait bilgi kaybolur. Bu duruma  Fena (yok olma) hali denir.

Seyr-i Fillah

Allah Teâlâ’nın isimleri, sıfatları, şuûn (şan) ve itibarları, takdisat (kutsama) ve tenzihatı (olumsuzlama) mertebelerinde ilmin ilerlemesi demektir. Bu ilerleme, ibarelerle ifadesi mümkün olmayan, bir işaretle gösterilemeyen, bir isimle adlandırılamayan,  bir kinaye ile kinayelenemiyen, hiçbir alimin bilemeyeceği ve hiçbir idrak sahibinin idrak edemeyeceği bir mertebede son bulan vücûb mertebelerindeki ilmi yürüyüşten ibarettir. Bu yürüyüşe  Beka (bulunduğu halde kalma) denir.

Seyr-i Anillah Billah

Bu üçüncü seyirdir. En yüce olanın ilminden en düşük olanın ilmine, en düşük olandan daha düşük olanın ilmine inen ve bu minvalde devam ederek tam olarak  mümkünata (yaratılmışlara) dönene kadar süren  ve vücûb mertebelerinin hepsinin ilminden aşağı inen  ilmi harekettir.

Bu yürüyüşü yapan  arif  Allah ile (beraber olduğu halde) Allah’ı unutur (gibi görünerek insanları irşadla meşgul olur), yani Allah ile Allah’tan döner. Kaybettiği halde bulan, ayrı kaldığı halde kavuşan ve uzak olduğu halde yakın durumundadır.

Seyr-i Fil Eşya

Bu dördüncü yürüyüştür. Bu yürüyüş, birinci yürüyüşte  kaybolup giden, eşyanın gerçek bilgilerine kademe kademe ulaşmaktan ibarettir. Bu dördüncü yürüyüş,  birinci yürüyüşün  karşılığıdır. Üçüncü yürüyüş ise, ikinci yürüyüşün karşılığıdır.

Seyr-i İlallah ile Seyr-i Fillah, velayeti (veliliği) elde etmek içindir. Bu makam  Fena  ve Beka’dan ibarettir.

Seyr-i Anillah ve Seyr-i Fil Eşya ise davet makamını elde etmek  içindir. Bu makam peygamberlere mahsustur. Salat ve Selam umumi olarak hepsinin üzerine, hususi olarak  en faziletlilerinin üzerine olsun. Onlara tam manasıyla tabi olan kamil zatların da bu büyük peygamberlerin  makamından bir nasibi vardır.

‘De ki: İşte benim yolum budur, Allah’a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar…’ (Yusuf suresi, ayet 108)

İşte başlangıcın ve nihayetin serüveni böyledir. Bunların anlatılmasındaki  maksat onun yüceliğini anmak ve taliplilerini  teşvik etmektir.

Bu makalemizi, gerçek bir Allah dostu olan  Mustafa İsmet (ra) Hazretlerinin (h. 1216-h.1289)  ilahi ilham ile yazdığı  Risale-i Kudsiyye adlı eserinin başındaki ,  tasavvufdaki seyrü sülük’ü anlatan şu dizilerle bitirmek istiyoruz:

 

Sığındım Zat-ı Hakk’a gel gidelim

Hemen seyr-i ilallah gel idelim

Yüce dergâhına yüzler sürelim

Garibiz kimsemiz yoktur diyelim

Bu varlıktan geçip Hakk’a gidelim

Aziz seyr-i ilallah gel idelim.

 

Hudâ İsm-i Celâliyle çü destur

Diledim bed idem ta ide mensur

Risalem nef’ile hem ola menşûr

Bu kemter aşkına çün oldu mecbur

Bu bârlıktan geçip Hakk’a gidelim

Aziz hem seyr-i fillah gel idelim.

 

Hudâ’ya oldu mahsus hamd-ü minnet

Nikab açdı bize kıldı inayet

Bu derde buldu ârifler  kerâmet

Mehabbet cezbesiyle kıldı davet

Bu darlıktan geçip Hakk’a gidelim

Azizim seyr-i anillah gel idelim.

 

Görünmek istedi ol Zat-ı Yezdan

Zuhura geldi ol Sultân-ı Ekvân

Muhammed âleme rahmettir ey can

Anın nurundan oldu cümle imkân

Bu benlikten geçip Hakk’a  gidelim

Azizim seyr-i fil eşya gel idelim.

( Sözlük:  dergâh = kapı, eşik, tekke; çü = çünkü; Hûda = Allah; destûr =izin; bed = başlamak; mensur = yardım olunmuş; nef’ile = menfaatle; menşûr = yayılmış; kemter = kul, fakir; çün = çünkü; bâr = sıkıntı, zahmet; nikab = peçe, perde; inayet = yardım; kerâmet = çare; mehabet = sevgi; cezbe = çekme; Zat-ı Yezdan = Allah’ın Zatı; Sultan-ı Ekvân = Kainatın Sultanı ; imkan = mahlukat; anın = onun )

 

Makalenin yazılmasında faydalanılan eserler:

‘Ariflerin Halleri’, İmâm-ı Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2010

‘Fenâ Risalesi’, İbn Arabî, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011

‘Fütühat-ı Mekkiye’, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006

‘İhyâu ulûmi’d-dîn’, İmam Gazali, Bedir Yayınları, İstanbul, 1974

‘Kalplerin Keşfi’, İmam Gazali, Çelik Yayınevi, İstanbul, 2012

‘Marifet ve Hikmet’, İbn Arabî, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011

‘Marifet Yolcusuna Kılavuz’,Sadrettin Konevî,İzYayıncılık,İstanbul, 2010

Mektûbât-ı Rabbâni’, İmâm-ı Rabbânî, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2008

‘Rabbânî İlhamlar’, İmâm-ı Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2011

‘Risale-i Kudsiyye’,Mustafa İ.Garibullah, Ahıska Yayınları, İstanbul, 2011

‘Sırr’ül – Esrar’, Abdülkadir Ceylanî, Bahar Yayınları, İstanbul, 1977

‘Tasavvufun Esasları’, İmâm Gazali, Şamil Yayınevi, İstanbul

Tasavvufî Hayat’, Necmüddin Kübra, Dergah Yayınları, İstanbul, 1996

‘Tasavvuf Yolu’, Necmeddîn-i Dâye, İFAV, İstanbul, 2013

 

 

Bu makale için  yorumlarınızı gönderebilirsiniz:  yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Anasayfa        Makaleler

Tasavvuf  Nedir ?

Yayımlama Tarihi: 06.07.2015