Tasavvuf hakikatler ilmidir. Bununla beraber tasavvufun bir ilim olup olmadığı İslam alimleri arasında uzun bir zaman boyunca tartışılmıştır. Bugün de aynı şekilde itiraz eden ilahiyatçılar vardır. Onlar derler ki, Tasavvuf bilgi üreten bir ilim değildir. Ancak bunun nedeni bu kişilerin gerçek tasavvufu bilmemeleridir. Gerçek tasavvufu bilmek için bir kâmil Mürşide ve bir de kişinin manevi tahsile kabiliyette olmasına ihtiyaç vardır. Bu iki hususa muhatap olmayanlar tarafından tasavvufun bir bilim olduğu kolaylıkla reddedilebilmektedir. Ancak bu itirazlara gereken cevaplar yine mutasavvıflar tarafından asırlar boyunca verilmiştir. Buna rağmen itiraz etmekte devam eden ilahiyatçılar ve filozoflar görüşlerinde ısrar etmektedirler.

İnsanın ulaşamadığı bir şeyi yok sayması tamamen izafi bir husustur. Bu bir zandır. Dolayısıyla hiçbir zaman gerçeği yansıtmaz. Tasavvufun bir ilim olduğuna itiraz edenler kendi zanları ile yollarına devam etmektedirler. Ancak bu zanları gerçeği ifade etmekten uzaktır. Bu husus Kur'an'da şu ayette dile getirilmektedir:

Onların çoğu, hiçbir dayanağı olmayan zandan başka bir şeye uymazlar. Zan ise, gerçek adına hiçbir şey ifade etmez. Hiç şüphesiz Allah,onlar ne yapıyorsa hepsini hakkıyla bilmektedir.” (Yunus, 10/36)

Bu tartışmaların bazılarının amacı da İslam'ın temel güzelliklerinden biri olan tasavvufun değerini küçülterek onu insanların gözünde itibarsızlaştırmaya çalışmalarıdır. Böylece İslam'ın bir güzelliği olan tasavvuf itibarsızlaşırsa İslam'da itibarsızlaşmış olacaktır. İslam ülkelerinde bunu yapanların büyük bir kısmı küresel emperyalizmin adamlarıdır. Küresel emperyalizm İslam’ı ortadan kaldırmak için onun üç güzelliği olan İman, İlim, Tasavvufa saldırarak onların hakikatlerini insanların gözünde küçük düşürmeye gayret etmektedir. Bu nedenle bazı yazarlar İslam'ın bu güzelliklerini gerçek anlamından kopararak dejenere etmek gayreti içindedirler.

Ancak bunda başarılı olamayacaklardır. Çünkü İslam'ın bu güzellikleri Allah'ın yerdeki ve göklerdeki nurunun birer tezahürleridir. Bu Nur hiçbir zaman sönmez. Bu nedenle bütün alemlerde İslam'ın güzellikleri birer Nur olarak parlamaya devam edecektir.

İslam düşüncesinde ilimler arasında daima uzlaşma ya da çatışma şeklinde tezahür eden ilişki biçimleri olmuştur. Tasavvuf ilmi, belki de tarihî gelişim süreci açısından bu tarz ilişkilere muhatap olan başlıca ilimdir. Tasavvuf ile diğer ilimlerin ilişkisinde belirleyici olan unsur, tasavvufun bilgi üretme yöntemi olan bir ilim olup olmadığı meselesidir. Tasavvufun bu yönü açısından tarihsel gelişimine bakıldığında iki ana dönem dikkat çekmektedir. Birinci dönemde tasavvuf, keşf ve müşâhedeye dayalı şer’î bir ilim olarak tanımlanmışken, İbnü’l-Arabî ile başlayan ikinci dönemde keşf ve müşahedenin varlık hakkında bilgi ürettiği metafizik bir ilim olarak inşa edilmiştir. Dolayısıyla bütün dönemlerde tasavvufun bilgi üreten bir ilim olup olmaması temel sorununa, iki dönemde farklı iki cevap verilmiştir. Tasavvufun şer’î bir ilim olarak sunulması, fıkıh ve hadis gibi ilimlere karşı ve onların düzleminde gerçekleşmişken, tasavvufun metafizik bir ilim olarak tasavvur edilmesi, felsefe ve kelam düzleminde oluşmuştur.

Sufiler inanç konusunda hadisçiler ve fakihlerle aynı görüşü paylaşan, onların ilimlerini benimseyerek onların esaslarına karşı çıkmayan kimselerdir. Çünkü sufiler, bid’atlardan ve nefsin kölesi olmaktan kaçınan, güzel örneğe bağlı ve ona uymaya hazır, her türlü bilgide fakih ve muhaddislerle ortak görüşlere sahiptirler. Sufilerden bilgi ve anlayışta muhaddis ve fakihlerin derecesine ulaşamamış olanlar, ahkam-ı şer’iyye ve hudud-u islamiyye konusunda karşılaştıkları müşkillerin halli için mutlaka muhaddis ve fakihlere başvururlar. Alimlerin icma ettikleri konuda sufiler de icma ederler. Ulemanın ihtilaf ettiği konularda ise sufiler, ihtiyatlı olmak için en güzel ve en mükemmel olanı seçerler ki böylece Allah’ın kullarına emrettiği şeyi uygulamış ve nehy ettiğinden de sakınmış olurlar. Buna göre sufiler ehl-i sünnetin gerçek temsilcileridir.

 

Tasavvufun Tarifleri

Tasavvufun birçok tarifleri vardır. İslam alimi Sühreverdi’ye göre bu tariflerin sayısı binden fazladır.  Bunlardan bazılarını aşağıda ifade ediyoruz:

● Tasavvuf, ahlâk-ı İlahiye ile ahlâklanmakdır.

● Tasavvuf edeptir.

● Cüneyd'in tarifİ: Tasavvuf Allah ile bilaalaka (herhangibir benzeme ve mecaz olmadan) birlikte olmaktır.

● Ebu Muhammed El Cerir diyor ki: Tasavvuf, ahlâk-ı hasene (güzel ahlâk) ile ahlâklanmak ve ahlâk-ı zemimeden (kötü ahlâktan) vazgeçmektir.

● Tasavvuf, tekellüfü (gösterişi) terk ve ruhu bezl (sonuna kadar gayret) etmektir.

● Semnun’a sormuşlar, şöyle cevap vermiş: Tasavvuf oldur ki ne sen bir nesneye malik olasın, ne de bir nesne sana malik ola.

● Tasavvuf Hakk'a boyun eğmektir.

● Bişri Hafi’ye tasavvuftan sual edilince şöyle cevap vermiştir: Tasavvuf üç mananın ismidir. Biri kişinin irfan nuru ki bu yaratılmışların nurunu söndürür. İkincisi öyle bir batıni söz söylesin ki, o Kur’an ayetlerini ve sünneti bozmasın.   Üçüncüsü, Allah Teâlâ Hazretlerinin koyduğu hükümleri bozan bir kerameti göstermesin.

● Sühreverdi şöyle diyor: Tasavvufun evveli ilimdir, ortası ameldir, sonrası mevhibedir (karşılıksız ihsan). İlim, muradı keşfeder. Amel ise talebe muin (yardımcı) olur. Mevhibe de, emelin sonuna eriştirir.

Aksaray'daki Oğlanlar Tekkesi postnişini Şeyh İbrahim Efendi’nin tasavvuf hakkındaki manzumesinden bazı beyitleri aşağıda zikrediyoruz:

Bidayette tasavvuf, sofi-bican olmaya derler,

Nihayette gönül tahtında sultan olmaya derler.

Tasavvufta şeriat, name-i hestiyi dürmektir,

Tasavvuf ateş-i aşk ile suzan olmaya derler.

Tasavvuf arif olmaktır hekimâ adetullaha,

Tasavvuf cümle ehl-i derde derman olmaya derler.

Tasavvuf kalp evinden masivâllâhı gidermektir,

Tasavvuf kalb-i mü’min Arş-ı Rahman olmaya derler.

Tasavvufta her nefeste şarkı ve garba irişmektir,

Tasavvuf bu kamu halka nigeh-ban olmaya derler.

Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin,

Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmaya derler.

Tasavvuf ilm-i Hakk'a sinesini mahzen etmektir,

Tasavvuf sofi bir katreyken ummân olmaya derler.

Tasavvuf on sekiz bin âleme dopdolu olmaktır,

Tasavvuf, nüh felek emrine fermân olmaya derler.

Tasavvuf günde bin kere ölüp yine dirilmektir,

Tasavvuf cümle âlem cismine can olmaya derler.

Tasavvuf zat-ı insan zat-ı Hakda fâni olmaktır,

Tasavvuf kurb-i “ev edna” da pinhan olmaya derler.

Tasavvuf cânı cânâna verip âzâd olmaktır,

Tasavvuf can-ı canan, can-ı canan olmaya derler.

Tasavvuf sende olmaktır hakikat, Hak ey İbrahim,

Tasavvuf şeri’i Ahmed dilde burhân olmaya derler. 

 

Tasavvuf Bir İlim midir?

İlmin tasnifi, ilim tarihinde çok önemli bir meseledir. İlim tasnifini burada ele almak istemiyoruz.  Bununla beraber İslam alimlerinin büyük bir kısmının tasavvufu da ilimler arasında saymakta olduklarını söyleyebiliriz. Ancak İslam alimleri tasavvufun bir ilm-i zahir olmayıp bir ilm-i batın ve bir ilm-i ledün ve bir ilm-i kal (söz ilmi) değil bir ilm-i hal (hal ilmi) olduğunu ifade etmişlerdir. Bundan dolayı tasavvuf kendi mensupları indinde bir ilm-i hikmet olarak kabul edilir. Fakat bu hikmetin bildiğimiz felsefe ile münasebeti yoktur. Zira bu hikmet büyük evliyalara mahsustur.

Türk mutasavvıfı ve alimi Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780), “Marifetname”sinde şöyle diyor: “Hikmet-i evliya, ilm-i Billâh’tır ki hakikidir ve ilm-i haldir, ilm-i irfandır, ilm-i aşktır, ilm-i batındır, ilm-i ledünnidir, ilm-i südurdur, ilm-i kulubtur. İlm-i Billah keşf-i kerrûbtur,  setr-i uyubtur, kefaret-i zünubtur. İlm-i Billaha hikmet namıyla maruftur ve Kur'an'da hayr-ı kesir ile mezkûrdur.”

İbrahim Hakkı'nın bu tarifleri aynı fikrin çeşitli tabirlerle tekrarından başka bir şey değilse de neticede tasavvufî aksamı hikmetten saydıklarını görüyoruz. İbrahim Hakkı’nın ilim ile hikmet arasındaki farkı göstermek için yazdığı  şu satırlar pek dikkat ve ehemmiyetle okumaya layıktır: “İlim, talimle (eğitimle) olur ve hikmet tecerru’ (süze süze içme)  ile olur. Zahiri ilim lisandan lisana gelir ve hikmet gaybten kalbe gelir. İlm-i zahir, lisandan huruc eder, ancak kulağa gider. İlm-i batın gönlün derinliğinden çıkan nefese tesir edip kalbin içine akar. İlm-i zahir lisanın işlerindendir.  Lisan ise mülk aleminin hazinesidir. İlm-i batın gönül durumlarındandır. Gönül ise  melekût aleminin  hazinesidir. İlm-i zahir halk içinde bilinir ve kitaplarda yazılı ve neşredilir. İlm-i batın, Hakk için gönüller içinde kapalı ve halka açıklanması yasak ve mahzurludur. İlim tefekkürle bilinir, hikmet zikirle bulunur.

İbrahim Hakkı bu farkı gösterdikten sonra hikmeti şöyle tarif ediyor: “Hikmet, ilm-i ledünnidir ki Rabbani bir ilhamdır. Hikmet kemal-i fehm (üstün bir düşünce) ve ferasettir. Hikmet yakinin keşfidir. Hikmet yakinin gözden geçirilmesidir. Hikmet bir nurdur ki ruh-ı izafiden kalb-i arifte zuhur eder. Bol hazza sahip olan arifin hikmeti  tamam ve çoktur. Hikmet, konuşmada isabetli olmayı temin eder ki böylelikle Hakk’la konuşmuş ve sukut bulmuş olmaktır. Hikmet, konuşmada, işlerde ve durumlarda isabet etmektir.”

Hikmetin alameti: Dünyayı arzu etme sevgisini terk etmektir. Yüceyi ve Mevla ile birlikte olmayı istemektir. Hikmetin alameti, yeme, içme ve uykuyu azaltmaktır.  Sağlıklı olmayı devam ettirecek kadar yemek, ihtiyaç kadar konuşmak ve gönülden Allah Teâlâ’ya yönelmektir. Hakk’a tevekkül etmek, işlerini O’na bırakmak, O’na teslim olmak ve O’nun rızasını dilemektir.

Hikmet, kendisinden büyük olana teslim olmak ve kendinden küçüklere saygı ve şefkat göstermektir.  Bu sıfatlarla bezenmiş olan arif, ilahi bir hekimdir. Hikmeti ehlinden men etmek ehline zulümdür ve hikmeti naehil olanlara (ehil olmayanlara) söylemek hikmete zulümdür.

İranlı İslam alimi Molla Camî (1414-1492)’nin Nefehatü’l Üns adlı eserinde ilm-i batın şöyle tarif edilmektedir: “İlm-i batın şu anlamların bilgisidir ki, bu bilgi Cebrail (as)’ın vasıtasıyla gayb aleminden, “makam-ı ev edna” dan “li ma’allah vaktün” durumunda olan Peygamberimiz (sav)’in ruh-u şerifine feyz olunmuştur… İlm-i batının çeşitleri vardır. İlm-i iman, ilm-i İslam, ilm-i ihsan, ilm-i marifet-i nefs, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i fark-ı meyan-ı işarat ve ilham ve hitab ve nida-i hanif ve kelam-ı Hakk, ilm-i müşahedat ve ilm-i mükaşefat, ilm-i tevhid ve ilm-i tecelli-i zat ve ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i makamat,  ilm-i ahval, ilm-i kurb, ilm-i ba’d, ilm-i vusul, ilm-i fena, ilm-i beka, ilm-i sekr ve ilm-i   sahv… Bu ibarelerde gördüğümüz ilim tabirlerini tabii olarak bildiğimiz ve belirli kuralları olan ve herkesçe bilinen, delillerle düzenlenmiş ve derlenip toparlanmış bir ilim olarak algılanmamalıdır.”

Ebu Talib-i Mekki (ö.386/996) demiştir ki: Âlim-i Billâh olan kâmilin üç ilmi vardır. Biri ilm-i zahirdir ki ehl-i zahire bol bol verilir ve biri ilm-i batındır ki ancak ehline verilir. Ama üçüncü ilim ne zahir ve ne de batındır. Ol bir sırr-ı hafidir ki onunla Allah arasında örtülü ve gizlidir.”

 Bu konuda Mısırlı alim ve sufi İmam Şa’rani (ö. 973/1565) “Levamiü’l- Envar fi Tabakatü’l- Ahyar” adlı eserinde şunları söylemektedir: “İlm-i beyan nasıl ilm-i nahvin özü ise, tasavvuf ta şeriatın hükümleriyle amel eden bir kimsenin yaptığı işlerin özüdür. Tasavvuf müstakil bir ilimdir. Tasavvuf kitap ve sünnetle sağlamlaştırılmıştır. Şeyh-i Ekber İbn Arabî (1165-1240), “Fütuhat-ı Mekkiyye” adlı kitabında bu ilme, Allah’a ulaşmanın yolu, iman ve takvadır demiştir.”

Türk alim ve mutasavvıfı Yazıcızade Şeyh Ahmet Bican (ö.870/1466), “Münteha” adlı eserinde şunları söylemektedir:  “İlmin şanındandır ki, bir konusu, ilkeleri ve meseleleri ola. Bu kitabın konusu Hakk’ın varlığı, ilkeleri hakikatlerin anasıdır. Bunlara esmaü’z-zat (Zat’ın isimleri) derler.”

 

Tasavvufta İlim Tahsili İçin Yollar

Genel olarak ilim tahsili için iki yol vardır. Birisi düşünce yolu, diğeri temizlenme yoludur. Düşünce yolundan maksat, delilleri ve olguları kontrol ve araştırdıktan sonra  fikir yoluyla neticeye varmaktır.  Bunun aleti ve yardımcısı tabii ki akıldır. Mantıkta öğrendiğimiz tümdengelim yoluyla,  yani bir genel hakikatten daha küçük hakikatleri çıkarmak veya tümevarım yoluyla cüz’iyattan bir genel hakikate varmak süreçleri de düşünce yolu ile ilim yapmaya aittir.  Temizlenme yoluyla ilim tahsil etmek ise büsbütün başka bir yoldur. Bu yolda riyazat ve mücahede ile ve diğer şeriat kurallarına riayet ederek insanın kalbini masiva pasından temizleyerek bütün ilim ve hakikatlerin kendisinde parlayarak ortaya çıkmasıdır.  Bu nedenle tasfiye yoluyla elde edilen ilim gayb yolu, müşahede ve irfan yoludur. İşte tasavvuftaki yol  bu ikinci yoldur ki, Peygamberimiz (sav)’e mahsus   özel bir yoldur.  

Nitekim İbrahim Halilullah Aleyhisselam da düşünce yolunu kullanmıştır.  Zira bir gece karanlık bastığı vakit müşteri veya Zühre yıldızını görünce acaba Rabbim bu mu demiş, sonra bu yıldız batınca ben böyle kaybolanı sevmem demiş. Ondan sonra ay doğunca acaba Rabbim bu olmasın demiş, o da batınca tereddüde düşmeye başlamış ve dalalete düşmekten korkmuş. Nihayet güneş doğunca diğerlerinden daha parlak ve büyük olduğundan güneşin Allah olması lazım geleceğine hükmetmiş iken, onun da battığını görünce hakikati anlayıp yıldızlara tapmakta olan kavmine dönüp “Ey vatandaşlarım ben bu sizin Allah'a şirk koştuğunuz şeylerden beriyim ve onları tanımam” demiştir (Enam, 6/76-81). İşte bu tarz bir akıl yürütme düşünce yolunun kudsi ve parlak bir numunesidir.

Bu iki yoldan birincisi ulemanın, ikincisi sofiyenin yoldur. Bu iki yoldan hangisi üstündür? Bu konuda birçok tartışmalar olmuştur. Hüccetü’l İslam İmam Gazali (1057-1111) bu meseleyi pek derin ve tatlı bir surette münakaşa etmiştir. Onun mütalaasına göre herkesin bildiği yolda yani mektep, kitap, muallim vasıtasıyla çalışarak ilim tahsil etmesi emin bir yoldur ve bunda muvaffakiyet kesindir.  Öteki yol ile de maksat hasıl olur. Ama düşünce yolu gibi emin değildir ve herkese müyesser olmaz. Buna mahsus kabiliyet, istidat ve manevi feyz ister. İşte İmam Gazali’nin  mülahazalarının özü bundan ibarettir.

 

İlm-i Husuli ve İlm-i Huzuri

Çalışarak, düşünerek ve çıkarım yaparak, muhakeme ile elde edilen ilme ilm-i Husuli denir. Fakat delil, kanıt ve kıyasa muhtaç olmadan kalbe  gelen ve  temizlenme yoluyla gelişen ilme de ilm-i huzuri denir. Buna vasıtasız bilgi de denir ki sufilerin ilmi işte bundan ibarettir.

Ancak bazen kalbi temizledikten sonra ruhun  kutsal aleme çekilmesi ile bir ilim daha meydana gelir ki buna da “mükaşefe” (sırların keşfedilmesi) denir. İlmin mertebelerinin sonu budur. Peygamber Efendimiz bir hadisinde, “Kim ilmiyle amel ederse Allah onu bilmediği ilimlere de mirasçı kılar” buyurmuştur. Tasavvuf ehlinin indinde hakikatin ilmi işte bu varis kılınan ilimdir. (Muhammed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi)

 

İlimler Hiyerarşisinde Tasavvufun Yeri

İslâmî ilimler ağacının ana gövdesinden çıkan bir güçlü dal olarak tasavvuf ilmi meyve ve semereleriyle İslâm medeniyetinin parlak çehresini oluşturmaktadır.

Sûfîler tasavvuf ilmini diğer İslâmî ilimlerden soyutlayarak salt bir şekilde ele almamışlardır. Diğer İslâmî ilimlerle meşgul olan İslâm ulemâsı da tasavvuf ilmiyle kabul veya ret bağlamında bir şekilde yakın irtibat kurmuşlardır. Gerek sûfîlerin tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve ahlak ilmine dair söyledikleri ve bu ilimler sahasında uğraşıları gerekse bahsi geçen ilimlerde yetişmiş olanların tasavvuf ilmine dair müsbet veya menfî yöndeki yaklaşımları tasavvuf ilmiyle diğer İslâmî ilimler arasındaki yakın irtibatın apaçık bir göstergesidir.

Muhammed Hakîm et-Tirmizî (ö. 295/888), Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö. 465/1073), Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), Azîzüddîn en-Nesefî (ö. 700/1300), Abdülkerîm Cîlî (ö. 826/1423), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 874/1469), İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724) ve İbrahim Hakkı Erzurumî (ö. 1194/1780) gibi sûfîler eserlerinde gerçekleştirdikleri ilimler tasnifinde diğer İslâmî ilimleri “şer’î ilimler” olarak nitelerken tasavvufu “hikemî ilimler” olarak ele almışlardır. Onlara göre diğer ilimler “bahsî ilimler” (söz tartışmalı ilimler) dir. Buna karşı tasavvufu “keşfî ilim” (sırları açığa çıkaran ilim) olarak değerlendirmişlerdir. Tasavvuf ilminin alt kolları keşf ilimleri, vehb ilimleri, aşk ilimleri, ahvâl ilimleri, makâmât ilimleri, tecellî ilimleri olarak sıralanmaktadır.

Fıkıh, hadis, ahlak, kelam ve tefsir ilimleri de hakikat arayışındadır. Ancak tasavvuf ilminin gayesi onlarla ortak olmakla birlikte, yöntem bakımdan onlardan farklı bir üslup ve yönteme sahiptir. Sufiler yöntem açısından diğer ilimleri yetersiz ve yüzeysel bulmuşlardır. Tasavvuf ise öğrenerek ilim sahibi olmak yerine  kendilerine bağışlanan ilimlere varis olmayı gaye edinmişlerdir.

Onlara göre nazarî yaklaşımlardan çok keşfî donanıma ermek daha önemlidir. Salt ilim arayışının ötesinde ilim ve amel bütünlüğünü, dinin zâhirî esaslarıyla uğraşmanın yanında hem zâhirî hem de bâtınî esasları incelemeyi amaç edinmişlerdir. İlmin ötesinde irfan ve hikmet ehli olmak onların amacıdır. Bu amaçlarının gerçekleşmesi için diğer İslâmî ilimlerin verilerini yerli yerinde kullanmayı gerekli görmüşlerdir. Bununla beraber sûfîler, bu birikimin yanında felsefî tahlillere, mantık kurgularına, psikolojik tahlillere, sosyolojik verilere, güzel sanatların imkânlarına, beşerî ilimlerin sahasına, müsbet ilimlerin verilerine de kapı aralamış ve bilgi kaynaklarını daha geniş bir yapıda tutmuşlardır.

Sufiler tasavvuf ilmini metafizik bir ilim dalı olarak görmüşlerdir. İmam Gazalî örneğinde sûfîler, insanın yetkinleşmesini, kuşatıcı varlık olmasını, varlık aynasının cilâsı kıvamında saf ve berrak hâle gelmesini istemişlerdir. Sahip oldukları ilmi “hakîkat ilmi” olarak niteleyen sûfîler, taklit düzeyinden tahkik düzeyine geçmişlerdir.

İmam Gazalî tasavvuf ilmini, İslâmî ilimleri birbirine bağlayan bir köprü olarak görmüştür. Tasavvuf ilmini birleştirici bir üst şemsiye olarak görüp model bir ilim değerlendirmesinde bulunmuştur. Tasavvuf ilminin İslâmî düşünce geleneklerini, mezhep farklılıklarını, farklı yapı ve mizaçları yakınlaştıran bir işlevselliğe sahip olduğunu dile getirerek bu bakımdan tasavvuf ilminin İslami ilimler arasında kilit rol üstlendiğini ifade etmiştir.

Yüksek makamların ve mertebelerin tadına varan arifler, gündelik hayatın basit ilişkilerinden sıyrılarak, eşyanın perde arkasını okumaya, varlığın hakîkatine tercüman olmaya çalışırlar. Bu nedenle İslâmî ilimler mozaiğinin bir parçası olan tasavvuf dıştan çok içe, şekilden çok öze, görüntüden çok asla, sözden çok hale önem vermekte olduğu bilinmektedir.

 

Tasavvufun Bir İlim Olarak İnşa Süreci

Tasavvuf, İslâmî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsîr, hadîs ve fıkıh, asr-ı saâdette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevâsı îtibâriyle asr-ı saadette mevcuttu. İslâm’ın ihsân boyutunu, îmânın îkan; yâni yakînî bir surette yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur’an’da bahsi geçen takvâ, zikir, huşû, tevbe ve rızâ gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur’an ve sünnetten alıp tatbîkî olarak öğretenler de zâhidler ve sûfîlerdir.

Tasavvufun asr-ı saâdetteki adı belki zühddür, ihsândır, rabbânîliktir, ama tasavvuf öz ve muhtevâ îtibâriyle o gün de vardı. Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin (ö.324/935) bazı kelam konularına dair eseri olan “el-Luma’” adlı tasavvuf klasiğinin üçüncü ve yedinci bölümleri arasında büyük sahâbîlerden her birinin tasavvufta belli özellikleriyle imâm ve önder olduklarından bahsedilmektedir. Burada anlatılanlara göre hulefâ-i râşidîn ve aşere-i mübeşşereden sahâbîlerle ashâb-ı suffadan her biri, tasavvufî özellik ve zühdî tavırlarla temâyüz etmişlerdir. Bu açıdan ashâbın hayâtında, daha sonra tasavvuf diye şekillenen mânevî meşrebin ilk nüvelerini bulmak mümkündür.

Diğer taraftan Hz. Peygamber ve hulefâ-i râşidîn devrinde Hanefîlik ve Şâfiîlik gibi fıkhî, Mâtürîdîlik ve Eşarîlik gibi îtikâdî mezhebler de henüz teşekkül etmiş değillerdi. Aslında İslâmî ilimlerin tekevvünü/oluşumu aşağı-yukarı aynı yüzyıllara rastlamaktadır. II ve III. h. asırlar, mezhebler ve ilimlerle tasavvufun oluşum dönemi olarak kabûl edilmektedir.

Tasavvufun tarihî gelişim sürecine baktığımızda, bir epistemolojisinin (bilgi felsefesinin) olup olmaması meselesinin, tasavvufun bütün zamanlarının en temel sorunu olduğunu söylememiz mümkündür. Sufilerin zâhir ehli olarak tanımladığı kesimin tasavvufa yönelik temel eleştirisi, daima bu mesele üzerine olmuştur. Onlara göre tasavvufî müşâhede bir bilgi üretmez ve bu yüzden bir ilim değildir. Bu iddiaya karşılık sufiler de daima şunu söylemişlerdir: Tasavvufî müşâhede bir bilgi üretme yöntemidir ve tasavvuf müşâhedenin verileri üzerine kurulu bir ilimdir. Bütün dönemlerde aynı sorun yaşanmıştır. Fakat verilen cevap dönemlere göre farklılık göstermiştir. Bu bağlamda tasavvuf tarihini iki döneme ayırmak gereklidir. Birinci dönem, tasavvufu şer’î bir ilim olarak tanımlayan dönemdir. İkinci dönem İbnü’l-Arabî ile başlamış ve bu dönemde tasavvuf metafizik bir ilim olarak tanımlamıştır. Her dönemin birbirine benzer iki aşaması mevcuttur. Birinci aşama önce ilmin ortaya konulması, ikinci aşama ise zâhir ehli tarafından yapılan eleştiriler üzerine tasavvuf ilminin yeniden inşa edilmesidir.

Birinci dönemin ilk aşamasında tasavvufun kurucuları, tasavvufu şeriatın karşısında hakîkat alanını temsil eden bir ilim olarak oluşturmuşlardır. İkinci aşamasında ise zâhir ehlinin kabul edebileceği bir zeminde bunu yeniden yapılandırmışlardır. İkinci dönemin ilk aşamasında İbnü’l-Arabî, tasavvufu bütün ilimlerin kaynağı olarak metafizik bir ilim şeklinde tanımlamıştır. Sonra onun takipçileri olan Konevî ve Kayserî gibi mutasavvıflar, bu ilmin hem epistemolojik temelini hem de ana ilkelerini felsefî ve kelamî düzlemde inşa etmişlerdir. Bununla beraber tasavvufun felsefe ve kelamdan çok farklı bir ilim olduğunu da vurgulamışlardır. 

Fıkh-ı bâtın olarak tasavvuf, kalbin istinbatı (akıl yürütme ile çıkarım) ile hükümleri çıkarmıştır. Diğer yandan İbnü’l-Arabî’nin yorumcuları olan Konevî ve Kayserî ise, keşf ve müşâhedenin bütün varlığı izah eden bir bilgi yöntemi ve metafizik bir ilim olduğunu savunmuşlardır. Bu yöntemi felsefedeki mantık ilminin tasavvufdaki karşılığı olarak inşa etmişlerdir.

Şu tespiti yapabiliriz: sufilerle diğer ilim alanları arasındaki ilişki ve çatışmada belirleyici olan unsur, daima tasavvufun bir ilim olarak epistemolojik değeri meselesi olmuştur. Tasavvufa yönelik temel eleştiri, bütün dönemlerde aynı olsa da sufilerin cevapları dönemlere göre farklılık göstermiştir.

 

Tasavvufun Diğer İlimlerle İrtibatı

Tasavvuf ilmi sadece İslâmî ilimlerle değil gerek bireysel gerekse toplumsal alandaki etkileri sebebiyle felsefe, sosyoloji, psikoloji, pedagoji ve ekonomi gibi sosyal ilimlerle de sıkı bir irtibata sahiptir. Tasavvufun kullandığı argümanlar arasında yer alan şiir, mûsikî ve güzel sanatlar da tasavvuf ilminin etkileşim alanlarını genişletmektedir.

Sufiler müsbet bilimler ve tıp ile de ilgilenmişlerdir. Özellikle 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam’ın altın çağında yaşamış ünlü ilim adamları vardır. Bu kişiler aynı zamanda tasavvufla da ilgilenmişler ve bu konuda aralarında tartışmışlardır. Bu hususta en bariz örnekler İbn Sina (ö.1037), Ömer Hayyam (1048-1131), Nasireddini Tûsi (1201-1274), El-Bîrûnî (973-1048), Farabi (872-950) gibi ilim adamlarıdır.

Sufilerin yakın zamandaki müsbet bilimlerle irtibatı konusunu daha anlaşılır kılmak için aşağıda bazı örnekler vereceğiz. Bu örnekleri Hür Mehmet Yüce’nin bu konu ile ilgili olarak yaptığı doktora çalışmasından alıyoruz. Bu doktora çalışmasında Osmanlı toplumunun on dokuzuncu asırdaki tasavvufî dokusu ortaya konulmaktadır.

Fizikçiler, maddenin aslının enerji olduğunu ve enerjinin aslının da ışık olduğunu düşünmektedirler. Sûfî muhakkikler ise “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur, 24/35) âyetine getirdikleri yorumlarda  nûrun letâfetten kesâfete geçerek maddî âlemi oluşturduğundan bahsetmektedirler. Her iki düşünce arasında bir paralellik vardır. Gerçekten alemlerdeki her şey “Kün” emriyle Allah’ın nurunun bir tecellisi olarak  ortaya çıkmıştır. Ancak bu ortaya çıkışın hakikatinin çok az bir kısmı insanlara malum olmaktadır.

“…Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra, 17/ 85)

Nakşbendiye’den Kilisli Şeyh Abdullah Sermest Efendi’nin (ö.1298/1882) Mısır’da Fransız Colit Efendi’den tıp tahsil ettiği ve tıbba dair bir kitabının olduğu bilinmektedir. Mısır Valisi İbrahim Paşa ile birlikte Mısır’a giderek tıp tahsil eden bir diğer mutasavvıf ise daha çok resimleriyle tanıdığımız Konya Mevlânâ Âsitânesi’nde aşçıbaşılık ve neyzenbaşılık yapan Hasîb Dede’dir.

Nakşbendiyye’ye müntesip olan Hacı Ali Paşa (ö.1333/1917), Askerî Tıbbiye’den mezun olduktan sonra aynı okulda uzun yıllar nebâtât okutmuş, Mülkî Tıbbiye Mektebi’nde ise botanik dersleri vermiş ve müdürlük görevlerinde bulunmuştur. Uşşâkiye’den Şeyh Yemezzâde Süleyman Rüşdî Efendi (ö.1768-1834), Nidâî Ankaravî’nin Menâfiu’n-Nâs isimli tıpla ilgili eserini istinsah etmiş, sonuna konuyla ilgili yedi varaklık bilgi ve dokuz varaklık şiir eklemiştir.

Ali Rusçukî Efendi’nin (ö. 1274/1857) Arapçadan tercüme ettiği İlm-i Tabakâtü’l-Arz adlı eser adından da anlaşılacağı üzere jeolojiye dairdir. Müellifi bilinmeyen yüz kırk sayfalık bu eser, devrin padişahına takdim edilmiştir. Jeolojinin tanımı ve sahasının izahıyla başlayan ve bir lügatçe ile biten eser matbûdur. Hoca İshak Efendi’nin Mecmua-i Ulûm-ı Riyâziyye’den sonra sahasında ikinci ve müstakil olarak verilmesinden dolayı önemlidir. Kethüdâzâde’nin sâdık bendelerinden Tevhid Efendi’nin matematiğe ait Nuhbetü’l-Hisâb adıyla yazdığı eser basılmıştır.

Yine devletin ve toplumun gündelik ihtiyaçlarına yönelik saatçilik, işleme ve oymacılık gibi el sanatları yanında mîmârî ile meşgul olan, mesâi sarf eden tarîkat şeyhlerine rastlanmaktadır. Meselâ Şâbâniye-i Halîliyye Tarîkatı’ndan hilâfet alan ve Anadoluhisarı’ndaki konağına bir semâhâne eklettirerek tarîkatını neşreden Mimar Şeyh Ahmed Tal’atî Efendi bunlardan biridir. Şeyh Tal’atî Efendi mühendisliğini yaptığı binâların mükemmelliğiyle, asrının mimarları arasında seçkin bir yer edinmiştir.

Tal’atî Efendi’nin en meşhur eserleri Sirkeci Postahane binâsı ve Elmalı Baraj inşaatıdır. 5 Mart 1893’te açılan postane binâsı iki yıl sonra meydana gelen meşhur İstanbul depreminden hiçbir hasar almadan çıkmıştır. Yine Beyoğlu Tepebaşı Mahallesi’nde Yenişehir eşrafından İbrahim Paşa ve Bağdat Valisi Giritli Mustafa Asım Paşa ile ortak olarak aldıkları bir arsaya yaptığı on sekiz dükkân, bir fırın, kırk sekiz apartman dairesi ve dört yüz kırk odalı “Şeyh Apartmanı” da bu zelzeleden etkilenmemiştir.

Zikredilen örneklerden anlaşılacağı üzere yaşadıkları dönemin imkânları ölçüsünde tasavvuf erbâbı farklı ilim dallarında kendilerini göstermiş, hatta dönemin parlak simaları konumuna gelmişlerdir. Özellikle güzel sanatlar, mûsikî, mîmârî, edebiyat, şiir, plastik sanatlar, ebru, hüsn-i hat, ciltçilik, tezhip, oymacılık, kütüphanecilik, çini ve minyatür sanatı gibi alanlarda eserleri ve yapıtlarıyla göz dolduran ve hayranlık uyandıran meşâyıh kültür ve medeniyetimizin parlak simaları olmuşlardır.

Sûfî tutum ve davranışların en önemli yönü psikolojik boyuta sahip olmasıdır. İnsanlara  psiko-sosyal bir terapiyi sağlamasından dolayı tasavvuf kişisel gelişim kadar sosyal değişimin de adresi olmuştur. Buradaki amaç bireylerin gündelik hayatın insafına terk edilmeden kendilerini keşfedip inşa etmelerini sağlamakta, sağlıklı bireylerin topluma kazandırılmasıyla güçlü toplum modellerini insanlığa sunmaktadır. Bu nedenle  insanın aşkın benliğini geliştirmesini ve sağlıklı ruhsal yapıya sahip olmasını sağlayacak psikolojik tahlil ve yaklaşımlarıyla tasavvuf aynı zamanda ilmü’n-nefs olarak tanınmış ve modern psikolojinin öncüllerini ortaya koymuştur.

Davranış psikolojinin bugün ortaya koyduğu erdem, ilke ve değerleri tasavvuf tecrübî ilim olarak dile getirmiş ve pratiğe dökmüştür. Tarih boyunca İslâm coğrafyasında bütün toplum katmanlarına hitâbetmeyi başarmıştır. Tasavvuf bütün insanların, insan olmanın ortak paydasında buluşmayı ve insana değer vermeyi ölçüt olarak ele almalarına önem vermiştir. Örneğin Osman Gazinin şeyhi Edebali Hazretlerinin devlet yönetiminde Osman Gaziye yaptığı tavsiye şöyledir: “İnsanı yaşat ki toplum yaşasın.”

Bu husus Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde uygulanmıştır. Şöyle ki, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tekke ve zâviyeler halkın beklentilerini sağlamada o kadar etkili olmuştur ki günümüzde bile Anadolu’nun kültür ve geleneklerinde, dil ve töresinde tasavvuftan kaynaklanan, deyim, ifade, âdet ve uygulamalar hâlen varlığını devam ettirmektedir.

Tasavvufî metinler hangi zâviyeden okunuyorsa o bağlamda değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Kuantum fiziğine göre üzerinde gözlem yapılan şey, gözlemenin durduğu yer ve bakış açısına göre anlam kazanmaktadır. Buna göre olaylar kişinin hangi zâviyeden baktığına göre değişiklik arzetmektedir. Tasavvufî metinleri yorumlarken metni kendi perspektiflerine göre yorumlamaktadırlar. Bu da tasavvufun bir hakikat ilmi olduğunun göstergesidir. Kuantum teorisinin bin sene sonra  verdiği sonuç tasavvufta bin sene önce sağlanmıştır.

Sufilerin dışında bazı şahsiyetler tasavvufî metinleri okurken çoğu zaman hariçten gazel okuyabilmekte, kendi zâviyesinden yaklaşarak metni bağlamından koparabilmektedirler. Halbuki tasavvufî metinler çoklu anlam yapısına sahip bulunmakta, bohça katları gibi iç içe sarmalanmakta ve çok derinlikli mânâ mertebelerine sahip bulunmaktadır. Bunun nedeni evrenin her noktasında, her zerresinde Allah’ın ilminin tecellilerinin olmasıdır. Bu tecellilerin bir sonu yoktur.

Tasavvufî metinler objetiflik iddiasını bir tarafa bırakıp sübjektif deneyimleri yansıtmaktadır. Ancak bu anlayış bugünkü bilimde yoktur. Çünkü maalesef modernite, objektivite uğruna çağımızda ferdî bilgiyi ezip yok etti. Bunun sonucunda meydanı farklı düşünmeye tahammül edemeyen düşünceler kapladı. Hele bu üslup din sahasında hâkim tavır olmaya başlayınca, ortalık ötekinin cezasını kesmeyi ve onları dışlamayı en büyük zevk olarak gören insanlara kaldı. Oysaki tasavvuf bize, Hakk’a giden yolların mahlûkâtın nefesleri adedince olduğunu öğretmiş, vahdetin kesrette  görülmesini sağlamıştır.

Bütün bunlara göre tasavvuf ilmini ele alırken bütüncül bir yaklaşımla konuyu değerlendirmeliyiz. Herhangi bir şeyh veya tarîkat hakkında değerlendirme yaparken, o şeyhin veya tarîkatın ortaya çıktığı coğrafyanın kültürel arka planını, toplumsal taban yapısını, bu tabanın ekonomik ve politik karakteristiklerini, siyasal duruşunu dikkate almak zorundayız.

Söz konusu şeyh veya tarîkatın fikrî, sosyoekonomik ve kültürel bağlantılarını, iktidar mekanizması ve çevresiyle ilişkilerini, herhangi bir politik veya ekonomik çekişme veya rekâbet çevresinin içinde yer alıp almadığını dikkatlice değerlendirmek zorundayız. Böyle bir yöntemle ele alınan şeyh, tarîkat veya tekkenin tarih süreci içinde ne ifade ettiğini gerçeğe yakın bir şekilde anlayabilir ve ortaya koyabiliriz.

Tasavvuf kaynaklarını kullanırken her birinin hangi coğrafyada; nasıl bir siyâsî, sosyokültürel ve toplumsal zeminde meydana getirildiğini; müellifinin toplumsal, politik ve fikrî bağlantılarını; aynı alana ait ama farklı kronolojik aralıklarda yazılmış eserlerin bu aralıklar esnasında meydana gelen hangi değişimlerin ürünü olduklarını tespit etmek son derece yol göstericidir. (Ahmet Yaşar Ocak, Selçuklular, Osmanlılar ve İslam, Tespitler, Problemler, Öneriler)

Tasavvufun müspet bilimlerle irtibatını göstermek için web sitemizde birçok makaleler yayınlanmıştır. Bunların bazılarını aşağıda ifade ediyoruz:

Tasavvufta Bilgi

Tasavvufta Varlık

Tasavvuf ve Higgs Bozonu

Tasavvuf ve Büyük Patlama

Tasavvuf ve Karadelikler

Tasavvuf ve İzafiyet Teorisi

Kuantum Fiziği ve Tasavvuf

Tasavvuf ve Felsefe

Tasavvuf ve Entropi

Tasavvuf ve Olasılık

Tasavvuf ve Tıp 1

Tasavvuf ve Tıp 2

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

 

Ana Sayfa         Tasavvuf Sohbetleri

 

 

 

 

 

 

 

Tasavvuf Hakikatlerin İlmidir

Yayınlanma Tarihi: 13.10.2024