Tarikatlarda eğitimden amaç insan tabiatında fena huylar varsa onları gidermek, güzel huyları takviye etmek ve insan iradesini kullanarak nefs-i emmareyi yenebilmektir. Bu şekilde yalnız Allah'ın emirlerine ve insan aklının tavsiye ettiği şeylere Allah'ın rızasını temin etmek için çaba göstermektir. İrşat ise bir insana talep ettiği ve yöneldiği hakikat nurunu kabiliyeti derecesinde gösterebilmektir. Nereden ve nasıl geldik? Nereye gideceğiz? Aslımıza nasıl kavuşabileceğiniz? sorularına cevaplarına aramak ve bu konudaki hususları öğrenmek ve bunun sonucunda Allah'a vuslatı temin etmektir.

Nefsi terbiye etmek ve hakikatlerin sırlarına vakıf olmak için bir hayli riyazet ve mücahedeye gerek vardır. Bunları yapabilmek için bir öğreticiye ve bir mürşidin yol göstermesine ihtiyaç vardır. Tarikatlar bu amaca ulaşmak için kurulmuş müesseselerdir. Bunların başındaki muhterem ve mübarek şahısların himmetleri ile tarikatlar ve bunların mensupları arasında dayanışma, muhabbet ve kardeşlik temin edilerek sosyal yönden birçok faydalar hasıl edilmektedir. Bunun sonunda istenilen eğitim ve irşad temin edilmiş olur. Yoksa tarikatlar halkı işinden, gücünden, sanatından alıkoymak ve herkesi atalet ve başkasının sırtından geçinmeye sevk etmek için kurulmuş değildir. Özellikle dilencilik asla caiz değildir. Hazreti Ali Efendimiz bir gün para ihtiyacını karşılamak için birisinin kuyusundan ücretle su çekmiştir. Bunu görenler kendisini ayıpladıklarında şu beyit ile cevap vermiştir: 

“İnsanlar bana diyor ki çalışıp kazanmada ayıp var.

Ben de diyorum ki ayıp sualin gölgesindedir.”

Bu nedenle dervişlerin çalışıp alınlarının teriyle geçinmesi icap etmektedir. Bu İslamiyet’teki tarikat anlayışının temel kurallarından biridir. Tekkelerin sonradan aldıkları şekillere ve bazı dervişlerin maalesef gerekli gördükleri tavır ve hareketlere bakarak tarikatların esası hakkında yanlış muhakemede bulunmamak için yukarıdaki Hz. Ali örneğini verdik.

İslam medeniyetinde insan terbiyesiyle doğrudan ilgilenen ve bu alanda çalışmalar yapan dal Tasavvuftur. Tasavvuf, özellikle Kur’an ve Hadislerin insan terbiyesi ile ilgili boyutunu ele alır. Tasavvuf bu konuda klasik batılı düşünce ve felsefe dalları gibi sadece teoride kalmamış, bilakis elde ettiği pratiği tekkeler vasıtasıyla uygulama safhasına koymuştur. Böylece İslam’ın esaslarını tüm insanlara yaymaya çalışmıştır.

Bu kadar geniş bir alanı kendisine amaç edinen tasavvuf birçok eleştiriye de maruz kalmıştır. Bu eleştiriler günümüzde de yoğun bir şekilde sürmektedir. Ancak sonuçta uyguladığı eğitim modeli ile insanların yetişmesinde büyük bir pay sahibi olmuş, İslam’ın diğer dinler gibi sadece şekli ve ritüel bir din haline gelmesine mani olmuştur.

 

Tarikatlardaki Eğitim ve İrşadın Önemi

Tarikatların amacı insanları eğiterek ve irşad ederek onların hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında saadeti elde edebilmelerine çalışmaktır. İnsanların kötü davranışlarına mani olmak toplum için son derece önemlidir. İnsanlarının kötü davranışlar içinde olmayan toplumlar en mutlu toplumlardır. Tarikatlarda bu amaca yönelik olarak kendilerine katılan insanları İslam inancı doğrultusunda eğitirler. Bu eğitimin temelinde insan nefsinin her türlü kötülüklere olan meylini engellemek ve onu hayırlı ve faydalı işlere yöneltmek vardır. İnsanları irşad etmek, onları mutlak ilim ve hakikati anlamaları için Allah Teâlâ'ya yakınlaşmalarını sağlamaktır. İnsanın Allah Teâlâ'ya yakınlaşarak hakikati ve ilmi öğrenmesi kabiliyeti ölçüsünde olur. Bunun için kâmil bir mürşit yönetimi gerekmektedir. Mürşit terbiye ve ahlâk bakımından örnek olan bir kişidir.

Ancak toplumumuz bugün İslam tarikatlarının önemini ve işlevini anlayacak durumda değildir. Toplumumuzun büyük bir kısmı seküler ve laik eğitimli olduklarından İslam dininden uzaklaşmışlardır. Bu nedenle gerçek tarikatın ne olduğunu bilememektedirler. Bu tabii ki her şeyden önce kendi eksikleri ve kusurlarıdır. Bir yandan “En hakiki mürşit ilimdir” diyeceksin, diğer yandan İslami tarikatların gerçek amacının ve yapısının ne olduğunu araştırmayacaksın. Bu çelişki maalesef günümüzde önemli bir sorundur.

Bu durum toplumumuzda İslam aleyhine yapılan kavgaları körüklemektedir. Aslında toplumumuzda bugün İslam dini ve tarikatlar hakkında çıkarılan kavgalar, İslam düşmanı olan küresel emperyalizmin entrikaları sonucudur. Çünkü onlar toplumumuzda ve bütün İslam ülkelerinde gerçek İslam'ın bilinmesine mani olmak için paralar harcamaktadırlar. Bunun da nedeni, gerçek İslam'ın hüküm sürdüğü bir toplumu sömüremeyeceklerini bilmelerindendir.

Bu kavgadan tarikatlar da payını almaktadırlar. Küresel emperyalistler ülkemizde birçok sahte tarikatları oluşturup onları para ile desteklemektedirler. Bu sahte tarikatlara birçok olumsuz ve ahlâk dışı faaliyetler yaptırıldığından gerçek tarikat anlayışı toplumumuzda kötülenmeye ve silinmeye   çalışılmaktadır.

Bununla beraber toplumumuzda gerçek anlamda İslam tarikatları da vardır. Ancak bunlar fazla ortaya çıkmazlar ve kendi içlerinde kapalı kalmaktadırlar. Çünkü asırlarca ülkemizde süre gelen tarikat faaliyetleri bugün az da olsa devam etmektedir. Bu tarikatların kendi içlerinde kapalı kalmak istemelerinin nedeni, açık olunca içlerine fitne çıkarmak için bir sürü unsurun dahil olacağını bilmeleridir. Bu fitnelerle dejenere olmak istemediklerinden, kendi içlerinde kapalı olmayı tercih etmektedirler.

Tabii ki bu böyle devam etmeyecektir. Küresel emperyalistlerin gücü bir gün azalınca gerçek İslami tarikatlar tekrar toplumda yerini alacaktır. Böylece toplumumuz daha yaşanabilir ve mutlu bir ülke olacaktır. Bu yakındır. Ümit ediyoruz ki, 3. dünya harbi sonunda Siyonizm yıkılacak ve dünya küresel emperyalizmden kurtulacaktır. O zaman ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde gerçek Müslümanlar devlet yönetiminde söz sahibi olabileceklerdir. Bu da bu ülkelerin tekrar refah ve mutluluk içinde yaşamaya kavuşmaları demektir. İstikbal İslam'dadır. 

 

Tarikatlarda Eğitim

Okumak için bir öğretmene ihtiyaç olduğu gibi terbiye için de bir şeyhe müracaat lazımdır. Tabii ki şeyh deyince her başına külah giymiş bir kimseyi kast etmediğimiz açıktır. Şeyhlik çok büyük bir mertebedir. Başkasını terbiye etmek vazifesini yüklenen bir insanın önce her bakımdan kendisini ıslah etmiş olması gerekir. Bu hususta hakkında hiçbir şek ve şüphenin bulunmaması gereklidir. Bundan başka böyle bir insanın öyle güçlü bir iradesi olmalıdır ki Emir ve Nehyleri dinlenebilir olsun. Şeyh odur ki pür edep sahibi ve kamildir. Seyrü süluk esnasındaki makamlara sahiptir. Zamanımızda böyle adamlar var mı? Bugün böyle şeyhlerin mevcut oluşu nadirdir. Ancak Peygamberimizin ümmeti içinde varlıkları hiçbir vakit eksik olmayacağına da asla şüphemiz yoktur. Sonuç olarak  nefsin terbiyesi için öyle kâmil ve mükemmel bir zatın terbiyesine  teslim olmak lazımdır. Bu nedenle, şeyhi olmayan kimsenin şeyhi şeytandır, demişlerdir.

Bununla beraber bazen ve fakat nadiren şeyhin tavassut ve işaretine gerek kalmayan haller vardır. Örneğin Üveysiler, Berhiler böyledir.  Bazen bir şeyhin terbiye ve irşadına hacet kalmaksızın doğrudan doğruya Allah'tan istifade mümkündür. Bu gibi ender özelliklere sahip olanlara “Üveys el Karani”ye nispetle “Üveysiyan” derler. Hazreti Musa (as) zamanında “Berh-i Esved” namıyla maruf köle de bu mazhariyet ve meşrepte olduğundan Peygamberimizden evvel gelip böyle bir vasıtasız bir şekilde feyiz sahibi olan ve hakikate erişen kişilere de “Berhiyan” derler.

Tarikatlarda eğitimin başlıca iki yolu vardır. Birisi nefsi terbiye etmek, diğeri ruhu tasfiye etmek yoludur. Bilinir ki insanın bir cismani kalıbı, bir de ruhaniyet hüviyeti veya diğer bir tabirle hakiki zatı vardır. Cisminin kalıbını oluşturan organları ve uzuvları fizyoloji ve biyoloji kitaplarında anlatılmaktadır. Ruhumuzun hüviyeti ise çeşitli felsefelere göre başka başka anlatılmaktadır. Biz sufilerin anlayışına göre bu konuları anlatmaya çalışacağız.

Sufilere göre insanda 4 türlü nefis vardır. Birincisi nefs-i tabii, ikincisi nefs-i nebati, üçüncüsü nefs-i hayvani, dördüncüsü nefs-i insanidir. Bunlardan nefs-i tabii öyle bir kuvvettir ki, bedenin parçalarını koruyarak birbirinden ayrılmasına mani olur. Nefs-İ nebati öyle bir kuvvettir ki, insanın ağaç gibi büyümesine sebep olur. Gıdayı arayıp bulmak, çiğnemek, yutmak, midede hazmetmek, gerekli olan kısımlarını bedenin bütün bölümlerine yollayıp fazlasını dışarı atmak. Neslinin devamı için gerekli olan olan nutfeyi hazırlamak hep bu kuvvet sayesinde olur. Nefs-i hayvani öyle bir kuvvettir ki insan onun sayesinde hareket eder ve hisseder. Dolayısıyla görünen ve görünmeyen duyguların hepsi bu kuvvetin alet ve hizmetçileridir.

Nefs-i insani veya nefs-i natıka veya ruh kendi zatında, maddeden soyutlanmış bir cevherdir. Bu cevher Allah’ın emridir.

Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra, 17/85)

İnsanın bedeninin asıl sultanı ruhtur. Ancak ruh, bedendeki parçaların tasarruf ve saltanatını nefs-i hayvani vasıtasıyla icra eder. Nefs-i hayvaninin bedende ki yeri, kalbin tam ortasındaki kara noktadır (nokta-i sevda-i süveyda).

Nefs-i natıka işte orada nefs-i hayvaniye taalluk etmiş kabul edilir. İşte bu nefs-i natıkanın batını ruhtur. Bu özellikten dolayı bu iki lafız bazen birbiri yerine kullanılabilir.
İslam hükeması insan ruhunu nefs-i natıka olarak isimlendirirler.  Hüccetü’l- İslam, Şeyh-i Ekber ve Şeyh Ahmet Sühreverdi gibi İslam büyükleri bu konuda ittifaken şöyle söylerler: Ruh alem-i emirden bir emr-i Rabbani ve sırr-ı sübhanidir ki maddesiz “Kün” emrinden vücut bulmuş bir cevherdir. Cisim  değildir ki mekana girsin veya bölünebilsin; bir araz (sonradan olma) da değildir ki kalbe ve dimağa hulul etsin. Karanlığın karaya veya  ilmin alime girmesi  gibi mevcut cevherinin kendisi hem kendini ve hem yaratıcısını bilir ve akılla bilinenleri idrak eder. Arazda bu sıfatlar olmaz. Çokluk ve azlık ile sıfatlanmış değildir. Ne bedenin haricinde ve ne de dahilinde, ne ona bitişik ne de ondan ayrıdır. Ne duhul ve ne hulûl eder ve ne de bir cihette bulunmaktadır. Çünkü  bu türlü şeylerin cümlesi cisimlerin sonradan olan sıfatları ve gereklerindendir. Nefs-i natıka bunlardan soyulmuş ve aklanmıştır. Bununla beraber hadistir, yani yaratılışının bir başlangıcı vardır. Fakat üzerine ölüm cari olmaz ve yok olmaz. İki alemin birinde ebedidir. Buna Kur'an-ı Kerim'den delil olarak şu ayeti verebiliriz:

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler. Rableri katında Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar.” (Ali İmran, 3/169,170)

Peygamberimiz (sav) de bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

Şehitlerin ruhları cennet bahçelerinde yeşil kuşların kursağında uçuşurlar.”

Rivayet edilmektedir ki, nefs-i natıka bedene bağlı değildir ki, bundan ölüm ile alaka ve dayanağı kesildikte fani ve yok olsun. Ancak ölüm ile fani ve yok olan ruh-u hayvaniyedir ki o kalpde var olan, kök buharı (buhar-ı uruk) vasıtasıyla dimağa ve diğer azalara tesir ederek, her bir görünen duygu ve batını duyu ondan kabiliyetleri oranında istifade ederler. Buna hayvani ruh derler. Bu ölüm ile batıl olduğundan, ona tabi olan hassalar ve kuvvetler de batıl olur. Ama nefs-i natıka bunların batıl olması ile fani olup batıl ve yok olmaz.

Buradan anlaşılıyor ki nefs-i natıka ile nefs-i hayvani arasında insan hayatta oldukça bir alaka vardır. Ancak haddi zatında fevkalade latif ve hafif olan  insan ruhunu bu alakadan manen kurtaramazsak ve kendisini hayvani ruhun hükmü altında bırakırsak, zatımızın hüviyetine hiçbir vakit farkında olamayız. Diğer bir deyimle hayvaniyet mertebesinden insanlık şerefine yükselemeyiz.

Mutasavvıflar, nefs-i natıkanın yedi mertebesi olduğunu diğer bir tabir ile yedi sıfatla sıfatlanmış olabileceğini haber veriyorlar ve bunu da Kur'an-ı Kerim'den ayetlerle açıklıyorlar.

Hiç şüphesiz nefs daima kötülüğü emretmektedir.” (Yusuf, 12/53)

Ancak kendisini her zaman kınayan nefs and içerim.” (Kıyamet, 75/2)

Allah şöyle der: Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O senden razı olarak Rabbine dön” (Fecr, 89/27,28)

Nefis için yedi sıfat şöyledir: 1) Emmare, 2) Levvame, 3) Mülhime, 4) Mutmainne, 5) Raziye, 6) Merziyye, 7) Kâmile.

Eğer nefs-i natıka, nefs-i hayvani veya şehvani’ye tabi olursa ona “emmare” derler. Eğer Hakk’a tabi bulunmakla beraber yine kendisinde fani olan şehvet duygusu kalmış bulunursa ona “levvame” diyorlar. Eğer bu eğilim zâil olup nefs-i şehvani’ye muhalefet edebilir ve kendi alemine daha çok meyledip ilhamlara layık olursa “mülhime” derler. Eğer nefs-i şehvani’nin hükmünden tamamen çıkıp ubudiyet makamına varmış ve ızdırabı sakin olup, şehvaniyeti tamamen unutmuş ise ona “mutmainne” diyorlar. Eğer bu halden geçmiş ve bütün muratlardan vazgeçerek fani olmuş ise ona “raziye” diyorlar. Eğer bu hali kemal derecesine gelmiş ise ona “merziyye” diyorlar. Eğer bütün kemal sıfatları ile sıfatlanmış ve kulları irşad ile görevlendirilmişse, ona da “nefs-i kâmile” deniliyor.

Ruh, nefs-i natıka’nın batını veya hakikati olarak ifade edilir. Meşayih  ruh için de bazı mertebelerin mevcut olduğunu  kabul ederek şunlar söylenir.

Ruhun bir batını vardır ki, buna “sır” derler. Sırrın da bir batını vardır ki “sırru’s-sır” derler. Sırru’s-sırr’ın batını “hafi” ve hafinin batını “ahfa”dır. Bir şeyin batınından maksat o şeyin mayası veya hakikati demektir. Bir masanın batını veya hakikati onu kendisinden imal ettikleri kerestedir. Bu kerestenin de hakikati ağaçtır. Ağacın da hakikati ve batını bileşiği olduğu unsurlardır. Unsurların da batını henüz mahiyeti hakkında tam kesin bilgilere sahip olmadığımız maddedir. Bu mukayeseye göre ruhun son mertebedeki hakikatine “ahfa” dediklerinin sebebi, bir “emr-i vahid-i Rabbanî” olmasından ve son derecede latif ve akıcı bulunmasından ibarettir. Meşayih-i kiram bu saydığımız aksamın her birine “latife” ismini veriyor ki hepsi altı tanedir. Bu altı latifenin beşini alem-i emir'den ve biri alem-i halktan addederler. Alem-i emir'den olan letaifin en yüksek mertebesi “ahva” olup, sanki merkez noktasında bulunur. O halde bunun zarfı hafî, hafî'nin zarfı sır, sırrın zarfı ruh, ruhun zarfı kalptir. Buna göre kalp hepsinden geniş ise de bu zahiren böyledir. Hakikatte hepsinden geniş ve büyük olan ahfa’dır.

Bu latifelerin insan bedeninde birer yerleri de vardır. Ahfa'nın yeri sadr’ın (göğsün)  ortasında, hakikatin yeri sadr’ın sağ tarafında, sırr’ın yeri sadr’ın sol tarafında, ruhun yeri sağ memenin altındadır. Nefs-i natıkanın yeri başta olan dimağdadır. Ancak bu latifelerin bu yerlerde bulunması hulûl ve yayılma şeklinde değildir. Buralarda bulunması tedbir ve tasarruf üzeredir.  Bu latifelerin yüksek mertebesi olan ahfa’nın Hazreti Hakk’a ve düşük mertebesi olan nefs-i natıkanın cesede taalluku vardır. Ancak Hakk’a olan yakınlığı cismani yakınlık gibi değildir.

 

Şeyhe Bi’at

Herhangi bir Tarikata girmek istenirse önce bir mürşide, bir şeyhe bi’at etmek, elvermek, teslim olmak, onunla muahede etmek gerekir. Bu anlaşmada, yani şeyhin huzurunda, günahlardan tövbe etmek, bir daha yalan söylemeyeceğine, kimsenin malını çalmayacağına, zina etmeyeceğine, özet olarak hiçbir fenalıkta bulunmayacağına Allah ve Resulü ve o tarikatın pirin namına söz vermek lazımdır.

Bir tarikata girmek için aşağıdaki 10 şarta riayet edeceğine dair mürşidine söz verilmesi gerekir: 1) Yalan söylememek, 2) Kimsenin arkasından söz söylememek ve kimseye iftira etmemek, 3) Kimsenin aleyhinde gezmemek, 4) Namazı vaktinde eda etmek, 5) Kılınmamış namaz, tutulmamış oruç varsa ödemek, 6) Ahbaptan ve ülfetten vazgeçip  halvete ve erbaine devam etmek, 7) Gayet az uyumak, 8) Riyazete devam etmek, 9) Daima nefsin hilafını işlemek, 10) Daima kendini meyyit (ölü) görmek.

İşte şeyh ile mürit arasındaki anlaşma budur. En küçük bir düşünceyle anlaşılır ki işin aslı bu söz vermededir.  Görülüyor ki bütün bu söz vermeler ve bi’at aslında bütün toplumun ve bireylerin hayır ve selameti içindir.

 

Tarikatlarda Eğitim Yöntemleri

Tarikatlarda tatbik edilegelen genel ve özel bir çok eğitim usulleri vardır. Bunlardan bazı önemli olanlarını aşağıda ele alıyoruz.

1) Seyahat

Seyahatin amacı, medrese ve mektepleri gelişmiş ve medeniyetin ileri olduğu bir yere gitmek ve orada mükemmel bir ilim tahsili edebilmektir. Bu arada birçok kâmil ve hikmet sahibi kişilerle görüşerek bilgi seviyesini yükseltmek elbette pek hayırlıdır. Ancak seyahat sırasında birçok güçlüklerle ve olumsuzluklarla karşılaşmakta mümkündür. Fakat bu güçlüklerle uğraşmak ve bu sayede ahlâkça pişmek mümkündür. Bununla beraber seyahat esnasında bazı kötü düşüncelere tesadüf ederek maksadın büsbütün hilafına sefalete, perişanlığa düşmek de muhtemeldir. Dolayısıyla seyahat yolu tamamen emin değildir.
2) Halvet

Halvetten maksat derin derin tefekkür ve tevile muvaffak olmak için yalnızlığı ihtiyar edinmektir. En karışık ve yüksek meselelerin böyle tefekkür sayesinde çözülmesinin mümkün olduğunu ve pek mühim ilmi keşiflerin yine o sayede elde edildiği düşünülünce, hakikatin nurunu keşfetmek için halvetin de pek tesirli bir vasıta olduğunu söylemek mümkündür. 

Peygamberimiz (sav) de zaman zaman bir mağarada inzivaya çekildiği bilinmektedir. Ayrıca geceleri yalnızlık halinde tefekkür ve ibadet ettiği de sahabiler tarafından rivayet edilmektedir.

Bazı tarikatlarda mürid kırk gün (erbain) halvete girip ibadet ve tefekkürle meşgul olur. Bu müridin olgunlaşması için önemli bir husustur.

3) Sohbet

Sohbet edep, irfan ve kemal erbabı ile görüşüp konuşarak güzel ahlâk sahibi olmakta büyük faydalar sağlanacağı muhakkaktır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Sen öğüt ver (vaaz ve nasihatte bulun)! Çünkü nasihat (ve hatırlatma) mü’minlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/ 55)

Bu vaaz ve nasihatlerin en bereketli ortamları tasavvufî sohbetlerdedir. “Sahâbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten gelmesi de, bu hususun önemini açıkça ortaya koymaktadır. Zira sahâbeyi “sahâbe” yapan en mühim özelliklerden biri, onların Peygamber Efendimiz’in sohbetinden istifâde etmiş olmalarıdır. Bu sebeple “Sohbet, bir Sünnet-i Müekkede’dir.” diyebiliriz.

Peygamber Efendimiz’den sonra da sohbet, hemen hemen bütün tarikatlarda ve bilhassa Nakşîlikte, kalpten kalbe feyz nakli için husûsî bir ehemmiyete sahip olmuştur. Nitekim Şâh-ı Nakşibend (ks), “Bizim terbiye yolumuz, sohbet üzerine kuruludur.” buyurmuştur.

Sohbet ve zikir meclisleri, ilâhî rahmet ve feyizlerin sağanak hâlinde yağdığı, dünyadaki cennet bahçeleridir. Ebû Hüreyre (ra) ve Ebû Saîd el-Hudrî (ra) Peygamber Efendimiz (sav)’in şöyle buyurduğuna şâhitlik ediyorlar:

Bir topluluk, Allah Teâlâ Hazretleri’ni zikretmek üzere oturduklarında, mutlaka onları melekler kuşatır, ilâhî rahmet kaplar, üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları, katında bulunan üstün kulları (nebîler ve büyük melekler) arasında zikreder.” (Müslim, Zikir, 39)

Burada zikredilen sekînet hususunda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

Îmanlarını bir kat daha artırsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekîneti indiren O’dur...” (Fetih, 48/4)

Cenâb-ı Hakk, üzerlerine sekînet indirdiğinde, sohbete gelen mü’minlerin, din, îman, hidâyet ve basîret üzere sebatları ve vakarları artar, mânevî bir heybet kazanırlar. Böylece İslâmî emirlere karşı itaat ve bağlılıkları kuvvetlenir, Allâh’a ve Rasûlü’ne olan tâzim ve muhabbetleri daha da artar. Bunun sonucunda mânevî huzur, sükûn ve yakîne ererler. Dolayısıyla sâdık ve sâlihlerin böyle meclisleri bir feyz kaynağıdır.

Sohbet meclislerinin en bereketli neticelerinden biri de, orada bulunanların müsbet hislerinin birbirine sirâyet etmesidir. Zira mânevî sohbetlerde, fizikteki birleşik kaplar kânunu misâli, kalpler birbirinden istifâde eder. Zamanla kalbî keyfiyetler de birbirine benzemeye başlar. Zevkler, nefretler, duyuşlar ve görüşler aynı hâle gelir.

4) Zikir /Evrad

İnsan unutkanlıkla mağdurdur. Ancak Allah’ı unutmak en büyük gaflettir.

Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 59/19)

Allah’ı unutmamak için zikir şarttır. Tarikatlarda zikirler belirli bir tertip içinde saliklere öğretilir. Zikir, Allâh’a yükselen amellerin en sevimlisi ve ilâhî vuslata nâil olmak isteyen kullar için vesîlelerin en güzelidir. Kulluk vazifeleri içindeki bu husûsî mevkii sebebiyledir ki “zikir”, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hakk pek çok âyet-i kerîmede kullarına çok çok zikretmeyi, hattâ düşmanla savaşmak gibi hayatın en hassas anlarında dahî zikirden gâfil kalmamayı emretmektedir.

İbn-i Abbas (ra), “Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin!” (Ahzâb, 41) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ, kullarına farz kıldığı her ibadete belli bir sınır tâyin etmiştir. Bu hususta mazeret sahibi olanların da özürlerini kabul etmiş, (onlara birtakım kolaylıklar sağlamıştır). Ancak zikir, bunun dışındadır. Allah Teâlâ, zikir hakkında sonuna varılabilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklî muvâzenesini kaybedenler dışında, zikri terk eden hiç kimsenin mazeretini de kabul etmez. Allah Teâlâ, insanlara her hâlükârda dâima zikr hâlinde olmalarını emretmiştir.”

Ne kadar ibretlidir ki Cenâb-ı Hakk, iki peygamber kulu olan Hazret-i Mûsâ (as) ve Hazret-i Hârûn (as)’ı Firavun’a tebliğe gönderirken; “Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün. Ben’i zikretmeyi ihmâl etmeyin.” (Tâhâ, 20/42) buyurmuştur. Böylece iki peygamber kulunu bile zikrin ihmâlinden uyararak, onların şahsında bütün insanlığı îkâz etmiştir.

Tasavvufî eğitimde verilen evrâd ve ezkâr, bütün kalbî hastalıklar için tesirli bir ilâçtır. Zikir, kalplerin muhtaç olduğu en mühim huzur vesîlesidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur:

“…Dikkat edin! Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur!” (Ra’d, 13/28)

Zikir ile ilgili olarak “Tarikat ve Zikir” adlı yazımıza bakılabilir.

5) Muhabbet

İbrahim Desûkî (ks)  Hazretleri şöyle buyurur:

“Kim kalbinde şeyhine karşı muhabbet beslerse, Allah onu mânevî derecelere yükseltir. Yalnız şunu unutmamak gerekir: Şayet şeyh, müridlerini Allâh’a yaklaştırmada merdiven vazifesi görmeseydi, içinde kendisinden başka muhabbet bulunan bütün kalplere Allah gazap ederdi. Zira Allah bu hususta çok gayûrdur, bütün muhabbetlerin ancak kendisine yönelmesini ister.”

Allah’tan gayrısına duyulan bütün muhabbetler “mecâzî”dir. Zira kalp, mutlak mânâda Allâh’a mahsustur. Dolayısıyla gerçek sevgili, Allah’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanan hâller, tıpkı bir saraya çıkıştaki merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbi Allah sevgisine hazırlarlar.

Mânevî ilerleme için muhabbet gereklidir. Çünkü mürîd, mürşidinin davranışlarını taklid etmek ve onun mânevî hâlini kendi üzerine yansıtabilmek için onunla kalbten bir irtibat hâlinde olmak durumundadır. Bunun yolu da muhabbettir. Çünkü ancak seven kişi sevdiğini taklid eder ve ona benzemek ister. Bir hadîs-i şerîfte: “Kişi sevdiği ile beraberdir...” buyrulmaktadır. (Buhârî, Edeb, 96)

6) Hizmet

İmanın en büyük meyvesi merhamet, onun neticesi ise “hizmet”tir. Merhamet etmek/acıyabilmek, Allah’ın büyük bir lûtfudur. Zira yalnızca acıyabilen insan için, kalp, iz’ân ve vicdandan söz edilebilir. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır:

Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Merhamet; sende olanı, ondan mahrum olanlara ikram etmendir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmaktır.

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahman” ve “Rahîm” sıfatlarını bildiriyor. Dolayısıyla “Allah” diyen bir kalbin; merhamet, infak ve hizmetten nasipsiz olması düşünülemez. Yine kâmil bir mü’min, başta insan olmak üzere mahlûkattan hiçbirinin sesli veya sessiz feryadına yabancı kalamaz, elinden gelen hiçbir şeyi esirgeyemez.

Tasavvufî terbiyede de hizmetin ehemmiyeti çok büyüktür. Gönülleri; tevâzû, mahviyet, mahlûkâta şefkat ve merhamet duygularıyla tezyîn etmenin en müessir yolu, Allah rızâsı için hizmet etmektir. Bu bakımdan bütün mürşid-i kâmiller, sâliklerinin terbiyesinde hizmeti mühim bir ilerleme vâsıtası olarak telâkkî etmişler ve; “Hizmet eden, himmete nâil olur.” buyurmuşlardır.

Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” (Hadîs-i şerîf)

Dünya hizmet yeridir, âhiret ise kurbet, yani Allâh’a yakınlık yeridir. Kişinin kurbeti ise, hizmeti nispetinde olacaktır. Allah dostları da, hizmet vâsıtasıyla, sevenlerini hem terbiye eder, hem de Allâh’a yaklaştırırlar. Bu sebeple “Tasavvuf, bir hizmet yoludur.” diyebiliriz. Hasılı, terakkî etmek isteyen bir  mü’min, ebedî kazancı için daima hizmet yolları aramalı, büyük-küçük her hizmeti Allah rızâsı için îfâ etmenin gayreti içinde olmalıdır.

Manevi arınma ve tekamül yolculuğu olan seyr u sülûkte, seyahat, halvet, sohbet, zikir, muhabbet ve hizmetin dışında da pek çok mânevî terbiye usûlü bulunmaktadır. Burada bahsedilenler, umumi manadaki usullerin bazılarıdır. Bu terbiye metotları; zaman ve zeminin şartlarına, kişilerin karakter ve şahsiyetine göre pek çok farklılık ve çeşitlilik gösterebilir. Zira şerîatte, umuma mahsus ve herkes için aynı olan kaideler geçerli iken, tasavvufta ise, şer’î hükümlerin yanı sıra, kişiye has eğitim ve irşad metotları da kullanılır

 

Nefis Yoluyla Terbiye

Bu terbiye ile başlanacağı vakit mürit şeyhine karşı on şarta riayet edeceğini taahhüt eder. Bunların ne olduğunu yukarıda saymıştık. Ondan sonra şeyh  salike istiğfar, salat ve selam ile emredip elini tutar. Salik Peygamber Efendimizi rüyasında görünceye kadar bu vazifeye devam eder. Ondan sonra şeyh ona kelime-i tevhidi telkin eder. Bu esnada salik kelime-i tevhide “La ma’bude illallah”  (Allah’tan başka ilah yoktur) manasını verir. Salikin nefsi bu müddet içinde “emmare” mertebe ve makamındadır. Bu sebeple işlediği günahların farkında olmayıp kendisini yüksek bir payede zanneder. Salikin bu birinci merhalede makamı “emmare”; evradı “La ilahe illallah”; seyri, seyr-i illallah; hali, havf ve reca, âlemi, âlem-i şehadettir.

Bu merhalede salikin nefs-i emmaresi ile daima mücahede ve ona muhalefet eylemesi gereklidir. Şan ve şeref kazanmak, zengin olmak davasından velhasıl dünyevi şeylere muhabbetten vazgeçmelidir. Bu mücahede kolay bir şey değildir. Hatta aksine pek zordur. Zira dünya gayet sevimli ve caziptir. Bu sebeple cenk meydanlarında düşmanla vuruşmayı, Peygamber Efendimiz küçük  muharebe kabul ettikleri halde, insanın nefsi ile cenkleşmesini cihad-ı ekber olarak  addetmişlerdir. Velhasıl müşahedenin derecesi mücahedenin derecesine tabidir. Nihayet bu mücahede neticesini göstermeye başlar ve salikin ahlâkı güzelleşir ve dayanıklılık kazanırsa şeyhi kendisini ondan sonra yolculuğun ikinci merhalesine geçirir.

İkinci makam: Yolculuğun bu ikinci merhalesinde nefis “levvame” sıfatını elde eder. Yani insan bir günah işleyecek olursa bundan utanmaya ve pişman olmaya başlar. Nefsine levm (paylama) ve itab (azarlama) ve vicdan azabı duymaya ağlamaya başlar. Bu esnada dökülen gözyaşları hem kaynar su gibi sıcak hem gayet acı olur.

Bu ikinci merhalede şeyh salike lafza-i celale (Allah) devam etmesine emreder. Bu makamdayken salik, okuduğu zikir ve fikirden lezzet alır. Zikrine “La maksude illallah” (Allah'tan başka kastedilen bir şey yoktur) manasını verir.  Salikin bu ikinci merhalede makamı levvame; evradı Allah, Allah; seyri, seyr-i lillah; hali kabz ve bast;  âlemi, âlem-i berzahdır. Bu makamda iken salik devam ettiği lafza-i Celal'in imdadıyla daha ziyade sağlam bir ahlâka muvaffak olarak nefs-i “mülhime” sıfatını elde eder. Fakat bu ikinci makamdayken ahlâkım düzeldi, dünyaya muhabbetim kalmadı gibi kendini beğenmeye ve riyakarlığa delalet edecek şeylerden pek ziyade sakınmak gereklidir.

Üçüncü makam: Şeyh, salikin ahlâkında değişme ve iyi davranışı  görünce kendisini yolculuğun üçüncü merhalesine geçirir. Şeyh saliki bu üçüncü makama çıkardığı vakit zikrini de değiştirir. Ondan sonra ona “Hu” lafz-ı şerifini zikretmesini emreder. Salikin bu makamda iken kelime-i Tevhide verdiği mana “La mahbude illallah” (Allah'tan başka sevgili yoktur) tur. Salikin bu üçüncü merhalede makamı “mülhime”; evradı “Hu”; seyri, seyr-i alallah; hali heybet alemidir. Bu makamda iken salik devam ettiği zikirden tamamen lezzet almaya ve kalbinde aşk ateşi yanmaya başlar. Evvelce dünyaya muhabbetten vazgeçtiği gibi bu defa ahiret mükafatlarını da bir yana bırakıp yalnız muhabbetullaha istekli olur. Zikrin harareti salikin beden iklimine tesir edip bütün azalarından zikir seslerini işitir. Bundan başka bütün mevcudatın da tesbih ve tekbirlerini duyar. Kabirlerin keşfi, kalplerin keşfi ve işlerin iç yüzlerinin keşfi bu zamanda olur. Ancak bu makamda iken çok yemek yemekten, çok uyumaktan, çok konuşmaktan ve çok bir arada bulunmaktan sakınıp uzlet ihtiyar olunmalı ve zikre, namaza, oruca daha çok özen gösterilmelidir. Böyle yapılır ve niyet halis olursa, salike “tecelli-i esma” ve “tecelli-i ef’al” zuhur eder. İşte yolculukta “feth-i evvel” budur. Bununla beraber gerek batınında ve gerek zahirde tecelli eden şeyleri mürşide haber vermek ve o ne emrederse ona razı olmak icap  eder.  Zira böyle yapılmazsa nefsin azması ile yolu şaşırmak mümkündür. Nefis insana sen artık işini bitirdin, büyük makamlara eriştin gibi aldatmalarda bulunur. Bu nedenle mürşide haber verilirse onun ihtar ve nasihatı ile bu berzahtan da kolayca geçmek mümkün olur.

Bu üçüncü makama gelinceye kadar salikin ilmi “ilme’l yakin” mertebesinde iken, artık “ayne’l yakin” mertebesine erişir. Bundan böyle, şu iş böyle oldu, falan iş olmadı, buna falan sebep olduğu veya falan mani olduğu gibi tereddüt ve endişelerden gönül kurtulur. Her işin failinin Allah olduğuna kesin itikat edilir. “De ki her şey Allah tarafındandır.” (Nisa, 4/78) ayetine göre  kamil bir tatmin olma  hasıl olur. Bu haller salikte tevhid-i ef’alin kemal bulduğuna delalet eder. Hem buna ve hem yeniden zuhur edecek diğer bazı delillere göre, salikin terakkiyi hak edişi sabit olduğu için şeyhi kendisini dördüncü makama geçirir.

Dördüncü Makam:  Bu makamda salike “Hakk” lafzını zikretmesi emrolunur. Salik bundan böyle kelime-i tevhide “La mevcude illallah” (Allah'tan başka hiçbir varlık yoktur) manasını verir. Bu makamda salikin nefsi artık “mutmainne”  sıfatını kazanır. Yani dünya ve içindekiler onun gönülden çıkmış olup yalnız Hakk’ın tecelliyat-ı ef’alinin eserlerinden başka bir şey görülmez. Dolayısıyla  bu makamda iken salik gayet cömert olur. Dost yoluna cümle mallarını ve parasını vermeye razı olur. Değil malını, dost yoluna canını ver deseler boynunu uzatır. Bu makamda çok kalp rikkati hasıl olur. Aşk-ı ilahi günden güne artar ve Allah Teâlâ bütün eşyadan tecelliye başlar. Bu durumda salikin nazarında unsurlar ve eşya perdesi henüz kalkmamıştır. Binaenaleyh salik dost izini gözleyip ah ve inleme ile ağlar ve gözyaşı adeta su gibi olur. Mevcudatın kimini dil ile, kimini hal ile algılar. Ve keşif ve kerametlere muvaffak olur. Böylece salike “feth-i sani” (İkinci fetih)  veya “feth-i mübin” (açık bir fetih)  müyesser olur. Ancak her ne tecelli  ve fetih  olursa yine mürşide haber vermek lazımdır. Zira yine nefsin aldanmasına kapılmamak gerekir. Şimdi bu dördüncü merhalede salikin makamı, mutmainne; evradı Hakk; seyri, seyr-i ma’allah; hali, gâh sekr gâh mahv;  âlemi, âlem-i ceberrut'dur.

Bazı Allah ehli buraya kadar saydığımız dört makamın birincisini makam saymazlar. Dolayısıyla yol alınacak makamları üç olarak kabul ederler. Birincisine “levvame”, ikincisine “mülhime”, üçüncüsüne de “mutmainne” derler. Aşağıda yazacağımız 5.,6. ve 7. makamı da makam kabul etmeyip “cezebat-i Hakk” (Hakk’ın cezbeleri) derler. Bu Allah ehli ,  salikleri “levvame” makamında “La İlahe İllallah”ı; “mülhime” makamında, “Allah, Allah, Allah”ı; “mutmainne” makamında da “Hu, Hu” lafz-ı şerifini zikre memur ederler. Ancak biz diğer üç makamı da aşağıda anlatmaya devam edeceğiz.  

Beşinci Makam: Mürşit, dördüncü makamda bulunan salikin terakkiye uygun olduğuna hükmederse kendisini beşinci makama geçirir ve kendisine bundan sonra “Ya Samed” veya “Ya Sabır” lafzını zikretmeye devam etmesini emreder. Bu makamda salikin nefsi “Raziye” sıfatına kazandığından bu makama da “Raziye” derler. Bu makamda insanın sıfatının mahv ve bekaya kabiliyeti hasıl olur. Zira bu makamın hali seyr-i fillah ve âlemi âlem-i lâhut; mahalli sırrü’s- sır’dır. Bu makamda bulunan salike varidat ve zihne doğuş olmaz. Zira insanlık özellikleri yok olmuştur. Bu öyle bir haldir ki ancak zevk ile bilinir. Salik bu makamda gezdiği durduğu yerde hep “la mevcude ve la maksude ve la mahbube illallah” (Allah'tan başka var olan, kastedilen ve sevilen yoktur) diye zikreder. Bununla beraber yine mevtini niyaz edip ağlar ve gözyaşları su gibi olur. Nefs-i Raziye sahibi olan kâmil, Hakk Teâlâ indiğinde aziz
ve saygıdeğerdir. Büyük ve küçük herkes arasında muhteremdir. Halkın ona tazimi cebrî ve kahrîdir.

Altıncı Makam: Beşinci makamın sonuna doğru gelen kâmil tecelli-i ef'ali geçip tecelliyat-ı esmaiye ve hakkaniyeye gelerek altıcı makama çıkar. Yani ilme’l yakin mertebesine geçer. Ve buradan da bir cezbe ile yedinci makama yükselerek  kendisine Hakk-al yakin hasıl olur.

Bu konudaki bazı tabirleri açıklamakta fayda vardır:

● Tecelli-i ef’al ne demektir: Tecelli-i ef’al odur ki, Hakk Teâlâ'nın yaptıklarından  bir fiil, kulun kalbinde keşfedilir. Bu durum ancak ehline malumdur. Bu mertebe acemiler için korkulu ve ayak kayacak bir mevkidir. Dolayısıyla yanlışlığa ve delalete düşmemeye dikkat etmek gerekir.

● Tecelli-i Esma nedir: Tecelli-i ef’ali müşkülsüz atlatan kâmil tecelli-i esma ve sıfata yükselir. Teselli-i esmada Hakk Teâlâ'nın esma-ül hüsnasından bir ismi kulun kalbinde keşfolunur. Böyle bir tecelli vaki olunca, o kimse o ismin nurları altında öyle mağlup ve şaşkın olur ki eğer Hakk Teâlâ’ya  o isimle nida olunsa o kimse bu nidaya cevap verir.

 ● Tecelli-i sıfat nedir: Tecelli-i sıfat, Hakk Teâlâ'nın sıfatından bir sıfatın  kulun kalbinde keşfolunmasıdır. Böylece o sıfatın bazı eserleri Hakk’ın fazlı ile  o kulda ortaya çıkar. Mesela Hakk Teâlâ ona semi’ (işitme) sıfatı ile tecelli kıldıkta o kimse katı cisimlerin bile konuşmalarını işitip manasını anlayabilir. İşte Hakk-al yakin mertebesi bu makamdır.

● İlme’l-yakin nedir: Akli delillerden hasıl olan ilimdir.

 ● Ayne’l yakin nedir:  Müşahede (gözlem) ile hasıl olan ilimdir.

● Hakka’l yakin nedir: Kulun sıfatı Hakk'ın sıfatında fani olup kendi onunla ilmen ve şuhuden ve halen beka bulmaktır. Hz. Ali (ra) Hakka’l yakini şöyle tarif etmiştir: “Hakka’l yakin, subhu ezelden işrak eden bir nurdur. Bunun asarı ehl-i tevhid’in ebdanı üzerine zahir olur.

Şeyh İbrahim Hakkı Bursevi’nin 'nın beyanına göre, altıncı makama kadar salik, geçmiş zikirlere mücahede ile vasıl olabilir. Fakat oradan yedinci makama geçmek için mutlaka Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe gerekir. Bu mertebeye Hakka’l yakin, ehadiyyet, cem’ül cem, ve amâ  mertebesi denir.

Altıncı makamda salikin nefsi “mardiyye” sıfatını kazanır. Bu makamda salikin makamı mardiyye; evradı, ya Kayyum; seyri, seyr-i anillah; hali, temkin ve hayret; âlemi, âlemi şehadettir. Nefs-i mardiyye sahibi olan kâmil, hüsn-ı hulk, afv-ü zünub, setrü’l-uyub, hüsn-ü zan  ve cümleye taltif ve şefkatle muttasıf olur. Bu makamda bulunan zat, halk ile Halik'in muhabbetini cem edebilir. Onun için bu makamda olan kâmil, zahiri hasebiyle avam-ı nastan fark olunmaz; ama batını hasebiyle kibrit-i ahmer gibi misli bulunmaz bir hassü’l hass’tır. Bu makama nail olan kâmile hilafet-i kübra tebşir ve tevcih olunur. Fakat maksat hâşâ o adam, Allah yerine kaim olur veya diğer bir tabir ile ayn-ı Hakk olur demek değildir. Zira Hakk Teâlâ bir nesneye veya bir nesne O’na hulul etmekten münezzehtir. Bu umur-ı zevkiyye akıl ile idrak olunamaz. Ancak hal ile bilinir. Ehl-i hal olmayanlar için anlaşılması muhaldir. Bu altıncı makamdaki kâmil eşyadaki bütün hakikatleri ve sırları ilm-i ilahi yoluyla bilir.  Bu makamda iken o kâmile, tarik-i Hakka  mahsus olan makamatın en yükseği olan “suret-i ademiyye” keşfolunur ki, bu suretin hakikati, hakikat-i Muhammediye’dir, latife-i Rabbaniyye’dir, sırr-ı azam-ı Huve’dir.

Yedinci makam: Yedinci makama çıkan kâmil'in nefsi “kâmil” sıfatını kazanır. Bu makamda bulunan zatın nefsi kâmile; evradı, ya Kahhar; seyri, seyr-i billâh; hali, beka; âlemi, kesrette vahdet ve vahdette kesrettir. Sıfatı da sıfat-ı hamide’dir. Bu makamda bulunan kâmilin devam ettiği “ya Kahhar” lafz-ı şerifi kutuplara mahsus bir zikirdir. Bu makam diğer bütün makamların fevkindedir. Zira burada saltanat-ı batine kemale erip mücahede tamam olmuştur. Binaenaleyh artık riyazete ihtiyaç kalmamıştır. Bu makamdaki kâmilin her muradı hasıl olup, yalnız rıza-yı Mevlayı talep kalmıştır. Bu zatın harekat veya sekenatı, hasenat ve ibadettir. Enfas-ı tayyibesi kudret ve inayettir. Sözleri mahza hikmettir. Didarı huzur ve nüzhettir. Bu azizi görenlerin kalbine zikir ve fikr-i Mevla gelir. Ve ona huzur ve huşu ile müteveccih olur. (Muhammed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi)

 

Tarikatlarda İrşad

Şeyhe intisaptan sonra süluk başlar.  Maksat Allah'a vasıl olmak değil miydi? Şeyh müridini o maksadına eriştirmeye himmet eder. Süluk yola gitmek ve salik yolcu demektir. Salik'in indinde süluk, Allah’a vuslata kabiliyet kazanması için  ahlâkını güzelleştirmesidir. Yani kulun nefsini mevki hırsından, kötü niyet ve hasetten, kibir ve cimrilikten, kendini beğenmişlikten, yalandan, gıybetten, hırstan, zulümden ve bütün kötü ahlâkın hepsinden ve günahlardan temizlemesi ve buna karşı ilim, hilim, hayâ, rıza, adalet gibi güzel ahlâk ile kendisini süslemelidir.

Şeyh-i Kâmil İsmail Hakkı Bursevî bu konuda şöyle diyor: “Sofiye ıstılahında sülûk cehilden ilme, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kendi varlığından Hakk’ın varlığına harekettir. Yani alem-i ervah (ruhlar alemi) nden beri geçtiği varlık mertebelerinde  ilim ve yaratılış ve ilahlık üzerine yazılmış övgüler ile fena-i külli ve Hakla Beka-yı zatı lazımdır ki mükemmel bir sülük  ve bütün maksatlar hasıl olsun.”

Seyir, sülûk manasınadır. Sefer de o demektir. Bu durumda seyir, sefer, sülûk manaca birbirine eş değerliği kelimelerdir. Fakat kullanımda manaları biraz değişir. Bunların hepsi ruhani ve manevi bir harekete dahildir. Çünkü burada mekanik bir hareket söz konusu değildir. Seyir ve sefer esnasındaki faydalar pek çoktur. Çünkü insan bilmediğin nice şeyleri yolculuk esnasında kolayca öğrenir.

 

Seyir-u Seferin  Mertebeleri

Manevi yolculuğun  Allah ehli nazarında dört mertebesi vardır:

1) Seyr-i illallah: Bu mertebe, nefisten kalkıp hakiki varlığa, “ufk-ı mübin”e yolculuk yapmayı gösterir. Bu sefer, ruy-ı vahdetten  çokluk perdesinin kalkması ile son bulur. Bu seferde, daha düşük ve daha alçak bir ilimden yüksek ve şerefli olan bir ilme ve ondan da yükseğin yükseğine, şereflilerin en şereflisine   terakki ederek Vacibü’l Vucud’un (Allah Teâlâ’nın) ilminde son bulur. Bu ilim, bütün mümkün varlıkların salikin dilinde yok olmasından sonra hasıl olur ki bu duruma “Fena fillah” (Allah’ta yok olma) denir. Bu seyir, kalbin makamlarından  ve esmaların tecelliyatındandır.

2) Seyr-i fillah: Bu yolculukta, Allah’ın sıfatları ile sıfatlanmak, Allah’ın isimlerinin gözle görünür olması ve Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak gerçekleşir. Bu seyirde  “ufk-u âlâ”ya erişilir ve bütün beşeri sıfatlardan kurtulunur. Bu seferin sonunda salike ledün ilmi keşfolunur. Salik bu seyirin sonunda öyle bir makama erer ki orada tabir (yorum) ve işaret  ve tesmiye (isimlendirme) mümkün olmaz.  Tarikat erbabı buna “Bekabillah” derler.

3) Seyr-i maallah: Bundan maksat salikin her mertebede Allah ile olan yolculuğudur. Bu mertebede ikilik şaibesi ortadan kalkar ve salik hazret-i ahadiyete terakki etmiş olur. Bu mertebeye “makam-ı kabe kavseyn ev edna” (Necm, 53/8,9) adı verilir.  Bu yolun sonu velayet makamıdır. Bu seferin sonunda bütün zahiri ve batını zıtlıklar ortadan kalkar ve yok olurlar.

4) Seyr-i anillah: Bu hareket vahdetten (teklik) kesret (çokluk) tarafına olan yolculuktur. Bundan maksat Hakk’tan halka rücu etmektir. Böylece bu yola girmek isteyen  talipleri terbiye ve irşad edilir. Bu nedenle bu mertebeye, “Yok olduktan sonra var olma ölümsüzlüğe erme, mahv olduktan sonra kendine gelme, toplandıktan sonra dağılma” denir. Bu mertebeye ermiş olan zat vahdeti kesrette, kesreti vahdette görür.

Dördüncü seyir, seyr-i fil-eşyadır. Bu seyirde, arifin eşya ile ilgili ilmi seyri evvelde dilinden yok olduktan sonra, bu ilim insanları irşad için kendisine  tekrar geri verilir. Bu makam makamların en üstünüdür. Buna göre, dördüncü seyir, birinci seyrin mukabili olup, üçüncü seyir de ikinci seyrin muadili sayılır.

Bu açıklamalardan anlaşılır ki seyri illallah ile seyr-i fillah velayet mertebesine erişmek içindir. Seyr-i anillah ile seyri fil eşya da davet ve irşad makamını tahsil içindir ki Enbiya ve mürseline ve olgun evliyaya mahsustur.

Buraya kadar verilen açıklamalardan özet olarak şunu anlıyoruz ki Hakk’a vasıl olmak için önce O’ndan başka her şeyden yüz çevirmek sonra yalnız O’na teveccüh etmek gerekir. Bu kalp ve fikrini O’na hasretmek demektir. Ancak bu yolculuk için ne gibi şeyler hazırlanmalı ve sefere nasıl çıkılmalıdır? Daha önce bu yolculuk için her şeyden önce bir mürşit, bir delil, bir rehber bulmak lazım  geldiğini belirtmiştik. Çünkü yolu şaşırmak, maksada erişinceye kadar tesadüf edilecek vesvese, evham ve hayalet gibi zararlı şeylerle uğraşmak çok muhtemeldir. Bu nedenle bir mürşidin yardım ve imdadına kati bir ihtiyaç vardır. Zahiri olan bu delilden başka bazı manevi ihtiyaçlar da ister ki bu özellikle “aşk”tır.  Zira aşk olmayınca hiçbir maksat hasıl olmaz ve çekilecek zahmetler boşa gider. Manevi ihtiyaçların bir kısmı da ihlas ve ihsandır.

İmanın aslı saadettir. İhlas ve İhsan da imanın gereğindendir. İman onlara bağlıdır. İhlasın en az  mertebesi tevhid-i şeriattır ki “La ma’bude illallah”tır. Âlâ mertebesi tevhid-i hakikattir ki “La mevcude illallah”tır. İhsanın en azı sırrın şahid olunması,  hiçbir sınırlama olmaksızın mutlak olanın yüzüne bakıştır.

Bu şartların oluşması ile yapılacak olan sülük, hal ile olmuş olur. Çünkü  yalnız soyut bilgilerle ile sülûk olmaz. Yani bir kimse ilim bakımından bütün makamları bilse, onda ilm-i yakin, zevk  ve hal olmasa ona salik denilmez. Belki  ilim ehli ve uygun kişi denir. Mesela şekerin tatlı olduğunu duymuş fakat tatmamış olan bir kimse şekerin tatlılık keyfiyetini nasıl bilebilir?

Sülûk esnasında salikin zihnine bin türlü vesvese, evham ve hayaller gelebilir. Onun için salikin gayet sağlam olarak Allah Teâlâ'yı bilmesi gerekir. Salikin bu hususta bilmesi gereken bilgileri şöyle sıralayabiliriz:

“Allah Teâlâ Vacübu’l Vücud (Zorunlu varlık) ve  bütün mevcut varlıkların yaratıcısıdır. Allah Âlim, Kâdir ve Kayyum’dur.  Semi’ ve Basir (İşiten ve gören) ve istediğini yapar. Mütekellim (Konuşan) ve Mürid (Emreden) dir.  Vahit ve Ahad’tır. Ferd (eşi bulunmayan) ve Samed (kimseye muhtaç olmayan) dır. Zat ve sıfatta misli ve yarattığı alemlerde şeriki ve neziri, yaratma ve icad etmede yardımcısı yoktur. Kadim (ezeli) dir. Başlangıcı yoktur. Baki’dir ve sonu yoktur. Değişme ve başkalaşma onda görülmez. Bölünmesi ve ufalanması söz konusu olamaz. Zaman, mekan ve cihet bakımından bir bağlantısı yoktur. Renk ve şekillerden münezzehtir. Akıl ve düşüncelerle açıklanamaz. Ancak iman nuru ve irfani keşif ile anlaşılabilir. Hakikatini kendisinden başkasının bilmesine imkan yoktur. Bütün ulvi ve süfli şeylere yakınlığı aynıdır. Bütün kainatı sınırlar . Ancak bu sınırlaması bir tahdit etme yolu ile değildir. Bütün eşyayı zerre zerre bilir  ancak bu bilmesi yaratılmışların bilmesi gibi değildir. Bütün yaratılmışlarla beraberliği vardır. Lakin bu beraberliği hulul etme, intizac, bitişiklik ve birbirine dokunma şeklinde değildir. Bütün mahlukatın azametleri O’nun azameti yanında zerre bile değildir. Bütün mahlukat O’nunla ayakta durmaktadır. İnsanın aklına ne gelirse O’nun gayrısıdır.” (Muhammed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi)

 

Yorum ve eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Yorumlar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tarikatlarda Eğitim ve İrşad

Yayınlama Tarihi: 30.09.2024

Risale-i Kudsiyye

Şeyh Mustafa İsmet Garibullah