İnsan bedeninde bulunan kalb arşa benzer. Arş büyük alemde rahmaniyet sıfatının istiva ettiği (yerleştiği) yerdir. Kalb ise küçük alemde (insanda) ruhaniyet sıfatının istiva ettiği yerdir. Arş cisimler aleminin sınırında bulunur. Arşın bir yüzü cisimler alemine dönüktür, diğer yüzü de melekût alemine dönüktür. Allah Teâlâ'nın yardımının feyzi (ihsan) cisimler alemine Rahman sıfatı ile ulaşır. Rahman sıfatından kâinattaki bütün yaratıklar istifade ederler. Arş Hakk’ın feyzini kabul eder. Bu feyz, arştan bütün cisimlere ulaşır. Her cisim kendi istidadı (kabiliyeti) miktarınca bu feyzden faydalanır. Kainatın varlığı bu feyzlerin devam etmesi ve yardımının ulaşması ile ayakta durabilir. Bu feyz akışı bir an kesilecek olsa, hiçbir şey varlığını sürdüremez ve yok olur. “O’nun Zatından başka her şey yok olacaktır.” (Kasas, 28/88) ayetinin sırrı budur. Arş, rahman sıfatının feyzini kabul etme istidadından dolayı “Rahman, arşa istiva etmiştir.” (Taha, 20/5) sırrı ifade edilmiştir. Benzer şekilde, insan gönlü de bir yüzü ruhaniyet alemine, diğer yüzü de insan bedenine dönüktür. Bu nedenle insan gönlüne kalb denir. Kalbte hem cismani ve hem de ruhani iki alem vardır. Ruhtan kalbe gelen feyzin yardımı kalp üzerinden bütün organlara ulaşır. Çünkü kalb bütün organlara ince damarlar ile bağlıdır. Bu damarlarla feyzin yardımı vücudun her hücresine ulaşır. Eğer kalbten gelen bu feyz yardımı kesilecek olsa beden hayatını kaybeder. Eğer feyzin yardımını organlara ulaştıran damarlardan biri tıkanırsa, o damarın beslediği organa gelen feyz akışı kesintiye uğrayacağından, o organ hareket kabiliyetini kaybederek felç olur. Bütün varlık Allah'ın Rahman sıfatından istifade etmektedir. Bu nedenle Allah'ın rahmeti bütün varlığı kuşatmıştır. Rahman ismi Allah'ın yaratması ve varlık vermesini ifade eder. Diğer bir deyişle, varlıkların mümkün mahiyetleri izafi yokluktan harici varlığa “Nefes-i Rahman” sayesinde çıkarlar. Küçük âlemdeki kalb ile büyük âlemdeki arş arasında bir fark vardır. Ruhtan gelen feyzleri kabul eden kalbin şuuru vardır, fakat arşta bu şuur hali yoktur. Ruhtan kalbe gelen feyz ona hayat, ilim ve akıl verir. Bundan kalb haberdardır. Kalb bu feyzin ışığı ile aydınlanır. Böylece kalb, gelen feyzin sıfatıyla sıfatlanmış olur. Fakat rahman sıfatının feyzi arşa sıfatla değil kudret ve fiille ulaşır. Burada hayat, ilim ve marifet gibi sıfatlar ortaya çıkmaz. Kalbte, tarikat yoluyla arınma istidadı bulunur. Kalb, ruhaniyet sıfatının istiva yeri iken, artık rahman sıfatının istivasına da mahal olmuştur. Böylece kalp terbiye edilmek, arınmak ve Hakk’a teveccüh etmekle kemale ulaşır ve bütün uluhiyet sıfatlarının tecellilerinin ortaya çıkış yeri olur. Ancak arş ve kainat, Hakk’ın bu sıfatlarından kaynaklanan nur güneşinin tecellilerinin hiçbiri için bir mahal olamaz. Çünkü bu nur tecellisinden birisi Tur Dağı'na ulaştığında, dağ paramparça olmuştur. Oysa Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar sabah akşam Hakk'ın Celal ve Cemal nurlarının içindedirler. Allah onların kalblerine tecelli eder ve bu kimseler Allah'ın yardımıyla buna tahammül ederler.
Kalb Nedir? İnsanda vücudun sol tarafında bulunan kozalak şeklindeki et parçası kalbin suretidir. Bu et parçası bütün hayvanlarda da mevcuttur. Ancak insandaki bu et parçasının hayvanlarda bulunmayan ruhani bir canı vardır. Bu can yalnız insana mahsustur. Bununla beraber muhabbet nurundan olan safa makamındaki kalbin canı her insanda bulunmaz. Bu yüzden “Doğrusu bunda, kalbi olana ders vardır.” (Kaf, 50/37) denilmiştir. Burada kalbten maksat hakiki kalbdir ki, buna kalbin cânının cânı adı verilir. Kalbin doğruluğu ve eğriliği vardır. Kalbin doğruluğu onun safâ içinde olması, eğriliği ise bulanıklık içinde bulunmasıdır. Kalbin beş hissi vardır. Bu hisler sağlamsa, kalb bütün gayb alemini, melekût ve ruhaniyeti onlarla idrak eder. Kalb gözü ile gaybî olan şeyleri görür, kulağı ile gayb ehlinin ve Hakk’ın sözlerini iştir, koklaması ile gayb kokularını alır, tatması ile muhabbet zevkinin, iman lezzetinin ve irfan yemeğinin tadını alır, dokunma duyusu olan akıl ile akledebilen faydalı şeyleri alır. Kimin kalbinin bu beş hissi sağlıklı olursa, o kimsenin kalbinin iyiliği ve bedeninin kurtuluşu sağlanır. Eğer bir kimsenin de bu hisleri sağlam değilse, onun kalbi bozulur ve bütün bedenin helakine sebep olabilir. Bu durum şu hadis ile teyit edilmektedir: “Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur, eğer o bozulursa bütün vücut bozulur.” İşte bu et parçası “kalb”tir. Kur'an'da da, kimin kalbinin hisleri sağlam ise onun için kurtuluş olduğu şu ayetle müjdelemektedir: “O gün insana fayda sağlayan tek şey, Allah'a teslim ettiği arı duru bir gönül (kalb-i selim) olur.” (Şuara, 26/89) Kalblerinin hisleri hastalıklı olanlar için de cehennem azabı haber verilmektedir: “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onlar kalbleri vardır, onlarla kavramazlar, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.” (Araf, 7/179) “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden akıl edemezler.” (Bakara, 2/171) “Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz, lâkin göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (Hac, 22/46) Kalb bir et parçasıdır, fakat içi ilâhidir. Allah'ı bilme ve sevme makamıdır. Büyüklüğü, şanı, fazileti bu özelliğindendir. İrfan ehlinin kalbi, Allah'ın feyiz ve keremin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlahi güzelliği aksettiren bir ayna, O’nun ilim ve irfanın bir hazinesi, lütuf ve ihsanının bir denizidir ve O’nun (Allah'ın) evidir. Kalbin bu özelliğini bilen kişi nefsini ve Allah'ını bilmesi için, zikir ve ibadetle gönlünü cilalar, ona ilâhi nurun aksetmesini, onun bilgisi ile, aşk ve sevgisi ile dolup taşmasını sağlar. Eğer insanın kalbinde Allah'tan gayri şeyler varsa, o kalb nurların görünmelerine karşı perdelenmiştir. Bunlar ne kadar çoksa, o perdelerin kalınlığı da o kadar fazladır. Bu nedenle bu yola girmek isteyenler halvette oturmalıdır ki kalplerine dünya fikirleri, suretler dolmasının ve ilahi görünüşleri engellemesin. Bu nedenle tarikat ehli olmayan bir abid (ibadet eden), Hakk’a dönük ve boynu bükük olarak 70 yıl ibadet ettiği halde, kalbinde tarikat ehillerinde hasıl olan şevk, zevk ve vecd haletlerinden bir zerre bile görülmez. Çünkü tarikat ehli olmayan bir abidin kalbi, dünya fikir ve suretleri ile dolmuştur. Bunları atmaya çalışmaz. Ancak cennette kendisine vadolunan nimetleri bekler durur. Eğer Allah abidin İbadetlerini kabul eder ve iman ile ölürse, cennette kendisine vadolunan nimetleri bulur. Çünkü Allah vadini yerine getirir. Ancak eğer abit, aynı zamanda tarikat ehli olursa Allah ahirette ona yüksek makamlar ve mertebeler ihsan eder. Kalb, bir Latife-i Rabbaniye-i Ruhaniyedir. Yani gözle görülmeyen ruhani bir varlıktır. Kalb-i ruhani'nin kalb-i cismani ile bir ilgisi vardır. İnsanın hakikati bu kalb-i ruhanidir. İnsanda anlayan, alim ve arif olan bu kalbdir. Hitap edilen, ikâb ve itâb edilen ve aranan yine bu kalbdir. Ruhani kalbin cismani kalp ile ilgisini anlatmak iki yönden mahzurludur: 1) Bu husus mükaşefe ilmi ile alakadardır, 2) Bu hakikati ortaya çıkarmak, ruhun esrarını açıklamayı gerektirir ki bu bize ait değildir.
Kalbin Mertebeleri Beden yedi uzuvdan oluşmuştur ve bu yedi uzvun hepsi de secde ile emrolunmuştur. Bu nedenle “Yedi uzuv ile secde etmekle emrolundum.” buyurulmuştur. Aynı şekilde kalbin de yedi mertebe üzerine secde etmesi vaciptir. Onun secdesi bütün mahlukattan yüz çevirmesi, dünya ve uhrevi nimetlerden uzaklaşması ve bütün varlığı ile Allah'a teveccüh etmesi, Hakk’tan Hakk’ın dışında hiçbir şeyi talep etmemesi, böylece yedi mertebe ile başını ubudiyet yoluna koyması demektir. Bunun için aşağıda anlattığınız kalbin yedi mertebesinin sağlıklı olması gereklidir. Bu yedi mertebenin sağlıklı olmasının işareti, her birinin Hakk’a karşı kendi kulluklarını yerine getirmesidir. Kendilerine emanet edilen özel manalar, Hakk’ın emrine uygun bir şekilde korunmalıdır. Her birisini kendi makamında kulluğun şart ve edeplerine riayet etmelidir. İnsanda kalb Gök, beden ise Yer mesabesindedir. Kalbin sahip olduğu mertebelerin sayısı mutasavvıflara göre farklılık gösterir. Bunların sayısı 4,5,6 ve 7 olabilir. Biz Necmeddin-i Dâye Hazretlerini takip ederek, onun “Tasavvuf Yolu” adlı kitabında ele aldığı gibi kalbin mertebelerinin sayısını yedi olarak inceleyeceğiz. Kalbin birinci mertebesine “Sadr” denir. Bu İslam madeninin cevheridir. Bunun sırrı şu ayettedir: “Allah kimin sadrını İslam'a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer, 39/22) Sadr, İslam nurundan mahrum kaldığında küfür ve zulmetle kaplanır. Bu nedenle “Fakat kim sadrını kâfirliğe açarsa…” (Nahl, 16/106) buyurulmuştur. Sadr, aynı zamanda şeytanın vesveselerinin ve nefsin aldatmalarının makamıdır. Ancak bu mahal kalbin içi değil, kabuğudur. Kalbin içine bunlar yol bulamazlar. Çünkü kalb Hakk’ın hazinesi, gök ise sıfatıdır. Bunlara ulaşmak mümkün değildir. Bu hakikat, “Onları taşlanmış, kovulmuş her şeytandan koruduk.” (Hicr, 15/17) ayetinde ifade edilmiştir. Kalbin ikinci mertebesine “Kalb” denir. Burası iman madenidir. “İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmıştır…” (Mücadele, 58/22) buyrulmuştur. Burası akıl nurunun mahallidir. “Orada olanları akledecek kalbleri olurdu…” (Hac, 22/46) Kalb aynı zamanda görme mahallidir: “Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalbler de körleşir…” (Hac, 22/46) Kalbin üçüncü mertebesi “Şagaf”tır. Burası halka karşı muhabbet, aşk ve şefkatin madenidir. “Sevgisi bağrını yakmış (şagaf)…” (Yusuf, 12/30) Halkın muhabbeti şagaftan öteye geçemez. Kalbin dördüncü mertebesine “Fuâd” denir. Burası müşahede madeni ve rü’yet mahallidir: “Gözünün gördüğünü fuâdı yalanlamadı.” (Necm, 50/11) Kalbin beşinci mertebesi “Habbetü'l-kalb”dir. Burası Allah Teâlâ'nın muhabbet madenidir. Burası has kullara aittir. Bu hazinede yaratılmışlardan hiçbir varlığın muhabbeti bulunmaz. Kalbin altıncı mertebesine “Süveyda” denir. Burası gaybî mükâşefeler ve ledûn ilimlerinin madenidir. Burası hikmet kaynağı ve ilahi sırların hazinesidir. “Alleme’l Esmâ” mahallidir ki “Allah Adem'e bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31) ayeti bu hakikate işaret etmektedir. Burada keşfedilen türlü ilimlerden melekler dahi habersizdir. Kalbin yedinci mertebesine “Mühcetü’l-Kalb” denir. Burası uluhiyet sıfatının nurlarının tecelli mahallidir. “And olsun ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık.” (İsra, 17/70) ayeti bu sırrı ifade eder. Bu şerefe insandan başka hiçbir varlık sahip değildir.
Kalbin Arınması (Tasfiyesi) ve Terbiyesi Kalbin arınması hislerinin sağlam olması demektir. Terbiye ise Allah Teâlâ'ya teveccüh etmek ve O’ndan başka her şeyden yüz çevirmektir. Kalbin tamamıyla arınması onun tamamen sıhhat ve selametle olması ve “Kalblerinde hastalık bulunanlar…” (Maide, 5/52) ayetinde ifade edilen hastalıklardan tamamen kurtulması demektir. Bunun için yukarıda anlattığımız kalbin yedi mertebesinin sağlıklı olması gereklidir. Bu yedi mertebenin sağlıklı olmasının işareti, her birinin Hakk’a karşı kendi kulluklarını yerine getirmesidir. Kendisine emanet edilen özel manaları Hakk’ın emrine uygun bir şekilde korumalıdır. Her birisinin kendi makamında kulluğun şart ve edeplerine riayet etmesidir. Kalbin terbiyesi şeriatın sırrı ile gerçekleşir ki buna tarikat denir. Kalbin sağlıklı olması için, doğru şeyleri yapmak ilacı ile tedavi edilmelidir. Bunu teyit eden ayet şudur: “Biz Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir.” (İsra, 17/82) Kalbin tedavisi konusunda usta tabipler (mürşitler) ihtilaf etmişlerdir. Her biri kendisine göre bir tedavi şekli uygulamıştır. Fakat hiç birisi Kur'an hükümlerinin dışına çıkmamıştır. Bir kısım mürşit ahlakın güzelleşmesine gayret etmiştir. Yerilmiş nefsani sıfatları zıt sıfatlarla tedavi ederek övülmüş sıfatlara çevirmişlerdir. “Tedavi zıtlarla yapılır” anlayışı budur. Örneğin cimrilik hastalığına maruz kalmış birisini tedavi için, onu harcama, bağışlama ve cömertlik sıfatlarıyla donatmaya çalışmışlardır. Gazap sıfatını tahammül, öfkeyi yutmakla tedavi etmişlerdir. Hırs sıfatını zühd, dünyayı terk etmek, uzlet ile tedavi etmişlerdir. Açgözlülüğü az yemek ve açlıkla, şehvet sıfatını lezzetleri terk etmekle ve riyazatı çoğaltmak ile iyileştirmişlerdir. Bu şekilde olumsuz her bir sıfat onun zıddı olan olumlu bir sıfatla tedavi edilmiştir. Bu yöntem insan vücudunun hastalıklarını tedavi eden tabiplerin davranışı ile aynıdır. Çünkü onlar vücuttaki harareti soğuk şerbetler, soğuk algınlığını ise sıcak macunlar ve benzerleri ile giderdiler. Bu yöntemle bir tek olumsuz sıfatın bile tedavisi ömürler sürebilir ve hatta o sıfat bütünüyle değiştiremeyebilir. Çünkü bu sıfatlar insanın yaradılışından gelen şeylerdir. Ayrıca “Allah'ın yaratışında değişme yoktur…” (Rum, 30/30) buyurulmuştur. Bu nedenle yerilen nefsani sıfatları bütünüyle yok etmek mümkün olmayabilir. Belki de bu sıfatların hepsi kendi konularında gereklidir. Kübrevî tarikatının en önemli şehylerinden biri olan Necmeddîn-î Dâye Hazretleri bu konuda “Mirsadül ibad” adlı kitabında şunları söylemektedir: “Felsefeciler ömürlerini bu sıfatları değiştirmeye çabalamak, peygamberlere uymayı gerekli saymayarak sırf akıllarıyla bunu gerçekleştirebileceklerini zannetmekle yanlışa düştüler. Kalbin akıldan başka daha evvel saydığımız pek çok aletinin olduğunu bilemediler, zannettiler ki akıl her şeydir ve aklın yanlışlığı yerilmiş hayvanı sıfatlardan kaynaklanır. Eğer bu sıfatlar değişerek övülmüş melek sıfatına dönüşse ve kişi kemale ulaşsa, istenilen bu değişikliğin akıldan kaynaklandığını zannederler. Filozoflar; “bizim ilim ve aklımız olduğuna göre niçin bir peygambere uyalım ki? Peygamberlere ancak cahiller ve az akıllıların ihtiyacı vardır” derler. Onlar aklın ötesinde insan için akıldan binlerce defa daha şerefli kalb-i hakiki, sır, ruh ve hâfi gibi aletlerin olduğunu bilemediler. Akıl bu aletleri idrak edemez ve bunların terbiyesi akılla gerçekleştirilemez. Zaten her şeyden önce akıl kendini idrak etmekten acizdir, illete duçar ve hastalıklıdır. Bu nedenle “hastanın görüşü de hastalıklıdır” denmiştir. Yine “kendisi hasta olan tabip başkalarını nasıl tedavi etsin” gelmiştir. Bütün bu kimselerin onları şeriat kanunu ile tedavi edecek ve her birisine doğruyu gösterecek şeriat sahibi bir tabibe ihtiyacı vardır. Bütün dalâlet ehlinin basiret gözleri şakâvet bağı ile bağlandığından, şeriatın özelliğinden ve peygamberlerin gönderiliş sırrından mahrumdurlar. Bu nedenle peygamberlere alaycı ve küçümseyici bir gözle bakıp, akıllarının görüşünü beğenerek avarelikleriyle mağrur olmuşlardır. Şüphesiz Hakk Teâlâ onların bu akıl ve görüşlerine mukabele ederek “Asıl Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.” (Bakara, 2/15) şeklinde cevap vermiştir.” Yerilmiş sıfatların değiştirilmesi konusunda şeriat kanunuyla mücahede eden insanlar için, nefsin bir an bile başı boş bırakılmaması önemlidir. Çünkü nefis başıboş bırakılınca, tekrar eski haline döner. Bu bütün sıfatlar için geçerlidir. Bu yolda bir ömür harcansa bile, kalbin sıfatlarını şeriat kanunu ile terbiye etmek mümkün değildir. Bu kuru bir mücadeleden başka bir şey değildir. Bu nedenle tarikat şeyhleri ise ahlakı değiştirmekle değil, kalbi tasfiye etmekle başlarlar. Eğer kalb arınırsa (tasfiye edilirse) teveccühün şartı yerine gelmiş olur. Böylece Allah'ın feyzinin yardımları kalbe ulaşır. Bunlar sayesinde nefsin birçok olumsuz sıfatı değişir. Bu değişiklikleri ömür boyu yapılan riyâzetlerle elde etmek mümkün değildir. Kalb tasfiyesinin ilk şartı, dünyayı terk etmek, maddeden tecrit olmak, halktan uzaklaşmak, mal ve makam sevgisini terk etmektir. Bu şekilde insan tefrîd (yalnız Allah ile meşgul olma) makamına ulaşır. Bunun anlamı Allah dışında kalan her şeyi kalbinden çıkarıp atmaktır. Bu şekilde, tevhid sırrı “Bil ki Allah'tan başka ilah yoktur” ortaya çıkar. Allah'a teveccüh edip kalbi tasfiye etmeden ahlakın değiştirilmesi mümkün değildir. Bunu temin etmek için mürit elinden geldiğince, kendini maddeden tecrit edip bâtınını tefrîd eder, halveti ihtiyar edip zikre devam eder. Halvet esnasında dış dünya ile ilgili hisler engellenir, böylece hislerin kalbe etkileyen zararları kesilmiş olur. Çünkü kalpteki bulanıklık ve perdelerin büyük bir kısmı hislerin davranışlarıyla ortaya çıkmaktadır. Örneğin kalbe bütün zararlar göz yoluyla gelir. Çünkü gözün gördüğünü gönül yakalar. İmam Gazali Hazretleri “İhyâu Ulûmi’d-Dîn” adlı kitabında, kalbin arınması konusunda şunları söylemektedir: “Kalbin ameline gelince: Burada da son gaye, kalbi şerî inançlar ve güzel huylar ile bezemektir ki, bu da ancak kalbi bunların zıttı olan kötü sevilmeyen huylar ve bozuk akide ve inançlardan temizlemek ile mümkündür. Buna göre imanın, biri kalbi temizlemek, diğeri de kalbi doldurmak bakımından iki cüzü vardır. Kalbi bozuk itikat (inanç) ve kötü huylardan temizlemeyip tevhid nuru ve güzel huylar ile doldurmadan, sırrını mezmûm sıfatlardan, azaların günahlarından temizlemeyip ibadet ile tezyin etmeden kalp temizliğine geçilmez. Kalb, Müslümanlara kin beslemekten, bid’atlardan ve fuzuli dünya meşgalelerinden salim olmalarıdır. Kalbi dünya meşgalesi ile meşgul kimse geceleyin kalkamaz, kalksa da huzur içinde ibadet edemez. İbadeti hep vesvese ile geçer. Kalbin hastalığı, hangi iş için yaratılmışsa onu yapamamaktır. Kalb; ilim, hikmet, marifetullah, Allah sevgisi, Allah'a ibadet, Allah'ı zikirden zevk almak, Allah Teâlâ'yı bütün arzuların üzerine tercih etmek ve bütün şehevi arzularına karşı Allah'tan yardım dilemek için yaratılmıştır. Her azanın bir faydası vardır. Kalbin faydası, hikmet ve marifet sayesinde insanı hayvandan ayırt etmektir. İnsanın hayvandan ayrılması, eşyayı olduğu gibi bilmesi sayesindedir. Eşyayı eşya yapan ve onu var eden Allah Teâlâ’dır. İnsan her şeyi bilse de Allah'ı bilmese bir şey bilmemiş sayılır. Allah'ın bilmenin alameti O’nu sevmektir. Allah'ı bilen O’nu sever. Sevginin alameti de, hiçbir sevgiliyi O’nun üzerine tercih etmemektir. Başkasını Allah'tan daha çok seven kalp hastadır. Kalbin hasta olduğunu sahibi bilmeyebilir. Bunun için gafil kalır ve tedavisine bakmaz. Kalbin hastalıklarının ilacı şehvetlerine uymamakdır. Bu da oldukça zor ve acıdır. Ancak bugün kalbin tedavisi ve hatta hastalığı bile inkâr edildi. Halk dünya sevgisine ve görünüşte ibadet, fakat gerçekte âdet ve riya olan ibadetlere teveccüh etti. İşte kalp hastalıklarının asıllarının alametleri bunlardır. Kalbi hastalıklar zıtlarıyla teşhir edilir. Örneğin malı istif etmek, yoksullara vermekten daha çok hoşuna gidiyorsa, sende cimrilik hastalığı vardır. Bu durumda durmadan infaka gayret et ki, bu hastalıktan kurtulasın. Eğer döküp saçmaktan hoşlanıyorsan, sende israf hastalığı vardır. Bu durumda imsake (tutumlu olmaya) gayret eyle ve kendini murakabe et. Mala meyilden kalbini kes; ne israfa ne de imsâke kaç! Mal ve servete su gibi bak. Onu bir muhtacın ihtiyacı için sakla ve bir muhtacın ihtiyacı için harca. Doğru yolda ve orta istikamette olmak çok zordur. Fakat insan tam manası ile istikamet edemezse de, istikamete yaklaşmaya gayret etmelidir. Felâh ve necatı (kurtuluşu) arzu eden iyi bilmelidir ki, kurtuluş ancak salih ameller ile mümkündür. Salih ameller ise, güzel ahlaktan doğar. Herkes kendi sıfat ve ahlakını araştırsın ve sıralasın, sonra da teker teker tedavilerine baksın.”
Zikrin Önemi Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Artık beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 2/152) “Allah'ı çok zikredin” (Enfal, 8/45), (Cuma, 62/10) “ En faziletli zikir “Lâ ilâhe illâllah”, en faziletli dua ise “Elhamdülillah”tır.” (Hadis) Kalbin hislerinin zararları engellense bile, şeytanın vesveselerinden ve nefsin arzularından tamamen kurtulmuş olunmaz. Bunlardan kurtulmak için zikre devam edilmelidir. Gönüle gelen kötü duygular uzaklaştırılmalıdır. Bunun için “Lâ ilâhe illâllah/Allah'tan başka ilâh yoktur” zikrine ihtiyaç vardır. Zikrin nuru ve düşüncelerden uzaklaşmakla, nefsin ve şeytanın kalbi bulandırmasından kurtulmuş olunur. Bu durumda kalb zikrin zevkini duyar. Zikir dilden kalbe iner ve gönül zikirle meşgul olur. Böylece şeytanın ve nefsin kalbe soktuğu perde ve bulanıklık gönülden çıkar. Kalbteki bu perde ve bulanıklık azaldıkça zikrin nuru kalbi aydınlatır. Bu durumda kalpte bir korku ve haşyet oluşur. “İnananlar ancak o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer.” (Enfal, 8/2) ayeti bunu gösterir. Kalb zikre devam edince, oradan katılık uzaklaşır, bir rikkat ve yumuşama oluşur: “… sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar ve yatışır.” (Zümer, 39/23) Zikre devam edilince, zikir sultanı kalbe oturur ve gönül onun sayesinde itmînâna (emin olma) erişir. Çünkü Hakk’ın muhabbeti ve hatırlanması dışında kalpte ne varsa dışarı atılmıştır. “Onlar, iman etmiş ve kalpleri Allah zikri ile yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki kalbler Allah'ın zikri ile huzura kavuşur.” (Rad, 13/28) ayeti bu durumu ifade etmektedir. Eğer kalbte, Allah'tan başka varlıkların zikri ve muhabbeti ortaya çıkarsa, kalbte bulanıklık ve hastalık devam eder. Bu durumda, kalbi hemen “Lâ ilâhe illâllah” zikri ile cilalamak ve masivadan temizlemek gerekir. Kalbte Hakk’tan başka hiçbir şeyin düşüncesi kalmamalıdır. Böylece zikrin nuru ve kelime-i tevhid'in cevheri bütün nakışların yerini alır. Bu durumda, gönülde daha önce var olan binlerce düşünce yerini sadece “Allah'tan başka ilah yoktur” ifadesine bırakmış olur. Bu aşk sultanının gönülde hakim olmasıdır. Bu durumu Şeyh Necmeddîn-i Dâye Hazretleri kitabında şöyle anlatılıyor: “Bu vakit aşk sultanı saltanat bayrağını kalb, ruh, nefis ve bedenden oluşan dört çarşıyı süslemesi için gönül şehrine gönderir. Şevk inzibatını yollayarak kalleş sıfatlı nefsi dert ipiyle bağlayıp, talep kemendini boynuna geçirerek kalb meydanına getirir. Aşk sultanının ilim ayağının altında zikir kılıcıyla nefsin hevâ başı kesilir ve ihlâs ağacına asılır. Nefsin yoldaşı olan harâmî şeytanlar bu durumdan haberdar olup sultanın bu konudaki siyasetini görünce beden şehrini terk edip bu memleketten taşınırlar. Nefsin yerilmiş bütün ayaktakımı ve açıkgöz sıfatlı arkadaşları, acizlik kefenini giyerek teslim kapısında kulluk gösterirler ve “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik” (Araf, 7/23) derler. Eğer kasap isen bizi boğazla, fakat eğer Sultan isen bizi bağışla, sen bağışlayıcısın. Aşk sultanı bundan sonra, bütün bu yerilmiş nefis sıfatlı açıkgöz ayak takımından olan pis ve hilekâr kimseleri tövbe ettirir. Onlara kulluk elbisesini giydirerek kalbin kapısına koruma ve bekçi olarak bırakır. Doğrusunu söylemek gerekirse bunlardan talep edilen şey de aslında tam olarak bu görevi yerine getirmelidir. Beden şehri hilekâr şeytanların kavgasından, nefsin yerilmiş sıfatlarının bozgunculuğundan temizlenince, kalb tabiat pasından safâ bulur. Bundan sonra Samediyyet Cemâlinin sarayına yaraşır, belki kendisinde ehadiyyet güneşinin şualarının parlamasına layık olur.” Kalb bu makamda gönlün hakikatine ulaşır. Sağlığına yeniden kavuşmuştur. Ömür boyu mücahede ile değiştirilemeyecek olan nefsani sıfatlar zikrin iksiri, kalbin murakabesi ve Hakk’a teveccüh ile tamamen değişmiş olurlar. Kalb bu makamda, Hakk’ın bütün sıfatlarının zuhur mahalli olur. Hakkın sıfatları iki çeşittir: kahır ve lütuf. Kalb bu iki sıfatın da ortaya çıktığı yer olur. Allah Teâlâ kalbte bazen lütuf bazen de kahır sıfatı ile gözükür. Kalb de bu iki sıfatın ortaya çıkmasından oluşan davranış ve değişmelere tabi olur. Bu durum şu hadiste ifade edilmektedir: “Müminin kalbi Rahman'ın parmakları arasındadır, istediği tarafa çevirir.” Burada işaret edilen rahmaniyettir, uluhiyet değildir. Zikirden istifade edebilmek için bazı edep kurallarına uyulması gerekir. Mürid zikredeceği zaman öncelikle bütün günahlarından samimiyetle tövbe etmelidir. Abdestli olmalıdır. Kıbleye karşı oturmalıdır. Mümkünse güzel kokular sürmeli ve temiz, boş bir mekanda olmalıdır. Gönlünü zikre hazırlayarak, kelime-i tevhidi zikretmelidir. Gönül Hakk’ın özel halvetgâhıdır. Bu nedenle “Yerime ve göğüme sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” buyurulmuştur. Yerini boş bırak ki Sultan ansızın gelir, Sultan ancak otağ boşaldıktan sonra gelir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, “Marifetname” adlı kitabında zikir için şunları söylemektedir: “Zikre devam, melekût aleminin anahtarı, Allah'a yakın olmanın aracıdır. Murakabeye dalmak, Allah'ı düşünüp zikretmek kalbe cila verir, gizli ilimler ona malum olur ve ondan zevk alır. Gittikçe artan ilahi sevgi içine gömülür. Farz ve sünnetleri kılıp zikirle meşgul olmalı. O kadar zikir yapmalı ki, dilinden kalbine, kalbten ruhuna sinmeli, ta ki kalbi masivadan (Allah'tan gayrısı) temizlenmeli ve ruhu kutsallaşmalıdır. Hoş bir kelime olan “Lâ ilâhe illâllah” en büyük ve yüksek kaledir. Ona sığınan ebedi saadete ermiştir. Ondan kaçan şiddetli bir azaba tutulur. Bu kelimenin sözü cesed, manası ruhtur. Kamil insanlar, bu kelimeyi suret ve manasında almışlar ve kalplerini bununla süsleyerek iki dünyanın saadetine ermişlerdir. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi kalbinde bir iz bırakırsa kimseden korkmaz ve kimseye sığınmazsın. Eğer o güzel kelimenin yeri kalbinse, bil ki müminsin, eğer yeri ruhunsa aşıksın. İçten “Lâ ilâhe illâllah” sözü ile zikir yapanlar, Lâ harfi ile kalbin tozlarını siler, illâllah sözü ile de Allah'ın sevgisini kazanır, aşkıyla mesut olur ve ebedi onun huzurunda kalır. “Lâ ilâhe illâllah” mübarek bir ağaçtır ki meyvesi Allah'ı bilmektir (marifetullah).” “Lâ ilâhe illâllah” zikrinin özelliği “O’na hoş kelimeler yükselir.” (Fâtır, 35/1) ayetinin sırrıdır. Bu ayetteki kelime Kelime-i Tevhid’dir. Cenab-ı Hakk’a bu kelime ile yol bulunur. Bu zikre devam ederek ve sabır göstererek, “Lâ ilâhe” ile Hakk’ın dışındaki şeylerden ilgi kesilir. Sonra “İllâllah”ın güzelliği tecelli eder. “Artık Beni zikrediniz ki Ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 2/152) ayetinin hükmü gerçekleşmiş olur. Bu şekilde “Allah, şehadet etti ki: Gerçekten O’ndan başka ilah yoktur.” (Ali İmran, 3/18) Böylece İslam binasının “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi üzerinde kurulmasının sebebi ortaya çıkmış oldu. Bu kelimenin anlamını bilerek manevi ve zahiri şirklerden kurtulmuş olundu. Bütün varlığı “Lâ ilâhe” kılıcı ile ortadan kaldır, Böylece dünya “İllallah” sultanı için tertemiz olsun.
Yorum ve Eleştirileriniz için: yorum@ilimvetasavvuf.com
|
Tarikat Yoluyla Kalbin Arınmasının Sırları |
Yayınlanma Tarihi: 13.05.2020 |
Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilah yoktur) |