İslam'da devlet yönetimi ve siyaset düşüncesi İslam'ın düşünce ve ilim geleneğindeki çeşitli disiplinleri ilgilendirmiştir. Kelam, fıkıh gibi disiplinler devlet yönetimi hakkında çeşitli tespitler yaparak Siyasetname ve Nasihatname şeklinde eserler ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde tasavvuf ilmi de siyaset düşüncesi açısından önemli olan değerlendirmelere sahip eserler ortaya çıkarmıştır. Sufilerin eserlerinde yer alan siyaset anlayışı hem maddi hem de manevi bakımdan ele alınmıştır. Sufiler, “ricâlü’l-gayb” anlayışının bir uzantısı olarak maddi ve manevi dünyada tasarrufta bulunan “kutup” kavramına atıfta bulunmuşlardır. Kutup bazen zahiri halife ile aynı kişi olabildiği gibi, onun dışında da olabilir. Sufi anlayışında maddi ve manevi tasarrufta en üst makamda iki kutup ve bir gavsdan oluşan üç kişilik bir grup mevcuttur. Birinci kutup daima Mekke'de olmakla beraber, ikinci kutup başka ülkelerde, örneğin Türkiye'de olabilmektedir. Gavs yaşadığı döneme göre İslam'ı yorumlayan kişidir. Gavs ledün ilmine sahip olarak yazdığı eserlerle İslam düşüncesini kendi gerçek rotasında ele alarak inşa eder. İslam'ın gerçek yönüne karışmış olan yanlış düşünce ve bid’atları da temizler. Bunlar birçok meşhur sufilerin kitaplarında anlatılmaktadır. Sufiler devleti ve toplumu yöneten ve yönetilen seviyesindeki bütün insanların nasıl davranmaları gerektiği konusunda düşünceler ileri sürerler. Bunun amacı her şeyden evvel insanların Allah'ın rızasını kazanmalarıdır. Böylece insanın hem dünyevi ve hem uhrevi tarafının İslam'ın istediği şekilde olmasını sağlamak istenmiştir. Bu nedenle sufilerin bu görüşleri ve nasihatları toplumdaki gerek yönetici ve gerekse halk tarafından bilinip uygulanması çok önemlidir. Bunun sonunda toplumların rahat ve mutlu bir hayat sürmeleri mümkün olur. Bu konuda İsmail Hakkı Bursevî (ks) Hazretlerinin, “Kitâbû’n-netîce” adlı eserinde yazdığı şu söz önemli bir yol göstericidir: “Siyasete fehm-i tâmm ve ilm-i mâ lâ-kelâm ister. Bundan sonra gayret-i dîn ve selef-i sâlihîn sîretlerini iktidâ ve ısrlerini iktifâ lâzımdır. Anlamı: Siyaset, eksiksiz bir anlayış ve kimsenin itiraz edemeyeceği bir ilim ister. Bundan sonra din gayreti ve selef-i sâlihîn ahlâkına ve takip ettikleri yollara uymakla yetinmelidir.” Bursevî Hazretleri'nin bu ifadesi siyasetin din ve ahlâka dayalı bir anlayış olduğunu göstermektedir. Bütün sufiler eserlerini bu temele dayanarak yazmışlardır. Onlar siyasetin temeline din ve ahlâkı yerleştirmişlerdir. Siyasette kullanılacak yöntem ve akıl yürütmelerin açık ve itiraza imkan tanınmayacak şekilde olmalarını öngörürler. Bu da ancak İslam'ın Kur'an ve sünnetle belirli temel ilkelerine uyumakla temin edilebilir. Tasavvuf tarihinin bütün dönemlerinde tasavvuf ehli olan sufiler, toplumun farklı kesimleri (devlet ricali, ulema, halk, gayrimüslimler vs) ile irtibatları olmuşlardır. Bu nedenle tasavvuf ilmi siyaset düşüncesinden, tarikatlar da siyasetten uzak ve bağımsız kalmamıştır. Sufiler ile siyaset adamları arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı bir durum gösterse de, devlet yönetiminde sufilerin etkileri rol oynamıştır. Sufilerin siyasi yorumlarında kullandıkları hadislere bakılırsa, büyük ölçüde ehl-i sünnetin siyaset hakkındaki anlayışına bağlı kaldıkları görülür. Yani sufiler siyaset konusunda sünnî düşüncenin yanında konumlanmışlardır.
Tasavvufun Klasik Döneminde Sufi-Siyaset İlişkileri Tasavvufun klasik (teşekkül) dönemi H. 2. asrın ortaları ile 5. asrın ortalarına kadar olan dönemdir. İlk tasavvufi eğilimler “zühd” ana fikri etrafında yaygınlaşmıştır. Bu süreç H. 2. asrın yarısından 3. asrın ilk çeyreğine kadar olan zaman dilimidir. Bu dönemde sufiler ile siyasi kurum ve yöneticiler arasındaki ilişkilerin temel prensipleri belirginleşmiştir. Bu temel prensipler şöyledir: 1) Hukuki ve idari alanlarda devlette görev almamak, 2) Yöneticilerin sağlayacağı dünyevi imkanlardan yararlanmamak, 3) Adil ve basiretli olanların yanında zalim dahi olsa ilke olarak yöneticiye baş kaldırmamak ve itaat etmek. H. 3. asrın ilk çeyreğinden sonra, daha çok ehl-i hadis anlayışının hakim olduğu halk tabakasından ya da bazı alimlerden gelen şikayetlerin soruşturulduğu bireysel örnekler haricinde, Abbasilerin sufilere yönelik sistemli bir baskı politikası uyguladığından söz edilemez. Bu kapsamda Hanbeli bir halk vaizi olarak Halil'in 264/877'de, bazı siyasi elitlerin desteğini alarak, bir grup sufinin idamla yargılanmasına neden olan soruşturması sufilere karşı bir devlet politikasının sonucu değil, bir vaiz olarak Gulâmu Halil'in tasavvufun halk tabakasındaki etkinliğini zayıflatmak için siyaset kurumunu araç olarak kullanması olarak değerlendirilmelidir. Hallac’ın 309/922'deki idamı ise, hem siyasi hem de dini sebepleri bulunan son derece karmaşık ve kendine özgü bir olay olarak tebarüz eder. Sufiler hiçbir zaman iktidar talep eden Şiâ, Gulâm hareketleri gibi siyasi hedeflere sahip olmadıkları gibi, toplumsal bütünlüğü bozacak toplu bir isyan girişiminde de bulunmamışlardır. Bu konuda Hacı Bayram Başer, “Klasik Dönem İslam Toplumunda Sûfîler ve Siyaset” adlı makalesinde şunları söylemektedir: “Diğer deyişle teşekkül devrinde tasavvuf siyaset kurumu için hiçbir ciddi bir politik müdahale alanı teşkil etmedi. Öte taraftan tasavvufun H. 3. yüzyılın ortalarından sonra yaygınlaşmasını, sadece sufilerin siyaset tarafıyla geliştirdikleri bu itidalli ilişki biçimine dayanarak açıklamak ta aynı şekilde mümkün değildir. H. 4. ve 5. asırlarda entelektüel olsun ya da olmasın, toplumun bütün tabakalarıyla uzlaşabilen bir dil aracılığıyla tasavvufun “meşru bir dinî ilim” olarak tedvin edilmesi, bu yaygınlaşmanın temel saiki olarak görünmektedir. Hatta bu durum, ilk iki asırdaki zâhidlerin takındığı “entelektüel ilgilerden uzak durma” şeklindeki zühd tavrını dikkate aldığımızda, - sufilerin politik ve entelektüel açıdan “pasif” ve “geri duran” bir zümreye dönüştüğünü söylemek şöyle dursun, tam aksine - politik duruşlarından ödün vermeksizin entelektüel bir aksiyonerliğe sahip olduklarını gösteren bir veri kabul edilebilir.” Bu bilgilere göre tasavvuf H. 3. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlaşmıştır. Sufiler H. 4. ve 5. asırlarda eski pasif davranışlarını terk etmişlerdir. Bu dönemde siyasi düşüncelerini açıkça ifade etmişler ve onlardan ödün vermemişlerdir. Böylece sufiler entelektüel bir kimlik inşasını tamamlamışlardır. Bu dönemde sufiler ile siyasiler arasındaki ilişkileri belirleyen ilkeler sufiler tarafından net bir şekilde ortaya konulmuş ve yazıya dökülerek eserlerde yer almıştır. Siyasi konularda çözümler ve ilkelerin ne olması gerektiği büyük ölçüde teorik düzeyde anlatılmıştır. Bu bağlamda sufiler öncü olarak kabul ettikleri Hasan El Basrî (ö.110/728)’den itibaren birçok klasik dönem sufi yazarları bu konudaki düşüncelerini çok açık bir biçimde ifade eden eserler ortaya koymuşlardır. Bunlar arasında klasik dönem sufilerinden şunları zikredebiliriz: Hâris el-Muhâsibî, Hakim Tirmizî, Kelâbazî, Süleymî, Kuşeyrî, Hücvîrî, Gazâlî, Ebû Saîd Ebu’l Hayr, Ferîdüddîn Attâr. Bu sufilerin yazdıkları eserlerden hareketle, sufi-siyasi ilişkilerinin kriterlerini şöyle ifade edebiliriz: 1) Her ne olursa olsun siyasi otoriteye yakın olmamak, 2) Siyasi otoriteden kesinlikle hiçbir talepte bulunmamak, 3) Siyasi otoriteden ortaya çıkan adaletsizliği ve zulmü zımnen ya da açıktan tasvip etmemek, 4) Şayet varsa siyasi iktidarının sebep olduğu haksızlık ve zulmü açıkça dile getirmek ve hatta bunlarla yetinmeyip etkili bir şekilde kendilerini bunlardan vazgeçirmeye çalışmak. Bu ilkeler bütün sufiler için bağlayıcıdır. Sufi oluşun temel ilkeleri arasındadır. Tarih boyunca gerçek sufiler bu ilkelere harfiyen riayet etmişlerdir. Bu ilkelere aykırı davrananlar ise gerçek sufiler kategorisinde sayılmazlar. Bu konuda Salih Çift, “Sufilere Göre Sûfî-Siyaset İlişkilerinin Standart Kriterlerinden Söz Edilebilir mi?” adlı makalesinde şöyle diyor: “Bu kurallar dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Güncel çıkarları uğruna hiçbir ilke gözetmeksizin tasavvufî düşünce ve dinin cezbedici yönlerini kullanmak suretiyle - buna istismar da diyebiliriz - yapılan her türlü faaliyet menfi sonuçlar doğuracak ve bundan en olumsuz anlamda etkilenecekler yine tasavvuf ve sufi çevreleri olacaktır.” Çift’e göre asıl olan dinin, şartlara göre değişen siyasetin doğrultusunda tavır almamasıdır. Çift şöyle diyor: “Dinin iman esasları yanında insan eylemlerine dair belirlediği temel kaideler sabittir ve tasavvuf adı verilen yorum tarzı da bunlara istinad eder.” Bugün toplumumuzda kendilerine tasavvuf ve tarikat ehli yakıştırmasında bulunan insanlar, maalesef gerçek tasavvufun dışına çıkmakta ve siyasi iktidarlarla çıkar ve menfaat ilişkisi içine girmektedirler. Siyasi kişilerin yaptıklarını tarafsız ve dini perspektiften eleştirmekten yoksundurlar. Bu durum toplumda İslam dininin yanlış algılanmasına neden olmaktadır. Bu da bunu yapan kişiler için gerçekten telafisi zor olan büyük bir vebaldir.
Vahdet-i Vücûd ve Siyaset Vahdet-i Vücûd düşüncesini ortaya atan İbn Arabi (ks)'ye göre tasavvuf ile siyaset arasındaki ilişkiyi, bâtın ve zâhir anlamında yorumlamak mümkündür. Bâtını temsil eden velâyet/manevi otorite, zâhiri temsil eden hilafet/maddi otoritedir. İbn Arabî'ye göre velâyet sahası Bâtın isminin tecellisi, siyasi otorite ise Zâhir isminin tecellisidir. Ona göre manevi otorite ile maddi iktidar aynı hakikatin iki farklı yüzüdür. Her iki sahanın da kendisine has hükümleri vardır. Bu düşünceye göre sufilerin yetkisini bâtınî alanına sınırlanmaktadır. Sufiler siyaset alanında siyasi otoriteye itaat etmekle mükelleftir. Ancak bu itaatin sınırları gerek Kur'an ayetleri ve gerekse Peygamberimiz (sav)’in hadisleri ile belirlenmiştir. İbn Arabî'nin Vahdet-i Vücûd anlayışı Osmanlı dönemindeki sufiler tarafından ele alınarak, onu Osmanlı siyaset düşüncesine uygulamışlardır. Bu konuda en tanınmış sufi İsmail Hakkı Bursevî’dir. Bursevî, varlık mertebeleri (merâtibü’l- vücûd) teorisi ile Osmanlı siyasi düşüncesi arasında bir ilişki kurmuştur. Bu ilişki Aşık Paşa'nın Garibnâme’sinde de gözükmektedir. Bu düşüncelerin amacı, vahdet fikrinin sosyal düzlemde de aşikar edilmesi çabalarıdır. Bu konuda Özkan Öztürk”, “Siyaset ve Tasavvuf: Osmanlı Siyasi Düşüncesindeki Tasavvufi Tezahürler” adlı kitabında şu tespitleri yapmaktadır: “Vahdet-i vücûd fikrinin kurucu gücü, Osmanlı siyasi düşüncesindeki nizam fikri ile paralel düşünüldüğünde toplumsal alanla geçerli olan bütün iktidar merkezleri birlik fikri altında verimli bir şekilde yapılandırılmasını hedefler. Sultan’ın zâtında devlet, çokluk olarak gözüken topluluğun biricik kriteridir. Böylece vahdet-i vücûd düşüncesi toplumsal alanda siyasetin öznesini hakikat haline getirir. Siyasette bu hakikat pratiğe dönüşerek sultan/vahdet - reaya/kesret ilişkilerini metafizik referanslara dönüştüren bir işlev görür. Bursevî'nin bu yaklaşımı ile de ontoloji ile siyaseti birlikte düşünmek neticesinde siyasetin, varlığın ve insanın doğası arasında kuvvetli bir bütünlük oluşturulmuş olur.”
Nakşîbendîler ve Siyaset Nakşîbendîlik dünya üzerinde en yaygın olan bir tarikattır. Nakşibendiler İslam dünyasının değişik coğrafyalarında etkinlik alanlarına sahip olmuşlar ve siyasi hayatta önemli roller üstlenmişlerdir. Devlet yöneticilerinden uzak durmayı tercih eden Nakşîbendî mensupları olduğu gibi, bir kısmı da onlarla yakın ilişkiler kurmuştur. Aynı şekilde bazı hükümdarlar Nakşîbendî şeyh ve mensupları ile olan ilişkilerinde bazen muvafık bazen de muhalif kalmışlardır. Bazı sultanların Nakşîbendîlere yakınlık göstermeleri konusunda Necdet Tosun “Tarihi Süreçte Nakşîbendîler ve Siyaset” adlı makalesinde şunları söylemektedir: “Bazı idareciler manen meşâyıhın sohbetinden istifade etmek gibi dinî, tasavvufi gerekçelerle yakınlık göstermiş olabilir. Bazıları ise toplumda saygın bir yeri olan ve evliya olarak kabul edilen şeyhlerin halk üzerindeki manevi otoritesinden yararlanmak ve böylece kendi taht ve itibarını güçlendirmek için ilişki ve yakınlık kurmuş olabilir.” Tosun’a göre, Nakşî çevrelerin devlet nezdinde farklı dönem ve coğrafyalarda devlet tarafından itibar görmesinin muhtemel sebebi, heterodoks sufi gruplara karşı panzehir gibi algılanması ve idareciler tarafından bir kalkan olarak kullanılmasıdır. Tosun, Nakşîbendî sufilerin siyasi çevrelerle ilişkili kurmalarının nedenleri olarak şunları ifade etmiştir: 1) Hükümdarları halka zulüm etmesinden uzak tutmak, 2) Onları hayra teşvik etmek, 3) Siyasilere destek vermekle tarikatın ve irşad faaliyetlerinin daha verimli ve kolay yayılmasını sağlamaktır. Sünni temelli bir tarikat olan Nakşîbendîlik bazı hükümdarlardan büyük ölçüde destek görürken, aynı nispette Şiî Safevîlerin baskılarına maruz kalmıştır. Nakşîbendîler önceleri tarikatın doğup geliştiği bölge olan Maveraünnehir'deki idarecilerle ilişki kurmuşlar, daha sonra tarikat farklı bölgelere yayıldıkça bu ilişkileri de çeşitlendirmişlerdir. Hâcegân tarikatının kurulduğu M. 12. asırdan itibaren Nakşîbendîlerin münasebet kurduğu belli başlı devletler şunlardır: Karahanlılara bağlı Ali Burhan, Çağataylılar, Kertler, Timurlular, Şeybânîler, Esterhânîler (Canoğulları), Hîve Hanları, Mangıtlar, Bâbürlüler, Moğol Hanları, Safevîler ve Osmanlılar. Nakşibendiler ile Şiâ arasındaki çatışmaları Tosun makalesinde şöyle dile getirmektedir: “Nakşîbendîliğin yayıldığı dönemlerde ehl-i sünnet mezhebinin en önemli rakibi Şiâ idi. Dolayısıyla Nakşîbendîlerin ehl-i sünnete bağlı olmaları Şiâ'ya muhalif olmaları neticesini doğuruyordu. Ancak H. 10. asrın başlarına kadar Nakşîbendîler ile Şiâ arasında önemli bir çatışma olmadığı için bu konu ciddi bir gündem oluşturmamıştı. Sadece Abdurrahman Câmî’nin hac yolculuğunda Bağdat'ta “Silsiletü’z-zeheb” adlı eserinden dolayı Şiîlerle ilmi bir tartışma yaptığı bilinmektedir. Bu tarihten sonra ise Şiî Safevî devleti İran ve Horasan'ın önemli şehirlerini ele geçirip buralardaki Sünnî âlimlere ve sufilere baskı yapmaya başlayınca, bu baskılardan en çok nasibini alanlar Nakşîbendîler oldu. Nitekim Safevî baskılarından kaçarak Osmanlı devletine sığınan Mirzâ Mahdûm Mu’îneddîn Eşref Şerif'i (ö.995/1587) Safevîler’in zikir ve murâkabe yapan kimi görseler “bu bir Nakşîbendî’dir” diyerek öldürülmesini vacip gördüklerini yazar. Ma’sûm Ali Şâh Şîrâzî de Safevî hükümdarı Şâh İsmâil'in Ehl-i Sünnet şeyhlerinin tekkelerine gidip buraları yıktığını kaydeder. Doğuda Sünnilliği destekleyen Mâverâünnehir’in Özbek Şeybânî hanları ile Batı’da yine Sünniliği destekleyen Osmanlılar arasında yeni bir iktidar alanı oluşturup devletini genişletmek isteyen Safevîler, İran'ın Şiîleşmesi sürecinde Nakşîbendîleri büyük bir engel olarak görmüş olmalarıdır.” Orta Asya ve Hindistan'dan Anadolu'ya gelen Nakşîbendîler Osmanlı idarecileri ile de yakın ilişki kurmuşlardır. Fatih döneminde Osmanlı devleti için Şiâ henüz önemli bir tehdit oluşturmadığı için, onun Nakşîbendîlere gösterdiği alaka tasavvuf düşüncesine ve özellikle Horasan sufilerinin başarıyla ele aldıkları vahdet-i vücûd konusuna olan ilgisi olmalıdır. Sonraki padişahlarda da o entelektüel ilgi devam etmiş olabilir. Ancak M. 16. asırda Şiî Safevî devletinin yükselişi ve Anadolu halkına yönelik propagandalara başlaması ile birlikte Osmanlı idarecileri Sünnî tarikatları ve özellikle Nakşîbendîleri bu propagandaların önüne konabilecek bir kalkan olarak telakki etmiş olmalıdırlar. Bu kalkan sadece Safevîlere karşı değil, aynı zamanda Anadolu'daki Kalenderî ve Haydarî gibi heterodoks zümrelere karşı da kullanılmaya müsait idi. Nitekim Kanuni'nin Eskişehir’deki Seyyid Gazi Tekkesi’ni Kalenderî Râfizîlerden temizledikten sonra buraya bir Nakşîbendî şeyhini tayin etmesi, oradaki heterodoks ocağı tamamen kurutmak gayesine matuf olmalıdır. Irak'ta doğan Hindistan'a gidip Abdullah Dehlevî'den tasavvufi eğitim alan ve Anadolu'ya çok sayıda halife ve temsilci gönderen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ö.1242/1827) ile birlikte Nakşîbendîliğin Hâlidiyye kolu başlar. 19. yüzyılda Hâlid-i Bağdâdî’nin Anadolu'ya gönderdiği halifeleri vasıtasıyla Nakşîbendîliğin bu kolu Anadolu'da hızla yayılmıştır. Hâlid-i Bağdâdî’nin halifeleri vasıtasıyla Osmanlı devlet bürokrasisine mensup çok sayıdaki kişi Nakşîbendî-Hâlidîliğe bağlandı. Mekkîzâde Mustafa Âsım ve Mehmet Refik Efendi gibi şeyhülislamlar ile Saîd Paşa, Dâvut Paşa, Namık Paşa ve Mûsâ Safvetî Paşa gibi birçok devlet adamının Hâlidîliğe bağlanması, Osmanlı devlet bürokrasisinde önceleri kaygıyla karşılanmış ve bir kısım Hâlidî mensupları İstanbul'dan sürgüne gönderilmiştir. Nakşîbendî mensupları 19. ve 20. Asırlarda İslam dünyasının batılı devletler tarafından işgal ve sömürüye tabi tutulmaya çalışıldığı dönemlerde, kendi devletlerine, halkına ve milli mücadelelere destek vermiş, emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı mücadele etmiş ve vatan savunmasında önemli roller üstlenmişlerdir.
Osmanlı Devletinde Sûfî-Siyaset İlişkileri Osmanlı'da devlet ile tekke arasındaki ilişkiler incelendiğinde bunların duygusal olduğu kadar ideolojik nedenlere de dayandığı söylenebilir. Osmanlı Devleti'nde padişahlar ile sufiler, toplumla tarikatlar, medreselerle tekkeler arasında ilişkiler uzun bir süre devam etmiş, aralarında çok ciddi bir sorunla karşılaşılmamıştır. Bu süreç kuruluş ve yükselme dönemlerinde böyleyken duraklama ve gerileme dönemlerinde bu ilişkiler kısmen gevşemiş ve sorunlar üretmiştir. Osmanlı Devleti tarikatlar ve onların mekanları olan tekke, zaviye ve dergahları kurulduğu dönemden itibaren iyi değerlendirmiş ve onları devletin yarı resmi kurumları haline getirmiştir. Vergi, askerlik muafiyeti gibi memur ve ilmiye sınıfına mahsus olan bu imkanlar tarikat mensuplarına da tanınmıştır. Sufiler devletin adalet ile ebed müddet olacağına inandıklarından, Sultan ve ümerası için hayır duada bulunmayı adet haline getirmişlerdir. Yöneticilere beddua etmenin edep dışı olduğunu, bunu insanın altında gölgelendiği ağacın dallarını ve budaklarını kesmesi olarak değerlendirmişlerdir. Sufilere göre padişah/ sultan kalbe benzer. Bir hadis-i şerife dayanarak, kalp düzgün olursa ceset de düzgün olacaktır. Dolayısıyla sultanın bozuk olması halinde mülk de fesada uğrayacaktır. Bu nedenle sufiler sultanın bozulmaması için azami gayret göstermişlerdir. Onlar için hayır dualar ederken yanlış gördükleri hususlarda eleştiri ve ikazda bulunmuşlardır. Padişahlar tasavvuf ehlini Allah katında duası makbul kişiler olarak görmüşlerdir. Bu nedenle onların dualarını almaya gayret göstermişlerdir. İdareciler fetih hareketlerinde önce Allah'ın nusreti daha sonra evliyanın himmetinin var olduğuna inanmıştır. Celvetiyye şeyhi İsmail Hakkı Bursevî (ö.1137/1725) şunları söylemektedir: “Şu zamana gelinceye kadar meşâyıhı inkar eden hiçbir padişah çıkmamıştır. Zira saltanatın kuruluşu evliya iledir. Bu zamana kadar hiçbir padişah hal ehlinden uzak kalmamıştır. Altı asır süren Osmanlı idaresinde ister veli (II. Beyazıt) ister deli (İbrahim) olsun, her padişahın az veya çok tasavvuf ehline hürmette kusur etmediği anlaşılmaktadır.” Sufiler zaman zaman sultanları yaptıkları yanlış işler dolayısıyla uyarmışlar ve onlara nasihat etmişlerdir. Halka adil davranmalarını kendilerine duyurmuşlardır. Örneğin Koçi Bey şunları söylemiştir: “Küfür ile dünya dururken zulüm ile durmaz. Adalet tûl-i ömre sebeptir ve intizam-ı ahvâl-i fukara padişahlara mûcib-i cennettir. Bu dediklerim kelam benim değildir. Ulema ve meşâyıh kavlidir. İtimat buyrulmazsa onlara sual oluna.” Aynı şekilde Akşemsettin Fatih'e, Yahya Efendi Kanuniye, Abdülmecid Sivasî I. Ahmed'e nasihatta bulunmuştur. Yenikapı Mevlevihanesi’nin şeyhi Celaleddin Efendi’nin II. Abdülhamid'in yönetimini eleştirdiği de rivayet edilmektedir. Bu konuda Zekeriya Işık, “Osmanlı İmparatorluğunda Yaşanan Devlet-Tarikat İlişkilerine Yaklaşım Meselesi” adlı makalesinde şunları söylemektedir: “Osmanlı kuruluş döneminde Sultan ve devlet ricali için muharip gazi dervişler dünyada eşi benzeri olmayan cephanelerle donatılmış büyük bir maddi ve manevi lojistik güç olarak görülüyordu. Bu süreçte Türkmen babaları, şeyh ve dervişlerle olan ilişkilerin son derece yalın, sade ve samimi bir şekilde aynı mekan, gönül, inanç ve zihin dünyası eşliğinde, yine aynı hedeflere odaklanmanın verdiği maddi ve manevi kuvvet ile gerçekleştiği dikkatlerden kaçırılmamalıdır.” Osmanlı'nın devletleşme/merkezileşme sürecinde tarikat devletin yarı resmi bir kurumu hürriyetine bürünerek, kendine has güçlü eylem ve söylem kabiliyetini büyük oranda kaybetmiştir. Tasavvufi kalıplar, teşkilat ve teşrifat usullerinin kutsandığı bu süreçte ulemayı şekilcilikle suçlayan meşâyih, irfanın deruni anlam ve mana dünyasından uzaklaştırılarak kendisi de şekilciliğin içine düşmüştür. Bu süreçte Sultan için bütün tarikatlar, tekke ve zaviyeler şeriat dairesi içinde kaldıkları ve yürütmeleri öngörülen hizmetleri ifa ettikleri oranda muteber kabul edilerek hem maddi hem de manevi olarak taltif edilmiş ve saygı, hürmet görmüşlerdir. Batıdaki modernleşme hareketi ile birlikte siyasi ve içtimai hayatın hemen her alanında köklü değişiklikler yaşanmaya başlamıştır. Modernizmin dayanılmaz baskı ve saldırıları karşısında Osmanlı devleti III. Selim'den itibaren, başta askeri olmak üzere bazı alanlarda birtakım reformlara başvurmuştur. Merkezi tekke uygulaması başlatılmış, Meclis-i Meşâyıh'in Meşihat Dairesi çatısı altında Şeyhülislamlığa bağlı bir kurum olarak ihdas edilmesi ile tarikatlar reform adı altında bir takım kurallara tabi tutulmuştur. Şeyh atamalarında imtihan uygulamasına gidilmiş, meşâyıh’ın yazdığı eserleri de Tetkik ve Müellefât Encümeni’nin yani zâhir ulemanın denetim ve izine tabi tutulmuştur. Hemen her alanda kurulan ihtisaslaşmış kurumlar tekke ve zaviyeler aracılığıyla yürütülen hizmet alanlarına hakim olmuştur. Giderek kamusal ve toplumsal alandan izole olan tarikat çevreleri ataletle, miskinlikle ve tüketicilikle özdeşleştirilerek modernitenin çarkları arasında öğütülmüştür. Devletin yönlendirdiği resmi din anlayışının bir parçası haline dönüştürülmeye çalışılan tasavvuf dünyası, kendisini var eden ontoloji ve bu ontolojinin ürettiği epistemiği büyük oranda kaybetmiştir. Yolunu kaybeden tarikat bir taraftan ulemaya diğer taraftan modern kurum ve kurullara bürünerek mutasyona uğramak kaydı ile hayatta kalmayı ancak başarabilmiştir. Başka bir deyişle zahir batını mağlup etmiş, kadim tarikat ve tasavvuf anlayışı eylem ve söylem kabiliyetini büyük oranda kaybetmiştir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren devlet tarikat ilişkileri genelde olumlu olarak seyretmiştir. Ancak 15. yüzyılın ikinci yarısından sonra bazı tarikatlar aleyhine davranışlar gözlenmektedir. Ancak bu aleyhte davranışlar dini saiklerle değil hepsi siyasi saiklerle meydana gelmiştir. Osmanlı'nın kuruluş, yükseliş ve yıkılış dönemlerinde padişah-sufi ilişkilerinin kendisine has olumlu ve olumsuz bir seyir izlemiştir. Osmanlıların ilk dönemlerdeki tasavvuf ekollerine karşı gösterilen geniş hoşgörü, Yavuz'un Şiîlik akımına karşı gösterdiği sert müdahale nedeniyle kısmen gerilemeye başlamıştır. Bazı şeyhler tarafından gösterilen taşkınlıklar ve aşırı görüşler nedeniyle ehl-i sünnet inancının korunabilmesi için zahiri ilimlere daha fazla önem verilmesi toplumda ifade edilmeye başlamıştır. Birgivî Mehmet Efendi'nin (ö.981/1573) yazdığı Tarikât-ı Muhammediye adlı kitabında sufiler eleştirilmiştir. Bazı tarikatlar arasında tehlikeli çekişmeler ortaya çıkınca, şeyhülislamların verdikleri fetvalarla bazı sufiler idam edilmiştir. Zamanla devletin kuruluş dönemindeki tarikatlara karşı gösterdiği hoşgörü gittikçe azalmıştır. Safevî devletinin Anadolu'yu Şiîleştirme politikaları ve iç isyan çıkarmaya teşvik etmeleri Osmanlı'yı Sünnî anlayışı öne çıkarma ihtiyacına yöneltmiştir. Bu konuda Ömer Yılmaz'ın “Osmanlı Devletinde Padişah-Sufi İlişkileri” adlı kitabında şu yorum yapılmaktadır: “Bazı şeylerin duruma vaziyet etmesi uluhiyet anlayışını bozmaya başlamış; bâtınilik fikirleri insanların idrakine etki etmeye başlamış; münzevilik ve bireycilik cemaatlere hakim olmaya başlamış; sözde tefekkür pratiğe üstün gelmeye başlayınca tasavvuf dünyasındaki bozulmalar da kaçınılmaz olmuştur. Bu da padişah-sufi ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir.” Osmanlı'da bazı isyanlar tasavvufi görünüşler de olsa da, gerçekte başka saiklerin sebep olduğu bilinmektedir. Osmanlı'daki ilk isyan Fatih zamanında “Buçuktepe isyanı” ile başlamıştır. Fatih'ten sonra her padişah zamanında isyanlar olmuştur. 36 padişahın 12 tanesi isyan sonucu tahtını kaybetmiştir. Bunların bir sebebi yeniçerilerin güçlenmesi ve amacının dışına çıkmasıdır. Şeyh Bedrettin isyanı, Celali isyanları, Babâî isyanları, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa ve Kuleli Vakası da, içinde tarikat şeyhlerinin bulunduğu ayaklanmaların bazılarıdır. Fatih döneminde devleti ele geçirmeye teşebbüsüne girişen Hurûfiler öldürülmüştür. II. Beyazıd’a suikast tertip eden Kalendevîler idam edilmişlerdir. Mehdilik iddialarında bulunanlara önce vazgeçme çağrısında bulunulmuş, kabul etmeyince idam edilmişlerdir. Avrupa'daki aydınlanma ve modernleşme akımları Osmanlı'yı etkilemeleri sonucu 19. yüzyılda padişah-sufi ilişkileri farklı bir yol izlemiştir. II. Mahmud yeniçeri ocağını ortadan kaldırınca Bektaşi tarikatı yasaklanmıştır. Bu sırada diğer tarikatlarda sıkı bir takibe tutulmuşlardır. Bütün bunlara rağmen tarikatlar kısmen de olsa eski imtiyazlarının muhafaza edebilmişler, şeyhler saygınlıklarını koruyabilmişler ve tekke ve zaviyeler maddi destekten tamamen mahrum bırakılmamışlardır. II. Mahmud bütün tarikatlara karşı yok edici bir tavra girmemiştir. Kendisi de Pera'daki Mevlevî Tekkesi’nin mensubu idi. Ayrıca Fındıklı'daki Nakşibendi cemaati toplantılarına iştirak ederdi. Gerçekten Osmanlı'da hiçbir padişah tasavvuf erbabı ile, din ve kutsal ile ilişiğini kesmemiştir. Bütün Osmanlı padişahlarının herhangi bir tarikata mürid olmasalar da muhib olduklarını söylemek mümkündür. Çünkü tasavvuf şeyhleri bir taraftan halkın dini duygularını canlı tutmaya çalışırken, diğer taraftan imparatorluğun yönetici konumunda bulunan şahsiyetlere de dini görevlerini hatırlatmış, onlara dünyevi meşgale yanında yetkilerinin farkındalığını ve Allah nezdindeki durumlarını ihsas ettirmiş ve ahireti unutturmayacak bir tarzda murakabeci bir rol üstlenmişlerdir. Nitekim pek çok kitapta yer alan ve Yavuz Sultan Selim'e atfedilen şu beyit bu tezi doğrular niteliktedir: Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş Bir velîye bende olmak cümleden evlâ imiş.
Cumhuriyet Döneminde Sûfî-Siyaset İlişkileri Cumhuriyet döneminde devlet ve tarikat ilişkileri tamamen birbirinden ayrıştırılmıştır. 1924'te medreseler ve 1925'te tekkeler kapatılmıştır. Bunun sonucunda medrese ve tekke mensupları toplumda itibarsızlaştırılmış, çıplak hale getirilmiş ve boşlukta bırakılmıştır. Bu insanlar gayrimeşru ve mahkum bir zümre haline getirilmiştir. Bu insanlar hem psikolojik hem de maddi olarak kendilerini savunma imkanlarından mahrum bırakılmışlardır. İsmail Kara, “Hem Muhalif Hem Muvaffak” adlı makalesinde, modernleşme dönemi itibarıyla tekke ve tarikatlara yöneltilen tenkitlerin doğruluğunun ve yerindeliğinin tartışmaya halen açık olduğunu ifade etmektedir. Kara, 1923-1946 tek parti yıllarında tarikatlara dair meseleleri müzakere etmenin önünün sert bir eda ve kaba tedbirlerle zaten kapatılmış olduğunu dile getirmiştir. Çok partili hayat sonrası ise başka müdahalelerle bu meselelerin değişen iktidarlara rağmen Türkiye'yi taşıma kapasitesine sahip şekilde tartışılmadığını ifade etmektedir. Kara, tarikat eksenli meselelerin Cumhuriyet döneminde yeterince ele alınamayışında siyasi merkez yanında Yüksek İslam Enstitüleri, İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet İşleri Başkanlığını sorumlu görür. Bu kurumların tasavvuf ve tarikat olgusuna karşı tenkit, mesafelilik ve karşılıklık üzerinde kurulu olduğunu ileri sürer. Bu meyanda Türkiye'de aktüel olarak var olan tarikatların, tarikat cemaat yapılarının din anlayışları, siyasetle, devletle karmaşık ilişkileri toplumla çok yönlü münasebetleri konularında, mütehassıs ve araştırma metinlerinin yok olduğunu ileri sürmektedir. Bu konuda tasavvuf araştırmacılarının da yeterince üzerinde durmadıklarını ifade eder. Muammer Cengiz, 01-03 Kasım 2019 tarihinde yapılan “Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri” sempozyumun tebliğlerinin kitabı olan “Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri” adlı kitabın değerlendirmesini yaparak, İsmail Kara'nın görüşleri hakkında şunları ifade etmektedir: “İsmail Kara’ya göre hadisenin diğer tarafında yer alan tarikat ve cemaat yapılarının problemi ise, içeride dini geleneksel bir dil ve üslup sahibi iken dışarıya karşı müdafaa odaklı ve kaçamak bir mantıkla sisteme yakın duruş sergilemeleridir. Tarikat ve cemaat yetkililerin siyasi partilere açık siyasi destek beyanları, hatta bilfiil siyasete katılma teşebbüsleri yahut liderlerle basına yansıtılan görüşmeler de, aradaki ilişkiler bakımından tarikat, cemaat mensuplarının hanesine kaydedilecek unsurlardır. Ona göre cemaat yapılarının başındakileriyle mensupları arasındaki ilişkiler, tarikatlardaki şeyh mürit ilişkisinden neredeyse farksızdır. Ortaya adı konulmamış, tam olarak tarikat olmayan ve fakat tarikattan da pek farklı görünmeyen yeni yapılanmalar çıkmıştır. Kara’ya göre tarikatlar da zaman içinde cemaatleşmiştir. Bu zaviyeden bakıldığında İskenderpaşa Cemaati, Erenköy Cemaati, İsmailağa Cemaati, Kubbealtı Cemaati, Menzil Cemaati terkiplerindeki “Cemaati” kelimesini kaldırıp “tarikatı” şeklinde okumak pekâlâ mümkündür. Söz konusu cemaatvari tarikat yapıları her ne kadar kurumsal bir kimlik kazansalar da dışa dönük yüzlerinde hiçbiri kendi kimliğini taşımaz, olsa olsa bazı sembollerle işaret eder. Soğuk Savaş sonrası Sivil Toplum Kuruluşu sayılan cemaat yapıları meşrulaşmanın bir gerekçesi olarak kendileri açısından bakıldığında dernekleşmeye, vakıflaşmaya ve böylece resmileşerek dışa “açık” hale gelmeye; meseleye siyasi merkez açısından bakıldığında ise daha kontrol edilebilir bir duruma gelmeye başlamıştır. Fakat bu dışa açıklık ve bir tür şeffaflık tarikat ve cemaat yapılarının mensuplarının “maskeli” hale getirilmesine/gelmesine ve ikili bir dil ve kişilik yapısının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İsmail Kara, tarikat ve cemaat yapıları ile siyasi merkez arasındaki irtibatlar açısından değişen ve değişmeyen unsurlar bağlamında şu hususların altını çizmektedir. Siyasî merkezle tarikat ve cemaat yapıları arasındaki ilişkiler Erken Cumhuriyet, Tek Parti Yılları, Çok Partili Hayat, Askeriye Müdahaleler Sonrası ciddi değişikliklere uğramıştır. Fakat buna karşın pek çok dönem itibariyle cemaat ve tarikat yapılarının dinî, kültürel ve siyasi olarak önemli aktörler olduğunu söylemek mümkündür. Ona göre siyasi merkezin bu türlü yapılara dönemsel olarak sıcak bakmasında sağaltıcı, hizaya sokucu, sisteme dahil edici vatandaşlar yetiştirmelerinin bir payı olmalarıdır. Kara’ya göre Cumhuriyet Dönemi’nde Diyanet ve İlahiyatlarda Yeni Selefîlik paradigması hakim konumdadır. Bu paradigmanın ortaya çıkardığı “tek tip din anlayışı/yorumu tarikat ve cemaat yapıları tarafından da benimsenen halk müslümanlığını gayri meşru ve yanlış olarak telakki eder. Dikkat çektiği en esaslı sorun ise Diyanet ve İlahiyat çevrelerinin “tek tip din yorumu” konusunda resmî ideolojinin dar ve daraltıcı din yorumuyla aynı hizada buluşuyor olmalarıdır. İlahiyat ve Diyanet yanında Radikal İslamcı hareketlerin 60'lı yıllar sonrası ön plana çıkan “kaynaklara dönüş” fikrinin de tasavvuf ve tarikatlara bakış konusunda resmi ideoloji ile yakın ve paralel olması Kara’ya göre modernleşmenin başarısı olarak okunması gereken bir hadisedir. Ona göre Diyanet ve İlahiyatın resmi ideolojiden taraf olmaları ve tarikat ve cemaat yapılarına karşı tavırları kendi meşruiyet zeminlerini tahkim etme amacı taşır. Yazara göre siyasi merkezin zaman zaman tarikat ve cemaatlere alan açması bu yapıları takip ve kontrol altında tutmak, dışarıdan gelecek dini görüşlere karşı bir tür koruma sağlamak, bazılarını zaman zaman daha öne çıkarmak suretiyle ortak güç oluşturmalarını engellemek gibi sebeplere irca edilebilir. Ona göre tarikat ve cemaat yapıları resmi ideolojinin ve diyanetin anlayışına karşı pehrizkardır ama yine de siyasi merkezle ve diyanetle irtibat kurmaktan geri durmazlar. Kara’ya göre tarikat ve cemaatler de yeni selefiliğin ortaya koyduğu tek tipçiliğin karşısında mevcut halleriyle farklı türden bir tektipçiliği ve tek tip otoriteyi esas almaktadır. Yazara göre Türkiye'de devlet ile söz konusu yapılar arasındaki gerilimi azaltan şey din- devlet ilişkilerinin birbirine tamamlayan karakteridir. Yeni selefi (neo-selefî) din anlayışına yakın olan Diyanet, tarikat ve cemaatlerin karşısına konumlanır ve bu yapıların din anlayışını kendine doğru değiştirmek için çaba sarf eder. Kara’ya göre Diyanet halk müslümanlığına o kadar uzaktır ki Süleyman Çelebi'nin Mevlid’ini doğrudan matbu olarak yayınlayamamıştır. Tasavvufa mesafesi ise Ahmet Avni Konuk'un Mesnevî-i Şerîf Tercüme ve Şerhi’ni basamaması üzerinden açıklanır. Kara’nın dile getirdiği üzere tasavvuf çevrelerinin siyaset ve devletten uzak kalmalarını ve sadece sınırlı alanlarda hizmetler yapmalarını istemek fiilen de kültürel olarak da mümkün değildir. Bununla birlikte tarikatların/cemaatlerin şeffaflıklarını talep etmek ise Kara’ya göre bir hak-yetki sorunudur. Legal olmayan bir unsurun şeffaf olmasını beklemek mümkün görülmez. Hali hazırda hukuki dayanakları olmamakla birlikte mevcudiyetlerini sürdüren tarikat ve benzeri yapılar ile siyasi merkez arasında yazara göre “karşılıklı güvensizliğin” yarattığı birçok düğüm noktası vardır. Bu problemler ekseninde meseleyi müzakere eden müellif “hukuken tanımanın güven yaratabilecek bir adım” olduğu düşüncesini paylaşır. Tüm bu problemli taraflarına rağmen sufi-siyaset ilişkilerini doğru tahlil edebilme konusunda Kara’nın önerisi kademeli düşünmek ve bu sahadaki meselelerle kademeli olarak muhatap olmaktan geçer.”
Sonuç Tasavvuf tarihinin başlangıcından bugüne kadar sufiler ilkesel olarak siyasetten ve yöneticilerden uzak durulması gerektiğini savunmakla birlikte, çoğu zaman kendi düşünceleri ile çelişen durumlarda müdahaleci olan unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Tasavvufun farklı gelişim evrelerindeki mühim kırılma noktalarında siyasetle ve siyasetçilerle doğrudan irtibatı söz konusudur. Bu durumun müsbet ve menfi izlerini bünyesinde barındıran tasavvufi düşüncenin günümüz Müslüman toplumlarının büyük bir bölümünü halen etkisi altında bulundurmaya devam etmektedir. Bununla birlikte söz konusu halkları idare edenler olarak siyasetçilerin tasavvufa yönelik tutumları ve bu doğrultuda hayata geçirdikleri bir takım uygulamalar tasavvuf erbabının siyasetle ve siyasilerle olan temasları ile bütün bunların yol açtığı ciddi olumsuzluklar yeni ve daha ağır sıkıntılara günümüzde de kapı aralamaya devam etmektedir. Tasavvufun İslam'ın yayılması sürecine etkisi bugün de devam etmektedir. Bugün içinde batılılar, ABD ve uzak doğulu insanların İslam'a girmelerinde tasavvufun birinci derecede tesirli olduğu bilinmektedir. Bu konuda Ömer Yılmaz, “Osmanlı Devleti'nde Padişah-Sufi İlişkileri” adlı kitabında, Fransa'da uzun seneler yaşayan Muhammed Hamidullah'tan şunları nakletmektedir: “Benim yetişme tarzım rasyonalisttir. Hukuki çalışmalar bana tarif ve ispat edilemeyen şeyi reddetmeyi emreder. Bir Müslüman olarak namaz, oruç gibi İslami vazifelerimi tasavvuftan dolayı değil hukuki sebeple ifa ediyorum. Batıda Paris'te yaşamaya başladığımdan beri hayretle görüyorum ki, Hristiyanların İslam’ı kabulü akıl izahı ile değil, tasavvufî izahla oluyor. Onları İslam'ı kabul etmeye sevk eden ne Ebu Hanife, ne İmam Matûrîdî’dir. Yalnızca İbn Arabî’dir. Bugün en azından Avrupa ve Afrika'da İslam'a hizmet edecek olan ne kılıç ne akıldır, fakat kalp ve tasavvuftur.” Bu konuyla ilgili Mehmet Sait Hatipoğlu da şunları söylemektedir: “Hamidullah bana her hafta 5-10 Fransız’ın Müslüman olduğunu söyledi. Bu ihtidada şeref payı hangi ilme ait, içinde fıkıh var mı diye merak ettim ve sordum. Cevabı hayır oldu. başlıca kaynak tasavvuf idi.” Aynı âlim, “Baktım ki batıda kimse fıkıh ve kelam âlimiyle Müslüman olmuyor, Mevlânâ ve İbn Arabî ile İslam'ı seçiyorlar, bundan sonra ben de tasavvufa merak duydum” demiştir. Aynı şekilde Annemaria Schmmel, “Tanrının Yeryüzündeki İşaretleri” adlı kitabında, Şâzeliyye’nin bir alt kolu olan Darkâviyye’nin pek çok entelektüel batılının Müslüman olmasına etki etmiş olduğunu ifade etmektedir. Bu etkilerin nedeni, madde ve mana anlamında nefsi ve ruhları eğiten, ahlâki ve ruhi üstünlüğe erişen, gönül zenginliğine kavuşan, cömertlik ve menfaat endişesinden azade olmuş, kendi nefsini unutmuş, herhangi bir bozgun ve hüsran karşısında sabır ve sükûnete sahip ve müsamahakar olan dervişlerin yaşam tarzlarının beğenilmesi ve kabul görmesidir. Bu tasavvufî yaşam tarzı bugün de insanların İslam'a girmelerinde ve Müslümanların kendi aralarındaki kardeşliği sağlamasında en büyük rolü oynayacağı muhakkaktır. Bu nedenle sloganımız olan “İman, İlim, Tasavvuf” ilkesine bağlı kalarak, insanların önce iman sonra ilim ve en sonunda tasavvuf ehli olmasına çalışılmalıdır. Bütün Müslümanlar bu düstur etrafında birleşerek İslam'ın yayılmasında görev alması ve katkı sunması zorunludur. Bu çalışmaların sonunda Allah'ın izniyle İslam Osmanlı'da olduğu gibi tekrar yükselecek ve dünyaya hakim olacaktır. Devlet seküler ve laik olunca tasavvufa ve tarikat anlayışına ters düşmesi gayet normaldir. Bu durum karşısında bazı tarikat grupları içine kapanmış ve dışarıdan fark edilmeyecek şekilde faaliyetlerine devam etmiştir. Uzun süre bu gizli tarikatların içine sızmak ve onları dejenere etmek için faaliyetler olmuştur. Ancak bu faaliyetler kısmen başarılı olsalar da sufilerin ana gövdeleri olan tarikatlar bundan etkilenmemiştir. Aslında tarikatları dejenere etmek için yapılan faaliyetler küresel bir politikadır ve batı emperyalistlerin isteği ve desteği ile yapılmaktadır. Burada esas amaç İslam dinini saptırarak yok etmektir. Ancak başarılı olamamışlar ve gerçek tarikatlar Cumhuriyet döneminden bugüne kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bunları engellemeye kimsenin gücü yetmez. Çünkü tasavvuf “Dil’Allah” tır ve buna karşı kimse duramaz. Allah her şeye galiptir. “…Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok izzetlidir, herşeye galiptir.” (Hac, 22/40)
Kaynaklar “Hem Muhalif Hem Muvafık: Cumhuriyet Devrinde Tarikat ve Cemaat Yapılarının Siyasi merkezle Münasebetleri”, İsmail Kara, Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri, s. 685-716, Ensar Yayınları, İstanbul, 2020 “Kitabü’n-Netice”, İsmail Hakkı Bursevî, Derleyen Şerif Bedirhan, İstanbul, 2021 “Klasik Dönem İslam Toplumunda Sufiler ve Siyaset”, Hacı Bayram Başer, Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri, s. 49-116, Ensar Yayınları, İstanbul, 2020 “Osmanlı Devleti'nde Padişah-Sufi İlişkileri”, Ömer Yılmaz, Akçağ Yayınları, İstanbul, 2019 “Osmanlı Devleti ve Sufiler” Mehmet Halil Oryan, www.ilimvetasavvuf.com/Osmanlı%20Devleti%20ve%20Sufiler.htm “Osmanlı İmparatorluğunda Yaşanan Devlet-Tarikat İlişkilerine Yaklaşım Meselesi”, Zekeriya Işık, Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri, s. 473-502, Ensar Yayınları, İstanbul, 2020 “Rûhû’l-Beyân Tefsiri”, İsmail Hakkı Bursevî, Damla Yayınevi, İstanbul, 2010 “Siyaset ve Tasavvuf: Osmanlı Siyasi Düşüncesinde Tasavvufi Tezahürler”, Özkan Öztürk, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2015 “Sûfî Diliyle Siyaset” Necmeddîn-i Dâye, Klasik Yayınlar, İstanbul, 2019 Sufilere Göre Sûfî-Siyaset İlişkilerinin Standart Kriterlerinden Söz Edilebilir mi?”, Salih Çift, Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri, s. 175-202, Ensar Yayınları, İstanbul, 2020 “Sûfî Siyaset İlişkileri (Kitap Kritiği)”, Muammer Cengiz, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 21/2 (Eylül 2021), s. 1189-1204. “Şeyhler ve Şahlar: Osmanlı Toplumunda Devlet-Tarikat İlişkilerinin Gelişim ve Değişim Süreçleri”, Zekeriya Işık, Çizgi Kitabevi, Konya, 2015 “Tanrının Yeryüzündeki İşaretleri”, Annemaria Schmmel, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2004 “Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri”, Salih Çift, Takyyettin Karakaya (ed), Ensar Neşriyat, İstanbul, 2020 “Tarihi Süreçte Nakşîbendîler ve Siyaset”, Necdet Tosun, Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri, s. 357-396, Ensar Yayınları, İstanbul, 2020 “Yönetim Sırları”, İmam Gazâlî, Çelik Yayınevi, İstanbul, 2020
Yorum ve Eleştirilerimiz için : oryanmh@gmail.com |
Tarihte Sufi-Siyaset İlişkileri |
Yayınlanma Tarihi: 18.02.2023 |