Selefilik ekolü üç ayrı kuşakta ortaya çıkmıştır. 1) İlk dönem selefilik, h. 3. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu ilk aşamaya “eski selefiler” denilmektedir. Bu döneme icmal devri de denir. Bu ilk dönemde Selefiyye, sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin yolunu benimseyen, bid’at saydıkları Cehmiyye, Mutezile ve Kaderiyye’nin Ehl-i Sünnet’ten farklı yorumlarını reddeden, hadisçi ve fukahanın benimsediği genel bir anlayış türüdür. Bunlar Hanbeli mezhebi mensuplarıdır. Mutedil bir ehl-i sünnet mezhebi olan Ahmed bin Hanbel'in mezhebini kendilerine yakın bulmuşlardır. Bütün görüşlerinin Ahmet bin Hanbel’iye ait olduğunu iddia ederler. Sufyan es Sevri (ö. 778), Malik b. Enes (ö.795) bu dönemin önde gelen alimleridir. 2) Selefilik inancı h. 7. yüzyılda tekrar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde İbn-i Teymiyye (h.661-728) tarafından selefilik görüşleri yeniden ele alınmıştır. Ancak zamanına göre bazı görüşlerini de selefiyye inancına ilave etmiştir. İbn-i Teymiyye zahirperest yorumlarıyla bazı akımları da etkilemiştir. Onun zamanında ehl-i hadis ekolü sistematik selefiliğe dönüşmüştür. Bu dönemde yapılan tahlil ve farklı ilmi çıkışlarla, selefiyye görüş ve düşünceleri etkin bir konuma getirilip, kelam, tasavvuf ve felsefe gibi geleneklere alternatif bir seviyeye çıkarmaya gayret edilmiştir. Daha sonra selefiyyenin katı lafızcı yaklaşımından Kuran ve Sünnet çerçevesi içinde dini bir akılcılığa yer veren bir anlayış daha oluşmuştur. 3) Arap yarımadası'ndaki Necd bölgesinde h. 12. yüzyılda Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından selefiyye inanışı tekrar ortaya çıkarılmıştır. M. 1703 de doğan bu şahıs, İbn-i Teymiyye’yi takip etmiş, hatta daha da ileri giderek, İbn-i Teymiyye’nin tenkit ettiği görüşlere sahip olanları kafir ve müşrik saymıştır. Muhammed bin Abdülvehhab’ın yürüttüğü harekete “Vehhabilik” de denir. Vehhabiliğin selefilik adını alması bir kamuflajdır. Selefiler Hanbeli mezhebine ait olduklarını ve görüşlerinin İman Hanbeli’ye ait olduğunu söyleseler de, Hanbeli mezhebinin bazı alimleri onların görüşlerinin İmam Hanbeli’ye ait olduğunu kabul etmezler. Çünkü Selef-i Salihin’in ve İmam Hanbeli’nin ehl-i sünnet çizgisinde olmasına karşılık, selefiyyenin küfre giden bazı görüşleri vardır. Selefilik, İslam düşünce tarihinde kelam, felsefe ve tasavvuftan farklı özellikler taşıyan ayrı bir damardır. Selefiliğin selef anlayışı ile gerçek selef olan Selef-i Salihin’in arasında büyük farklar vardır. Selefilik akımı, her ne kadar Selef'in anlayış ve uygulamalarını esas aldığını söylüyorsa da, hakikatte Selef-i Salihin’in anlayış ve uygulamalarıyla bağdaştırılamayan birçok fikir ve görüşler benimsemişlerdir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” dediğimiz Selef’te, ne de “Ehl-i Sünnet-i Amme” dediğimiz Halef'te görülür. Selefiyye isminde, İslam tarihinde belirli bir mezhep yoktur. Selefilik bir mezhepten çok bir yöntem, yaklaşım tarzı ve anlayışıdır. Bu ekolün, Selef-i Salihin’in ümmetin geneline ait olan mirasına konmak ve kendileri gibi düşünmeyenleri bu mirastan mahrum bırakmak gibi bir eğilim ve dışlamacılık üzerinde olduğu görülmektedir. Selefiyye’nin Selef-i Salihin ile aynı görülmesi mümkün değildir. Çünkü Selef-i Salihin içine Ehl-i Rey’de Ehl-i Hadis’te girer, ancak Ehl-i Rey selefiyye ile asla bağdaşmaz. Hz.Ömer (ra), Hz. Ali (ra), Abdullah b. Mesud (ra) herkese göre salih selefidirler. Fakat fırka anlamında Selefiyye’ye asla sığmayacak kadar cesur ve özgür içtihatlar yapmışlardır. Aynı şekilde İmam Hanefi ve İmam Muhammed Selef-i Salihin’den olmakla birlikte Selefilik akımına mensup sayılmazlar. Selefilik, Eş’arilerin kuvvetli oldukları bölgelerde ortaya çıkmıştır. Her iki grup ta Selef-i Salihin yolunda olduklarını iddia ettiler. Ancak aralarında anlaşmazlık ve şiddetli tartışmalar olmuştur.
Selefiyye’nin kullandığı yöntem Selefiyye itikatta İmam Hanbeli mezhebindendir. Kitap ve Sünneti delil olarak kabul eder. Ayrıca sahabenin icmasını kabul eder, kıyasa pek başvurmaz. İtikadi konularda akla fazla yer vermez. Selefiyye hadis rivayetini ön plana alır ve iman konusunda tek otoritenin yalnızca vahyedilmiş metni, Peygamberin ve seleflerin sözleri olduğunu kabul eder. Kuran ve Sünnet’teki müteşabih ayet ve hadisleri lugat anlamında esas olarak olduğu gibi kabul ederler. “el”, “yüz”, “gelme”, “oturma”, “inme”, “arşa istiva etme”, “gazaplanma”, “gülme” gibi sıfatlar mahlukat hakkında ne ifade ederse Allah Teâlâ hakkında da aynı şeyi ifade ettiğini kabul ederler. Fıkhi meselelerde herhangi bir müçtehid imamın taklit edilmesine karşı çıkarlar. Bunun şirk ve küfür olduğunu iddia ederler. Selefiyye felsefi bir metot kullanmamıştır. İnanç meselelerinin sahabe-i kiram'ın ve tabiinin zamanında anlaşıldığı şekilde anlaşılmasını istediler. İtikadi meselelerde yalnızca Kuran ve Sünnet’e dayanan delilleri kabul etmişlerdir. Selefilere göre akli metotların İslam'dan sonra icat edilen, sahabe ve tabiinin bilmediği hususlar olduğunu iddia ederler. Onlara göre aklın otoritesi sadece inanmada, boyun eğmede, naklen bilinen şeyleri akla yaklaştırmak ve nakille çelişmemekte görülür. Akıl şahittir, hakim değildir. Akıl ikrar eder ve destekler. Kuran'ın kapsadığı delilleri ancak açıklayabilir. Akıl naklin arkasında yürür ve onu destekler. Fakat hiçbir zaman kendi başına delil olmaz. İmam Gazalî, “İlcâmü’l Avam” adlı kitabında ilk dönem Selefiyye’nin yöntem açısından temel özelliklerini şöyle ifade eder: “Allah'ın ve Peygamber’in bildirdiği her şeyi tam bir teslimiyetle tasdik etmek, kavranması zor olan konularda acziyet ve eksikliği kabullenmek, kühnüne vakıf olunamayacak konularda gereksiz sorular sormamak, manaları anlaşılmayan lafızlar üzerinde tasarruf ve yorumlar yapmamak, bu türlü meselelerle ilgili araştırmalara girişmemek ve daha çok ilimde derinleşmiş kimselerin rehberliğine güvenmektir.” Ancak bu yöntemin istidlâl (akıl yürütme) metodunu kullanan ilim sahiplerini tatmin etmesi zordur. Bu açıdan Kuran'da tefekkür ve akletmeye sıkça vurgu yapılmış, insanlar Allah'a inanmaya yöneltilirken tabiattaki nesne ve olaylar üzerinde düşünmeleri öğütlenmiştir: “Allah, sizin için, o su ile ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve her çeşit meyveleri bitirir. Şüphesiz ki, bunda düşünecek bir topluluk için büyük bir ibret vardır.” (Nahl, 16/11) “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki, bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (Nahl, 16/12) “Size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.”(Rum, 30/24) H. 5. ve 6. yüzyıllarda Selefiyye ekolünün temsilcileri arasında kelam metodunu kısmen benimseyip tevili bazı konularda uygulayan yeni bir akım gelişmiştir. Bu anlayış ilk dönem selefiyye ekolü içinde yöntem anlamında bir yeniliktir. El Ferrâ, İbn Akîl ve İbnü'l-Cevzî ile bu yeni görüş belirgin hale gelmiştir. Ancak bu alimler selefiyyenin yolundan ayrıldıkları için kendi ekol mensupları tarafından eleştirilmişlerdir.
Selefiyye’nin İtikadÎ Görüşleri
Vahdaniyet (Allah'ın birliği) Selefilik, vahdaniyeti İslam'ın temeli olarak görür. Ancak İslam alimlerinin ittifakla kabul ettikleri bazı hususların vahdaniyete ters düştüğünü iddia ederler. Örneğin bir Veli kulun vasıta yapılarak Allah'tan bir şey istemenin vahdaniyete ters düştüğünü iddia ederler. Aynı şekilde Peygamber’in kabrine (Ravza-ı Mutahhara) karşı yönelerek ziyaret etmenin, onun etrafında ibadet etmenin vahdaniyet ile çeliştiğini kabul ederler. Allah dostlarının kabirlerinin hakkında da aynı kanaati taşırlar. Bunları bid’at olarak kabul ederler. Oysa Ehl-i Sünnet İslam alimlerine göre bu fiilller bid’at değildir.
Allah'ın sıfatları ve fiilleri Selefiyye, Kuran ve Sünnet’te zikredilen, Allah Teâlâ'nın her sıfatını ve her fiilini olduğu gibi zahiren kabul ederler. Zahiri bırakıp tevil veya tefsir yapmazlar. Selefiyye, Allah'ın Zat’ının yaratılanlara benzemediği gibi sıfatlarının da yaratılanların sıfatlarına benzemediğini kabul ederler. Ancak Allah'ın kendini sıfatlandırdığı veya Peygamber’in O’nu sıfatlandırdığı sıfatları redetmezler.
Müteşabih ayet ve hadisler Selefiyye, Kuran'da ve hadislerde zikredilen “üstte ve altta olmak”, “arşın üzerinde oturmak”, “yüz ve el sahibi olmak”, “sevmek ve kızmak” gibi sıfatları herhangi bir tevil yapmadan Allah'a isnat ederler. Ancak İslam alimleri bu söylenenleri kesinlikle, Allah'ı yaratıklara benzetmeye ve Allah'a cisim isnat etmeye yol açacağını ispat etmişlerdir. Hanbeli fıkıh alimi İbnül Cevzî, Selefiyye’nin bu görüşlerine karşı çıkmış ve bu görüşlerin Selef-i Salihin’in ve İmam Hanbeli’nin görüşleri olduğu iddiasını ret etmiştir. İbnül Cevzî bu konuda şunları söylemektedir: “Bunlar, Allah'ın sıfatlarını hissi ölçülerle değerlendirdiler. “Allah, Adem’i kendi suretinde yarattı” hadis-i şerif'i işittiler ve Allah'ın Zat’ına ilaveten, şeklinin ve yüzünün bulunduğunu, iki eli, iki parmağı, avucu, göğsü ve iki ayağı bulunduğunu iddia ettiler. Allah'a isim ve sıfat isnat etmede, metinlerin zahirine baktılar.” Bu hususta onların ne akli ne de nakli delilleri vardır. Bunlar, yaratılanların sıfatlarını andıran hususları Allah'a isnat etmekten kaçınmadılar. Zahiri manalardan, insanların sıfatlarını ifade eden manalar kastedilmektedir. Bir kelime, mümkün olduğu ölçüde gerçek mânâsına yorumlanır. Şayet onun gerçek manasında yorumlanmasına mani bir durum bulunursa, o zaman, mecazi manada kullanıldığı anlaşılır. Diğer taraftan Selefiyye, Allah'ı bir şeye benzetmekten kaçındıklarını söylerler ve Ehl-i Sünnet olduklarını iddia ederler. Ancak bunların konuşmalarında bir “benzetme” olduğu şüphesizdir. Maalesef halk ta bunlara uymaktadır.” Selefiyye diyor ki, “Hadisler zahiri manaları ile alınır”. “Ayak” kelimesinin zahiri manası belirli bir organı gösterir. Kim, “Allah, mukaddes Zat’ıyla oturmaktadır” derse, O’nun, gözle görülebilen, elle tutulabilen hissi şeylere benzetmiş olur. Temel esaslarda, kendisi ile ispat edilen akıl ihmal edilmemelidir. Çünkü biz Allah'ı akıl ile bildik ve Allah'ın “Kadim” olduğuna, onunla hükmettik. Eğer Selefiyye, “Biz sadece hadisleri okur ve susarız” derlerse, bir sorun olmaz. Fakat müteşâbih hadisleri, zahiri manalarına yorumlarlarsa, bazı çirkin sonuçların ortaya çıkmasına sebep olurlar. Hanbeli mezhebi h. 4. ve 5. yüzyıllarda ortaya çıkan bu görüşlere karşı çıkmışdır. Bunun sonunda Selefiyye ekolü ortadan kaybolmuş ve gizlenmiştir. Ancak İbn-i Teymiyye gelince bu görüşleri tekrar ortaya attı. Böylece Selefiyye görüşleri tekrar yayıldı. Bu fiillerinden dolayı İbn-i Teymiyye halk ve yönetim tarafından işkence ve eziyet görmüştür. Allah Teâlâ, “Allah'ın eli, onların elleri üstündedir.” (Fetih,48/10), “Her şey yok olmaya mahkumdur. Ancak Allah'ın yüzü hariç.” (Kasas,28/88) buyurmaktadır. Bu metinlerden zahiri ve hissi manaları mı anlaşılmalıdır? Yoksa Allah'ın şanına yakışan başka manalar mı anlaşılmalıdır? Örneğin “el” kelimesi “kudret ve nimet” manasına, “yüz” kelimesi “Zat” manasına, “Dünya semasına inmek”, “hesabın yaklaşması” veya “Allah'ın kullarına yakın olması” mânâsına yorumlanabilir. Birçok ilm-i kelam ve fıkıh alimi bu gibi kelimeleri böyle tefsir etmişlerdir. Bu alimlere göre bu kelimelerin uygun bir şekilde tefsir edilmesi, onların zahiri manalarını anlayıp, keyfiyetinin nasıl olduğunu bilmediğini söylemekten daha iyidir. Yalnız zahiri manaları anlamaya çalışanlar şöyle demektedir: “Allah'ın eli vardır, fakat nasıl olduğunu bilemeyiz. O’nun eli yaratılanların ellerine benzemez. Allah da aşağıya iner, fakat O’nun inişi bizimkine benzemez…” Müteşabih metinlerin bu şekilde açıklanması kelimelerin, anlaşılmayan ve gayeleri olmayan bazı bilinmeyen manalara havale etmek demektir. Halbuki bu gibi kelimeleri, lisanın kabul edeceği uygun manalara yorumlayacak olursak, Allah'ı tenzih eden ve anlaşmazlıkları bertaraf eden sonuçlara varırız. Oysa Selefiyye, böyle bir tefsire girmeyi bid’at (doğru yoldan sapmak) olarak nitelendirmiştir. Onlar lafızları zahiri manalarında yorumlamışlar ve Allah'ın sıfatlarının niteliğini (keyfiyetini) açıklamaktan kaçınmışlardır. Her ne kadar Selefiyye, Selef-i Salihin’in yolunda olduklarını söylese de, İslam alimlerinin çoğu bu konuda onlara karşı çıkmışlardır. Örneğin İmam Gazalî “İlcâmul avam an ilm-i kelam” adlı kitabında Selefiyye’nin bu görüşlerine karşı çıkarak şunları söylemektedir: “Kuran ve hadislerde bulunan müteşabih lafızların iki türlü manası vardır. Birincisi zahiri manadır. Bu mana duyu organları ile hissedilen manadır. Bu gibi manaların Allah Teâlâ'ya nispet edilmesi mümkün değildir. İkinci mana ise, kolayca anlaşılan mecazi manadır. Bu manayı, Arapça bilen bir insan tevil ve tefsire girişmeden kolaylıkla anlayabilir.”
Kuran mahluk mudur? Allah'ın sıfatları hakkındaki konuşma ve tartışmalar, meseleyi Kuran'ın mahluk olup olmadığı konusuna çekmiştir. Selefiyye, Allah'ın “Kelam” sıfatının “kadim” olduğunu kabul eder. Onlara göre Allah'ın yarattıklarına hitap ettiği Kuran kelamı, ne Allah'ın yarattığı bir şeydir ne de “kadim”dir. Selefiyye, Kuran'ın yaratılmamış olduğunu (mahluk olmadığını) söylemek, onun kadim olduğunu ifade etmeyeceği görüşündedir. Onlara göre Kuran, Allah'ın Zat’ında bulunan ve kadim olan “Kelam” sıfatı değildir. Selefiyye bu konuda Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadından ayrılmaktadır. Çünkü Ehl-i Sünnet inanışına göre, Kuran Allah kelamıdır, makluk değildir ve kadimdir.
Allah Teâlâ'nın yaratmada tek oluşu Selefiyye, kadere, hayır ve şerre iman eder. Allah'ın kudret ve iradesinin her şeyi kapsadığını, Allah'ın kulları ve onlardaki bütün güçleri yarattığına ve kulun kendi kudret ve iradesi ile dilediğini yaptığına inanırlar. Onlara göre, kul gerçekten kendi fiilini yapandır. Kulun kudreti, iradesi ve dilemesi mevcuttur. Ancak “Allah dilemeden siz dileyemezsiniz” (Tekvir, 81/29) ayeti bunu tekzip etmektedir. Onlara göre “Kulun fiilini Allah yarattı demek, o fiilleri meydana getiren sebepleri kulda Allah yarattı” demektir. Ehl-i Sünnet itikadına göre, kulların hareket ve sükun şeklindeki bütün fiilleri gerçek olarak onların elde ettikleri bir şeydir. Allah Teâlâ ise onların haliki yani yaratıcısıdır. Kulların bütün fiillerini O’nun dilemesi, ilmi, kazası ve kaderi iledir.
Dua istemek şirk midir? Selefiyye göre dua etmek ibadetlerdendir. Fakat her kim ölülere veya dirilere dua edip yalvarırsa ve onlardan yardım beklerse, o kişi dinde yeni bir şey (bid’at) icat etmiş olur. Böylece Allah'a şirk koşmuş olur. Yine kim, yaratılanları vasıta yaparak Allah'tan bir şey dilerse veya O’na yemin ederse, Allah'ın göndermediği bir bid’at icat etmiş olur. Onlara göre teberrük (bereketlenme) ve takdis (kutsama) için Peygamberlerin ve Salih kulların kabirlerini ziyaret etmek bid’attır ve şirktir. Bu görüşler İslam alimlerinin çoğunluğu tarafından reddedilmiştir. Özellikle Peygamberin kabrinin ziyaretinin yasaklanmasına şiddetle karşı çıkılmıştır. Çünkü Peygamber kabrini ziyaret etmek, onun yaptığı mücadeleyi ve tevhid inancının yükseltilmesini hatırlatmaktadır. Selef-ii Salihin, Peygamberin Ravzası önünden her geçişlerinde ona selam vermişlerdir. Yine dört mezhebin imamları Medine'ye geldiklerinde Peygamberin kabrini ziyaret etmişlerdir. Peygamberin kabrinin teberrüken (bereket edinme için) ziyaret edilmesi güzel bir davranıştır. Çünkü teberrük kelimesinde tapınma anlamı yoktur. İyi bilinmelidir ki, Resulallah'ın kabrini ziyaret etmek bir hatırlama, bir öğüt, bir hidayet ve bir basirettir. Bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Benim kabrimi ziyaret eden, sağlığımda beni ziyaret etmiş gibi olur.” Buna göre Peygamber (sav) kabrinin ziyaretini yasaklamamış, bilakis teşvik etmiştir. Resulallah’ın kabrinde yapılan dua ise en mübarek bir duadır. Çünkü orada kalp huşu içinde, akıl şuurlu, nefis ihlaslı ve vicdan uyanıktır. Ayrıca peygamberin kabrine daima Allah'ın rahmet tecellileri iner. Bu rahmet tecellilerinden onun yanında bulunanlar da istifade etmiş olurlar. Aynı şey Allah dostlarının kabirleri için de geçerlidir. Allah'ın dostları Allah'ın rahmet tecellileri altındadır. Onlara yakın olmak bu rahmetten faydalanmak demektir. Onlar kabirlerinde ziyaret edildiğinde, Kuran okunarak oluşan sevap onlara hediye edilir, onlar da buna mukabil ziyaret edenler için hayır dua ederler. Şuna inanırız ki, onlar ölü değil diridirler. Allah dostunun ruhu kabrinin üstündedir ve geleni, gideni, yapılanları görmektedir, tıpkı yaşarken olduğu gibi. Burada ziyaretçinin dua istemesi orada yatan kişiden kendisinin bir ihtiyacı için Allah'a dua etmesi içindir. Yoksa orada bulunan Allah dostunun elinde bir güç olmadığını herkes bilir. Fakat Allah dostlarının dualarının Allah tarafından kabul edilmesi umulur. Çünkü onlar Allah'ın razı olduğu kişilerdir. Allah’ın onlardan razı olduğunu şu ayetlerden anlayabiliriz: “Haberiniz olsun ki, Allah’ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. Onlar ki iman etmişler ve Allah’a karşı gelmekten sakınmışlardır. Onlara dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah’ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur.” (Yunus, 10/62,63,64) Ancak bu zatların herkes için Allah'a dua edip etmeyeceklerini bilemeyiz. Dua için son merci Allah Teâlâ'dır. Duaların kabulü ancak O’na aittir. Bu nedenle bu türlü dua istemeler İslam dışı bir davranış ve bir şirk değildir.
Tasavvuf’a itirazları Selefiyye bazı bakımlardan tasavvufa cephe almıştır. Onlara göre Vahdet-i Vücûd Hint düşüncesidir ve uluhiyetin bir kısmının eşya veya insanlara hulûl etmesi anlayışıdır. Bu görüşün tasavvuftaki, özellikle İbn-i Arabi anlayışındaki Vahdet-i Vücûd ile ilgisi yoktur. İbn-i Arabiye göre evrendeki bütün var olan şeyler vücudu teşkil ederler ve bunlar Allah'ın tecellileridir. Var olan şeyler aslında bir’dir, fakat görünüşte çokluk şeklindedir. Sufinin fena ve beka makamlarına yolculuk yaparak birçok tecellilere muhatap olmasını Selefiyye kabul etmez. Onlara göre bunlar bir aldatmacadır. Onların, bu düşüncelerinin nedeni olarak gösterdikleri deliller, bu yoldaki bazı sahtekarların davranışlarıdır. Bu sahtekarları bahane ederek tasavvufu aşağılamak ve itibarsızlaştırmak çok yanlış bir iştir. Her konuda suistimaller olabilir. Bunun nedeni halkın bu konulardaki cehaletidir. Ancak Selefiyye bu konuda haksız bir eleştiri yaparak, bütün sufileri aynı başlık altında toplamaları büyük bir iftiradır. Selefiyye, tasavvuf adı altında Müslüman toplum, şahıs veya nesnelere kutsiyet atfeden uygulamalardan, halkı uzaklaştırma çabalarını gösterdiklerini ifade ederler. Bu görüş yanlıştır. Çünkü tasavvufta ne bir topluma ve ne de bir şahsa kutsiyet atfedilemez. Tasavvuf, Sırlar İlmini inceleyen bir bilim dalıdır. Bu ilmi elde etmenin yöntemleri vardır. Bu yöntemlerin farklılaşması sonucu çeşitli tarikatlar oluşmuştur. Ancak bütün tarikatlar ehl-i sünnet ve’l cemaat itikadındadırlar. Tasavvuf konusu olan sırlar ise aslında Kuran’da zikredilen Hikmet ile özdeştir. Bu anlamda Peygamberimiz de bir mutasavvıftır. Çünkü hikmeti Müslümanlara öğretmiştir. Bize göre Selefiyye tasavvuf aleyhinde olan görüşlere sahip olmasının nedeni, kendi ekolleri içinde gerçek tasavvufu bilen insanların olmayışıdır. Eğer içlerinde gerçek tasavvufu yaşamış ve idrak etmiş insanlar olsaydı, bu düşüncelere sahip olmazlardı. Ayrıca gerçek sufiler onların itikadî görüşlerine katılmamışlar ve Ehl-i Sünnet çizgisinde olduklarını ifade etmişlerdir.
Yorum ve Eleştirileriniz için : yorum@ilimvetasavvuf.com
|
Selefiyye (Selefilik) Ekolü |
Yayınlama Tarihi: 23.07.2019 |