Tasavvuf bir ilim dalıdır. Tasavvufun ana unsurları olan tarikatlar ve tekkeler yalnız dini değil, Osmanlı toplumunun tarihi, ahlaki ve kültürel hayatının bir parçası olup toplumun hayatında vazgeçilmez bir yaşam tarzı olmuştur. Horasan ve çevresinden gelen dervişler Anadolu ve Rumeli'de yerleşerek buralara İslam ve Türk kültürünü taşımışlardır. Tasavvuf ve tarikatlar gayrimüslim birçok insanın İslam’ı kabul etmelerinde, ülkelerin fethinde ve İslam'ın yayılmasında önemli işler yapmışlardır. Halk ile devlet yöneticileri arasındaki sorunların çözülmesinde arabuluculuk yapmışlardır. Halka hükmeden yöneticilere uygun bir lisanla nasihat etmişler ve onları doğruluğa ve adaletli olmaya yönlendirmeye çalışmışlardır. Osmanlı Devleti'nde Padişahlar ile sufiler, toplumla tarikatlar, medreselerle tekkeler arasında ilişkiler uzun bir süre devam etmiş, aralarında çok ciddi bir sorunla karşılaşılmamıştır. Bu süreç kuruluş ve yükselme dönemlerinde böyleyken, duraklama ve gerileme dönemlerinde bu ilişkiler kısmen gevşemiş ve sorunlar üretmiştir. Tasavvufun Osmanlı toplumunun yapısındaki etkilerini Prof. Dr. Fuat Köprülü (ö. 1966) şöyle ifade etmektedir: Sosyal - kültürel hayatta önemli görevleri üstlenmiş olan tasavvuf kurumları olan tekke ve tarikatların fonksiyonları hakkında araştırmacı İsmail Kara şunları anlatmaktadır: “İslam dairesi içinde yer alan bütün insanları dini ve sosyal kimliklerine, mezhep ve meşreplerine bakmadan, başka bir ifadeyle bu kimliklerine fazla dokunmadan bünyesi içine alacak bir karakter göstermesi, tasavvuf düşüncesi ve tarikatların diğer önemli özelliği ve imkanıdır. “Elhamdülillâh Müslüman’ım” diyen ve İslam'la bağlantısı bu derece düşük seviyede seyreden insanlardan tutun da “her halükârda şerîattan taviz vermeyenlere” kadar herkes tarikatlar içerisinde kendisine “emin” bir yer bulabilirdi. Geçmiş kültürler, kadim medeniyetlerin işaretleri, âdetleri ve semboller dahil olmak üzere geniş manada dinin, geleneğin bütün tezahürleri “meşrû” olarak tasavvuf ve tarikat kültürü ve hayatı içinde yer alabilirdi.” Osmanlı'nın sosyal hayatı Müslümanlık üzerine kurulmuştur. Buradan hareketle Osmanlı'nın düşünce yapısının ve entelektüel dünyasının kelam ve tasavvuf üzerine inşa edilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti'nin din politikalarını şekillendiren din uleması ve kadılar kelam ilminin yanı sıra tasavvuf ile de ilgilenmişlerdir. Osmanlı’da şeyhülislamların birçoğu aynı zamanda tarikatlara da intisap etmişlerdir. Örneğin ilk kadılardan olan Molla Fenârî (ö. 834/1430) Somuncu Baba’dan tasavvuf öğrenmiştir. Şeyhülislam Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) tasavvuf ehlidir. Buradan şunu çıkarabiliriz ki, Osmanlı Devleti'nin şeyhülislamları, kadı ve fetva makamları bir anlamda tasavvuf ile şekillenmiştir. Hatta bir zamanlar medrese - tekke çekişmesinin mimari sayılan Muhyiddin Birgîvî (ö. 981/1573) ilmi eğitiminin başında Karamanlı Şeyh Abdurrahman’dan tasavvuf eğitimi aldığı rivayet edilmektedir. Buna göre Osmanlı toplumunda yaşayan tüm halk tabakalarının az veya çok tasavvufla, bir tekke ve tarikatla ilgili ve irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti'nin resmi ideolojisi inanç merkezli kurulmuştur. Hanedan otorite ve varlığını dine borçlu olduğu bilincindedir ve onu inkar etmemiştir. Yalnız din adına yapılan eleştirilere kulak vermiş ve etkilenmişlerdir. Bu nedenle Osmanlı toplumunda devlet de din gibi kutsaldır. Bu düşüncedeki temel kavram “Nizâm-ı Âlem” dir. Buna göre devlet - din özdeşliğinin çekirdeğini oluşturan devletin bekâsı ancak nizam-ı âlem ile mümkündür. Osmanlı'da devletin bekâsı için adaletsizliğe ve itaatsizliğe izin verilmez. Buradan hareketle tasavvuf ehlinin nazarında Osmanlı devleti ve onu idare eden padişahların ayrı bir önemi ve kutsiyeti vardır. Bu bağlamda Fatih Sultan Mehmet, II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Abdülhamid'in menkıbeleri halkın arasında dolaşmaktadır. Osmanlı Devleti tarikatlar ve onların mekanları olan tekke, zaviye ve dergahları kurulduğu dönemden itibaren iyi değerlendirmiş ve onları devletin yarı resmi kurumları haline getirmiştir. Vergi, askerlik muafiyeti gibi memur ve ilmiye sınıfına mahsus olan bu imkanlar tarikat mensuplarına da tanınmıştır. Sufiler devletin adalet ile ebed-müddet olacağına inandıklarından Sultan ve ümerası için hayır duada bulunmayı adet haline getirmişlerdir. Yöneticilere beddua etmenin edep dışı olduğunu, bunu insanın altında gölgelendiği ağacın dallarını ve budaklarını kesmesi olarak değerlendirmişlerdir. Bu düşüncenin halk arasında oluşturduğu şu sözler çok meşhurdur: “Padişahın adını abdestliyken ağzına al”, “Allah, devlete ve millete zeval vermesin”. Sufilere göre Padişah/Sultan kalbe benzer. Bir Hadis-i Şerife dayanarak, kalp düzgün olursa ceset de düzgün olacaktır. Dolayısıyla Sultanın bozuk olması halinde mülk de fesada uğrayacaktır. Bu nedenle sufiler, Sultan'ın bozulmaması için azami gayret göstermişlerdir. Onlar için hayır dualar ederken yanlış gördükleri hususlarda eleştiri ve ikazda bulunmuşlardır. Osmanlı toplumu hükümdarın mutlak otoritesi etrafında örgütlenmiş ve mistisizmin derin etkisi ile yorulmuş bir toplumdur. Bu nedenle tasavvuf, tarikat ve tekkeler İslam'ın yayılmasında ilmiye ve askeri sınıfının yanında hizmet görmüştür. Gerçekten Türklerin İslamlaşmasında, Türk Müslümanlığının şekillenmesinde tasavvuf çok etkili bir güç olmuştur. Sufiler Osmanlı'nın toplumsal hayatının içinde daima var olmuşlardır. Şeyhler, Padişahların tahta çıkmalarında, evlenme törenlerinde, sünnet cemiyetlerinde, kandil ve mübarek gecelerde tertiplenen toplantılarda daima ön safta yer almışlardır. Ayrıca diğer ülkelere elçi olarak da gönderilen sufiler vardır. Örneğin 1. Murad, Muhammediye kitabını yazan Yazıcıoğlu Mehmed’i (ö. 855/1451) elçilik sıfatıyla Mısır Abbasi Halifesi El – Mütevekkil’e göndermiştir. Yani sufiler içinde bulundukları toplumun genel gidişatına yabancı kalmayıp toplumun problemleri ile ilgilenmişler ve sultanlara danışmanlık yapmışlardır. Sufilerin devlet yönetimi ile yakın ilişkileri aslında daha önceki Selçuklular zamanından gelen bir özelliktir. Türkiye Selçukluları 1243 de Kösedağ Savaşı'nda Moğollara yenilince Anadolu'da bir otorite boşluğu oluşmuştu. Müslüman halk maddi ve manevi sıkıntıyla boğuşurken, Osmanoğulları uzun bir devlet geleneği olan Türkler olarak kısa bir sürede Söğüt'te yeni bir devlet kurmuşlar (1299) ve bu devlet iki üç asır sonra bir cihan devleti olmuştur. Bu oluşumda tasavvuf erbabının büyük katkıları olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Osmanlı Devleti kuruluşundan 25 yıl sonra İznik'te ilk medreseyi kurmuş ve bunun başına sufi alim İbn Arabi savunucusu Davud el-Kayserî'yi getirmiştir. Bundan yüz yıl sonra ilk defa tesis edilen şeyhülislamlık makamına sufi alim Rıfâî meşrep Molla Fenârî getirilmiştir. Bu beraberlik daha sonra da devam ettirilmiştir. Külliye tarzında inşa edilen yerlerde cami, medrese ve tekke birlikte inşa edilmiştir. Yıldırım Beyazıt kızını Emir Buhârî ile evlendirmiştir. Bu Osmanlı'nın tarikat ehline gösterdiği hürmeti ifade eder. Devlet - tarikat ilişkileri toplumsal bağlamda olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bu bağlamda padişahlar tekke, zaviye ve türbeleri inşa ve tamir ettirmişlerdir. Şeyhlere maaş bağlayıp ihsanlarda bulunmuşlardır. Tekkelerin geçim ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Buna karşılık sufiler devletin bekası ve zaferleri için dualar etmişlerdir. Halkın padişahlara karşı bağlı olmalarında etkili rol oynamışlardır. Padişahların “kılıç kuşanma” merasimlerinde, tarikat şeyhleri padişahların kılıçlarını kuşatmışlardır. Üsküdarlı Haşim Baba’nın (ö. 1197/1783) beyanına göre: Padişahlar tasavvuf ehlini, Allah katında duası makbul kişiler olarak görmüşlerdir. Onun için onların dualarını almaya gayret göstermişlerdir. İdareciler fetih hareketlerinde, önce Allah'ın nusreti daha sonra evliyanın himmetinin var olduğuna inanmıştır. Bir rivayete göre Timur'un Anadolu'yu erken terk etmesini sağlayan ordudaki bir nalbant vesilesiyle Emir Sultandır. Halk Timur ordusunun Bursa'da yaptığı yıkım ve zulümlerin son bulması için Emir Sultan'ın manevi desteğine başvurmuşlardır. Evliya Çelebi (ö. 1094/1682) fetihlerin sırrını dervişlerde aramış ve seyahatnamesinde ifade etmiştir. Oruç Bey (ö. 909/1503) Varna savaşındaki Osmanlı'nın zaferini, Hz. Peygamberin mucizesi, ricâlu’l – gayb’ın himmeti ve gazilerin itikadı bereketine bağlamıştır. Fatih'in İstanbul'un fethinde evliyaların birçok kerametleri görülmüştür. Fatih'in hocası Akşemsettin (ö. 863/ 1459) Fatih'in kuşatmadaki zorlukları karşısında şöyle demiştir: “Beğim! Sen elem çekme, bu kalenin fatihi sen olacaksın.” Evliya Çelebi'nin aktardığına göre, kuşatmada zorlama ile karşılaşınca yetmiş yedi büyük evliyanın himmetine başvurulmuştur. Celvetîyye şeyhi İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725) şunları söylemektedir: “Şu zamana gelinceye kadar meşâyihi inkar eden hiçbir padişah çıkmamıştır. Zira saltanatın kuruluşu evliya iledir. Bu zamana kadar hiçbir padişah hâl ehlinden uzak kalmamıştır.” Altı asır süren Osmanlı idaresinde ister veli (II. Beyazıt) ister deli (İbrahim) olsun her padişahın az veya çok tasavvuf ehline hürmette kusur etmediği anlaşılmaktadır. Padişah - sufi münasebetleri bakımından önemli bir husus ta sefere çıkan sultanların yanlarında tanınmış bir tarikat şeyhini de beraber götürmesidir. Bu konuda Osmanlı tarihçilerinin kaydettiklerine göre Kalendevî dervişler Osman Bey, Orhan Bey ve I. Murat'ın mahiyetinde fetih hareketlerine katıldıkları ifade edilmektedir. Aynı şekilde Kanuni Sultan Süleyman Viyana seferi öncesinde fermanla seyyid ve şeyhleri sefere davet etmiştir. Belgrad seferinde yanında Nakşî Yorgancı Efendi’yi (ö. 977/1569) ve son seferi olan Sigetvar’a giderken yanında Bahri Dede, Sofyalı Bâlî Efendi, Nureddinzâde ve Şeyh Müslihiddin Efendi’yi götürmüştür. Adı geçen Yorgancı Efendi daha yoldayken gördüğü bir rüya sonunda kalenin fethedileceğini padişaha müjdelemiştir. Sultan III. Mehmet yaşlı olmasına rağmen 1596 yılındaki Eğri Seferine giderken Şemseddin Ahmet Sivâsî’yi yanında götürmüştür. II. Mustafa'nın Avusturya seferlerine Şeyh İsmail Hakkı Bursevî iştirak etmiştir. Şeyh burada vaazlar vermiş, yapılan bu vaazları padişah bizzat dinlemiştir. Sufiler zaman zaman sultanların yaptıkları yanlış işler dolayısıyla uyarmışlar ve onlara nasihat etmişlerdir. Halka adil davranmalarını kendilerine duyurmuşlardır. Örneğin Koçi Bey şunları söylemiştir: “Küfür ile dünya dururken zulüm ile durmaz. Adalet tûl-i ömre sebeptir ve intizam-ı ahvâl-i fukara padişahlara mûcib-i cennettir. Bu dediklerim kelam benim değüldür. Ulema ve meşayih kalvidir. İtimat buyurulmazsa onlara suâl oluna.” Aynı şekilde Akşemsettin Fatih'e, Yahya Efendi Kanuniye, Abdülmecid Sivasî I. Ahmed’e nasihatda bulunmuştur. Niyazi Mısrî’nin de devrin padişahlarına çekinmeden teklif ve tavsiyelerde bulunduğu bilinmektedir. Yenikapı Mevlevihanesi’nin şeyhi Celaleddin Efendi'nin II. Abdülhamid'in yönetimini eleştirdiği de rivayet edilmektedir. Şeyhler, hiçbir zaman devlet idarecilerinin idareyi bırakıp sürekli zikir ve ibadetle meşgul olmalarına müsaade etmemişlerdir. Onların tarikat ile ilgilerinin muhabbet sınırında kalmasını istemişlerdir. Örneğin Akşemsettin Fatih'in derviş olma ve halvete girme talebini kabul etmemiştir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren devlet - tarikat ilişkileri genelde olumlu olarak seyretmiştir. Ancak 15. yüzyılın ikinci yarısından sonra bazı tarikatlar aleyhine davranışlar gözlenmektedir. Ancak bu aleyhte davranışlar dini saiklerle değil, hepsi siyasi saiklerle meydana gelmiştir. Osmanlı'nın kuruluş, yükseliş ve yıkılış dönemlerinde padişah - sufi ilişkileri kendisine has olumlu ve olumsuz bir seyir izlemiştir. Osmanlıların ilk dönemlerindeki tasavvuf ekollerine karşı gösterilen geniş hoşgörü, Yavuz'un Şiîlik akımına karşı gösterdiği sert müdahale nedeniyle kısmen gerilemeye başlamıştır. Bazı şeyhler tarafından gösterilen taşkınlıklar ve aşırı görüşler nedeniyle ehl-i sünnet inancının korunabilmesi için zahiri ilimlere daha fazla önem verilmesi toplumda ifade edilmeye başlamıştır. Birgivî Mehmet Efendi'nin (ö. 981/1573) yazdığı Tarikât-ı Muhammediye adlı kitabında sufiler eleştirilmiştir. Bazı tarikatlar arasında tehlikeli çekişmeler ortaya çıkınca, şeyhülislamlarının verdikleri fetvalarla bazı sufiler idam edilmiştir. Zamanla devletin kuruluş dönemindeki tarikatlara karşı gösterdiği hoşgörü gittikçe azalmıştır. Safevi devletinin Anadolu'yu şiîleştirme politikaları ve iç isyan çıkarmaya teşvik etmeleri Osmanlı'yı sünnî anlayışı öne çıkarma ihtiyacına yöneltmiştir. Bu konuda Prof. Dr. Ömer Yılmaz'ın “Osmanlı Devleti'nde Padişah Sufi İlişkileri” adlı kitabında şu yorum yapılmaktadır: “Bazı şeyhlerin duruma vaziyet etmesi uluhiyet anlayışını bozmaya başlamış; bâtınilik fikirleri insanların idrakine etki etmeye başlamış; münzevilik ve bireycilik cemaatlere hakim olmaya başlamış; sözde tefekkür pratiğe üstün gelmeye başlamıştır. Bunların sonucunda tasavvuf dünyasındaki bozulmalar da kaçınılmaz olmuştur. Bu da padişah - sufi ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir.” Osmanlı'da bazı isyanlar tasavvufi görünüşlerde olsa da, gerçekte başka saiklerin sebep olduğu bilinmektedir. Osmanlı'daki ilk isyan Fatih zamanında “Buçuktepe isyanı” ile başlamıştır. Fatih'ten sonra her padişah zamanında isyanlar olmuştur. 36 padişahın 12 tanesi isyan sonucu tahtını kaybetmiştir. Bunların bir sebebi yeniçerilerin güçlenmesi ve amacının dışına çıkmasıdır. Şeyh Bedrettin isyanı, Celali isyanları, Babâî isyanları, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa ve Kuleli Vakası da, içinde tarikat şeyhlerinin bulunduğu ayaklanmaların bazılarıdır. Fatih döneminde devleti ele geçirme teşebbüsüne girişen Hurûfîler öldürülmüştür. II. Beyazıd’a suikast tertip eden Kalendevîler idam edilmişlerdir. I. Mahmud dönemindeki sapkın mezhep kurma girişimlerine Osmanlı müsaade etmemiştir. Osmanlı yönetimi padişaha paralel bir yapılanmaya müsaade etmemiş ve bu olaylara sert bir şekilde müdahale etmiştir. Mehdilik iddialarında bulunanlara önce vazgeçme çağrısında bulunulmuş, kabul etmeyince idam edilmişlerdir. Avrupa'daki aydınlanma ve modernleşme akımları Osmanlı'yı etkilemeleri sonucu 19. yüzyılda padişah - sufi ilişkileri farklı bir yol izlemiştir. II. Mahmut yeniçeri ocağını ortadan kaldırınca Bektaşi tarikatı yasaklanmıştır. Bu sırada diğer tarikatlar da sıkı bir takibe tutulmuşlardır. Bütün bunlara rağmen tarikatlar kısmen de olsa, eski imtiyazlarını muhafaza edebilmişler, şeyhler saygınlıklarını koruyabilmişler ve tekke ve zaviyeler maddi destekten tamamen mahrum bırakılmamışlardır. II Mahmut bütün tarikatları karşı yok edici bir tavra girmemiştir. Kendisi de Pera'daki Mevlevî Tekkesi'nin mensubu idi. Ayrıca Fındıklıdaki Nakşibendi cemaati toplantılarına iştirak ederdi. Gerçekten Osmanlı'da hiçbir padişah tasavvuf erbabı ile, din ve kutsal ile ilişiğini kesmemiştir. Bütün Osmanlı padişahlarının herhangi bir tarikata mürit olmasalar da muhib olduklarını söylemek mümkündür. Çünkü tasavvuf şeyhleri bir taraftan halkın dini duygularını canlı tutmaya çalışırken, diğer taraftan imparatorluğun yönetici konumunda bulunan şahsiyetlere de dini görevlerini hatırlatmış, onlara dünyevi meşgale yanında yetkilerinin farkındalığını ve Allah nezdindeki durumlarını ihsas ettirmiş ve ahireti unutturmayacak bir tarzda murakabeci bir rol üstlenmişlerdir. Nitekim pek çok kitapta yer alan ve Yavuz Sultan Selim'e atfedilen şu beyit bu tezi doğrular niteliktedir: Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, Bir velîye bende olmak cümleden evlâ imiş.
Padişah – Sufi İlişkilerine Örnekler Osman Gazi – Şeyh Edebâli Osman Gazi bir gece Şeyh Edebâli'nin evinde yatarken bir rüya görür. Rüyada Edebâli'nin koynundan doğan bir ayın kendi koynuna girdiğini görür. O sırada Osman'ın belinden bir ağaç yükselir, büyür, yeşillenir, güzel ve ulu bir ağaç olur, dallarının gölgesi bütün dünyayı örter. Osman Gazi bu rüyayı şeyhe anlatınca şeyh şöyle demiştir: “Gaybi Allah bilir, ama bunda bir hayır vardır. Sen benim sulbümden gelen birisiyle evleneceksin, bu evlilikten doğanlar ulu bir devlet kuracaklar, devlet batıya doğru gelişecektir. Ey Osman! Sana ve senin evladına müjdeler olsun ki, Hakk Teâlâ size saltanat verdi.” Bu rüya üzerine şeyh kızı ile Osman Gazi’yi evlendirmiştir. Osman Gazi çocukken babası Ertuğrul Bey tarafından Mevlânâ'ya ziyarete götürülmüştür. Mevlânâ da Osman Gazi'ye hayır dualarda bulunmuştur. Osmanlı padişahları bu nedenle Mevlânâ ve Mevleviliğe karşı daima saygılı olmuşlardır. Şeyh Edebâli ve müridi Abdâl Kumral Osman Gazi'nin yanı başında duran iki etkili dervişlerdir. Kumral Abdâl Osman Bey'e Devleti'nin ebed müddet var olacağını müjdelemiştir. Bu müjdeyi Hz. Hızır’dan öğrenip bildirmiştir. Osman Gazi ile birlikte fetihlere iştirak etmiş eden âhi ve babalar arasında Muhlis Baba, Turgut Alp, Konur Alp, Kara Mürsel ve Akçakoca gibi dervişler zikredilebilir. Osman Gazi mübarek günlerde Şeyh Edebâli'nin Bilecik'teki tekkesine giderek dini ve idari konularda onunla istişarede bulunmuştur. Osman Gazi vefat edince yerine geçen Orhan Gazi de dönemin dervişleri ile iyi ilişkiler kurmuştur. Uludağ eteklerinde kendi başına yaşayan geyikli Baba Orhan Gazi ile birlikte sefere çıkmıştır. Derviş Abdâl Musa ve Abdâl Murad da Orhan Gazi ile seferlere katılmışlardır. Bursa'nın fethinde hazır bulunmuşlardır. Yesevî'nin müridi olan Sarı Saltuk Bursa'nın fethinden sonra Orhan Gazi tarafından 70 müridi ile birlikte Rumeli'ye gönderilmiştir. Orhan Gazi İznik'te ilk medreseyi kurunca, İbn Arabî'nin Füsusu'l Hikem adlı eserini şerh eden ve onu Osmanlılara tanıtıp sevdiren Davudî Kayserî'yi (ö. 751/ 1350) medresenin başına getirmiştir. Orhan Gazi camilerin kandillerini kendi elleriyle yakmış, imarethanelerde pişirilen yemeği kendi elleriyle fakirlere dağıtmıştır. Bununla beraber Orhan Gazi devletin selameti için dervişlerin faaliyetlerini teftiş ve kontrol etmiştir. Dini kurallara riayet etmeyen bazı derviş gruplarının mallarını ellerinden almış, bunların yerine toplumun huzuruna hizmet eden cemaatleri yerleştirmiştir. Orhan Bey'in yerine geçen oğlu I. Murad da sufiler ile ilişkilerini devam ettirmiştir. Hacı Bektaş Veli'nin Sultan I. Murat'ın vaizi olduğu rivayet edilmektedir. Hacı Bektaş padişahın sırplara güvenmemesini ikaz etmiştir. Ancak bunu önemsemeyen Sultan, Müslüman olmak istediğini söyleyerek ona yaklaşan bir sırp tarafından öldürülmüştür. Hüdâvendigâr lakaplı I. Murad, Mudurnu Tekkesinde münzevi bir hayat süren Kâdirî Şeyhi Fahrettin Efendi’yi vezir edinmek istemiş, ancak bu zat uzleti tercih ederek, kendi yerine Çandarlı Kara Halil’i tavsiye etmiştir. Bazı kaynaklarda I. Murat, “Melikü’l Meşâyih Gazi Murad” ünvanı ile anılmaktadır. I. Murat Ankara seferinde, Ankaralı âhilerin beldelerini mukavemet göstermeden teslim etmeleri I. Murat'ın bir âhi reisi olmasıyla şeyhliğinin bir kerameti olarak gösterilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet – Akşemsettin İstanbul'un fethinde Hacı Bayram Veli'nin yıllar önce verdiği müjde tahakkuk etmiş ve Hazreti Peygamber (sav)’in hadisinin doğruluğu ispat edilmiştir. Fetihle şehre girilince Fatih ile birlikte asker ve devlet adamları yanında Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Akşemsettin ve Akbıyık Mesut da vardı. Camiye çevrilen Ayasofya'daki ilk cuma namazında hutbeyi Fatih Sultan bizzat kendisi okumuştur. Namazı ise Akşemsettin kıldırmıştır. Rivayet olunur ki, fetih müjdesi getiren Akşemsettin, manevi alemde Hızır ile görüştüğünü, kalenin fetih olunduğu gün Hızır gibi giyinen velileri gördüğünü, fetih gerçekleştikten sonra Hızır'ın kale üzerinde oturup ayaklarını aşağıya sarkıtmış vaziyette gördüğünü bildirir. Akşemsettin fetihten sonra Ebû Eyyub el - Ensarî'nin medfun bulunduğu yeri belirlemiştir. Akşemsettin Fatih’e birçok kerametini göstermiştir. Hocasına aşırı hürmeti olan Fatih ona giderek kendisini birkaç gün halvete koyup irşad etmesini ister. Ancak Akşemsettin kabul etmez. Fatih bu davranışa kızınca, şeyh şöyle cevap verir: “Meşâyih-i İzamın halvetinde öyle bir lezzet vardır ki, ona dahil olsan emr-i saltanat gözünde olmayıp, dünya gözünden silinip, saltanattan geçip gitmek mukarrerdir. Bu sebepten ahval-i alem bozulup her birimiz bu sebepten Allah'ın gazabına uğrayarak günahkar oluruz. Adaletle hükmetmek sana yeter. Sultanlıkta da nice hikmetler vardır. Bin değirmen taşını bir kişi nasıl götürsün.” Fatih tahta ikinci defa geçince atası Osman Gazi'nin “İstanbul'u aç gülzâr yap” şiirinden ilham alarak İstanbul'un fethi için niyet ve hazırlık yapmış ve bu fetih için pek çok ulema ve meşayihin hem fiili hem de manevi desteğini almıştır. Bunlar arasında Akşemsettin, Mevlânâ Alaaddin Tusî, Nakşi Şeyhi Ubeydullah Ahrâr, İbrahim Tennûrî, Molla Câmî, Ebû’l - Vefâ gibi isimleri zikredebiliriz. Ebû’l - Vefâ sadece padişahlar tarafından değil devlet adamları nazarında da büyük itibar görmüştür. Vefk hazırlama mahareti de olan Ebû'l – Vefâ’ya birçok devlet adamı vefk hazırlatmıştır. Şeyh Vefâ Fatih'in cenaze namazını kıldırmıştır. Bununla beraber Fatih bütün şeyhlerle samimi ilişkiler kurmuş değildir. Bazı şeyhlerin siyasi şahıslardan müritlerini arttırması Fatih'i tedbir almaya zorlamıştır. Yahya Şirvâni’nin halifelerinden Alaaddin Râmi Bursa'dan İstanbul'a gelince siyasilerden birçok mürit edinmiştir. Şeyhin siyasi kalkışmaya girişebileceği dedikodusu yayılınca Fatih endişe duymuş ve şeyhi İstanbul'dan uzaklaştırmıştır. II. Beyazıt da babası Fatih gibi ilmi, ulemayı ve arifleri severdi. Tasavvufa özel ilgisi nedeniyle Velî Padişah diye anılmıştır. Kendisinin doğumunu babası Fatih'e Mevlevi halifelerinden Cemalettin Çelebi müjdelediği için II. Beyazıt Mevlevilere özel bir hürmet göstermiştir. Kendisi Amasya'da şehzade iken Bayramî Şeyhi Muhiyyiddin Yavsî’ye intisap ettiği söylenir. II. Beyazıt tahta çıkınca Şeyhini İstanbul'a davet etmiş, onun adına tekke inşa ettirmiştir. Bunun sayesinde Bayramilik İstanbul'da temsil edilmiştir. Şeyh Yavsî bir gün padişaha “bu gece saray haricinde açıkta yatsınlar” diye haber göndermiş. Padişah da “bu haberde bir hikmet vardır” diyerek başka bir yerde gecelemiştir. O gece bir zelzele olmuş ve padişahın yatak odasının tavanı çökmüştür. II. Beyazıt, Bayramî Şeyhi Baba Yusuf Seferihisarî’ye de intisab etmiştir. II. Beyazıt'a saltanat kılıcını kuşatan bu zattır. Beyazıt Cami’nin açılışında Baba Yusuf vaaz vermiş, sohbeti herkesi ağlatmıştır. Bu vaazdan etkilenen ve cami dışında bu vaazı dinleyen üç Hıristiyan’ın bunun etkisiyle Müslüman olmuşlardır. II. Beyazıt da bu üç Hıristiyan’a para ve mal vererek iltifat etmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde II. Beyazıt'ın Nakşibendi ricalinden Lütfullâh Üskübî’ye de intisap etti yazılmaktadır. Keşif ehli olan büyüklerimizin bize bildirdiğine göre Fatih ve II. Beyazıt gerçekten Veli idiler. Yani manevi alemde velâyet makamına sahiptiler. Ancak gerek Fatih ve gerekse II. Beyazıt manevi bir sır olan bu hususu etrafındaki herkese duyurmamışlardır.
I. Ahmet - Aziz Mahmut Hüdayi Sultan I. Ahmet babası 1603 yılında ölünce 14 yaşında tahta geçti. I. Ahmet ile Aziz Mahmut Hüdayi'nin arasında samimi bir ilişki vardır. Sultan ona mürit olmuş ve ona aşırı hürmet göstermiştir. Çarşıda şeyhini görünce atından inerek şeyhini bindirdiği rivayet edilir. Bir gün I. Ahmet rüyasında Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü, kralın kendi üstünde kaldığını görmüştü. Rüyadan çok korkmuştu. Hiç bir rüya yorumcusu padişahı tatmin edecek şekilde bir tabir de bulamamıştı. Heyecandan yerinde duramayan Sultan Ahmet bu durumu bir mektup yazarak Aziz Mahmut Hüdayi’ye bildirmiş ve rüyanın tabir edilmesini rica etmiştir. Haberci mektubu alıp süratle Üsküdar'a geçip Hüdayi'nin tekkesinin kapısını çaldığında, onu içeriden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektubu alırken kendi elindeki mektubu da padişahın mektubunun cevabı diyerek haberciye verdi. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci mektubu Sultan'a getirdi ve gördüklerini anlattı. Sultan Ahmet gönderdiği mektubu daha açıp okumadan cevabının göndermesi Hüdayi'nin bir kerametiydi. Sultan Ahmet gönderilen cevabı heyecanla okudu. Cevapta şöyle yazılıydı: “Allah Teâlâ insan vücudunda arkayı, cansız mahluklarda ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbirine değmesi bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Öylece padişahımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rüyadan İslam'ın temsilcisi olan padişahımızın küffara karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Bu tabir Sultan Ahmet'in çok hoşuna gider ve Aziz Mahmut Hüdayi’ye bin altın hediye gönderir. Ertesi günü padişah kendisine gelerek elini öper ve onun talebesi olmakla şereflenir. Rivayete göre Sultan Ahmet bir gün bazı devlet erkanı ile gezmeye çıkmıştı. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip kızartarak padişaha ikram ettiler. Sultan Ahmet besmele çekerek elini uzattığı an, Mahmut Hüdayi belirdi ve padişaha “Sultanım sakın yemeğiniz, o zehirlidir” dedi. Etten bir miktar kesip oradaki köpeğe verdiklerinde köpek öldü. Daha sonra ateş yakılan yer kazıldığında Hüdayi'nin haber verdiği gibi zehirli bir yılanın parçalarına rastlandı. Bir gün Sultan Ahmet hocası Aziz Mahmut Hüdayi’ye ziyarete gider. Bir müddet sohbetten sonra atlarına binerek gezintiye çıkarlar. Karaca Ahmet mezarlığının yanından geçerken şeyh padişaha dönerek “Sultanım ister misiniz, bugün size bir şey göstereyim” diye sorar. Sultan isterim der bunun üzerine şeyh kabristana dönerek “Kalkınız!” der. Bu hitap karşısında bütün ölüler kabirlerinin içinde dikilirler. Padişah bu hali gördükten sonra, Mahmut Hüdayi “Dönünüz!” emrini verince kabir ehli yine eski hallerine dönerler. Ölüleri diriltme sırrına sahip olan Hz. İsa (as)’nın, bu sır nedeniyle Hristiyanlar tarafından Peygamberimizden üstün olduğu iddiası ortaya atılmıştır. Oysa bu sırrı Peygamberimiz de biliyordu, ama uygulamamıştı. Peygamberimize bağlı Allah dostlarının da bu sırrı bildikleri Hüdayi Hazretleri'nin yukarıdaki kerameti göstermektedir. Bu olay, şu hadisin doğru olduğunu gösterir, “Benim varislerin İsrail oğullarının peygamberleri gibidir.” Sultan I. Ahmet Sultanahmet Camisi'nin bânisidir. Bu cami yapılırken temel atma merasiminde hocası Aziz Mahmut Hüdayi ve diğer alimler de hazır bulunmuştur. Sultan bizzat eteklerinde toprak taşıyarak inşaatta yardımcı olmuştur. Temel atmak için ilk kazmayı Hüdayi vurmuş, caminin açılışında da cuma hutbesini okumak üzere Aziz Mahmut Hüdayi davet edilmiştir. Hüdayi Hazretlerinin bu davete uymak için yaptığı yolculuktaki kerametleri tarih kitapları yazmaktadır. Cami bu büyük mürşidin hayır duası ile ibadete açılmıştır. Birinci Ahmet 28 yaşında vefat etmiştir. Kendisi 14'üncü Osmanlı padişahıdır. 14 yıllık saltanat süresi yaşamıştır. Cenazesinin yıkanması için hocası Aziz Mahmut Hüdayi davet edildiğinde şeyh “Sultanımı çok severdim, şimdi dayanamam ihtiyarlığım sebebiyle. Beni mazur görün” diyerek, bu görevi talebelerinden Şaban Dede’ye havale etmiştir. Sultan’ın Peygamberimizim şefaatini hayattayken kazandığını Tokadî Mehmet Efendi Hazretleri müjdelemiştir. I. Ahmet'in hayatında 14 sayısının bir hikmetinin olduğu görülmektedir. 14 yaşında padişah olan Sultan Ahmet 14 yıllık saltanatı sonucu vefat etmiştir. Kendisi 14. Padişahtır. Bu husus bir hikmet dahilindedir. Bunun sırrının bilinmesi muhakkak ki kolay bir şey değildir. Muhakkak ki 14 sayısının bir sırrı vardır. Bu sırrın keşif ehli tarafından bilinme ihtimali olsa da, bu sırrın herkese anlatılması yasaktır. 14 sayısı ile ilgili ortaya atılan başka bir rivayete göre hicri 1400 lü yıllarda İslam tekrar yükselecek ve dünyaya hakim olacaktır. Bunun da miladi 2060 yılına kadar tahakkuk edeceği keşif ehli tarafından rivayet edilmiştir. Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com
|
Osmanlı Devleti ve Sufiler |
Yayınlama Tarihi : 11.03.2021 |
İnnâ fetahnâ leke fethan mübînâ (Şüphesiz Biz sana apaçık bir fetih verdik) Fetih Suresi, 1. Ayet
|