Günümüzde en çok kullanılan kelimelerden biri özgürlük kelimesidir. Herkes özgür olmayı kendileri için çok önemli bir özellik olarak görmektedir. Bütün ideolojiler, felsefeler ve siyasi görüşler insanlara özgür olmayı hedef olarak göstermektedir. İnsanları özgür düşünmeye çağırmakta ve insanlar özgür düşününce kendi iddialarına ve düşüncelerine katılacaklarını ümit etmektedirler. Özellikle seküler/modern dünyada özgürlük kavramı tılsımlı ve vazgeçilmez bir özellik olarak algılanmaktadır. Onsuz hiçbir şeyin insanı mükemmel hale getirmeyeceğine inanılmaktadır. Ancak İslam açısından, seküler dünyanın düşündüğü özgürlük anlayışı geçerli değildir ve seküler dünyanın kabul etti özgürlük anlayışının İslam açısından kabul edilmesine imkan yoktur. Çünkü seküler dünyadaki özgürlük anlayışı, insanın imanına, inancına ve İslam'ın algılanmasına zarar verebilir. Özgürlüğü İslam'a göre iki şekilde inceleyebiliriz: Birincisi nefsin özgürlüğü, ikincisi ruhun özgürlüğüdür. Bu iki özgürlük aslında birbirine tamamen zıt olan iki durumdur.
Nefsin Özgürlüğü İnsan yapısı ruh, akıl, nefis ve bedenden oluşmaktadır. Nefsin yaratılıştan gelen özellikleri vardır. Bu özelliklere göre nefis, insana daima Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı hareket etmesini emreder. Bu nedenle bu nefse “nefs-i emmare” (kötülüğü emreden nefis) denir. Bu nefsin dünya zevkleri ile ilgili arzuları hiçbir zaman sona ermez. Yani nefis hiçbir zaman dünya zevkleri ile tatmin olmaz, daima daha fazlasını ister. Şeytanda nefse daima azgınlık yapması için fısıldar. Bu fısıldamalar nefsin arzularını artırır. Nefis bu arzularını yerine getirmek için insanı zorlar. Nefsin bu durumu İslam’a inanmayan insanlar için gayet doğaldır. Nefsin bu isteklerinin yerine getirilmesi o insanlara bir yerde özgür olmakmış gibi gelir. Nefsin bütün arzularının kişiyi mutlu edeceğini düşünerek onların yerine getirilmesine çalışır. İşte nefse tanınan bu serbestliğe nefsin özgürlüğü denir. Seküler dünyanın anladığı özgürlük kavramı nefsin bu özgürlüğüdür. Bu özgürlüğün hedefi insanının maddi olarak, ne olursa olsun kendisini tatmin etmesidir. İnsanı yanlış yollara sürükleyen bütün eylemlerinin nedeni nefsin bu özgürlüğüdür. Nefsin arzularının ve eğilimlerinin aklın yönetiminde dizginlenmesi önemlidir. Bunun içinde akıl, insanın hem maddi hem de manevi yapısına zarar verecek eylemlerden uzak durmasına çalışmalıdır. Burada aklı yönlendirecek olan Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarıdır. Akıl bu emir ve yasakları bilip iyice özümledikten sonra, bu bilgileri nefsin davranışlarına uygulaması gerekir. Eğer akıl bunda başarılı olursa, insan nefsinin esiri olmaz. Bu durumda nefsin özgürlüğü kısıtlanmış olur. Ancak insanların büyük bir çoğunluğu bugün maalesef seküler, yani dünyevi bir hayat sürdüğünden İslami eğitim alamamaktadır. Böylece Allah'ın emir ve yasaklarından ve onların öneminden habersizdir. Bu nedenle böyle bir insanın aklı, nefsin arzularını ve eğilimlerini dizginlemekte yetersiz kalır. Hatta bu olumsuz arzuları teşvik bile edebilir. Bunlarla ilgili toplumumuzda birçok örnekler verebiliriz. İnsanlarımız çok rahat bir şekilde yalan söyleyebilmekte ve başkalarını aldatabilmektedir. Bu davranışlardaki amaç dünya menfaatidir. Bu yalan ve aldatmalarla her gün karşılaşmaktayız. Bu durum insanlara artık normal gelmekte ve bunu nefsinin ve şeytanın bir kışkırtması olduğunu fark edememektedir. Onlara göre aldatmak da bir çeşit özgürlüktür. İnsanlar birbirlerini görerek bu yanlış eylemlerini sürdürmektedirler. Onlara göre amaç çıkar, menfaat elde etmektir. Bunu bir çeşit akıllılık olarak ve insanın en tabii hakkıdır diye düşünmektedirler. Ancak Allah'ı ve ahireti unutan bu insanlar, bir gün yaptıklarının hesabını vereceklerini düşünmemektedirler. İslam'da kul hakkına ne kadar önem verildiğini bilseler bu işlere girmezler. İnsanlar yaptıkları her türlü şerrin ve haksızlığın karşılığını muhakkak göreceklerdir (Zilzal, 99/7,8). Nefsin bu aldatma arzularına, insan aklı doğru düşünme ile karşı koyabilir. Bunun için İslami bir eğitim almış olan akıl gereklidir. Akıl bu eğitimle eğriyi doğruyu birbirinden ayrıt edebilir. Kalbindeki Allah inancı ile nefsini bu kötü davranışlardan uzaklaştırabilir. Maalesef böyle bir durum toplumumuzun büyük bir kesiminde mevcut değildir. İnsanlarımızın büyük çoğunluğu batılı olmak için onların seküler yolunu takip etmekte, nefsine her türlü özgürlüğü tanımaktadır. İslam içki içmeyi yasaklamıştır. Fakat seküler dünyada içki içmek serbesttir. Hatta bazı faydaları var diye insanları heveslendirmektedirler. İçkinin insanı neşelendirdiğini, keyif verdiğini, dertlerini unutturduğunu söylerler. İnsan da bunların etkisinde kalarak içki içmeye meylederler. Bu da nefsi çok mutlu eder. Artık içki içmek onun için sonu gelmeyen bir özgürlüktür. Fakat insan bunun olumsuz sonuçlarını hem maddi hem de manevi bakımdan yaşar. Vücut sağlığı bozulur, yakınlarına ve çevresine dengesiz ve rahatsız edici davranışlarda bulunur. Daha ileri giderek içki masalarında kavgalara ve cinayetlere sebep olabilir. Alkole alışan insan hem kendi hayatını hem de ailesinin ve toplumun hayatını cehenneme çevirir. Bu durum nefsin özgürlüğünün bir sonucudur. Zina etmeyi de örnek olarak verebiliriz. Ülkemizde zina suç değildir. Bu nedenle nefsin en çok arzu ettiği karşı cinsle birlikte olma eylemi serbestçe yapılabilir. Fakat bu insanı tatmin eder mi? İnsan zinada az bir süre zevk yaşar, ancak daha sonra ruhunun bunu kabullenmemesi nedeniyle, iç dünyasında bir huzursuzluk ortaya çıkar. Aslında tatmin olmamış ve rahatlamamıştır. Bu durumda nefis tekrar zinayı arzu eder ve insanı ona yönlendirir. Böylece insan bir huzursuzluk ve günah sarmalı içinde kalır. Akıl İslami bir eğitimle, bunun yanlış olduğunu farkında değilse nefsinin bu isteklerine engel olamaz. Hatta onu destekler. Seküler dünyada yapılan şu propagandalar aklı yanlış yere yönlendirir: zina bir uygarlık göstergesidir, insanın en tabii hakkıdır, hayatın zevklerini serbestçe yaşa. Ancak bu davranışların toplumda birçok olumsuz sonuçları da vardır. Bu davranışlar sonunda aileler paramparça olur. Her iki cinsin birbirine karşılıklı güvenleri sarsılır. Çünkü eşler aldatılmayı hiçbir zaman içlerine sindiremezler. Bunun sonunda aileler yıkılır. Toplumumuzdaki kadına şiddet olayının bir nedeni de insanların zina yapmaya olan istekleridir. Şehvet insanın en güçlü isteklerinden biridir. Bu şehvet isteği yasal olan yollardan tatmin edilemezse, yasal olmayan yollardan tatmin edilmeye çalışılır. Bu da zinanın tercih edilmesi demektir. Bunun sonucunda insanların normal düşünce melekeleri dumura uğrayarak, tamamen nefsin ve şeytanın esiri olurlar. Bu iki düşman da insanı her türlü yanlış eyleme sürüklerler. Bu eylemler kavga, şiddet ve cinayetlere sebep olurlar. Bu nedenle toplumumuzda en çok şikayet edilen kadına şiddet eylemlerinin bir sebebini zinada aramak gerekir. Kadın cinayetlerinin bir kısmı gayri resmi birlikte yaşanan ilişkilerden olmaktadır. Kadın bu ilişkiden vazgeçmeye kalkınca erkek şiddet kullanmakta ve cinayet işlemektedir. Bu da insandaki şehvet duygusunun esiri olan nefsin kışkırtması ile olmaktadır. İnsan aklı gerekli eğitimden yoksun olduğundan buna mani olamamaktadır. Seküler dünya zinayı modern ve ilerici bir davranış olarak gördüğünden, zinanın bu olumsuz yönleri ihmal edilmektedir. Bunun sonunda da toplumumuzda kadın ve erkeğin birbirlerine güvenmesi ortadan kalkmaktadır. Bu ise aile hayatının bozulması demektir. Bunun sonunda aile dışı resmi nikahsız birliktelikler çoğalmakta ve bu da toplumun yapısını çökertmektedir. Bu ilişkilerden doğan çocuklar da toplum için çok büyük bir sosyal problem oluşturmaktadır. Nefsin özgür oluşu ile nefsin isteklerini serbestçe yerine getirebilmesi sonunda toplum hayatı yozlaşır ve huzursuz, güvensiz bir topluma dönüşür. Böyle toplumlarda bazı insanların nefsin özgürlüğünü teşvik ettikleri görülmektedir. Bunların amacı maddi gelir elde etmektir. Ama bu toplumun çoğunluğu için bir yıkımdır. Bu yıkım hem maddi hem de manevi bakımdandır. Maddi yıkımlar toplumun huzurun ve güvenin bozulması, insanların birbirine sevmemesidir. Bu durum fırsat oldukça diğer insanları kolaylıkla aldatmanın kapısını açar. Manevi yıkım ise insanların işledikleri günah dolayısıyla ahiret hayatlarında azaba uğramalarıdır. Bu yıkım ebedi olduğundan dünyadaki maddi yıkımlardan çok daha önemli ve dehşetlidir. Bu nedenlerle İslam zinayı haram kılmıştır. Çünkü zinanın günahı insanı hem dünyada hem de ahirette çok zarara uğratabilecektir. Seküler dünyada insanlara daima hayallerini yaşamayı ve arzularını kısıtlamamalarını tavsiye eden görüşler ileri sürülmektedir Bu görüşleri ileri sürenlerin amaçları nedir? Bazıları kendi düşüncesi olarak ileri sürerken, bazıları da bunlardan maddi menfaat elde ettikleri için teşvik ederler. Fuhuş ticareti, içki ticareti ve uyuşturucu ticareti yapanlar bunların en bariz örnekleridir. Kadının çıplaklığını reklam vasıtası yaparak ticaretlerini artırmak isterler. Bu ticaretlerden bir kısım insanlar para kazanmakta, ama toplumun büyük bir kısmı bu ticaretin olumsuzluklarının getirdiği yıkımı yaşamaktadır. Bunlardan kurtulmanın yolu İslam'ın emrettiği şekildeki bir yaşam tarzını insanlara öğretmek ve uygulatmaktır. Allah Teâlâ insanların nasıl bir yapıda olduğunu en iyi bilendir. Çünkü insanları O yaratmıştır. Dolayısıyla kendi eliyle yarattığının neye ihtiyacı olduğunu ve nasıl yaşaması gerektiğini en iyi O bilir. Bu durumda O’nun emir ve yasaklarına uymak insanlar için en iyi çözümdür. Bunu temin etmek için, insanların İslam'ın emir ve yasaklarını iyice öğrenmesi ve hayatlarını bu emir ve yasaklara göre sürdürmesi gereklidir. Bu da nefsin terbiye edilmesini gerekli kılar.
Nefsin Terbiye Edilmesi Sufiler nefsin, insan bedenine kötü huyların yerleşeceği bir yer olarak konulmuş olduğunu düşünürler. Nefis, melekler ve şeytanlar gibi latif (görünmeyen) bir varlıktır. Kuşeyri’nin Risalesi'nde nefis hakkında şunlar söylenmektedir: “Nefsin kötü huylarının en çetini, kötü özelliklerinin güzel olduğunu düşünmesi, kendini değerli görmesi, başkaları tarafından takdir beklemesidir. Nefsin bu düşüncesi gizli şirk olarak telakki edilmiştir.” Nefsin bu kötü huylarına karşı terbiye edilmesi gerekir. Bu terbiye için çeşitli yollar vardır. Bu yollardan biri, nefsi güçsüz hale getirecek olan açlık, susuzluk ve uykusuzluk yöntemidir. Diğer bir yöntem de, nefsin arzularını terk etmek, isteklerinin zıddına hareket etmektir. Bu ikinci yöntemin nefsin terbiyesinde birinci yöntemden daha etkili olduğu ifade edilmiştir. Bir İslam alimi şöyle söylemektedir: “Nefis edep aykırılığına mahkum ve kul da edepli olmaya memurdur. Nefsin seciyesi gereği, sürekli sahibini isyan ve muhalefet meydanına çekme isteğine karşı, o kul da onu, kötü isteklerinden döndürmeye ve yıldırmaya çalışır. Onun için nefsin yularını salan kimse, onun kötülüklerine ortak olmuş olur.” Buradan anlaşıldığı üzere nefsin kötülüklerine ortak olmamak için onun ipini sağlam tutmalı ve onu terbiye etmeye çalışılmalıdır. Buna tasavvufta nefis tezkiyesi de denir. Nefsin tezkiyesinin önemini Allah Teâlâ aşağıdaki ayette ve Peygamberimiz (sav) de aşağıdaki hadisinde açıkça belirtmektedir: “Rabb'inin makamından korkup nefsini hevâ ve hevese uymaktan alıkoyan kimseye gelince, onların yurtları cennettir.” (Naziat, 79/40,41) “Ümmetim için endişe ettiğim şeylerin en kötüsü hevâ ve hevese uymak ve hiç ölmeyecekmiş gibi hırslı olmaktır. Çünkü hevâya tabi olmak insanı hak yoldan saptırır. Hırs ise ahireti unutturur.” (Hadis) Bunlara göre insanın nefsine muhalefet etmesi şarttır ve bu ibadetin başıdır. Bu nedenle arif zatlar İslam’ı şöyle tanımlarlar: “İslam nefsi muhalefet kılıcı ile boğazlamaktır. Nefsine muhalefet etmeyen kimsenin kalbinde Allah ile ünsiyeti kaybolur.” Zünnun-i Mısri şöyle söylemiştir: “İbadetin anahtarı tefekkürdür. Hak yolda isabetli olmanın belirtisi hevâ ve nefse muhalefet etmektir. Nefse ve hevâya muhalefet demek, onun arzularını terk etmek demektir.” İbn Atâ şöyle demiştir: Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: “Kötülüğü emreden nefis (nefs-i emmare) insanı helâke sürükler, hevâya uydurur, düşmanı olan şeytana yardımcı olur ve her türlü kötü vasfa sahiptir.” Ebû Hafs şöyle demiştir: “Kim her daim nefsini suçlayamaz, her hal ve hareketinden ona muhalefet etmez, onu hoşlanmadığı şeylere zorlamazsa aldanmış olur. Nefsini güzel bulan, ona güzel gözlerle bakan kimse helâk olur. Aklı başında bir insan nefsinden nasıl razı olabilir ki? Oysa şerefli peygamberlerin evladı olan ve kendisi de şerefli bir peygamber olan Hazreti Yusuf (as) bile “Ben nefsimi temize çıkaramam, muhakkak ki nefis her zaman kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) demiştir.” Ebû Bekir et - Tamestâni şöyle demiştir: “En büyük nimet nefisten kurtulmak, onun diyarından çıkmaktır. Çünkü kul ile Yüce Allah arasındaki en büyük perde nefistir.” Sehl bin Abdullah şöyle demiştir: “Nefse ve onun arzularına muhalefet etmek şekli ile yapılan ibadet gibi bir ibadet daha edilmemiştir. Kulu Allah'ın gazabına en fazla müstahak kılan şey nefsi ve nefsin hallerini güzel görmektir. Kulun nefsinin halinden razı olması onun için felakettir. Nefsin arzularını kalpten söküp atacak olan şey, ya tam bir Allah korkusudur ya da güçlü bir ilahi aşktır. Çünkü mümine bin şehvet musallat olsa, onların hepsini Allah korkusu ile kovar. Fasık kimseye ise bir şehvet dahi musallat olsa, o şehvet onun kalbindeki Allah korkusuna yok eder. Dizginlerini nefsinin arzularına teslim edersen, nefsin seni karanlığa sürükler.” Bu gerçeklerin ışığı altında Müslümanlar nefislerinin yapısını ve isteklerini, hevâ ve hevesinin ne olduğunu iyice teşhis edebilmelidir. Onlarla İslam'ın emrettiği şekilde mücadele ederek onların kötülüklerinden kendisini korumalıdır.
Ruhun Özgürlüğü Ruh insan bedeninin kalıbına tevdi edilmiş bir manevi cevherdir. Yüce Allah insanın bedenindeki hayatı ruh ile devam ettirmektedir. Ruh bedende bulunduğu sürece insan hayattadır ve diridir. Ruhlar beden kalıplarına emaneten konulmuşlardır. Uyku halinde ruh bedenden ayrılır ve sonra uyanırken ona geri döner. İnsan ruh ve bedenin toplamından ibarettir. Yüce Allah ruhu ve bedeni birbirine amade kılmıştır (birbirinin emrine vermiştir). Yani ruh ve bedeni birbirine bağlı kılmıştır. Ahirette ruh ve beden beraber dirilecek, kişi hak ettiği sevabı ve cezayı birlikte göreceklerdir. Ruhlar ezeli değillerdir. Sonradan yaratılmışlardır. Nakledilen rivayetlere göre ruhlar latif birer manevi cevherlerdir. Bu cevherin yapısı hakkında insanlara az bilgi verilmiştir. “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki:”Ruh Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85) Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ruhlar saf saf dizilmiş ordular gibidir. Daha önce birbirleriyle tanışanlar ülfet eder, tanışmayanlar arasında ihtilaf olur.” İnsan bedenine emaneten konulmuş bir cevher de sırdır. Sır da latif bir varlıktır. Sırlar müşahede yeridir. Sır sufinin tasarrufu altındadır. Sırrın sırrı ise Haktan başkasının bilmediği şeydir. Sufilere göre ruhlar muhabbetin yeri, kalpler ise marifetin yeridir. Sır ruhtan daha latif, ruh ise kalpten daha şereflidir. Sırlar Hakk’tan başkasının etkisinden azadedir. İnsan bedeni ruhun onda yerleşmesi ve tekamülü için uygun yaratılmıştır. Bu husus şu ayetin sırrında ifade edilmiştir: “Ona ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr, 15/29). İnsanda ruhun kemale ermesi marifet makamıdır. Bu marifeti elde etmek için dünya hayatı gereklidir. Her ne kadar ruh, ruhlar aleminde Hakk’a yakın olmanın zevkini tatmış ve o aleme ait marifeti elde etmiş, Hakk’ı görüp onunla konuşma şerefine ulaşmış ise de, bu makamın kemale ermesi ve bu mutluluğun tamamına ermesi için, ruhun bedene indirilip terbiye görmesi gerekmektedir. Çünkü kamil bir marifet için gerekli vasıtalar dünya hayatında mevcuttur. Bu vasıtalar nefis, kalp, sır, hâfi ve insanda bulunan diğer batını idrak kuvvetleri ile işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma gibi zahiri beş duyu organıdır. Bu vasıtalarla gerçek marifete ulaşılır. Gerçek marifet “bilinmeyi sevdim” diye dile getirildi şekilde, Allah Teâlâ'nın Zat ve sıfatlarını bilmektir. “Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler” (Enam, 5/54) ayetindeki sır, “Gizli bir hazineydim bilinmeyi sevdim” kutsi hadisin hakikatidir. Bütün bunlar ruhun bedene bağlanması ile olmuştur. Bu varlık Hakk’ın Zat-ı Pak’ini tanıdı, uluhiyet sıfatlarının tamamını bildi. Bu konuda Necmeddîn-i Dâye (ks) Hazretleri, “Tasavvuf Yolu” adlı kitabında şunları ifade etmektedir: “Bilen görür, gören erişir, erişen tadar, tadan varlık bulur, varlık bulan yok olur, yok olan varlık bulur. Eğer ruh bedene bağlanarak bunları idrâk etmese, gayb ve şehadete dair istidat ve sebepleri elde edemese, asla gerçek tevhid, marifet gerçekleşmezdi. Alem-i gayb ve şehadetin zat ve sıfatları bu makama ulaşmazdı. İnsan, melekler gibi bir ahlâka sahip olmasaydı, onların sıfatlarını elde edemezdi. Böylece Hakk’ın vekilliğine ve hilafetine layık olamaz, emanet yükünün altına giremezdi. Hakk’ın Cemâl ve Celâline ayna olmaya hak kazanamaz, hiç kimse “gizli bir hazineydim” hazinesini keşfedemezdi. Senin mahallene yol bulunmazdı, onu biz yaptık, Belâ aynasına biz bakış attık. Bu güzel ve mutlu hayatımızı biz harâb ettik. Bunda kimsenin günâhı yoktur günâhı biz işledik.” İşte ruhun özgürlüğü budur. Yani ruh bütün masivayı, yani Allah dışında olan her şeyi terk ederek özgürleşmiş olur. Bu da insan hayatının amacı ve sonudur. Çünkü insan, kendisini dünyaya bağlayan her şeyden kurtulmadıkça özgür olamayacaktır. Bu özgürlüğü kazanmak için Hakk’a yakın olan kimselerin makamlarından hisse almak için ibadet, zikir görevini, gece uyanık kalma, içini dünya muhabbetinden arındırma, az yeme, nefsini kırma gibi eylemlerini çoğaltmalıdır. Bunun için kişi nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi ve ruh tahliyesini (arındırma) elinden geldiği kadar yerine getirmelidir. Şunu iyi bilinmeli ki, zahmeti çok olanın semeresi de çok olur. Buradan nefis özgürlüğü ile ruh özgürlüğünün birbirlerine tamamen zıt oldukları görülmektedir. Nefsin özgürlüğü dünyaya ve onun zevklerine bağlanmak iken, ruhun özgürlüğü dünya ve onun zevklerini terk etmektir. Buna göre insanın amacı nefsin özgürlüğünü terk ederek ruhun özgürlüğüne ulaşmak olmalıdır. Bu çok önemlidir. Bunu yapan birçok Allah dostları vardır. Bunların yaptıklarını, yazdıklarını inceleyerek istenilen amaca ulaşmak Müslümanların görevidir. Allah Teâlâ'nın bütün Müslümanları bu yolda muvaffak kılmasını niyaz ederiz. Günümüzdeki insanların körlüğünden, halkın dünyaya dalmasından, ölüm, ahiret, hesap, sevap, ceza ve meâd gibi konulardan habersiz olmalarından dolayı bugün için çok az sayıda ruhu özgürleştirilmiş insana rastlamaktayız. Bu anlamda, “Onlar yalnız bu dünya hayatının dış yüzünü bilirler, ahiretten ise hep gafildirler” (Rum, 30/7) buyurulmuştur. Ancak günümüzde birçok kendisini Allah dostu ilan eden sahtekarlar vardır. Bu sahtekarların var olması nedeniyle Allah Teâlâ kendisinin has dostlarını gizlemiştir. Onların yüzlerinin görülmesi engellenmiştir. Çünkü onlar gerçek Allah dostları olup, Allah'ın mahremi olan kimselerdir. Onlar Allah tarafından gayret (kıskançlık) kubbesi altında saklanmıştır. Bu durum şu kutsi hadisle ifade edilmektedir: “Velilerim kubbelerimin altındadır. Onları Benden başkası bilemez.” Bununla beraber Allah dostlarının yoluna samimiyetle girmek isteyenlere Allah Teâlâ’nın mutlaka bir kapı açacağını ümit edebiliriz. Bu hususu Necmeddîn-i Dâye Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Fakat inayete meyletmek suretiyle, hidâyet sürmesinden dert ve talep sürmesini can gözüne sürmek isteyen, saadet sahibi kimseye, izzet otağından gayret perdesini indirmesi için merhamet tarafından âtıfet rüzgarı ile bir perdedâr gönderilir. Böylece dinin delili, yakîn alemin rehberi olan hâzık tabibin mükemmel güzelliğini kendisine arz ederler. Eğer sâdık talip doğuda, hâzık tabip ise batıda olsa ya talibi matlubuna eriştirirler ya da matlubu talibin kapısına getirirler. Eğer din derdine düşmek bahtı sana elverir, İrade ve talep yeli sana doğru eserse; Ya saçından çekip seni şeyhe götürürler, Ya da dörtnala o sana doğru gelir.”
Yazımızı şu dua ile bitirmek istiyoruz: “Allah'ım bizi salih kullarından, hidayete erişen ve hidayete ulaştıran has yakınlarından eyle. Allah'ım bizi Senin üns ehlinden olan Nebîler ve Resuller ile beraber Mukaddes bahçeye ulaştır. Allah'ım bize ve bütün Muhammed (sav) ümmetine, muzaffer olanların nâil olduğu sonu nasip et.” Allah'ın salâtı Hz. Muhammed (sav) ve ailesine olsun. Âmîn Ya Rabbe’l - Âlemîn.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com
|
Nefsin Özgürlüğü ve Ruhun Özgürlüğü |
Yayınlanma Tarihi : 13.03.2022 |