Mezhepsizlik İslam Dünyası için bir çare ve çözüm değil, bir intihardır. Mezhepsizlik yayıldıkça sapıklık da yayılmaktadır. Kuran ve hadislerdeki müteşabih ifadelerin zahiri  manasını (lügat manasını) alarak Allah'ın gökte olduğu, yüzü, eli, ayağı bulunduğu iddia edenler bile çıkmıştır. Yine mezhepsizliği savunanlar tasavvufa ve sufilere hücum ederek, onları şirkle ve küfürle itham etmektedirler.

İslam fıkhı ve mezhepler öyle basit bir süreç ile ortaya çıkmadılar. Uzun ilmi araştırma ve karşılıklı istişare ile hükümler belirlendi. Şimdi öyle içtihatçılık oynayan insanlar görüldü ki, gürültü kopararak mezhepleri karalamakta ve onları kısmen kaldırmaya ve kısmen de birleştirmeye çalışmaktadırlar. Sonuçta amaçları aynıdır. Asırlarca itibar gören İslam fıkhını ortadan kaldırıp, yeni Batılı müsteşriklerin ve misyonerlerin teklif ettikleri Batı akılcı anlayışına uygun bir inanç sistemi oluşturmaktır. Ancak İslam fıkhı bu birkaç kişinin gayretiyle ortadan kaldırılabilecek bir şey değildir. İslam fıkıh ilmi asırlarca büyük gayretlerle Kuran ve sünneti esas alarak inşa edilmiştir. Mezhep imamları bu konuda yıllarca çalışmışlar ve görüşlerini bütün İslam ümmetine kabul ettirmişlerdir. Örneğin Tahavî ve diğerlerinin de dediği gibi Ebu Hanife fıkıh, hadis, Kuran ve Arabi ilimlerde derin bilgi sahibi öğrenciler arasından kırk fakihten oluşan fakihler meclisinde meseleleri en seçkin arkadaşlarıyla enine boyuna tartıştıktan sonra tedvin ve tanzim etmiştir. Kendi mezhebinden olmayan Muhammed bin İshak en-Nedim, İmam Azam hakkında şöyle söylüyor:

“Karada ve denizde, doğuda ve batıda, uzakta ve yakında ilim namına ne varsa hepsini o tedvin etmiştir.”

Kendisi hakkında İmam Şafi ise “İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife'nin iyalidir” demiştir. Sonra fıkıh onun arkadaşları, arkadaşlarının arkadaşları elleriyle olgunlaşmış olup ıslah ve tashih için söylenecek herhangi bir şey bırakmamışlardır. Böylece mezhepler böyle sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. Şimdi son zamanlarda liderlik sevdasıyla biri ortaya çıkıp da söz konusu müçtehitlerin içtihatları yerine kendi içtihatlarını ikame edip, insanları mezheplerini bırakmaya çağırırsa, bunlar için ne denebilir? Böyle birisi için ya deli teşhisi koyarız veya mecnun deriz.

Bu mezhep karşıtı kişiler için Muhammed Zahid El Kevserî, “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” adlı risalesinde şunları söylemektedir:

“Bir müddetten beri bazılarından buna benzer naralar duymaya başladık ki, bunlar akıllarınca müçtehit imamların içtihatlarını ortadan kaldırmaya yönelik olarak şer’i  sahalarda içtihada yelken açıyorlar. Bu kuruntularına kulak asmadan önce bana kalırsa, bunların akıllarından  sorunlarının olup olmadığı hususunda bir tıp doktoruna muayene ettirilmeleri gerekir. Kendilerinde birazcık akıl bulunduğu tespit edildiği takdirde, bunların İslam ümmetini din ve dünya işlerinde parçalamaya yönelik hedefler peşinde koştukları ve üzerlerine İslam güneşi doğduğundan beri aralarında devam eden uzunca bir kardeşlik döneminden sonra bu ümmeti birbiriyle didişmeye ve boğazlaşmaya sevk edecek mel’unca gayeler güttükleri ve bu dinin düşmanlarından oldukları kesin kez ortaya çıkar.

Basiretli ve aklıselim sahibi bir Müslüman bu gibi propagandalara kanmaz. Evet böyle bir Müslümanın tabiin devrinden beri bu dinin usûl ve fürûunu Efendimiz aleyhisselamdan tevarüs ettikleri gibi koruyan müçtehit imamların etrafından ayrılmaya çağıran bir nara işittiğinde yahut kulağına mezheplerden birine yönelik bir böğürtü çalındığında mutlaka bu meşum sesin çıkış yerini araştırmalı, bu fitne yuvasını muhakkak keşfetmelidir.

İslami ilimleri hakkıyla okuyan samimi bir Müslümandan böyle bir ses duyulmaz. Bu ses olsa olsa İslami ilimleri üstünkörü başlıklar halinde ve kendi emellerine hizmet edecek kadar öğrenip İslam alimleri arasına gizlenmiş sahte bir Müslümandan duyulabilir. Aklıselim sahibi bir Müslüman kendisinde mevcut basiret nuru ile araştırdığında bu naranın çıkış yerinde Müslümanların dertleriyle sadece gösteriş olsun diye dertlenen birine rastlayacak; öte yandan bu adamın, Müslümanların dert ve sıkıntılarına aldırış etmeyen birtakım kimselerle sarmaş dolaş olduğunu, ancak fazilet güneşinin batış yerinden (Batı’dan) gelen eskiler hariç, önüne gelen her eskiye düşman kesilen bir kimse olduğunu görecektir.”

Uzun zamandan beri İslam aleminde mezhep karşıtı olan broşürler basılıp bedava dağıtılmaktadır. Bunların kimler tarafından finanse edilmektedir. Bu belirli değildir. Ancak bu türlü faaliyet her Müslüman ülkede yapılmaktadır. Bunlardan biri de Suriye'de yapılmış ve bu yayına karşı İslam alimi Sait Ramazan El-Bûtî bir kitap yazarak, mezhep karşıtı olan bu görüşleri tenkit etmiştir. El-Bûtî’ nin yazdığı bu kitabın adı “Mezhepsizlik İslam şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid’attır.” El-Bûtî Suriye iç savaşında camide vaaz verirken şehit edilmiştir. El-Bûtî kitabında şunları yazmaktadır:

“Birileri kalkmış “Müslüman bir kimse dört mezhepten birini taklit etmek zorunda mıdır?” adını verdiği bir broşür yayınlamış. Ne var ki yayıncı ismini yazmamayı uygun bulmuş ve müellifini de “Mescid-i Haram'da Müderris Muhammed Sultan El-Masumi el- Hocendî el-Mekki” diye göstermiştir. Hemen yukarıda temas ettiğim gibi, bu kitapçık özetle, dört mezhepten herhangi birini taklit edenleri küfürle itham etmekte, müçtehit imamları taklit edenleri ahmak, cahil ve sapıklardan saymaktadır. Ayrıca bu kitapçık, mezhepleri taklit edenleri “Dinlerini parça parça edipte gruplara ayıranlar” olarak değerlendirmekte ve bunları Allah Teâlâ'nın kendileri hakkında “Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler.” (Tevbe,9/31) buyurduğu ve “iyi işler yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatında çabaları boşa giden ve yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayan” (Kehf,18/103-104) kimselerden kabul etmektedir.

İsmini gizlemeyi uygun bulan yayıncı, adı geçen kitapçığı, Müslümanların avam, öğrenci, işçi vesaire gibi çeşitli kesimleri arasında yaymaya başlamış, (bunu okuyan) çoğu Müslüman da bana gelip ne yapmaları gerektiğini sormuşlar ve şaşkınlıklarını ifade etmişlerdir.”

Bu türlü mezhep karşıtı yayınlar incelendiğinde, bu kişilerin ifadeleri arkasında müthiş bir cehalet olduğunu görürsünüz. Bu cehalet bilinmeden mi sergileniyor, yoksa bilinerek kasıtlı olarak mı yapılıyor?. Onlara göre Müslümanların müçtehit imamların görüşlerini terk edip kendi görüşlerine göre hareket etmelerinin daha uygun olduğunu iddia ediliyor. Hatta bir mezhep imamını taklit edenin kafir olacağına dair iddialar ortaya atılıyor.

Veliyullah Dehlevi, el - insaf adlı kitabında şunları ifade ediyor:

“Fetva istemek ve fetva vermek Resulullah (sav) zamanından beri süregelmekteyken bunun yararını kim inkar edebilir. Daima bir kişiye fetva sormakla bazen birine, zaman zaman da ötekine fetva sormak arasında dile getirdiğimiz şeylere yönelik olduktan sonra ne fark vardır? Biz, kim olursa olsun bir fakihe Allah'ın fıkhı vahyettiğine ve ona itaatı bize farz kıldığına ve onun masum olduğuna inanmadıktan sonra  niçin olmasın?

Eğer biz müçtehit imamlardan birine uyuyorsak, bu onun Allah'ın kitabını ve Resulullah'ın sünnetini bildiğinin farkında olduğumuzdandır. Müçtehit İmam'ın sözü, ya Kitap ve Sünnetin açık hükmüne veya bu ikisinden hüküm çıkarma metotlarından birine dayanır. Yahut da o, bir hükmün herhangi bir şekilde çıkarılmasının şöyle bir sebebe bağlı olduğunu karineyle bilir, kalbi o bilgiye kanaat getirir ve  nassla sabit olmayanı nassla sabit olana kıyas eder. Müçtehit imam sanki şöyle söyler: Resulullah'ın (sav)  şöyle söylediğini zannediyorum: “Şöyle bir sebebe rastladığın zaman bunun hükmü şudur, kıyas edilen şey bu umumi kaidenin içindedir.” İşte bunun ucu da Peygamberimiz aleyhisselam'a dayanmakta, ancak içerisinde zan (ve tahmin) bulunmaktadır. Eğer böyle olmasaydı, herhangi bir mümin bir müçtehidi elbette taklit etmezdi.”

El-Bûtî yukarıda adı geçen kitabında şunları ifade ediyor:

“Bizim Arap dünyasında modern tarihi gerçeklerden birazcık haberdar olan kültürlü bir kimse var mıdır ki, Mısırı istilası sonrasında İslam şeriatı ile istediği gibi oynamak üzere Britanya'nın bu şeriata burnunu soktuğunu bilmemiş olsun. Lord Crommer, İslam dininin camid, hareketsiz, ilerlemeye mani ve toplumu geriye götürücü bir din olduğu görüşünde idi. Mısır toplumunu bu kayıtlardan kurtarmak için uygun yollar ve çareler araştırdı. En uygun ve mükemmel yol ise, toplumun modern Avrupa tarzında ilerlemesinin zaruretine inanmakta olan adamların kafasına içtihat fikrini yerleştirmekti. Bu da ancak bu kafadaki adamlara fetva makamını, Ezher şeyhliği ve idaresi gibi hassas dini makam ve mevkilerin teslimi ile mümkün olabilirdi. Nitekim Avrupa'nın görünüşüne ve değer ölçülerinin çoğuna inananlar, Ezher şeyhlerini ve alimlerini, şartlarını dikkate almadan içtihat yapmaya çağırdılar. Hatta Şeyh El-Meragi, müçtehidin Arapçayı bilmesine gerek olmadığı görüşünü ortaya attı!.. Britanya elçileri (bile) İslam şeriatında içtihat etmeye kalktılar ve medeni kanunun değişmesi, birden fazla evliliğin ve boşanma hakkının sınırlanması, erkek ve kadının mirastan eşit pay alması ile sonuçlanan içtihatlarda bulundular. İçtihadi fetvalar hareketlilik kazandı. Kadının örtünmesi reddediliyor, bankalardan belirli ölçülerde faiz alınmasına cevaz veriliyordu. Bu tarzda fetva verenlere geniş ufuklu, esnek fikirli ve İslam'ın ruhunu anlayanlar nazarıyla bakılıyordu.”

Yakın zamanda cereyan eden bu gerçeklerden almamız gereken dersler vardır. Bugün de içtihat kapısı zorlanmakta ve içtihat bıçağı ile İslami hükümler paramparça edilmek istenmektedir. Bunları yaparken bazen mezhepleri ortadan kaldırmaya bazen de onların hükümlerini geçersiz bir şekilde icmaya aykırı olarak birleştirmeye (telfik) çalışmaktadırlar.

 

Mezhepsizliğe Reddiye

İslam'ın ilk devresinde çözüm getirilmeye ve açıklanmaya muhtaç az problem vardı. Müslümanlar o devirde karmaşık meselelere karşı karşıya değillerdi. İslam Devleti'nin sınırları genişleyince daha önce hiç karşılaşmadıkları adet, örf, gelenek ve yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmıştı. Bu problemlerle ilgili olarak çözümler üretilirken ileri sürdükleri hükümlerin kaynağı olarak Kuran, sünnet, icma ve kıyas kullanmışlardır. Dolayısıyla bu hükümlerin hepsi İslam'a uygundur. Çünkü İslam'ın özünden çıkarılmışlardır.

Mezhep imamlarının bu çözüm hükümlerine, İslam karşıtı olan misyoner ve oryantalistler eleştirdiler. Bu hükümlerin mezhep imamlarının kendi rey ve hevesleri ile ortaya atıldığını iddia ettiler. Bu konuda İslam karşıtı Alman müsteşrik Schacht şunları iddia ediyor: “ Mezhep imamlarının telif ettiği İslam fıkhı, kanun yapan seçkin beyinlerin ortaya koyduğu ameli konulardan başka bir şey değildir ki, bu beyinler ortaya koydukları bu kanunları Kuran ve hadislere yamamayı güzel bulmuşlardır.”

Mezheplere karşı olanlar ve onları birleştirerek tek ve yeni bir mezhep oluşturma taraftarı olanlar müsteşriklerin görüşünü aynen savunmaktadırlar. Mezhep  imamlarının telif ettikleri kanunların Müslümanların boynuna borç olmadığını, onları Allah ve Resul'ünün Müslümanlara emretmediğini ileri sürmektedirler. Onlara göre İslam'da din ve devlet nizamı yoktur. Tıpkı Schacht’ın dediği gibi “İslam bir devlet nizamı olmayıp sadece bir dindir.” Bu saçma iddiaları nasıl kabul edebiliriz?

Hz. Peygamber (sav)’in ashabının seçkinlerini diğer Müslüman toplumlarına gönderirken, bu zatların İslam'ın hükümlerini oradaki insanlara öğretmek ile görevlendirmiştir. Bu zatlar herhangi bir konuda aradıklarını Kuran ve hadislerde bulamadıkları takdirde, kendi içtihatları ile hareket ettikleri hususunda bu ümmetin söz birliği vardır. Ayrıca Peygamber de onların bu davranışlarını uygun bulmuştur. Sahabe, bu anlayış ve içtihatlara göre hükmetmişlerdir ve insanlar arasında yaptıkları bu içtihatlar gereğince hareket etmişlerdir. Bu durumda bu içtihatlar için “Bunlar, ne Allah Teâlâ ve ne de O’nun Resulünün hiç kimsenin boynuna borç kılmadığı içtihat ve anlayışlardır diyebilir miyiz?”

 

Mezheplerin Birleştirilmesi (Telfik)

“Telfik” kelimesinin sözlükte “iki ucu birleştirmek, uydurmak, iltihak etmek” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelime “bir araya getirmek, aralarında uygunluk sağlamak” anlamlarda da kullanılır. İslam'da fıkıh alimleri ve muhaddisler bu anlamda kullanmışlardır.

Telfik kelimesi ıstılah anlamı itibarıyla şu şekilde tanımlanmaktadır: “Müçtehitlerin herhangi bir konudaki ifadelerinden, onların söyleyemediği bir tarz ya da içerikte hükümler çıkarmak.” Buna göre, iki ya da daha fazla mezhebin birbirine zıt hükümlerinden bir meselede yeni bir hüküm  inşa etmektir. Böyle bir ameliye içerisinde olan bir mukallit, hiçbir müçtehidin  istinbad etmediği (çıkarım yapmadığı)  bir hükmü söylemiş olur. Bu da onun için yeni bir içtihat etmesi demektir. Halbuki biliyoruz ki içtihat  ehli olmayan bir kimsenin içtihat etmesi ehl-i sünnet inanışına göre haramdır.

Hicri 2. asırdan 4. asra kadar devam eden müçtehit  imamlar devrinde büyük bir fıkıh külliyesi oluşmuştur. Bir bakıma fıkhi anlamda doyuma ulaşıldığı bu dönemde ortaya çıkan bazı fitneler sonucunda - Fatimi ve Batıni gibi - İslam alimleri yeni içtihatlar oluşturmak yerine mevcut olan fıkıh birikimini tedvin ve tasnif etmeyi tercih ettiler. Bunun sonucunda hükümlerin illetlerini belirlenmesi ve tercih çalışmaları için telifler yapıldı. Bu esnada birçok fetva kitapları telif edildi. Bu şekilde mevcut fıkhi bilgiler birikimi sistematize edilmiş oldu.

Hicri 4. asırdan sonra mezheplerin temelleri oluşturulmuş olduğundan yeni içtihatlar yapmak gerekli olmadı. Bundan sonra avam, müçtehitlerin  hükümlerini delil aranmaksızın taklit ettiler, fakihler ise hükümlerinin delillerini araştırarak taklit ettiler.

Taklidin ümmet arasında yaygınlaşması sonucu fıkhi mirasın sistemleştirilmesi süreci hızlandı. Bu süreçte ilk defa h. 7. asrın başlarında telfik konuşulmaya başlandı. Daha önce Ebu Hanife ve talebeleri telfikten hiç bahsetmemişlerdi. Bu kavram ilk defa taklidin sınırları belirlenirken kullanıldı. Ehl-i sünnet ve’l cemaat anlayışına göre belirlenmiş dört mezhebin herhangi birini taklit eden bir kişinin mezhep değiştirmesi telfikte bulunmamak kaydıyla caiz görüldü. Hanefiler bu konuda icma var derken, Şafiler ise bunun kesin bir hüküm olduğunu kabul ettiler.

 

Telfikin Haram Oluşu

Birçok İslam fakihi telfikin mutlak olarak haram olduğuna dair icmanın var olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre telfikin önünün açılması büyük günahların meşruluk kazanmasına neden olabilir. Bu ise İslam fıkhının bozulmasına sebep olur. Çünkü bu şekilde birçok haram olan hususlar mübah hale gelebilir. Telfikin yol açacağı kaos için aşağıdaki örnekleri verebiliriz:

Bekar bir kadınla gayri meşru birlikte olmak isteyen bir kişi telfik yaparak, Hanefi mezhebinde nikahta velinin zorunlu görülmemesi nedeniyle velisiz, Maliki mezhebinde nikahta şahitlerin şart koşulmaması nedeniyle şahitsiz bir nikah akdi yaparsa, bu akit batıl olur. Çünkü bu yeni çıkarılan hüküm sayesinde zina için bir meşru kılıf elde edilmiş olur. Bunun şer’i hiçbir dayanağı yoktur. Bu nedenle haramdır. “Harama götüren her şey haramdır” ilkesinden hareketle, haram fiillere yol açacağından telfik fiilinin haram olduğuna hükmedilir.

Hanefi mezhebinde şıranın sarhoş etmemek şartıyla helal olması, buna mukabil sarhoş eden içkinin ise mutlak olarak haram olduğu ifade edilir. Şafi mezhebinde ise şıranın da, sarhoş eden içkinin de ayırım yapılmadan haram olduğu görüşü geçerlidir. Şıranın helal oluşu konusunda Hanefi mezhebinin, içki hükmünde olduğu hususunda Şafi mezhebinin görüşünü alırsak şöyle bir kıyas yapabiliriz:  “İçki şıra gibidir (Şafi'ye göre aynıdır), şıra helaldir (Hanefi'ye göre) o halde içki de helaldir.” Bu sonuç ise İslam fıkhına tamamen aykırı bir sonuçtur.

İslam alimleri bu olayın arka planında haramları mübahlaştırma gayretinin olduğunu keşfetmişlerdir. Bu nedenle İslam’ın helal ve haram olma sistemini koruyabilmesi için telfik fiiline tamamen karşı çıkmışlar ve onun haram olduğuna hükmetmişlerdir.

 

Telfikin Meşru Olduğunu Savunanlar

İslam dünyasında Batının modernleşme ve reformist propagandaları etkisi altında kalanlar ısrarla telfikin meşru olduğunu savunmuşlardır. Bunlar içinde en meşhur olanlar Afgani,  Abduh, Reşit Rıza üçlüsünün temsil ettiği Mısır ekolüdür. Reşit Rıza telif ettiği Menar tefsirinde, Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip bütün İslam alimlerini bidat, israiliyat, hurafe ve vehmi, ilmi bir hakikat olarak kabul etmekle suçlamaktadır. Kendisi için ise mutlak ıslah edici özelliği ile dini ve dünyevi ilimleri tamamen bilen bir alim olarak takdim etmektedir. Tamamen hayali şahısların yer aldığı eserinin 9. bölümünde, telfikin meşru olduğunu savunmaktadır.

Reşit Rıza mukallit kimliği ile konuşturduğu bir hayali şahsı önceden tasarladığı düşüncelerini ifade ettirir sonra da birtakım açıklamalarda bulunur. Sonunda mukallit olan şahıs durumunu ıslah ederek Reşid Rıza'nın safına katılır. Böylece İslam fakihleri yanında itibar görmeyen ve onları kendi safına çekemeyen Reşit Rıza böyle bir taktikle hayalinde ürettiği kişileri kendi safına çekerek teselli bulmaya çalışır.

Reşit Rıza bu eserinde, hayalinde ürettiği mukallidin mezhep imamlarını taklit etmesinin zararlarını anlatır. Ancak bu iddialar tamamen yanlıştır Çünkü müçtehit imamlarını taklit etmek Müslümanlara zarar değil faydalar sağlamıştır. Çünkü taklidin kurumsallaşması ile içe kapanan ve doğal olarak mevcut olan içtihat, İslam toplumu için koruyucu bir önlem olarak gördüğü taklidi öne çıkararak fıkhın derinlik kazanmasına ve daha sistematik bir yapıya kavuşmasına imkan sağlamıştır. Bu şekilde 4. asırda biriken fıkıh külliyatı dışa karşı etkin bir konuma gelmiştir. İslam toplumu bu tutumu ile bazı sapık din anlayışlarına karşı tavır sergilemiştir. Çünkü ehl-i sünnet ve’l cemaat alimlerinin teşviki ile müçtehit  imamlarını taklit eden halk, içtihat adı altında Fatımiler/Batıniler  tarafından sunulan sapık ideoloji tekliflerini reddetmişlerdir. Sünni alimlerin halk ile olan uzlaşması sonucu, Fatimi idaresi uzun süre dayanamayıp siyasi nüfusunu yitirmiştir. Bütün bunlar Reşid Rıza'nın iddialarının tamamen asılsız olduğunu göstermektedir. Yani mezheplerin taklit edilmesi İslam medeniyetinin gelişmesine ve ümmetin bilinçlenmesine katkılar sağlamıştır.

Reşit Rıza telfikin faydalı ve taklidin zararlı olduğunu ispat için şu iddiayı ortaya atmıştır:  “Bir milletin ahirinde gelenlerin öncekilerden daha ileri olması ilahi kanun bir gereğidir.” Bu ifadeye göre sonrakilerin önce yaşamış olan alimleri taklit etmemesi gerekirdi. Ancak Hz. Peygamber’in nesiller arasında üstünlük derecesini tayin ederken Rıza'nın iddiasının aksine üstünlüğü geçmişe doğru gidildikçe yükseklik kazandığını,  kendi devrinde ise ulaşılması mümkün olan en üst sınır olarak ifade etmiştir: “Bütün zamanların en hayırlı nesli ashabımdır, sonra onları takip edenler…” Bu hadis geçmişin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır.

Yani telfiki savunmaya  çalışanların hiçbir tutarlı tarafları yoktur. Çünkü onlar hevalarına göre bir yaşam inşa etmek isteyenlerdir .Dolayısıyla anlayış ve usulleri gayri meşrudur ve dolayısıyla telfik haramdır.

 

İcmaya Aykırı Olan Telfik

İslam fakirlerine göre telfik icmaye aykırı olursa batıl olur. Dolayısıyla geçerli bir hüküm taşımaz. Buradaki icmadan kastedilen dört mezhebin aynı hükümde ittifak ettikleri noktalardır. Buna göre bir asırda yaşayan müçtehitlerin bir meselede yapmış oldukları farklı iki içtihadın ortak noktalarına aykırı üçüncü bir görüşün daha sonraki müçtehitler  tarafından telfik vasıtasıyla ortaya atılması caiz değildir.

Mezhepler arasındaki icmaya aykırı telfike örnek olarak şunları ifade edebiliriz:

1) “Kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen hamile kadınların iddet süresi hakkında İki görüş vardır, birincisine göre kadının iddet süresi çocuğun doğuruncaya kadar, diğeri ise doğumla vefat iddetlerinin daha uzun olanıyla bitmesidir. İddetin doğumda bitmesi iki içtihadın  ittifak ettiği noktadır. Telfik yaparak iddetin yalnız ayla hesaplanacağını söylemek bu konudaki icmaya aykırı üçüncü bir görüş olur. Bu ise mezhepler arasındaki icmaya aykırı olduğu için haramdır.

2) Diğer bir örneği de nikah konusunda ifade edebiliriz. Hanefi, Maliki ve Şafi mezheplerinin nikah hakkındaki görüşleri birleştirilerek velisiz, şahitsiz ve mehirsiz bir nikah akdedilirse, böyle bir akit hiçbir müçtehidin önceden ifade etmediği ve mezheplerin icmasına  aykırı telfik kabul edilir. Çünkü  velisiz akdedilen bir nikah Hanefilere göre sahih olsa da Maliki ve Şafi mezheplerinine göre sahih değildir. Şahitsiz akdedilen bir nikah Maliki'ye göre geçerli iken, Hanefi ve Şafi mezheplerine göre geçersizdir. Aynı şekilde mehirsiz bir nikah Şafi ve Hanefi mezheplerine göre geçerli iken Maliki mezhebine göre geçerli değildir. Buna göre yukarıdaki şekilde yani velisiz, şahitsiz ve mehirsiz olarak akdedilen bir nikah farklı açılardan üç mezhebin hiçbirine göre sahih olmaz. Ayrıca böyle bir nikahın caiz olacağını söyleyen tek bir müçtehit de yoktur. Dolayısıyla icmaya aykırı olduğu için söz konusu telfik caiz değildir, yani haramdır.

 

İcmaya Aykırı Olmayan Telfik

İcmaya aykırı olmayan telfikin,  haram olan telfikten içerik olarak çok farklıdır. İkisi arasındaki birliktelik sadece söz bakımdandır.  Şöyle bir örnekle açıklayalım:

Maliki mezhebine göre, bir abdestin geçerli olabilmesi için yıkanan unsurların ovalanması gerekir. Bu Şafi'ye göre şart değildir. Buna mukabil Şafi'ye göre cinsel bir istek duyulmasa bile bir kadına dokunmak abdesti bozar. Fakat Maliki'ye göre bozmaz. Buna göre bir kişi bu iki mezhebe göre birbirine zıt olan hükümleri telfik ederse, yani birleştirirse bu abdest ve kıldığı namaz bu iki mezhebe göre batıl olur. Ancak bu namaz Hanefi mezhebine göre geçerlidir. Çünkü Hanefi mezhebine göre abdest alırken uzuvların ovalanması şart değildir. Ayrıca bir kadına dokunmak ta abdesti bozmaz. Buna göre yapılan telfik mezheplerin icmaına  aykırı değildir. Çünkü Maliki ve Şafi mezhebine göre geçerli olmayan abdest Hanefi mezhebine göre geçerlidir.

Bu konuyla ilgili olarak İbn Humam şunları ifade etmektedir:

“Mukallit, dilediği bir müçtehidi taklit edebilir. Kendisi için en kolay hükümleri seçmesinde onun adına hiçbir sakınca yoktur.  Davranışını İslam da yermez. Hz. Peygamber (sav) de ümmeti için hükümlerin kolaylaştırmalarını sevdiğini bildirmektedir. O’nun bu ifadesinden icmaya aykırı olmayan telfikin caiz olduğu hükmü çıkar”.

Bu nedenle, İslam fakihleri icmaya aykırı olmayan telfik örneklerinde üçüncü bir müçtehidin görüşü olduğundan mukallidin müçtehidi taklit etmesi olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla burada gerçek anlamda geçerli olmayan bir telfik yoktur. Fakat mukallidin uyguladığı hükmü bir bütün halinde söyleyen üçüncü bir müçtehit olmazsa, bu durumda mukallit kendine göre bir içtihatta bulunmuş olacağından bu geçerli değildir. Çünkü mukallit olan kişinin içtihat etmeye liyakatı olamayacağından yaptığı içtihat geçerli değildir. Gerçek anlamda haram olan telfik bu çeşittendir. Bu konuda  İslam fukahası  da aynı görüşe sahiptirler.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :   yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Ana Sayfa          Yorumlar

 

 

Mezheplerin Birleştirilmesi

Yayınlama Tarihi :  17.12.2019

Ya Hazreti Mevlânâ