Makalenin 1. Bölümünü okumak için tıklayınız

 

İnsanın Kendini (Nefsini)Tanıması İlmi

Nefs, tasavvufun en temel ve en önce anlaşılması gereken kavramlardan biridir. Bu nedenle her mutasavvıf bu konu hakkında görüş ileri sürmüştür. Bu görüşler temelde birbirinin aynıdır. Ancak ifade edilişleri birbirinden farklıdır. Hepsinde hakim olan ortak görüşü şöyle ifade edebiliriz: Nefs edep aykırılığına mahkum ve kul da edepli olmaya memurdur. Nefsin yaratılışı gereği, sürekli sahibini isyan ve muhalefet meydanına çekme isteğine karşı, o kul da onu kötü isteklerden döndürmeye ve yıldırmaya çalışır. Onun için nefsinin ipini serbest bırakan kimse, onun kötülüklerine hem sebep hem de ortak olmuş olur.

Kuşeyri (ks), tasavvuf ilmine dair Risalesinde, nefs için şunları söylemektedir:

“Sözlükte bir şeyin nefsi onun varlığı demektir. Sufilere göre nefs vücut, kalıp (cisim) anlamlarına değil, kulun kötü özellikleri ve yerilecek huy ve fiilleri anlamına gelir.

Nefs, insanın bedenine kötü huyların yerleşeceği bir yer olarak konulmuş bir manevi varlıktır. Ruhu bedende güzel ahlakları taşıyan bir manevi varlık olduğunu düşünüyorsak, nefsinde bunun tam aksine kötü huyları taşıyıcısı olan bir manevi varlık olarak düşünebiliriz. Nefs ve ruh tıpkı melekler ve şeytanlar gibi latif (görünmeyen) cisimlerdir. Nasıl ki bedenimizde görmenin mahalli göz, duymanın mahalli kulak, koklamanın mahalli burun ise batınımızda da iyi huyların mahalli ruh, kötü huyların mahalli ise nefstir.

Nefsini bilen muhakkak Allah'ı da bilir. Nefsini bilen Allah'a yakın ve mutlu, bilmeyen ise O’ndan uzak olur. Nefsini bilen alemin gizliliklerini de bilir. Bu fani aleme önem vermez ve sonsuz kurtuluşa erişir. Nefsini bilen fâzıldır, bilmeyen ise Hakk’tan gafildir.”

Kutsi Hadis: “Ey Ademoğlu! Nefsini bilen gerçekten beni bilir. Beni bilen de mutlaka beni ister. Beni isteyende bulur ve dileklerine erer. O zaman gönlünde benden başkası yaşamaz.”

Nefsini bilen kanaatkar, iffetli ve doğru olması, kalbinden Allah'tan gayrısını atması gerekir. Cenab-ı Hak, Davud (as)'a “Nefsini bil ki Beni bilesin” diye buyurmuş. Davut (as) da “Ya Rabbi! Nefsimi nasıl bileyim ve Seni nice tanıyayım?” diye sormuş. Allah da ona “Nefsinin aciz, zayıf ve fani olduğunu bil ki, Benim kuvvetli, kudretli ve bâki olduğumu bilesin ve ondan Beni Benimle bulasın” diye cevap vermiş.

İnsan kendisini tanımak isterse, insan olması hasebiyle içermiş olduğu hakikatlerin ilmi ile meşgul olursa, kendisinin âlem arasında bir fark olmadığını görür. İnsanlar ve cinlerin dışında kalan bütün âlemin Allah'a secde ettiğini görür ve bütün âlemin Allah'ın kendilerine belirlemiş olduğu bir tarzda yaratıcıya ve varediciye ibadet ve itaat etme durumunda olduğunu anlar. Kendisinin de âlemle birlikte, içinde birleşmiş olduğu hakikati talep eder, araştırır ve böylece şunu tespit eder ve kavrar ki, kendi hakikati sadece bir imkan, bir yoksulluk, bir zillet, bir aşağılık, bir ihtiyaç ve bir miskinliktir.

 İnsan daha sonra Hak Teâlâ'nın bütün âlemi ne ile vasfettiğine bakar ve Allah'ın âlemi ebediyen kendisine secde etme ile vasıflandırdığını görür. Fakat insanların tümünün değil de, sadece bir kısmının Allah'a secde halinde olduğunun görür. Halbuki bütün âlemin Allah’a secde halinde olduğunun bildirildiğini bilir.  Bu durumda insan üzerlerine azabın hak olduğu çoğu kimselerden olmaktan korkar. İnsan âlemin Allah'a ibadet etme fıtratı üzerine yaratıldığını görür. Bunun üzerine bu insan kendini irşad edecek bir kâmil mürşide ihtiyaç duyar. Çünkü bu insan Allah'ın, “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51/56) dediğine şahid olur. Bunun üzerine diğer bütün âlemin Allah'a ibadet ettiği gibi, bu insan da Allah'a muhtaç olduğunu anlayarak Allah'a ibadet eder.

İnsanın kendi nefsini tanıması, Rabbinin emirlerini ve yasaklarını öğrenmesi, Allah Teâlâ'nın hakkını ifa etmesi ve kulluk görevini yerine getirmesi ile olur., Kendi nefsini tanıyan bir kimse Rabbini de böylece tanımış olur. Rabbini tanıyan bir kimse ise Rabbinin emrettiği bir şekilde Rabbine kulluk yapar.
Allah'ın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak suretiyle ortaya çıkan kulluk görevi, sadece insanlar ve cinler için söz konusudur. Çünkü meleklerde yasaklanma, kaçınma diye bir kulluk şekli yoktur. “
Onlar yalnızca kendilerine emredilen şeyleri yaparlar” (Talak, 65/6) Melekler için yasaklardan kaçınma diye bir şey zikredilmemiştir. Onların zati ibadetleri hakkında da Allah şöyle buyurmuştur: “Senin Rabbinin yanındaki melekler gece ve gündüz Allah'ı tesbih ederler. Onlar bu işten hiç usanmazlar” (Fussilet, 41/38). Hiç kuşkusuz meleklerin hakikatleri onlara bu niteliği vermektedir. Bu bir zati kulluktur.

Tarikat ehline göre, nefs, kaynağı olan kalbin bir sureti olup latif bir buharıdır. Buna hayvani ruh da denir. O bütün yerilmiş sıfatların kaynağıdır. Bu nedenle  Hakk Teâlâ “Çünkü nefs şiddetle kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) buyurmuştur.

Nefs, insanın bedeninin bütün bölüm ve organlarına yayılmıştır. Hayvanların da nefisleri vardır. Hayvanların nefislerinin tamamı onların beden ve suretleri ile ilgilidir. Fakat insan nefsinde diğer hayvan nefislerinde bulunmayan ayrı bir özellik vardır. Bu özellik beka özelliğidir. Bu insan nefsine beka aleminde verilmiş olan bir tattır. Bu özellik nefs bedenden ayrıldıktan sonra, nefs ister cennette olsun isterse cehennemde bulunsun, hep baki kalır. Bu yüzden “orada ebedi olarak kalırlar” buyurulmuştur. Hayvanların nefsleri için böyle bir şey yoktur. Onlarda beka aleminden hiçbir tat bulunmaz. Bedenlerinden ayrılınca yok olurlar.

Allah'ı bilme emanetinin yükünü yalnız insan yüklenmiştir. Bu nedenle varlıklar içinde ilahi uluhiyetin cemalini gösteren bir ayna, suret ve hakikat yönünden bütün sıfatlara mazhar olmayı sadece insan istemiştir. Zaten “Allah Adem'i kendi suretinde yarattı” hadisinde ifade edilen de bu manaya delalet eder. İnsan nefsinin hülâsası kalptir. Kalp bir ayna olup her iki alem onun kılıfıdır. Allah Teâlâ'nın Celal ve Cemal bütün sıfatları bu ayna vasıtasıyla zahir olur ki “Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53) buyurulmuştur. 

Bunu Necmeddîn-i Dâye Hazretleri bir şiirinde şöyle ifade etmektedir:

İns ü cânın vücûddan maksûdu âyinedir.

Her iki cihanda nazarın manzûru âyinedir.

Gönül, Şehinşâhın cemâlinin âyinesidir.

Her iki cihân bu aynanın perdesidir.

Ayna olmaya kabiliyeti bulunan insan nefsi terbiye edilerek, kemal mertebesine ulaşır. Bu durumda Allah'ın zati olan bütün sıfatlarını kendisinde müşahede eder. O zaman yaratılan her şeyin aslında kendi için olduğunu algılar. İşte o zaman “Kendini bilen Rabbini de bilir.” hakikatine erişir. Böylece hangi sırrın kendinde keramet ve üstünlük sağladığını iyice kavrar.

Dâye Hazretleri bunu aşağıdaki şiirinde ifade etmektedir:

Ey Adem!  Nâme-i ilâhînin nüshası sensin,

Ve cemâl pâdişâhının âyinesi sensin.

Alemde her ne varsa senden hâriç değildir,

Her ne istersen kendinden iste ki hep sensin.

İbn Arabi Hazretleri Fütûhâtı Mekkiyye adlı eserinde bu konu hakkında aşağıdaki görüşleri ifade etmektedir.

“Hakk, ruhun karşısında hevâyı (arzu gücü), aklın karşısında ise şehvet (arzu) gücünü yaratmış, şehveti, hevânın veziri yapmıştır. Nefste genel olarak kendisine gelen her şeyi kabul etme özelliği yaratmıştır. Böylece nefs, her birisinin azametli veziri olan iki güçlü rab (ruh ve hevâ) arasında bulunmuştur. Vezirleri şehvet ve akıldır. Söz konusu iki rab’den her biri, sürekli olarak nefsi kendisine çağırır. Gerçekte ise hepsi Allah katındandır, “Hepsi Allah katındandır” (Nisa, 4/78). Başka bir ayette ise “Şunlara ve bunlara Rabbinin ihsanından yardım ederiz.” (İsra, 17/20) buyurulmuştur. Bu nedenle nefs, başkalaştırma ve temizlenme mahalli olmuştur. “Allah ona (nefse) iyilik ve kötülüğü ilham etmiştir.” (Şems, 91/8) Bu ayetin öncesinde de “Nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki” (Şems, 91/7) buyurulmuştur. Nefs hevânın çağrısına karşılık verirse başkalaşma, ruhun davetçisine karşılık verirse din ve birleme itibarıyla temizlenme meydana gelir.

Ruh bağırdığı fakat kendisine kimsenin karşılık vermediğini görünce şöyle der:

- Mülkümü davetime icabetten kim engelliyor?

Vezir (akıl) şöyle der:

- Senin karşında, kendisine itaat edilen güçlü otorite sahibi hevâ adında bir hükümdar vardır. Onun lütufları peşindir. Bütün süsüyle ve ziynetiyle dünya ona aittir. Nefse kendi mertebesini açmış onu davet etmiş, nefs te bu davete karşılık vermiş ve icabet etmiştir.

Bunun üzerine ruh şikayetle Allah'a yönelir, böylelikle kulluğu sabit olmuştur. Allah Teâlâ'nın istediği de zaten buydu.”

İnsan alemin hakikatlerinin bir hülâsasıdır. İçermiş olduğu hakikatler bakımından kendini tanıyınca, tek başına bütün alemin ibadetini kendinde toplamak gibi bir özellikte olması gerekir. Eğer bunu yapmazsa o zaman içermiş olduğu hakikatler bakımından kendini tanımamış olur. Çünkü o hakikatler zati bir kulluktur. İnsanın içerdiği hakikatleri bilmesinden sonra Rabbinin kendisine emrettiği hiçbir emre karşı gelme gibi bir durum söz konusu olmaz. İbadetleri hakkıyla yerine getirir, O’nun çizdiği hudutlarda durur. Kendisine gelen ve kendisinden çıkan söz ve fiillerde Hakk’ın emirlerine uyar.

Eğer insandan başka, bütün alemin göz açıp kapayıncaya kadar da olsa bir an için Allah'a ibadet etmekten gafil olduğunu farz etsek, yukarıda söz ettiğimiz Allah'ı zikreden bu insan o an için alemin yerine geçer ve onun görevini yerine getirir. Âlemin naibliğini yapar, âlemin boş bıraktığı yeri doldurur. Dolayısıyla da bütün alemin ödülleneceği oranda ödüllendirilir. Ancak alemin bir an için bile olsa Allah'a ibadetten gafil olacağı tasavvur edilemez. Çünkü gaflet ehli özellikle sadece cinler ve insanlar alemidir. Böylece insan kendini bilmenin kendisine neler kazandıracağını iyice düşünmelidir. Kainatın hakikatlerinden hangileri üzerinde bulunduğunu iyice anlamalıdır. (İbn Arabî, Marifet ve Hikmet)

 

Hayal İlmi - Hayalin Bitişik ve Ayrı Alemi
Bu ilim Berzah ilmidir. Bu ruhani varlıkların zuhur ettiği bedenler aleminin ilmidir. Bu bir cennet bahçesi ilmidir. Bu kıyamet gününde değişik suretlerdeki tecellinin ve değişikliğin bir ilmidir. Bu, bir koç suretindeki ölüm gibi kendi kendilerine somut bir şekle giremeyen manaların zuhuru ilmidir. Bu, insanların uykudayken rüyalarında gördükleri şeylerin ilmidir. Bu, yaratıkların ölümden sonra ve dirilişten önce içinde bulundukları vatanın ilmidir. Bu bir suretler ilmidir. Ayna gibi parlayan cisimlerde görülen suretler bu alemde zuhur eder.

Hangi şey olursa olsun alemde hiçbir malum (bilinen şey) yoktur ki varoluşa bir nispeti olmasın. Varoluş türlerinden hangi türde olursa olsun, o malumun mutlaka birine bir nispeti vardır. Çünkü var oluş dört kısımdır. Öyle malum vardır ki, varoluş mertebelerinin tümünü kapsar; öyle malum vardır ki varoluş mertebelerinin bazılarıyla nitelenir, bazıları ile nitelenmez.

Varoluşun mertebeleri dört tanedir:

Bu dört mertebenin birincisi “aynî varoluş”tur. Bu varlık kendi nefsinde varolmaktadır. Bu varlık kendi varlığında mevcut olmakla beraber, giriş ve çıkış şartı olmadığı için aleme dahil de olmaz, alemden hariç de olmaz. Buna tahayyüz denir. Yani herhangi bir şeyin boşlukta bir yer tutması anlamına gelir. Bu tür bir varoluş sadece Allah için söz konusudur.

İkinci mertebe zihinsel varoluş mertebesidir. Bu her malumun hakikatinde ne ise o şekil üzere zihinde, nefiste tasavvur edilmiş olmasıdır. Eğer tasavvur, tasavvur edilen şeyin hakikatine tam tamamına mutabık olmazsa, o zaman onun için zihinde bir var oluş söz konusu olamaz.

Üçüncü mertebe kelâm mertebesidir. Malumlar için lafızlarda da var oluş söz konusudur. Buna “lafzî var oluş” denir. Her malum bu var oluş içine dahil olur hatta muhal (mümkün olmayan) ve adem (yok) olanlar bile. Kuşkusuz bunların da lafzî bir varoluşları vardır. Çünkü bunlar ancak lafızlarda var olanlardır. Bunlar hiçbir zaman aynî bir varoluşu kabul edemezler, yani mümkün değillerdir.

Dördüncü mertebe yazı mertebesidir. Bu yazıya geçirilme esnasında meydana gelen varoluştur. Bu varoluş çizgi, rakam, ya da yazıdaki varoluşa dahil olan bir varoluştur. Muhal olsun ya da olmasın, bütün malumların (bütün bilinenlerin) bu varoluşa nispeti aynıdır. (İbn Arabî, Marifet ve Hikmet)

Herhangi bir varoluş çeşidiyle vasıflandırılmayan hiçbir malum yoktur.  Bunun nedeni ise bütün asılların aslı olan varoluşun gücüdür ki o da Allah'tır. Çünkü bütün mertebeler onunla zuhur eder ve bütün hakikatler onunla taayyün eder. Bütün varoluş mertebelerini kabul edenle kabul etmeyen ancak O’nun var oluşuyla bilinir. Dolayısıyla isimler ister bununla konuşulmuş olsun ister yazıyla yazılmış olsun, varoluşlarını her malum üzerine çekerler. Böylece bu malum var oluş türlerinden bir türle nitelenir. Bu nedenle ilimde mutlak madum (mevcut olmayan) diye bir şey yoktur.

Mutlak hayalin hakikati “amâ” ile isimlendirilen şeydir. Amâ ise Hakk’ın var olmasını kabul eden ilk zarftır. Sahih-i Müslim’de şu hadis nakledilmiştir: Allah'ın elçisine (sav)’e “Rabbimiz yaratıkları yaratmadan önce neredeydi? diye soruldu. O da, “ne üstünde ne de altında havanın bulunmadığı Amâ’nın içindeydi” diye cevap verdi. Hazreti Peygamber bunu şunun için söylemiştir: Araplar nezdinde amâ ne üstünde ne de altında havanın bulunmadığı ince bir bulut anlamına gelirdi. Onu amâ ile isimlendirdi. Böylece Arap'ın aklından geçebilecek bulut kavramını ifade etti. Dolayısıyla herhangi bir yönden buluta benzemediği açıkça bilinsin diye, “altında ve üstünde havanın olmadığını” ifade etmiştir. Buna göre amâ kendinde Hakk’ın var olmasıyla nitelenen ilk şeydir.

Allah Teâlâ kendi dışında kalan âlemdeki her şeyin suretini bu Amâ içinde açmıştır. Ancak bu amâ hakikat ehlinin hayalidir. Görmüyor musun o kainatın bütün suretlerini kendine kabul etmektedir. Üstelik kainatta olmayan şeylere de bir suret vermektedir. Bu onun gücü dahilindedir. Dolayısıyla O, Amâ’nın varlığıdır, ondan başka bir şey değildir. Bütün mevcut varlıklar ve eşya onda zuhur etmiştir. “O hem ilktir, hem sondur, hem zahirdir, hem batındır” (Vakıa, 57/3) ayetindeki zahir diye tabir olunan Hak O’dur.

Demek ki bütün var olanlar (mevcudat) Amâ’nın içinde “Ol” (Kün) emriyle ya da İlahi El ile ya da İki El ile zahir olmuştur. Fakat  Amâ müstesna. Amâ’nın zuhuru özel bir nefesle, Rahman'ın nefesi ile olmuştur. Bu nefes'in aslı ise sevginin hükmüdür, etkisidir. Sevgi, sevende bir hareket meydana getirir. Nefes ise sevenin sevdiğine doğru aşk ve şevkle hareket etmesidir. Bu bağlamda ona ilgi duyup bağlanmasıdır. İşte bu nefes verip almada (teneffüs) çok büyük bir lezzet, bir tat vardır. Nitekim bir Kutsi Hadiste ifade edildiği gibi Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ben bir gizli hazineydim, bilinmiyordum. Bilinmeyi sevdim, istediğim ve yaratıkları yarattım. Onlara kendimi bildirdim. Onlar da Beni tanıdılar”. İşte bu sevgiyle, bu istekle nefes alıp verme vaki oldu ve dolayısıyla nefes zuhur etti ve böylece Amâ var oldu.

Allah'ın nefesinden meydana gelmiş olan Amâ mevcutlar içinde Allah'a en yakın olan mevcuttur. Amâ alemin mekanı, ya da zarfı olan bütün boşluğu böylece doldurmuş oldu. Çünkü eğer âlem adem olsaydı, yok olsaydı, boşluk belirirdi. Bu ise cisim olmaksızın vehmedilen, tasarlanan bir uzaydır. Demek ki bu amâ kendisiyle her şeyin yaratıldığı Hak’tır. Bu Hak diye isimlendirildi. Çünkü o nefesin varlığıdır. Nefes ise teneffüs eden varlıkta, batın halindedir, gizlidir. Bu husus ancak böyle akıl edilir. Ancak böyle kavranılır. Demek ki nefesin gizli (bâtın) bir hükmü, bir etkisi vardır. Onun zahir hükmü zuhur ettiğinde, o zaman O, Bâtın’da ilktir, Zahir’de sondur “ve o her şeyi en iyi bilendir (Âlim)” (Bakara, 2/29). Çünkü gerek varlığın var oluşu mümkün olan madumdan gerek varlığı var olan madumdan isimlendirilen her şey onda Zuhur etmiştir. (İbn Arabî, Marifet ve Hikmet)

Eğer hayalin gücü olmasaydı bu şeylerden hiçbiri zuhur etmezdi. Çünkü hayal var olanların en genişi, en güçlüsü ve varolmuşların en mükemmelidir. Hayal ruhani suretleri kabul eder. Bu ise, var olan değişmeden dolayı ortaya çıkan çeşitli suretlerdeki oluşumdur. Bu değişmeler arasında süratli olanlar vardır. Örneğin ruhların somut beden suretlerine değişmesi ve manaların da somut suretlere değişmesi gibi. Bunlar amânın oluşunda zuhur ederler. Ayrıca bu değişmeler arasında yavaş olanlar vardır. Örneğin suyun havaya, havanın ateşe, bir damla suyun meninin (nutfe) insana, unsurların da bitkiye, hayvana değişmeleri gibi. Bütün bunlar birer değişme olsalar da, insanın hayal gücündeki suretlerin değişim süratlerine sahip değillerdir. Ayrıca bunlar, ruhların suretlerinin somut bir beden olarak bedenlerin suretlerine değişimindeki, örneğin meleklerin insan suretine dönüşmesindeki sürate sahip değillerdir. Hiç kuşkusuz bunlarda ki sürat en yüksek sürattır. Aynı şekilde bunların bu suretleri terk etmeleri de, cisimlerin bedenlerin öldükten sonra uğradıkları değişmelerden çok daha süratlidir.

Böylece bütün suretlerin, kendilerine nispet edilen şeylerle birlikte, onun için nasbedilmiş bir hayal olduğu da bilinmiş olur. Çünkü varoluşun hakikati Allah Teâlâ'nındır. Perde hayalini koyan da o Allah Teâlâ’dır. O perdeyi seyreden kimse, o perde üzerindeki var oluşun mahiyeti hakkında bir ilim tahakkuk ettirsin, var oluşun mahiyetini iyice bilsin diye koymuştur. Nitekim o perdeye bakan kimse orada sayısız suretleri görür. Onların hareketleri, tasarrufları ve hükümleri tek bir varlığa aittir. O suretlerin bunda hiçbir dahli yoktur. Onların var edicisi, hareket ettiricisi ve durdurucusu ile bizim aramızda çekilmiş bu perde vardır. Bu perde onunla bizim aramızı ayıran bir sınırdır. Aradaki fark bu perde ile ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle O’na İlah denir, bize ise kul ya da âlem denir.

Amâ kendileri için varoluş içinde somut bir varlıkları olmayan manalar ile Nurî ve tabiî cisimler arasındaki  berzah varlığıdır. Örneğin ilim ve hareket gibi: ilim nefislerde ve ruhlardadır, hareket ise bedenlerdedir. Dolayısıyla bunların ikisi de hayalde somut bir şekil kazanabilir. Örneğin ilim süt şeklinde görünebilir. Aynı şekilde nispetlerin tayini de böyledir. Her ne kadar onlar için ne nefiste ne ruhta ne de bedende bir varlık söz konusu olmasa bile. Örneğin sebat gibi. Sebat bir işte sabit, kararlı, istikrarlı olarak durmaya verilen bir nispet, bir ölçüdür. Bu sebat bitişik hayalde hissedilen bir kayıt suretinde tezahür eder. Bu tıpkı cisim şeklinde zuhur edip cisimlerin suretlerinde bir şekil olan ruhlar gibi. Örneğin sahabeden biri olan Dihye suretinde görünen Cebrail (as) gibi. Ayrıca Bedir Savaşı'nda küçük zerreler suretinde gözüken melekler gibi. Bunlar ayrı hayaldedir. Tıpkı Hz. Musa (as)'ın asasının ve sihirbazların sopalarının yürüyen yılanlar suretinde görülmesi gibi.

Bitişik hayal ile ayrı hayal arasındaki fark şudur: bitişik hayal hayal eden kimsenin gitmesiyle kaybolur gider. Ayrı hayal ise zati bir özelliktir. Daima manaları ve ruhları kabul eder, özelliklerine bir şekil verir. Bundan başka bir şey olmaz. İşte bitişik hayal de bu ayrı hayalden oluşur. Bitişik hayal iki çeşittir. Birincisi tahayyülden meydana gelir. İkincisi tahayyülden meydana gelmez. Örneğin uyuyan kimse gibi bu kimsenin uyurken rüyasında gördüğü suretler tahayyülden meydana gelmez. Tahayyülden meydana gelen hayal ise, insanın kendi nefsinde önceden hissettiği veya tasavvur gücünün yeniden inşa ederek tasavvur ettiği şeyleri hayalinde tutmasıdır. His bunların tümünü algılamamıştır. Fakat bütün bu toplamların her birinin hissedilmiş olması gerekir.

Bazen de hayal edilen şey beşer suretinde olan bir melek sureti olur. Bu ise bitişik hayalde ayrı hayalden bir görüntüdür. Böylece, o kimse onu bitişik hayalde tanır, bilir. Bu öyle bir hayaldir ki iki suret arasında hissî bir suret vardır. Bu hissî suret olmasaydı, bitişik hayal onun misalini ortaya koyamazdı. Allah'ın insanların inançlarına göre tecelli etmesi de bu babdandır. Bu ise iman edilmesi gereken bir hususudur.

Suretler suret olmaları nedeniyle tahayyül edilebilen şeylerdir. Kendisinde suretlerin zuhur ettiği amâ da aynı şekilde hayaldir. Demek ki Zâhir olan O’dur. İstidat ve kabiliyetlerine göre mümkün varlıkların, varlıklarına verdiği şey ile birlikte suretler de O’dur. Demek ki O, suretlerde zuhur eden varlıklardandır. Buna göre, mümkün varlıklar o amâ’dır. Orada zahir olan ise Hakk’tır. Amâ ise kendisinden her şeyin yaratıldığı Hakk’tır.

Mümkün varlıkların varlıklarının kendi nefislerinde çeşitli, muhtelif olması onların (Allah'ın ilmindeki) sübutlarındadır. Kendilerinde zuhur eden şahıslar üzerinde de onların bir hükmü, bir etkisi vardır. İşte tıpkı bunun gibi uyuyan kimseye uyku halindeyken Hak Teâlâ'nın tecelli etmesi de aynı bu şekildedir. Uyuyan kimse rüyasında kendisine tecelli edenin Hakk Teâlâ olduğunu bilir ve bundan şüphe etmez. Aynı şekilde keşif de böyledir. Rüyayı tabir eden kimse de ona “senin rüyada gördüğün Haktır” der. Bu bitişik hayalde olan şeylerdir.

Görüldüğü gibi hayal alemi çok geniştir. Bu hayal aleminde gerçekte muhal (mümkün olmayan) olan varoluşlar zuhur eder. Hatta bu hayal aleminde ancak gerçekte muhal olan varoluşlar tahkik üzere zuhur eder. Hiç kuşkusuz varlığı zorunlu olan varlık (vâcibü’l-vücûd) ki bu Allah Teâlâ'dır- şekil, suret kabul etmez. Oysa bu hayalde bir suretle zahir olur. Öyleyse muhal olan bir varoluş bu hayal aleminde var oluşu kabul eder.

İbn Arabî (ks)’e göre hayalin her vecihte ve her durumda bir hükmü ve bir etkisi olduğu sabittir. Hissedilen şeyler de, akıl edilen şeyler de, duyularda ve akıllarda, suretlerde ve manalarda, sonradan olan (muhdis) şeylerde ve ezelden beri olan (kadim) şeylerde, muhal olan şeylerde ve mümkün ve zorunlu olan şeylerde, kim hayalin mertebesini bilip tanımazsa o kimse için kesinlikle marifet diye bir şey olamaz. Eğer Marifetin bu rüknü, bu esası Arifler için hasıl olmazsa onlar nezdinde Marifetin kokusu bile hissedilmez.

İnsan, algıladığı, idrak ettiği şeylerin doğru olduğunu  ve hisse taalluk ettikleri içinde  hissedilmiş olduklarını idrak ettiğinden şüphe etmez. Nitekim Hz. Muhammed (sav)’den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “İnsanlar uyku halindedir, ancak öldükleri zaman uyanırlar.” Bu hadiste dünyada idrak edilen şeylerin, tıpkı uyuyan bir insanın idraki gibidir. Hatta belki uyuyan bir kimsenin uyku esnasındaki idrakidir. O ise bir hayaldir.

Hakikatler değişikliğe uğramaz. Oysa ki hayalin hakikati herhalde değişikliğe uğramaktadır ve her surette zuhur etmektedir. Allah'tan başka hiçbir hakiki varoluş vücut yoktur ki değişiklik kabul etmesin. Demek ki gerçek varoluşta ancak Allah vardır. Onun dışında olanlar ise ancak hayali varoluştadır. İşte Hak Teâlâ bu hayali varoluşta zuhur ettiği zaman orada ancak hakikati hasebiyle zahir olur, zatı hasebiyle değil. Çünkü onun zatı için hakiki varoluş söz konusudur. İşte bu nedenledir ki Hak Teâlâ'nın kullarına tecellide değişik suretlerde göründüğünü bildiren sahih hadis gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O’nun vechinden (Onun Zatından, Yüzünden) başka her şey helak olucudur.” (Kasas, 28/88). Çünkü alemde hiçbir şey asla bir halde durmaz. Ne kevni ne ilahi hiçbir şey yoktur, ancak O’nun vechi vardır. Burada vechi derken kendi zatını kastediyor. Çünkü bu şeyin veçhi, o şeyin zatıdır, o zat helak olmaz.

Hakkın Zatı dışındaki her şey hızlı ya da yavaş bir değişim makamındadır. Bu nedenle Hakkın zatı dışındaki her şey, arada perde durumunda olan bir hayaldir ve yok olan geçip giden bir gölgedir. Demek ki dünyada ve ahirette ve ikisi arasında Allah'tan başka, yani Hakk’ın zatından başka hiçbir oluş, hiçbir varlık, ne bir ruh, ne bir nefis, ne de herhangi bir şey bir hal üzere kalmaz. Aksine bir suretten bir diğer surete daima ve ebediyen değişime uğrar. İşte hayal de bundan başka bir şey değildir. Bu ise hayalin makul oluşunun, akılla idrak edilebilmesinin aynısıdır.

Bu husus, Peygamberimizin Amâ hakkında söylediği şey de geçmiştir. Peygamberimiz  amâyı bir buluta benzetmiş. Benzetme ise bir tahayyüldür. Amâya gelince, o bütün alemin cevheri, özüdür. Dolayısıyla âlem ancak hayalde zuhur eder. Öyleyse o kendi kendini tahayyül etmektedir. Buna göre o O’dur; başka açıdan o, O değildir.

Burada zikrettiğimiz hususu teyit eden delillerden biri şudur: “(savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfal, 8/17). Görüldüğü gibi burada sabitleştirdiği şeyin varlığını nefyetmiştir, ortadan kaldırmıştır. Yani bu demektir ki sen attığını tahayyül ettin fakat hiç şüphe yok ki O atmıştır. Bu nedenle Allah “attığın zaman” diye buyurmuştur. Daha sonra şöyle buyurmuştur: Evet atma işi doğrudur, sahihtir. Fakat Allah atmıştır. Yani bu şu demektir: Ey Muhammed sen Hak suretinde zuhur ettin ve beşerin, insanların atışı isabet etmediği halde senin atışın tam isabet etti. Tıpkı Hazreti İsa'nın bir kuş suretini üflemesi ve o suretin kuş olması gibi. O halde burada Hazreti İsa'nın üflemesinde de Tanrının üflemesi zuhur etmiştir. Nitekim Tanrının şu ayeti buna delil teşkil eder “ve ona kendi ruhumdan üfledim” (Hicr, 15/29), (Sad, 38/72).

Üfleme bir nefestir. Amâ ise bu nefesin varlığıdır. Öyleyse, o nefes, Hakkın varoluşundaki nefestir. Dolayısıyla, ondan yaratılmış bütün yaratıklar Hakta teşekkül etmiştir. Demek oluyor ki, o varoluşta, alemin suretlerinden ne suret varsa, ilahi tecellilerden hangi tecelli varsa, hepsi O’nunla yaratılmıştır. İşte O Haktır.

 

İlaçlar ve Hastalıklar İlmi 

Bu alandaki hastalıklar özellikle nefisle ilgilidir. Hiç kuşkusuz bunlar akılla da bedenle de ilgili değildirler. Çünkü akılla ilgili hastalıklar açıkça bilinmektedir. Aynı şekilde bedenle ilgili hastalıklar da bilinmektedir. Beden hastalıklarının ilaçlarını bildirmek tabiplerin üzerine düşen bir görevdir. Akıl hastalarının ilaçları ise, sufilere göre, bir ölçü ile insanlardan uzaklaşıp halvet hayatı yaşamak ve onları düşünmeyi terk edip Allah'ı zikre devam etmektir. Bunun dışında başka bir ilacı da yoktur. Bu hastalıklardan geriye bizim için sadece nefislerle ilgili hastalıklar kalmaktadır.

Nefisle ilgili hastalıklar üç çeşittir:

1) Sözlerde beliren hastalıklar,

2) Fiillerde beliren hastalıklar,

3) Hal ve davranışlarda beliren hastalıklar.

 

Söz Hastalıkları

Bu hastalıklardan biridir. Bu hastalıklardan biri, hak sözü doğru sözü yanlış yerlerde kullanmaktır. Bu en büyük hastalıklardan biridir. Bunun ilacı ise hak sözün, doğru sözün nerede hangi alanda sarf edileceğini bilmektir. Hiç kuşkusuz, gıybet doğrudur, gerçektir, fakat gıybet yasaklanmıştır. Dedikodu da doğrudur gerçektir, fakat o da yasaklanmıştır. Bir adam eşiyle yatakta baş başa yaptıkları şeyleri açıklasa, onları başkalarına anlatsa, onlar da doğru şeylerdir, gerçektir. Fakat onları başkalarına anlatmak günahı kebairdendir, yani büyük günahlardan birisidir. Ayrıca birini toplum içinde doğru ve gerçek sözle nasihat etmek de doğrudur. Fakat bu şekilde toplum içinde birine nasihat etmek kesinlikle ayıptır. Böyle bir şey ancak cahillerden ve garaz sahiplerinden sadır olur. Çünkü nasihatten amaçlanan fayda bir yararın sağlanması ve arada bir sevginin husule gelmesidir. Eğer nasihatlar toplum içinde yapılırsa kabul görmez. Hatta düşmanlık bile doğurabilir.

Allah bu tür davranışı zemmetmiştir, yermiştir. Çünkü bu şekilde toplum içinde açıktan açığa yapılan nasihat, kendisine nasihat edilen kimseyi zor durumda bırakır, onu utandırır ve o konuda yalan söylemek zorunda bırakılabilir. Böyle bir davranış büyük bir fesada sebep olabilir. Oysa ki o nasihatı ona yalnız başına olduğu bir zamanda güzel bir tarzda yapmış olsaydı, o işte o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce açıklasaydı, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa amacının ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille onu açıklamış olsaydı, hiç kuşkusuz o kimseye kendisine teşekkür ederdi, onu severdi ve hayır duada bulunurdu. Böylece o kimse için sonuç hayırlı olurdu. Dolayısıyla o kimse onun ölçüsü içinde olurdu. Demek ki her hak sözü, her doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna ne şeriat, ne yasağı, ne de örf izin verir.

Aynı şekilde bir kimsenin insanlara nefret edecekleri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile olsa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah'a karşı hayasızlığa delildir. Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adeta onun aldığı nefesleri sayacak kadar her şeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse kendisini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşıyor, kendi nefsinden gafil oluyor.

Söz hastalıklarından biri de insanların hallerini ve ne yaptıklarını sorup sual etmektir. Falan niçin geldi? Falan niçin gitti? gibi kendini ilgilendirmeyen şeyleri sormaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı bir esnada, insanın ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması soruşturmasıdır. Bunun ilacı Allah'ın resulünün davranışını taklit etmektir. Hazreti Peygamber (sav) savaş dönüşünde ailesinin yanına geceleyin gelmemiştir. Geceleyin ansızın haber vermeden ailelerin yanına girmesinler diye sahabelerini bundan sakındırmıştır. Olur ya hoşlanmayacakları çirkin bir durum görebilirler. Gizli şeylerin örtülü saklı kalması için bir yere girerken izin istemek de bu babdandır.

Söz hastalıklarından biri de insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyilik yaptığı şahsa iyiliğini başa kakma suretiyle söylemesidir. İyiliği başa kakma ise bir eziyettir. Bunun ilacı şudur: bu kötü durum insanın başına gelince nimetleri veren Allah bunun karşılığını boşa çıkarır. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bu tür bir ameli iptal eder. Nitekim şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Malını gösteriş için infak eden, gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin, boşa çıkarmayın.” (Bakara, 2/264)

Söz hastalıklarından biri de aynı şekilde şudur: bir insan kendi nefsinde tasarladığı bir işten dolayı çocuklarından bazısına bir iyilik yapar ve aynı iyiliği diğer çocuklarına yapmaz. Birisi gelip de kendisine iyilik yapmadığı çocukların huzurunda niçin aynı iyiliği bu çocuklara da yapmadın der. İşte bu tür bir söz gerçekten lüzumsuz bir sözdür. Bu sözü çocuğunun yanında söylemesi çok yersiz bir davranıştır. Çünkü bu çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur. Böyle bir davranış ancak cahil bir kimseden vaki olur.

Aynı şekilde söz hastalıklarından biri de bir insanın “ben doğruyu söylerim, bunu duyan kimseye zor gelecekmiş buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz” demesidir. “Ben falana doğruyu söyledim, bunu duymak ona zor geldi” der. Kendi nefsini temize çıkarır ve başkasını yaralar ve incitir. Bu şahıs  Allah'ın şu sözünü unutmuştur: “Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur” (Nisa, 4/14).  Bu ayet bu hastalığın ilacıdır.

Söz hastalıklarından biri de geneli kapsamaksızın devlet adamlarından biri veya bir başkası olabilir muayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü iyilik olarak sunmaktır. Bunun ilacı bu konudaki ölçüyü bilmektir ve kendi nefsinde her türlü kötülükten aklanmasıdır. Çünkü şeriatın onu, o şahıs üzerinde kendi mezhebinde ve içtihadında bir kötülük olarak gördüğünü bilir, onu değiştirmez ve onu kendi dışındaki kimsenin izinde kötü ve kendi nefsinde mübah olarak değerlendirmez.

Söz hastalıklarının ayrıntıları pek çoktur. Söz hastalıklarını ve ilaçlarını iki kategoride toplayabiliriz: Birincisi sükut etmek istediğin zaman konuşman; ikincisi ise sükut ettiğin zaman eğer Allah'a asi olacaksan ancak o zaman konuşmandır. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın. Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın. Çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilacı da yoktur. Fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapacaksan o başka. Bu husustaki ölçü budur!

Fiil Hastalıkları

Herhangi bir fiili, örneğin namaz gibi bir ibadeti toplum içinde yalnız başına eda ettiğinden daha güzel bir şekilde eda etmendir. Hazreti Peygamber böyle bir fiil konusunda, toplum içinde namazını güzel kılan fakat yalnız başına iken namazını kötü kılan bir insan hakkında şöyle buyurmuştur: “Bu bir ciddiyetsizliktir ki o adam Rabbini ciddiye almamıştır” o hareketiyle. Bu en şiddetli ve en zor nefsi hastalıklardan biridir. Bunun ilacı ise “Acaba o olanları Allah'ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?” (Alak, 96/14), “Allah sizin gizliliğinizi de açığınızı da bilir” (Enam, 6/3), “Oysaki asıl kendisinden korkulmaya layık olan Allah'tır” (Ahzab, 33/37), (Tövbe, 9/13) gibi ayetler ve haberlerdir.

Aynı şekilde fiili hastalıklardan biri de insanlar yüzünden amelin terk edilmesidir. Bu, cemaat nezdinde riyadır. Aslında insanlar nedeniyle bir ameli terk etmek Allah ehli olan üstatlar nezdinde bir riya değil bir şirktir. Allah'a ortak koşmadır. Bunun ilacı da “sizi de sizin yaptığınız şeyleri de Allah yarattı” (Saffat, 37/96) ayeti ve buna benzer diğer ayetlerdir.

 

Hal Hastalıkları
Hal hastalıklarından biri bir kimsenin insanlar arasında, “Bu da iyi insanlardandır” diye bilinip şöhrete kavuşması için, iyi insanlarla arkadaşlık yapmasıdır. Oysaki o, gerçekte kendi şehevi arzularıyla beraber yaşamaktadır. Aslında o ya bir kadına ya da bir delikanlıya âşık olmuştur. Tabii ki toplum bunu bilmez. Ona bir coşku bir vecd gelir ve kendi içinde saklayıp düşündüğü kimseye duyduğu ilgi nedeniyle onda bu coşku hali galebe çalar. Oraya buraya gider, gelir, durmadan hareket eder, bağırır, çağırır, çığlıklar atar, güçlükle nefes alıp verir.

Aynı şekilde hal hastalıklarından biri de kendi imkanı dahilinde olmayan giysileri giymesidir. Bunun ilacı ise kendi imkanı dahilinde olan kendine helal olan giysileri ve benzeri şeyleri giymektir.

Sözlerin fiillerin ve hallerin ayrıntıları pek çoktur. Öyleyse insan bu konularda yalandan sakınsın ve doğruluğa sadakatle yönelsin. Gereken yerde, insanlara ancak Allah'a izhar ettiğini izhar etsin. Bu işlerin, bu meselelerin tafsilatı ayrıntılı açıklamaları konusundaki Allah'ın hükmü ile bilip hareket etmek Allah ehli hakkında gerekli bir şarttır, bu çok gereklidir.

 

Sonuç

Allah'ın hükmünü bilmeyen kimse Allah'a tam anlamıyla kul olamaz. Allah'a tam ibadet edemez. Hiç kuşkusuz Allah cahil bir kimseyi kendisine Veli ittihaz etmez. İşte bu anlattıklarımız Marifetin babları ve fasıllarıdır. İnsan bu bilgileri tam anlamıyla öğrenip kendine mal edebilirse, o zaman o kimse Arif olarak isimlendirilir. Eğer bir kimse Allah ile ilgili bu ilim üzerine ilave bir şeyler öğrenirse, O’nun için nelerin gerektiğini, O’nun hakkında nelerin caiz olmadığını, nelerin muhal olduğunu bilirse, bir ilah olarak Allah'ı Zatı ile bilme ile “oluşu” ile bilme arasındaki farkı fark ederse, işte o zaman bu makam Allah'ı tanıyan ariflerin makamı değil Allah'ı bilen alimlerin makamıdır. Çünkü marifet bir caddedir bir yoldur. İlim ise bir hüccettir, bir delildir. İlim ilahi bir sıfattır, marifet ise tabiatla, oluşla ilgili nefsi ve Rabbani bir sıfattır.

Allah ehlilerine göre Allah'ı bilip tanıyan alimlere Arifler denir. Ayrıca Allah'ı zevk yoluyla tanıyıp bilme ilmine de Marifet adını verilir. Marifet makamının ehilleri için bu makalede anlattıklarımızın bilinmesi gereklidir. İslam alimleri bu hususta büyük çapta hemfikir halindedirler.

Bu makalede ele aldığımız hususlar özellikle İbn Arabi'nin Vahdet-i vücut anlayışının sonuçlarıdır. Bu anlayış bazı İslam alimleri tarafından eleştirilmiştir. Bu nedenle İbn Arabi'nin marifet hakkındaki görüşlerini kabul etmemişlerdir. Örneğin evrendeki mevcudatın hayal olmadığı ve gerçek olduğu iddia edilmiştir. Ancak burada nasıl İbn Arabî'nin “Hayal” kavramını tanımlamak ve kavramakta güçlük varsa, aynı şey “gerçek olma” kavramının tanımlamasında ve kavranmasında problem vardır. Gerçek kavramı bütün filozoflar tarafından çok farklı şekillerde algılanmış ve açıklanmıştır. Bu nedenle biz İbn Arabî'nin marifet ile ilgili görüşlerini saygıyla karşılıyor ve onlara katılıyoruz.

Allah Teâlâ akıl diye isimlendirilen kuvveti yarattı. Ayrıca bu akıl kuvvetine Hakk’ın hakikatin kendisine verdiği şeyleri ve düşünme gücünü, verdiği hükümleri kabul etme niteliğini de verdi. Allah Teâlâ düşünce gücüne varlıklar üzerinde tasarruf etme gücünü ve hayalin kendisine sağladığı imkanlarla onlar üzerinde tahakküm etme gücünü de vermiştir.

Allah Teâlâ, insanın bu konuda kusur işleyebileceğini bilerek ona şöyle hitap etmiştir: “Allah sizi kendisini düşünmekten sakındırır. Çünkü Allah kullarını esirger, onlara acır.” (Ali İmran, 3/28). Buna göre Cenab-ı Hak zatı hakkında düşünmekten bizleri sakındırmaktadır. Aynı şekilde Allah Resulü de, Allah'ın zatı hakkında düşünmemizi bize yasaklamıştır.

İnsanlar Allah'ın zatı hakkındaki hiçbir konuda birleşememişlerdir. Allah'ın zatı hakkındaki ileri sürülen fikirler dolayısıyla bu insanlar Allah'a ve onun Resulüne karşı gelip isyan etmiş olmuşlardır. Bu nedenle de Allah'ın rahmetinden yüz çevirmişlerdir. “Bunlar güzel iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş kimselerdir.” (Kehf, 18/104)

Allah Teâlâ, Resulüne şeriatı göndererek akılların düştüğü çelişkileri ortaya koyup açıklamıştır. Hz. Peygamber (sav) de, Allah'ın buyruklarını insanlara bildirmiş ve onları ümmetine tebliğ ettiğine dair Allah'ı ümmeti üzerine şahit tutmuştur. Bu nedenle Allah'ın zatı hakkında ileri sürülen ihtilaflı düşüncelerden uzak durmak gerekir.

Sahih ve doğru olan ilim şudur: Allah zat olarak meçhuldür, bilinmez. Onun sıfatlanmış olduğu geçerli olan sıfatın hakikatini doğru olarak, tam olarak bilmek te mümkün değildir. Bu nedenle insanlar, şeriat onlara ne getirdiyse onlar üzerinde sebat etmesi, onlar üzerinde sıkıca durması kendi selameti ve kurtuluşu açısından önemlidir. Allah'ı en iyi bilen yine O’dur.

Allah sözü en doğru olandır. Biz O’nu tam olarak bilemeyiz. Ancak O’nun bize bildirdiği kadarıyla O’nu tanıyabiliriz. “O’ndan başka Tanrı yoktur, O azizdir, O hakimdir.” (Ali İmran, 3/6,18).

“Senin kudret ve şeref sahibi olan Rabbin onların ileri sürdükleri vasıflardan münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun ve alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.” (Saffat, 37/180-182) 

 

Kaynaklar

Ariflerin Halleri”, İmam Rabbani, Sufî Kitap, İstanbul, 2010

Fütûhâtı Mekkiyye”, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2010

Hak Dini Kur'an Dili”, Elmalılı Hamdi Yazır, Huzur Yayınevi, İstanbul, 2021

İlm-i Kelâm Dersleri”, Ömer Nasuhi Bilmen, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015

Kâmûs-ı Türkî”, Şemsettin Sami, Kapı Yayınları, İstanbul, 2011

Kuşeyrî Risalesi”, Abdülkerîm el Kuşeyrî, İlk Harf Yayınevi, İstanbul, 2013

Marifet ve Hikmet”, İbn Arabî, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011

Mukaddime”, İbn Haldun, Dergah Yayınları, İstanbul, 2018

Müfredat”, Râğıb el-İsfehani, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007

Nefsini Bilen Rabbini Bilir”, Hâris El Muhasibî, Rağbet Yayınları, İstanbul 2024

Rûhû’l-Beyân Tefsiri”, İsmail Hakkı Bursevî, Damla Yayınevi, İstanbul, 2010

Sahîh-i Müslim”, Ebu’l-Hüseyin Müslim, İrfan Yayıncılık, İstanbul, 1972

Sözler”, Saidi Nursî, Sözler Neşriyat, İstanbul, 2014

Tasavvuf Yolu”, Necmeddin-i Dâye, İFAV, İstanbul, 2013

Tüsteri Tefsiri”, Sehl et-Tüsterî, Nefes Yayınları, İstanbul, 2022 

Şeriat Nedir?”, Mehmet Halil Oryan, www.ilimvetasavvuf.com/Şeriat%20Nedir.htm

Tasavvuf ve İlahi İsimler”, Mehmet Halil Oryan, www.ilimvetasavvuf.com/Tasavvuf%20ve%20İlahi%20İsimler.htm

Tecellilerin Hakikati”, Mehmet Halil Oryan, www.ilimvetasavvuf.com/Tecellilerin%20Hakikati.htm

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

 

Ana Sayfa         Makaleler

 

Marifet Makamının İlimleri

(2. Bölüm)

Yayınlama Tarihi: 17.12.2024