Marifetullah Allah'ın veli kullarının sahip olması gereken bir ilimdir. Allah'ın veli kulu kuşkusuz hâkim olan yani hikmet sahibi olan kimse, dünya hayatı kendisini evinden barkından uzaklaştırsa ve zamanın hadiseleri kendisiyle dostları arasını açsa da gaybeti esnasında başından geçenleri ve hikmetten kendi payına düşen şeyleri bilmesi gerekir. Aslında bu durum Rahim olan Allah'ın irfanından verdiği, hikmetinden sunduğu ve kelamından duyurduğu şeylerle veli kulunu sevindirmek içindir. Böylece Allah'ın veli kulu O’nun hakkında bildiği şeylerle O’ndan uzaklaşmamış olur. Veli kulun Allah hakkında bildiği şeylere Marifet denir. Her ne kadar Veli'nin sevgisinin berraklığını görünüşte birtakım kederler bozsa da ve gayesini tamamlamak için kendisinden herhangi bir keder zuhur etse de, Allah'ın veli kulu ondan ancak göz kapaklarını açıp kapaması kadar uzak kalır. Bu nedenle Allah veli kulunu itikadı son derece kuvvetli biri yapar. Çünkü ancak senin halini hatırını soran bir kimse seninle ilgilenir. Öyleyse veli kul sevinsin. Çünkü kalbi selimdir ve gönlü huzurludur. Bilindiği gibi sevgi iki göğüs arasında yani gönülde yerleşmiştir. Bu nedenle Allah'ın veli kulu kendisinin gönlünde yatan sevginin dünya sevgisi ya da nefis sevgisi olmayıp ilahi bir sevgi olduğunu bilir. Ayrıca bu sevginin kendisinde herhangi bir sebep olmaksızın eskiden beri gizli saklı olduğunu da anlar. Ona ne üstünlük ne de azlık atfeder, ne ödül için bir istek duyar ne de cezadan sakınır. Marifet İlmi velilerin ilmidir. Bu ilim Sırlar İlmi diye de isimlendirilir. Bu ilmin sahibi olan âlimler bütün ilimleri bilir ve onun ilmi bütün ilimlerin hepsini kapsar. Ancak öteki ilimleri bilenler için böyle değildir. Bu nedenle her şeyi kuşatan bütün bilgileri ihtiva eden bu ilimden daha şerefli bir ilim yoktur. Marifet ilahi bir niteliktir. İlahi isimler arasında onun lafız olarak bir varlığı yoktur. Fakat o sadece Bir’i ister ve Bir’i kabul eder. Tasavvuf ehline göre marifet geniş büyük bir yoldur. Ancak amel ve takva ile o yola sülük etmekle elde edilen her ilim bir marifettir. Çünkü o ilim hakikat ehlinin keşfinden ileri gelir ki fikri nazardan düşünme yoluyla hasıl olan ilmin tam zıddıdır. O ilmin içine asla şüphe ve kuşku girmez. Buna mukabil fikri ve nazari ilim hiçbir zaman şüpheden salim değildir. Bu ilme şüphe karışabilir, onda hayret ve şaşkınlık olabilir. Ona ulaştıran şeyde kusur, eksiklik ve noksanlık olabilir. İlim ancak eşyayı kendi zatıyla bilip tanıyan bir kimse için sahih olur. Bir şeyi kendi zatı üzerine ilave edilen fazladan bir şeyle tanıyan kimse, o ilave şey nedeniyle mukalit (taklitçi) olur. Bu hususta varoluş içinde eşyayı kendi zatıyla tanıyan ancak tek bir varlık vardır. Dolayısıyla bu Bir’in dışındaki herkesin eşyayı ve eşya dışındaki varlıkları tanıyıp bilmesi sadece bir taklittir. Allah'ın dışında bir kimse için eşyayı kendi zatıyla tanıyıp bilmenin ancak taklit yoluyla mümkündür. Bu nedenle biz de Allah'ı taklit edelim. Özellikle de O’nunla ilgili ilimde O’nu taklit edelim. Akıllı bir insan için Allah'ı tanımak, bilmek istediği zaman peygamberlerin diliyle Allah'ın kitaplarında Kendisi hakkında haber verdiği şeyler de Allah'ı taklit etmesi gerekir. Eşyayı tanımak bilmek istediği zaman ise duygularının ve aklının kendisine verdiği şeylerle eşyayı tanıyamayacağına göre Hakk Teâlâ onun işitmesi, görmesi ve diğer duyuları oluncaya kadar Allah'a itaat etsin ve O’na ibadet etsin. Böylece bütün işleri Allah'la bilsin. Allah'ı da yine Allah'la bilsin. Çünkü O’nu taklit etmek gerekir Dolayısıyla Sen Allah'ı Allah'la, ayrıca bütün eşyayı, bütün işleri de Allah'la tanıdığın, bildiğin zaman artık bu bilme işinde sana bir bilgisizlik, bir şüphe, bir kuşku ve bir tereddüt gelmez. Allah dışında başka birini taklit eden kimse yanılgıya hataya düşebilen birini taklit etmiş olur ve o kimsenin düşüncesinde ilminde isabet etmesi tesadüfi olur. Hakk Teâlâ kendi hakkında öyle şeyleri haber vermiştir ki, akli deliller ve sahih fikirler bile o konularda tereddüt etmektedir. Tasdik eden ve o şeyleri iman etmenin gerekli olduğunu gösteren deliller de vardır. Öyleyse sen de Rabbini taklit et. Çünkü O’nu taklit etmen gerekir. O hususları tevil konusunda aklını taklit etme. Çünkü senin aklın bu sözün Allah'tan geldiğine dair tam anlamıyla seninle birleşmiştir. Sen tevil konusunda aklını taklit etme ve aklın bilgilerini Allah'a, o sözleri asıl söyleyene havale et, sonra da gereğince amel et ki, onunla ilgili ilme erişebilesin. İşte ancak o zaman Arif olabilirsin. İşte matlub olan marifet ve sahih gerçek ilim budur ki, ona önünden de ardından da batıl gelemez, yaklaşamaz. Çünkü o Hâkimden, Hikmet sahibinden ve Hâmid'ten çok hamd edilen Allah'tan indirilmiştir (Fussilet, 41/42). (İbn Arabî, Fütûhâtı Mekkiyye) Marifet ilmi sahibi olanlar arasından kâmil olan kimse, her şeye her işe öyle keskin bir bakışla bakarken Allah'ın o şeye vermiş olduğu yaratılışı hemen görür ve ona hakkını verir. Sonra her şeyin yaratılışından çıkan şeyler hakkında Allah'ın kullarına bildirdiği şeyleri görür ve ayette geçen “sonra O doğru yola iletti” beyanının anlar. Aynı şekilde her yaratılanı da yaratıcının ona verdiği konuma, yerli yerine koyar. İşte bu tür insanlar hata etmezler ve temel konularda ve yan konularda usul ve firûda mutlak olarak hata etmezler. Dolayısıyla her müçtehid, hem asıl konularda hem de yan konularda isabet eder, doğruyu yakalar. İbn Arabî'ye göre marifet yedi ilmi bilmekten ibarettir. Bu yol Allah'ın kulları arasından has, seçkin kimselerin seyr-i sülük ettiği, izlediği yoldur. Bu yedi ilmi şöyle sıralayabiliriz: 1) Hakikatler ilmi, 2) Eşyada Hakk’ın tecellisi ile ilgili olan ilim, 3) Hakk Teâlâ'nın mükellef kullarına şeriatların lisanlarıyla hitap etmesi ile ilgili olan ilim, 4) Varoluş içindeki mükemmellik ve noksanlıkla ilgili ilim, 5) İçerdiği hakikatler bakımından insanın kendini tanımasıyla ilgili olan ilim, 6) Hayal ve hayalin bitişik (muttasıl) ve ayrı (munfasıl) alemi, 7) İlaçlar ve hastalıklar ilmi. Bu yedi meseleyi tam olarak bilen kimseye marifet diye adlandırılan şeyi elde etmiş olur. İslam alimlerinin ekserisinin marifet konusunda söyledikleri şeyler bunları kapsar. Bu ilim ilahi isimlerle ilgili olan ilimdir. İlahi isimler, var olan şeylerin, maddelerin ve mümkünlerin asıllarıdır. İsimler olmadan hiçbir şey zuhur edemez. İmkan aleminin kuralları ancak isimler vasıtasıyla, onlara dayanarak sabit olabilirler. Evrendeki bütün fiziksel olayların tabi oldukları yasalar da bu bağlamdadır. Yani bu yasalar ilahi isimlerin zuhur etmesinden ibarettir. Allah’ın isimleri, tıpkı mümkünler gibi, sonsuzdur. Çünkü onlar Allah’ın mülkünü içeren mertebelerden ibarettir. Söz konusu olan mülk ise mümkünlerin hakikatleridir. Bu hakikatler ise sonlulukla nitelenemez. Çünkü onlar, Hakk’ın şe’nlerinin (işlerinin) aynısıdırlar. Hakk’ın şe’nlerinin ise, ne dünyada ne de ahrette bir nihayeti söz konusu değildir. Ancak bu şe’nlerden meydana gelen şeyler sonludur. Bu ilahi kuşatıcılığa şu ayet delalet eder: “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız.” (Fatır, 35/15). Böylece Hakk, ihtiyaç duyulan her şey ile kendisini isimlendirmiştir. Bu varlıkların bütün mertebelerine, hatta ulvi ve süfli fertlerin cüzlerine sirayet eden bir hakikattir. İlahi isimler çeşit çeşittir. Bunların bazıları zamirdirler, örneğin, O (Hüve), Biz (Nahnu) ve Ben (Ene) bu çeşit zamirlerdir. Bazı isimler ise, el-Halık (Yaratan), el-Cail (Yapan) gibi, kinaye (dolaylı anlamı olan) isimlerdir. Bazıları ise niyabet (vekillik) isimlerdir. Örneğin, ‘İlaçlar sizi iyileştirir’ denildiğinde, burada gerçek iyileştiren Haktır, fakat ilaçlar iyileştirmede Hakkın yerini almışlardır. Bazı isimler, Kuran’da zikredilmiş olsalar bile, edep gereği Allah’a isim olarak verilemezler. Örnek olarak, “Allah hile (mekr) yapmıştır” (Ali İmran, 3/54), “Allah onlarla alay (istihza) etmiştir.” (Bakara, 2/15) gibi ifadelerini verebiliriz. Böyle bir ismi Hakk’a vermek veya vermemek, bize değil Hakk’a kalmıştır. Biz Hakk’ı sadece kendisini isimlendirdiği isimlerle isimlendirebiliriz. Allah kendisine ancak ve ancak ‘güzel isimleri’ nispet etmiştir. Bununla beraber bütün isimler gerçekte güzel isimlerdir. Allah’ın isim ve sıfatlarının hakikatlerini en yetkin tarzda ve en iyi bilenler peygamberlerdir. Onlar da Hakk’ı Hakk’ın bildirdiği şekilde bilmişlerdir. Her mümkünün kendisine has nitelikleri ve özellikleri vardır. Bu nedenle her mümkünün, Allah tarafından kendisine tahsis edilmiş bir ismi vardır. Bir mümkünün diğerlerinden ayrışmasını sağlayan nitelikler ve özellikler, kendisine tahsis edilen isimden kaynaklanmaktadır. Bu konu ancak Allah ehlinin bilebileceği kıymetli bilgilerden biridir. Yukarıdaki gerçeği şöyle de ifade etmek mümkündür: Allah, hakikatleri kendi hakkının isimleri sayısınca meydana getirmiştir. Her hakikat için o hakikatin kendisini bildiği bir isim belirlemiştir. Her hakikatin sırrı içinde kendisine devamlı hizmet ve eşlik eden bir melek yaratmıştır. Burada, hakikat kelimesi ile kastedilen, bir hakikat cinsini kendisinde toplayan şeydir. O hakikatin Rabbi, söz konusu olan isimdir. Hakikat o isme ibadet eder. Dolayısıyla bu hakikat söz konusu olan ismin kuludur ve onun teklifi altındadır. Allah’ın Zatı’nın bir ismi yoktur. Çünkü Allah’ın Zatı bir etkinin etki edebileceği bir mahal değildir. Ayrıca O, kimse tarafından bilinemez. Herhangi bir nispetten soyut olarak ona delil olabilecek herhangi bir ismin olması mümkün değildir. İsimler tanımlama ve ayrıştırma için kullanılır. Böyle bir şey Allah’ın Zatı için söz konusu değildir. Bu husus Allah’ın dışındaki herkese kapalı bir kapıdır. Öyleyse, Allah’ı ancak ve ancak Allah bilir. Buna göre ilahi isimler bizimledir, bize aittir, bize dayanırlar, bizde zuhur ederler, hükümleri bizdedir, bizde sona ereler, bizden ifade edilirler, başlangıçları da bizdendir. Gerçekte varlıkta sadece Allah’ın isimleri vardır. Fakat yaratıkların gözleri onların bilgisinden perdelenmiştir. Eğer Allah, ilahi isimleri kaldırsaydı, söz konusu perdeler kalkardı. Eğer isimlerden ibaret olan perdeler kalksaydı, Allah’ın Zatı’nın tekliği ortaya çıkardı. Onun tekliği karşısında ise, varlık ile nitelenmiş herhangi bir şey duramazdı. Çünkü ortaya çıkan tecelliler mümkünlerin varlıklarını ortadan kaldırır ve bu şekilde mümkünler varlık ile nitelenemezlerdi. Mümkün varlıklar ancak ilahi isimler sayesinde, varlıkla nitelenmeyi kabul etmişlerdir. Öyleyse imkan, ilahi isimlerin oluşturduğu perdenin ardından, varlıkla nitelenmenin meydana getirdiği Zati tecellilerdir. Mümkün varlıkların hakikatleri yönünden Allah’ı bilmek, ancak bu ilahi isimler vasıtasıyla gerçekleşir. (Tasavvuf ve İlahi İsimler)
İlahi isimler dört bölüme ayrılmaktadır: 1) Zata delalet eden isimdir. Bu isim Zatın, başkasının anlamadığı, bilmediği bir özel isimdir ki, ne övgü ne yargı ifade etmez. Hakk Teâlâ'nın kitabında ve Hz. Peygamberin (sav) dilinden bize intikal eden isimler arasında bu kısımla ilgili sadece “Allah” ismini görmekteyiz. Bu üzerinde ihtilaf edilmiş bir isimdir. 2) Sıfatlara delalet eden isimlerdir. Bunlar da iki kısımdır: Birincisi varoluşları mümkün olan ve akılla idrak edilebilen sıfatların varlıklarına delalet edenler. İkincisi varlıklarda kendileri için bir var oluş bulunmayan izafi sıfatlara delalet ederler. 3) Fiillerin sıfatlarına delalet eden isimlerdir. Bunlar da iki kısımdır: Birincisi açık (sarih) olanlar; ikincisi kapalı (mazmun) olanlardır. 4) Ortak isimlerdir. Bunlar örneğin bir yandan fiilin sıfatına delalet ederler, diğer yandan tenzih sıfatına delalet ederler. (İbn Arabî, Marifet ve Hikmet)
İlahi İsimlerin Birinci Kısmı İlahi isimler marifet hakkında edinilecek ilk ilimdir. Dolayısıyla bu ilim kendisi için Kur'an ve hadislerde gelen isimlerden kendisine delalet ettiği şeyleri bilmektir. Bu ilim ayrıca o isimlerin “havas”ını (gizli ve özel etkilerini) de bilmektir. Fakat bu konuda söz söylemek Allah ehli olan ariflere yasaklanmıştır. Çünkü bunda birtakım sırların açığa vurulması gibi, bir takım perdelerin açılması gibi durumlar vardır ki, ilahi kıskançlık (el-gayret) bunların açıklanmasına direnir. Bununla birlikte Allah ehli olanlar bunları bilmelerine rağmen, Allah'a rağmen bunları kullanmazlar. Bunun kanıtı ise şudur: Kuşkusuz Allah'ın elçisi insanların içinde onları en iyi bilendir. Eğer o onlarla dua etseydi Allah onun duasını kabul ederdi. Çünkü onların Allah'ın ilminde onun üzerinde havas özelliği vardır. Hazreti Peygamber (sav) ümmetine onların kötü özelliğini, azabını, korkusunu kendi aralarına sokmamak için uyardı ve bunu uygulamalarını yasakladı. Ona karşılık bir bedel verseler bile bunu kabul etmedi. Peygamberler Allah'tan istedikleri şeylerde O’nun “Has ismi” dışındaki isimlerle dua ederlerdi. O’nun bilgisinde, o dua Allah için olursa Allah razı olur. Dua eden için ise bir hayır bir iyilik olur, duasında istediği şeyin aynısı olur. Eğer dua kabul olmazsa, dua eden ya onun derecesini alır ya da kötülükler içerisinde derecesi alçalır. Allah ismi, bütün ilahi isimleri toplayan ve bütün anlamları içeren isimdir. Yani bütün isimlerin hakikatlerini kendisinde toplamıştır. Örnekler ancak belirli bir isme özgü olarak verilebilir. Bu bakımdan Allah ismine örnek vermemiz yasaklanmıştır. Bu konuyu İmâm-ı Rabbânî Hazretleri “Ariflerin Halleri” adlı kitabında şöyle ifade etmektedir: “Allah ismi, vacibü-l vücud olan Zat’ın özel ismidir. Bu mübarek isim diğer ilahi isimlerden ayrıdır ve onların hükümlerine tabi değildir. Bu isimde ismin ifade ettiği şeyin bilinmesi yoktur. Sadece diğer her şeyden ayrı olduğunun bilinmesi vardır. Diğer isimler kendi müsemmalarına delalet ederler. Örneğin Rezzak, yani rızık verici ismi, bu ismin ifade ettiği manayı bildirir ve o müsemmalarda bilinir hale gelirler. Kafirler Allah’ın el-Mûdill (dalalete bırakan) ismi yoluyla, Müslümanlar da el-Hâdî (hidayete sevk eden) ismi vasıtası ile Allah’a ulaşırlar. Yakınlık ve ulaşma bilgiye göredir. Allah’ı bilmeye bağlıdır. Kafir ise bu bilgiden yoksundur. Dalalete düşenin dalalete düşürene bir yolu yoktur, hidayete ulaşanın ise hidayet edene bir yolu vardır. Hidayete erişen kişi hidayet vasıtasıyla hidayet ediciye ulaşır. Dalalette kalan ise dalalet vasıtası ile dalalete sevk edene ulaşamaz.” İsm-i azam diye isimlendirilen genel bir isim vardır. Bu isim özelliği gereği faildir. Yani onunla dua edildiğinde yapılan dua muhakkak tahakkuk eder. Buna mukabil Allah ismi ise, kendisi söyleyenin dürüstlüğüne bağlı olarak etkin olabilir. İsm-i azamın ne olduğu insanlardan saklanmıştır. Çünkü bu isim yanlış yerde ve insanların hevesi doğrultusunda kullanılması mümkündür. Ancak bazı Allah dostları bu isme vakıf olmuşlardır. İsm-i azamın ne olduğu konusunda İslam alimleri tarafından bazı açıklamalar yapılmıştır. Örneğin İbn Arabi Hazretleri bu ismin Ayetü’l – Kürsî ve Al-i İmran suresinin başında olduğunu ifade etmiştir. Kimisi Allah isminin ism-i azam olduğunu iddia etmiştir. Bazı İslam alimleri de herkesin kendisi için bir ism-i azamı olduğu, yani herkes için dua ettiğinde muhakkak tahakkuk edecek bir ilahi ismin mevcut olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kuşkusuz insan ilahi isimlerle ahlâklanabilme özelliğindedir. Bununla beraber iki şahıs, ilahi isimlerin feleğinin genişliği nedeniyle aynı menzilde birleşemez. Yani iki ayrı insanın, ahlâklanmada birbirinden farklı bir yönü daima vardır. İnsan ilahi surete göre yaratıldığı için, bütün ilahi isimlere sahiptir. Dolayısıyla insanda her ilahi isimden bir pay vardır. Bu nedenle insanda bulunan herhangi bir şeyin hükmü ilahi isimlere dayanır. Hz. Peygamberin (sav) İsm-i azamı bilmesine rağmen, yukarıda belirttiğimiz gibi onunla dua etmemiştir. Eğer o isimle dua etseydi, Allah ona istediği şeyin aynısından karşılık verirdi. Allah'ın eşya hakkındaki ilmi iptal olmaz. Bu nedenle Allah, Allah ehlini edepli kılmıştır. Bu isimler iki kısmı ayrılır. Birincisi mana sıfatlarının isimleri ile ilgili ilim. Örneğin “Hayy”, Diri ismi gibi. Bu, hayatla sıfatlanmış olan bir Zat gerektiren isimdir. Aynı şekilde ilimle sıfatlanmış olana da “Alim” (Bilgin) denilir. “Kâdir” ismi kudretle sıfatlanmış olana verilir. “Mürid” (isteyen) ismi irade ile sıfatlanmış olana verilir. “Semî’” (işiten), “Basîr” (gören), “Şekûr” (çok şükreden) isimleri de karşılıklı olarak işitme ile, görmeyle ve konuşma ile sıfatlanmış olan Zata verilir. Bütün bunlar bu sıfatlarla sıfatlanmış olan Zatla kaim olan manalardır. O isimler için onlarla sıfatlanmış olan Zat’ta hükümler vardır. Bu isimler İlim ve Kudret diye isimlendirilen bir sıfatla sıfatlanmıştır. Bir Zata delalet etseler de bunların da kendi içinde mertebeleri dereceleri vardır. Örneğin kendinde ilim olan bir kimseye derecesine göre Âlim, Alîm, Allâm, Habîr, Muhsî veya Muhît adı verilir. Bunların hepsi ilimle vasıflanan kimseye verilen isimlerdir. Ancak, âlim olmanın belirttiği anlam, alîm ve habîr olmanın belirttiği anlamdan çok farklıdır. Alîm isminden anlaşılmayan nice manalar bunlardan anlaşılır. Çünkü alîm mübalağa ifade eder. Dolayısıyla, âlimden anlaşılmayan manalar bundan anlaşılır. Şöyle ki: bilinecek şeylerden, malumattan herhangi bir şeyi bilen birine âlim adı verilir. Alîm ya da allâm adı verilmez. Bu son iki isim, o kimsenin ilmi pek çok bilgiye ve malumata taalluk ederse, ancak o zaman ona bu adlar verilir. Her ne kadar isimler tek bir sıfat gerektiriyorsa da, çok çeşitli yönler anlamlarla birliktedir. Çünkü alemde eş anlamlılık (teradüf) olduğunu iddia etmek doğru değildir. Çünkü eş anlamlılık bir tekrardır. Oysa varoluşu içinde, tek bir şekilde toptan bir tekrar yoktur. Çünkü ilahî feyz alabildiğine geniştir, boldur ve büyüktür.
İlahi İsimlerin Üçüncü Kısmı Bunlar fiillerin isimleridir. Bunların bir kısmı sarihtir (açıktır). Örneğin “el- Musavvir” gibi. Bir kısmı da mazmundur, kapalıdır. Örneğin şu ayette olduğu gibi: “onlar tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarına karşı tuzak kurdu” (Ali İmran, 3/54). Fiillerin isimleri olan bu isimlerin hepsi “irade” isimleridir.
İlahi İsimlerin Dördüncü Kısmı Bunlar ortaklık isimleridir. Örneğin “el- Mümin” ve “er-Rab” isimleri gibi. “Mümin” ismi tasdik eden demektir. Ayrıca, Mümin ismi, eman veren anlamına da gelir. “Rab” ismi ise, Malik olan anlamına gelir. Ayrıca terbiye eden, ıslah eden anlamına da gelir. Bu ilahi isimlerden herhangi biri senin elinde bulunacak olursa, o zaman o ismin bu mertebelerden hangi mertebede olduğuna bak ve o ismin mertebesine göre dua et. Onu o mertebeden kesinlikle dışarı çıkartma. O ismin delalet ettiği Zattan gafil olma. Çünkü bütün bu sıfatlar o Zat içindir. O sıfatlar çokluğun varlığında varlığın birliği olurlar. Öyleyse sen de böylece çokluğun birliği ya da çoğun biri olursun. (İbn Arabî, Marifet ve Hikmet)
Tecelliler İlmi Tecelli, Allah Teâlâ'nın Zatının çeşitli mertebelerde zuhur etmesi, tasavvuf ehlinin keşif yoluyla bu zuhuru idrak etmesi anlamında kullanılan bir tasavvufi terimdir. Sözlükteki anlamı “belirmek, ortaya çıkmak, görünmek” tir. Tasavvufi anlamı, “salih'in kalbinde doğan ledünni bilgiler ve nurlar” demektir. Cilve kelimesi de aynı kökten gelir ve tecelli ile eş anlamlıdır. Tecelli ilham, vâridât, levâih, telvîhât, vâkiât, sünuhât, bevârih, tavârık kelimeleriyle de ifade edilir. Feyiz, zuhur, sudûr, tenezzül, taayyün, fetih, tahkik, şûhûd ve keşf terimlerinin de tecelli ile yakın anlam ilişkisi bulunmaktadır. Tecelli kelimesi Kur'an'da ve hadislerde, hem sözlük ve hem de terim anlamında kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerim'de gündüzün ortaya çıkması (Leyl, 92/2) ve Hazreti Musa (as)'ın Rabbini görmek isteyince Rabbinin dağa zuhur etmesi (Araf, 7/143) olarak geçmektedir. Hadislerde ise Peygamberimiz (sav)’in bir güneş tutulması olayı sırasında namaz kıldığında güneşin yeniden belirmesi, ahirette müminlerin görmesi için Hakk’ın kendini aşikar olarak göstermesi tecelli ile ifade edilmiştir. İslam âlimi Sehl et-Tusterî (ö.283/896), tecellinin zât, sıfat ve hüküm şeklinde üç halinin bulunduğunu söyler. Hakk’ın Zâtının tecellisi mükâşefedir. Mükâşefe, dünyada kalbin keşf makamına ulaşması ve kalp gözünün açılmasıdır. Hz. Peygamber (sav) ihsanı tarif ederken, “Rabbine O’nu görüyormuş gibi ibadet et!” buyurması, Abdullah b. Ömer'in tavaf esnasında, “Allah'ı görür gibi olurduk” demesi bu tecelliye örnektir. Buna şühûd adı da verilir. Ancak Hakk’ın apaçık müşahedesi ancak ahirette mümkün olacaktır. Hakk'ın zatına ait sıfatların tecellisi nur mahallidir. Hakk kudret sıfatı ile bir kula tecelli ettiğinde, o kul Hakk’tan başkasından korkmaz. Allah'ın kelam sıfatı Kur'an'da tecelli etmiştir. İnsanlar Kur'an okumakla ilahi haberleri gözle görür duruma gelmesi sıfat tecellilerine örnektir. Sufiler Allah'ın varlıktaki en mükemmel tecellisinin insan olduğunu söylemişlerdir. Hakk’ın gayba ait tecellilerinin zuhuru ile eşyanın hakikati görülemez hale gelmiştir. Buna setr (perdelenme, örtü) denir. Avam için setr ceza, havas için rahmettir. Çünkü Allah mükâşefe sureti ile gösterdiği tecellileri setr etmeseydi, ilahi tecelliler zuhur ettiğinde havas ehli mahvolurdu. Bu nedenle Hakk bazen tecelli etmekte, bazen de gizlenmektedir. Bunun şu hadisle ilgisi vardır: “Bazen kalbimi bir örtü kaplar. Onun için günde 100 defa istiğfar ederim.” Sufiler bu hadisteki istiğfarı “Hakk’tan perde (gafr) niyaz etmek” anlamında yorumlamışlardır. “Allah'ın nur ve zulmetinin 70 perdesi vardır. Bunları açsa Zâtından yayılan nurlar, ulaştıkları her şeyi yakar, yok eder” hadisine göre, setr ile Hakk’ın tecellilerinin gizlenmesi insanlara bir rahmettir. Tecelli kavramı İbn Arabî (ks)'nin düşüncesinin temel dayanaklarından biridir. İbn Haldun, İbn Arabî ekolüne mensup diğer arifler için “tecelli ehli” tabirini kullanır. İbn Arabî yaratmayı tecelli fiili ile izah eder. Ona göre alem Hakk’ın tecelli ve zuhur mertebeleridir. İnsan bütün tecelli mertebelerini kendinde toplayan en son ve en mükemmel tecelligâhtır. İbn Arabî'nin tecelli anlayışı varlık tecellisi ve müşahede tecellisi diye iki kısımdan oluşur. Varlık tecellisi mümkün varlıkların ilahi ilimden başlayarak diğer vücut mertebelerinde ve dış dünyada var olmasını sağlayan Hakk’ın tecellisidir. Bu tecelli ez Zahir ismi ile gerçekleşir. El Batın ismi ile tecelli ise ne dünyada ne de ahirette söz konusudur. İbn Arabî'ye göre müşâhede tecellisi marifet ile birleşir; buna marifet tecellisi de denir. Allah'a dair marifet ancak bu yolla edinilebilir. Marifet tecellisi varlık tecellisi gibi “tek” olmakla birlikte, tecelliye mahal olan insanın istidat ve kabiliyetine göre farklılaşır. Marifet tecellisinin de zahiri ve batıni tarafı vardır. Zahiri olan, nefsin zahirinde ortaya çıkar ve bu tecelli ile eşya suretleri hakkında bilgi edinilir. Batını olan ise kalpte zuhur eder, kişiye sırlar ve hakikatler ilmini bahşeder. Zahiri tecellinin aksine batını tecelli kalbe yöneliktir ve tevili gerekmez ve hata ihtimali yoktur. Bu tecelliye mazhar olan kimse ubudiyet ahlakı ile vasıflanmış olmalıdır. Böylece tecelli kalplerin perdesini açan gayb nurlarıdır. Peygamberlere atfedilen hikmetler ise ilahi tecellinin çeşitli yansımalarıdır. Allah Teâlâ'nın isimlerinin hepsinin bir tecellisi vardır. Allah Teâlâ bu tecelliler ile alemdeki bütün miktarları, bütün ölçüleri, mekanları, zamanları, evrendeki bütün kanunları ve yasaları, cisim ve ruhlar alemi ile ilgili her şeyi, sözel ve rakamsal harfleri ve ayrıca hayal alemi ile ilgili her şeyi vücuda getirir. Yani cisimler aleminde ve ruhlar aleminde gördüğümüz bütün fiiller, Hakk’ın bir isminin tecelli etmesi ile oluşur. Buna göre alemdeki bütün hakikatler sayısınca Allah'ın da ismi vardır. Çünkü her bir hakikat bir isimle irtibatlıdır. Alemdeki doğuşlar, çoğalmalar, infialler, değişiklikler, istihaleler, neseblerin meydana gelmesi Allah Teâlâ'nın izafet isimlerinin, örneğin El Hâlik (yaratan) ve benzeri isimlerinin tecellileri ile olur. Ancak bunlar zatların varlıkları üzerinde bir perdedir. O varlıklar zatlarındaki varlıklarda, kendi varlıklarını yaratan varlığın bu perdelerde olan tecellisini idrak edemezler. İşte bu nedenle alemdeki fiilleri ve değişmeleri sebeplerden dolayı olmaktadır denir. Bu perdelerden dolayı gerçek tecelli eden ve gerçek yaratan belli olmamaktadır. Eğer bu perdeler olmasaydı o zaman hakikat keşf olunurdu. Yani o zaman hakikatin ne olduğu apaçık bilinirdi. Ancak durum Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibidir: “Benim huzurumda söz değiştirilmez” (Kaf, 50/29). Bu nedenle Hakk’ın nezdinde bilinen bir şeyin aksine bir şeyin ortaya çıkması muhaldir, yani mümkün değildir. Bu husus akıl ilimleri ile sırlar ilmi arasındaki farkı gösterir. Akli ve nazari ilimler bu perdeleri göremediklerinden inkar ederler ve gerçek failin sebepler olduğunu ileri sürerler. Sırlar ilmi ise keşf yoluyla bu perdelerin arkasını görerek tabiattaki olayların sebeplerinin aslında Hakk’ın birer tecellileri olduklarını görür. O zaman aslında bu sebeplerin birer vesile olduğunu ifade eder. Bu noktada insanlar, iman etmek ve etmemek hususunda ikilemde kalmaktadır. İman etmeyenler sebepleri gerçek fail kabul ederken şirke düşmüş olurlar. İman edenler ise sebeplerin birer vesile olduklarını, gerçek failin ise Hakk Teâlâ olduğuna inanırlar. İşte insanın imtihanda olduğu en önemli hususlardan biri budur. (Tecellilerin Hakikati) İlahi tecelliler süreklidir ve üzerinde hiçbir perde yoktur. Fakat tecelli edenin O olduğu bilinmez. Şöyle ki Allah Teâlâ âlemi yarattığında, kendi kelamını daha âlem adem (yokluk) halindeyken aleme duyurdu. Onun kelamı “kün” (ol) sözüdür. O sırada alem Hakk Teâlâ için gözle görülen bir şeydi. Hakk Teâlâ ise âlem için gözle görülen bir varlık değildi. Çünkü mümkün varlıkların gözlerinde yokluk perdesi vardı ve başka bir şey yoktu. Bu nedenle o mümkün varlıklar var olan bir varlığı idrak edemezlerdi. Çünkü onlar henüz madum varlıklardı. Henüz mevcut varlıklar değildi. Tıpkı Nur'un ışığının karanlığı dağıttığı gibi. Çünkü nur var olunca artık karanlık diye bir şey kalmaz. Adem ile vücut yani yokluk ile var oluş da tıpkı böyledir. Allah mümkün varlıklara, imkanları ve kabul istidatları nispetinde var olmalarını (Tekvin) emredince o varlıklar onu görmek için süratle koştular. Çünkü o anda onların kuvvetinde görme özelliği vardı. Ayrıca onların kuvvetinde işitme özelliği de vardı. Ancak bu nitelikler subût yönündendi yani onlarda bil kuvve olarak vardı, varoluş yönünden değildi, yani bilfiil değildi. Dolayısıyla mümkün varlık varoluş haline geçince nurla boyandı. Böylece adem (yokluk) yok oldu. Mümkün varlık iki gözünü birden açtı ve sırf hayır yani katıksız iyilik, saf güzellik gördü. Fakat ne olduğunu bilemedi, anlayamadı, kendisine var olma emrini verenin O olduğunu da bilemedi. Bu sırada tecelli ona gördüğü şeyin ne olduğunu ifade etti. Fakat o kendisine varoluş durumunu verenin O olduğunu bilemedi. Nefsin Allah'a doğru yönelen özel bir yüzü vardır ki, akıl o konuda bir ilme sahip değildir. Çünkü bu her yaratıkla Allah arasında olan Allah'ın bir sırrıdır. Bu sırrın nispeti tarif edilemez. Bu sır cümlelerle, kelimelerle anlatılamaz. Onun varlığını inkara hiçbir yaratığın (mahluk) gücü yetmez. Bu nedenle bu sır meçhul olan bir malumdur. İşte bu Allah'ın eşyadaki tecellisidir. Bu tecelli ile Allah onların varlıklarını bâki kılar. Peygamberimizin bir hadisinde şöyle buyrulmaktadır: “Allah bir şeye tecelli ettiği zaman onu alçalma, eğilme (Hûşû) durumuna getirir.” Oysaki Allah devamlı olmak üzere her an tecelli eder. çünkü zahirde ve batında, gayb aleminde ve şehadet aleminde, duyular aleminde ve düşünceler aleminde her an olan değişiklikler apaçık müşahede edilmektedir. Allah'ın işi tecellidir. Var olan yaratıkların işi ise, bir halden diğer bir hale intikal ederek durmadan değişmeleridir. “Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti” (Araf, 7/43). Bu durumda Allah, o dağı dik durma durumundan eğilme, alçalma ve paramparça olma durumuna getirmiştir. Yani tecellinin etkisi altında bir hûşû, yani bir eğilme, bir alçalma durumudur. Bu tecelliler hem var eder hem yok eder. Bu tecelliler ile yaratılmışlar bir halden diğer bir hale intikal ederler. (İbn Arabî, Marifet ve Hikmet)
Allah’ın Kullarına Şeriatın Diliyle Hitap Etmesi Şeriat, umumi manasına nazaran seçilmiş bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş ilahi kanunlar demektir. Ahkâm-ı şer'iye denilince, bundan ilahi kanunların hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur'an'a, Hadise, İcmaa açık olarak dayandırılan hükümler kastedilmiş olur. Şeriat kavramının içinde, imani hükümlerin yanında ahlâka, ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi vardır. Genel anlamda, her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat denilir. Şeriat kelimesiyle, açıkça Kur'an'a, Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur. Şeriat Kur'an ve sünnette ifade edilen hükümlerdir. Bu hükümler arasında ibadet, ahlak gibi bireysel hususlar olmakla birlikte, evrenin çalışmasında esas olan Allah'ın hükümleri ve koyduğu kanunlar da vardır. Bugün tabiat kanunları olarak ifade edilen ve pozitif bilimlerde ele alınan olgular da, Allah'ın koyduğu yasalar yani şeriattır. Çekim kanunları, elektriksel güçler, atomik güçler hepsi Allah'ın belirlediği kurallara tabidirler. Taneciklerin ve dalgaların hareketleri hep belirli bir yasayla olur. Bu yasalar hiçbir zaman değişmez. Bu yasalar Allah Teâlâ tarafından vazedilmiş ve her an için O’nun kontrolü altındadır. Bu hareketlerde en ufak bir sapma görülmez. “O, yedi göğü birbiri üzerine yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür bak, göz aradığı bozukluğu bulmaktan aciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3,4) Bu ayetlere göre evrendeki olaylar Allah'ın takdir ve iradesi altında gerçekleşmektedir. Onlar da en ufak bir çatlak ve uyumsuzluk yoktur. Bunun böyle olduğunu pozitif bilimler de itiraf etmektedir. Eğer evrendeki hareketlerde, örneğin dünyanın dönmesinde 0,1 saniyelik bir gecikme olsa, bu kurulu kozmolojik düzenin çökmesine ve dağılmasına neden olacaktır. Bu sistemi ayakta tutan ve çalıştıran Hakk’ın gücüdür. Şeriat Allah'ın koyduğu, inanılmasını ve yaşanmasını emrettiği i'tikadî, içtimaî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî kanunların bütünüdür. Yâni şeriat İslâm'dır. Kur'ân'dan ve hadislerden çıkan hayat nizamıdır. Ezelden gelmiş, ebede gidecektir. Şeriat Allah Resulü'nün insanlığa getirdiği rahmet, adalet, merhamet, şefkat, huzur ve saadettir. Dünyayı ve insanı yaratan Allah Teâlâ, her zamanın ihtiyacına cevap verecek genişlik ve zenginlikte değişmez İlahî kanunlar koymuştur. Şeriat Müslümanlar için kurtuluş reçetesidir. Onu ilk tatbik eden Allah Resulü, insanlık tarihine misli olmayan bir asr-ı saadet yaşatmıştır. Râşit halifelerin o güzel idareleri, Hz. Ömer'in (ra) o parlak adalet örnekleri şeriatın eseridir. Emevîler ve Abbasîler şeriatın kanunlarına riayet ettikleri nisbette ayakta durabilmişlerdir. Selçuklular ve Osmanlılar İslam şeriatına uydukları kadar hâkimiyyet sürebilmişlerdir. (Şeriat Nedir?) İnsanlar ve cinler dışında, Allah'tan başka her şey Allah'ı tanıma (marifetullah) durumdadır. Ayrıca Allah'tan gelen bir vahye mazhardır. Bu nedenle kendisine tecelli eden varlığı tanır ve bilir. Çünkü bu fıtrat (yaratılış) üzere yaratılmışlardır. Bu nedenle hepsi “saîd”dir, yani mutludur. Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Görmedin mi göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah'a secde etmektedirler” (Hac, 22/18). Bunların ne olduğunu, insanlara neyi indirdiğini insanlara açıklamak için Allah Teâlâ, “Güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar ve insanların birçoğu Allah'a secde etmektedir” (Hac, 22/18) diyerek ayrıntılı olarak açıklamaktadır. İnsanlarla ilgili olarak ta, “insanların birçoğu” ifadesini de şu ayette açıklamaktadır: “…ancak iman edenler ve iyi işler, salih ameller işleyenler müstesna; az değildir bunlar” (Sad, 38/24). Ayetin sonunda, “…bir çoğunun üzerine azap hak olmuştur” (Hac, 22/18) buyurulmaktadır. Şeriatların dilleri tecellilerin delilleridir. Teceliler de ilahi isimlerin delilleridir. Böylece marifet kapılarının bazıları bazılarına irtibatlanır bağlanır. Dolayısıyla şeriatın getirdiği her lafız, her söz şeriatın getirdiği tarz üzere nasılsa öyle kalır. Ancak bizim aramızda âlim olan kimse, şeriatın hangi dille konuştuğunu, kime nasıl hitap ettiğini, ne ile hitap ettiğini, fiillerin, işlerin kime razı olduğunu, sözlerin kime nispet edildiğini, haller içinde birinden diğerine geçenin kim olduğunu, Ayrıca “Ey insanlar ve cinler! Yakında sizin de hesabınızı ele alacağız. Öyleyse şimdi Rabbimizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman, 55/31,32) diyenin kim olduğunu bilir. Öyleyse Biz de, “Ey Rabbimiz! Senin nimetlerinden hiçbirini yalanlamıyoruz” demeliyiz. Kuşkusuz Rabbimiz bizden duymak istediği budur. Biz de bunu söyledik Allah'a hamdolsun. Allah insana tabiatla Nur arasında bulunan nefsi natıkası (insan ruhu) yönünden vermiş olduğu fikirle Allah'ı tanısın diye insanı, Allah'ın bir seçmesi olarak vekil kılmıştır. Ayrıca öteki varlıklara verdiği gibi ona da akıl vermiştir. Akla da bilgileri kabul etmesi sıfatını vermiştir. Ayrıca Zatına dair ilimleri istinbat (naslardan hüküm çıkarma) etmesi ve ilahi kuvvetlerin akılda zuhur etmesi için aklı düşünme duygusuna aşık etmiştir. Çünkü insanoğlu riyaseti (başkanlığı) sever ve kendi cinsinden insanoğulları üzerinde bir hakimiyet kurmak ister. Çünkü onlar da bu konuya ortaklaşa katılırlar. İnsanların Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizdeki mucizeleri tasdik edebilmesi için Allah'ın Nur isminden ilahi bir tecellinin kalbe gelmesi gerekir. İnsan ancak iç dünyası (batın) bu nurla boyandığın zaman onu tasdik eder. Bu ise iman nurudur. Aksi takdirde kalbe kazınmış Nur yönünden değildir. Delalet yönünden onun sadık (doğru) olduğunu bilmiş olmasına rağmen, başkası nezdinde bu Nurdan hiçbir şey hasıl olmaz ve bile bile O’nu inkar ederler. Allah Teâlâ bu durumu şöyle haber vermektedir: “Kendileri de bunların doğruluğuna tam olarak kanaat getirdikleri halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkar ettiler.” (Neml, 27/14) Haklarında şu ayette: “Tutkusunu (heva) Tanrı edilen kimseyi gördün mü? Allah o kimseyi ilme rağmen saptırdı. Onun kulağı ve kalbi üzerine bir mühür bastı. Göğsünün üstüne de bir perde çekti.” (Casiye, 45/23) hükümlerinin buyurulduğu kimseler bu mertebede onlardan da aşağı bir yerdedirler. Buradaki ilim nuru Elçi ile ilgili ilmin (şeriat ilminin) nurudur, iman nuru değildir. Varoluş içinde noksanlığın bulunması varoluşun mükemmelliğindendir. Eğer böyle olmasaydı orada noksanlık olmadığından dolayı varoluşun mükemmelliği gerçekten noksan olurdu. Allah dışındaki şeylerin mükemmelliği hususunda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her şey yaratılışını (n hakkını) veren, sonra da doğru yola ileten Rabbimizdir” (Taha, 20/50). Allah bu açıdan hiçbir şeyi kesinlikle eksik bırakmamıştır. Hatta noksanlığa bile yaratılışının hakkını vermiştir. İşte alemin mükemmelliği budur. Allah dışında Allah'tan başka her şey âlem kapsamına girer. Allah'tan başka hiçbir şey yoktur, ancak Allah vardır, sonra insan gelir. Allah için O’na lâyık bir mükemmellik söz konusudur. İnsan için ise ancak insanın kabul edebileceği bir mükemmellik söz konusudur. İnsanlar arasından kim bu mükemmellikten noksan kalırsa, işte âlemdeki noksanlık onların noksanlığıdır. Çünkü insan da âlemin kapsamına girmektedir. Doğal olarak her insan mükemmelliği kabul edemez. Mükemmelliği kabul edemeyenlerin dışında kalan insan kendi derecesine göre kâmildir, mükemmeldir, onda hiçbir şey noksan değildir. Bu Kur'an da nas ile sabittir. Peygamberimiz de insan hakkında şöyle buyurmuştur: “Erkekler arasında mükemmel olan çoktur. Kadınlar arasında da Meryem ve Asiye vardır. Ayşe'nin öteki kadınlara olan üstünlüğü ise tiridin öteki yemekleri olan üstünlüğü gibidir.” Buna göre alemde noksanlık ancak bu insanda tezahür eder. Çünkü insan âlemin bütün hakikatlerinin toplamıdır. İnsan hakikatlerin özlü bir özetidir. Âlem ise yayılmış geniş ayrıntılardır. Uluhiyetin mükemmelliğine gelince bu şeriatlarda tezahür etmiştir. Ancak akli delillerle bunu anlamak mümkün olmaz. Çünkü aklın kemâl ya da mükemmel olarak gördüğü şeyin aynısı Allah katında bir noksanlık olabilir. Allah Teâlâ akılların, duyguların ve hayalin idrak edemeyeceği kadar yücedir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Tanrı mükemmellik konusunda münferittir (tektir). Bunu O’ndan başka kimse bilemez. Bunu O’nun dışında kimse müşahede edemez. Hiç kimse O’nu ilmen ihata edemez. Hiç kimse O’nu aynen göremez. Ancak eserler müşahede edilir. Cenabı Allah maksud olur, O’nun Yüce rütbesi için hamd edilir. Hem münezzeh hem müşebbeh bir İlah olarak O’na ibadet edilir. İşte ilahi kemâl budur. Böylece insan hayretin, şaşkınlığın ve haddin, sınırlı olmanın kemâli, mükemmelliği arasında orta halli bir varlık olarak kalır. İnsan âlemin kemâlidir. Âlem ancak insan ile mükemmel olur. İnsan âlemde mükemmel olmaz. insan olmasından dolayı âlemin bütün hakikatleri insanda inhisar ettiği için insan âlemden özellikle hacminin yani bünyesinin küçüklüğü ile temeyyüz eder. Böylece insanın mükemmellik rütbesi insana kalır. Dolayısıyla, mevcut varlıkların tümü kendi mükemmelliklerini kabul etmişlerdir. Hakk Teâlâ her yönden kâmildir, mükemmeldir. İnsan ise iki kısma ayrılır. Bir kısım mükemmelliği, kemâli kabul etmez. Oysa ki o da âlem cümlesindendir. Şu var ki o yine de alemin mecmudur toplamıdır. O büyük âlemden muhtasar olmuş küçültülmüş bir toplamdır. Bir diğer kısım mükemmelliği kabul eder. O insanın istidadına göre, İlahi Hazret mükemmelliği ve bütün isimleri ile o insanda zuhur eder. İşte bu kısım insanları Allah kendini halife yaptı ve onlara Hayret hullesini giydirdi. Bunun üzerine melekler onun vücudunun neşetine baktılar ve işte o zaman insan hakkında söylediklerini söylediler. Çünkü Allah'ın onun vücuduna koyduğu hakikatler birbirleriyle çelişmekteydi. Daha sonra Hakk Teâlâ onu nasıl ve ne için yarattığını ve ona ne gibi özellikler verdiğini meleklere bildirince, melekler hayret içinde kaldılar ve işte o zaman “Ey Rabbimiz! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! Kemal sıfatlarla tavsif ederiz! Senin bize öğrettiğinden başka bizim için bir ilim yoktur” (Bakara, 2/32) dediler. Allah Teâlâ insana, meleklerin Allah'ı tesbih ve takdis edemeyecekleri ilahi isimlerin ilmini vermiştir. Bu nedenle Allah Adem'in neşetine ve onun torunlarından ona benzeyenlere bu alemde halifelik ehliyeti vermiştir. Onlardan başkasına bu özellik verilmemiştir. Dolayısıyla insanın kemâli bu özel tecelliye olan istidadıyla olmaktadır. Veliler peygamberlere özellikle halifelikte iltihak ederler. Onlara nebilik ve resullükle iltihak etmezler. Çünkü nebilik ve resullük, yani peygamberlik kapısı artık kapanmıştır. Ayrıca Resul için hükmetme söz konusudur. Eğer yerine birini halef etmek isterse, onun için de hükmetme söz konusu olur. Eğer bu halef bir peygamber ise o zaman onun hükmetme şekli halife olduğu peygamberin şeriatıyla olur. Eğer bu halef bir peygamber değilse, o zaman onun hükmetme şekli Allah'ın emriyle, çağının hükmüne göre olur ki, onun çağının şeriatı da odur. Çünkü ancak hükmetmeyle adalete ve zulme nispet olunur. (İbn Arabî, Fütûhâtı Mekkiyye)
Makalenin 2. Bölümünü okumak için tıklayınız Yorum ve Eleştirileriniz için: oryanmh@gmail.com
|
Marifet Makamının İlimleri (1. Bölüm) |
Yayınlama Tarihi: 08.12.2024 |