İslam dini ilahi bir din olup insanların hayatını düzenleyen kurallar bütünüdür. Şeriat kelimesinin bağlantılı olduğu diye bir diğer kavram dindir. Din Allah'ın asırlar boyu gönderdiği peygamberlerin ortak davetinin adıdır. “Allah katında din ancak İslam'dır.” (Ali İmran, 3/19) Hz. Peygamber (sav), dinin tüm peygamberlerin ortak mesajı olduğunu bir hadisinde şöyle ifade etmiştir: “Peygamberler babaları bir, anneleri ayrı kardeşlerdir, dinleri de birdir.” (Buhari, Enbiyâ, 48) İslam alimi Begavî (ö. 516/1122) bu hadisi aşağıdaki şekilde şerh etmiştir: “Bununla o, peygamberlerin dinlerinin özünde bir, fakat şeriatlarının farklı olduğunu ifade etmek istemiştir.” Din sadece Müslümanları değil aynı zamanda bütün insanları kapsayan ortak bir olgudur. Dinin ceza verme, hesap günü, Allah'a itaat ve teslimiyet gibi birçok anlamı vardır. Kur’an’da Yusuf kıssasında dinin şeriatla ilgisini açık olarak görmek mümkündür: “Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yusuf'a böyle bir tedbiri öğrettik. Yoksa Allah dileyip bunu öğretmeseydi, kralın kanununa (Melikin dinine) göre kardeşini alıkoyamazdı. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” (Yusuf, 12/76) Bu itibarla din Kur'an'da bahsedilen genel ilkeler ve kurallardır. Şeriat ise bu ilkelerin ve kuralların uygulanabilmesi için yapılan detaylı ifadelerdir. Örneğin zekat dindir, nisabı ve hangi ürünlerden verileceği ise şeriatla belirlenir. Zekatın verileceği yerler din, fakir ve borçlu olmanın ölçüsü ise şeriatla belirlenmiştir. O halde din sabittir, değişmez ve evrenseldir. Şeriat ise dinamiktir. Şeriatsız din olmadığı gibi, dinsiz de bir şeriat mümkün değildir. Şeriat esneklik ve hikmet boyutu ile toplumsal koşulları dikkate alan bir sistemdir. Abbad b. Şurahbil (ra), Medine'de başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır: “Bir kıtlık yılında, açlıkla karşı karşıya kaldım. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ufalayıp yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı ve dövdü. Torbamı elimden aldı ve Resulallah'a götürüp şikayet etti. Allah Resulü bahçe sahibine, “O, cahil idi öğretmedin, karnı aç idi doyurmadın!” buyurdu. Sonra bahçe sahibine, torbamı geri vermesini söyledi. Hazreti Peygamber bana bir veya yarım vesk kadar yiyecek verdi.” (Rudanî, Büyük Hadis Külliyatı) Yahya bin Abdurrahman bin Hatib’ten (ra) rivayet olunduğuna göre, Hatib’in köleleri, Müzeyne kabilesinden bir adama ait olan bir deveyi çalıp kesmişlerdi. Suçlarını itiraf ettiler. Hazreti Ömer (ra), kölelerin sahibini çağırtıp ona olayı anlattı ve sonra da kölelerin ellerinin kesilmesi için emir verdi. Ancak bu karardan vazgeçerek kölelerin sahibini tekrar çağırtıp kendisine kölelerin ellerini kestirecektim. Ancak senin köleleri aç bıraktığını ve bu nedenle bu günahı işlediklerini düşündüm. Allah'a yemin ederim ki onları aç bırakmandan dolayı sana bir ceza vereceğim. Halife Ömer, Müzeyne kabilesinden olan adama devenin fiyatını sordu. O, “Bana 400 dirhem verilseydi reddederdim.” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer kölelerin efendisine, “O halde, 800 dirhem ver.” dedi (Es-Sanânî, El-Musannef). Hazreti Ömer'in bu davranışının şeriatın hükmünün kaldırılması anlamına gelmeyeceği, bilakis Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun bir davranış olduğu ifade edilmiştir. Ancak buradan, “şeriatta hikmeti esas alıp ilkeler terk edilmeli” gibi bir anlayış çıkartılmamalıdır. Hz. Ömer burada bir şeriat hükmünü terk ederken, başka bir şeriat hükmünü kullanmıştır. Şeriat hükümleri bir bütün olarak ele alınmalıdır.
Hadislerde Şeriat Kavramının Kullanılması Hadislerde şeriat kavramı kanun ve yol, kanun önünde eşitlik, İslam’ın hükümleri, ibadetler, toplumsal huzurun sağlanması ve akide anlamında kullanılmıştır. Bazı hadis metinlerinde şeriat kavramının kanun ve yol anlamında kullanıldığı görülmektedir. Bu anlam kavramın Kur'an'daki kullanımlarına uygun düşmektedir. Bu manayı açık olarak Müslim’in (ö, 261/875) Sahîh’indeki aşağıdaki rivayette görmekteyiz: “Her kim namaz için yapılan daveti/ezanı işitirse namazını kılmayı ihmal etmesin. Çünkü Allah, Peygamberimiz için hidayet yollarını şeriat ve kanun yaptı. Hiç şüphesiz namazlar doğruluk ve hidayet yollarıdır. Şayet sizler, şu arkaya kalıp evinde namaz kılan kimseler gibi evlerinizde namaz kılsaydınız, Peygamberinizin sünnetini terk etmiş olurdunuz. Peygamberinizin sünnetini terk ettiğiniz takdirde de muhakkak dalalete düşerdiniz. Herhangi bir kimse kendini tertemiz yapıp güzelce abdest alıp sonra şu mescitlerden bir mescide giderse, Allah onun attığı her bir adıma mukabil muhakkak onun için bir hasene yazacak, onu bir derece yükseltecek ve ondan bir seyyiesini de silecektir. Hamdolsun ki biz ancak kalbinde nifak olanların namazdan geri durduklarını biliyorduk. Bu nedenle öyle zaman olurdu ki, bir kimse hastalandığından dolayı kollarına girilerek namaza getirilir ve kıyamda durdurulurdu.” (Müslim, Mesâcid, 44) Şeriat kavramı dini hükümler anlamında da kullanılmıştır. Hadislerde bu kavram çoğul formunda olup şerait'ül-islam şeklinde İslam kelimesine izafe edilmiştir. Bu konudaki rivayetlerin tamamının ravisi, sahabi Talha bin Ubeydullah'tır (ra) (ö. 36/656). Bu ifade, hadisin ana metninde olmayıp sahabenin idracıdır, yani metne ilavesidir. Rivayet şu şekildedir: “Saçı toz toprağa karışmış bir bedevi geldi ve “Ey Allah'ın Resulü! Allah'ın üzerime farz kıldığı namazdan haber ver” dedi. Hazreti Peygamber, “Gece ve gündüzde beş vakit namaz” demişti ki adam tekrar sordu: “Bu beşin dışında bir borcum var mı?” Hazreti Peygamber, “Hayır! Ancak dilersen nafile kılarsın” diye cevapladı. Hazreti Peygamber “Ramazan orucu da var” deyince adam, “Bunun dışında oruç var mı?” diye sordu. Hazreti Peygamber, “Hayır! Ancak dilersen nafile tutarsın” dedi. Hazreti Peygamber ona zekatı hatırlattı. Adam, “Zekat dışında borcum var mı? Dedi. Hazreti Peygamber, “Hayır, ama nafile verirsen o başka!” dedi. Adam geri döndü ve giderayak, “Bunlara ilave yapmayacağım gibi noksan da tutmayacağım” dedi. Hazreti Peygamber de “Sözünde durursa cennetliktir” buyurdu.” Şeriat, bu hadiste kanun, kural veya hükümler demektir. Kanun, İslami ilimlerdeki karşılığı ile ahkâm, hakların sahiplerine ulaşması ve düzeni, ayrıca da insan ve toplumun hem dünya ve hem de ahiret hayatında mutluluk yoluna girmesini hedefler. Tarih boyunca bütün toplumlar bir şeriata sahip olmuşlardır. Zira şeriatsız bir toplumda zulüm, düzensizlik ve kargaşanın egemen olduğu bir gerçektir. Bu rivayette dikkat çeken diğer bir husus, İslam'ın “şerâi’” olarak ifade edilen hususların, dinin sabitlerinden olan namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetlerin olmasıdır. Yukarıdaki rivayette kelime-i şehadetin yer almamasını daha çok fiili şeriatın sorulduğu şeklinde yorumlamak mümkündür. Bu husus Mubârekfûrî (ra) (ö.1865/1935)’e sorulduğunda, “Hazreti Peygamber soranın “şehadeti” bildiğini düşünerek zikretmemiş, ya da Talha bin Ubeydullah uzak olduğundan hadisin ilk cümlesini duymamış veya ravi ihtisarı (özetlemeyi) tercih etmiştir” şeklinde cevap vermiştir. Şeriat kavramının ibadet manasında da kullanıldığı görülmektedir. Bir Bedevi, “Ey Allah'ın Resulü! İslamiyet’te yapılan ibadetler çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağın bir şey söyle” dedi. Hazreti Peygamber ona, “Dilin hep Allah'ı zikretsin” buyurdu. Başka bir rivayete göre ise, “İki Bedevi Hazreti Peygambere gelerek, onlardan biri “İnsanların en hayırlısını” sormuş, Allah Resulü de “Ömrü uzun, ameli güzel olandır” şeklinde cevap vermiştir. Diğeri de İslam'da amel ve davranışların arttığını bu itibarla bunların tamamını kapsayan bir ameli söylemesini talep etmiş. Hazreti Peygamber de “Dilin hep Allah'ı zikretsin” şeklinde karşılık vermiştir. Hazreti Peygamberin verdiği bu cevaptan, İslam'ın bir yaşam felsefesi olduğunu ve bunun da Allah ile irtibatın kesilmeksizin devam etmesi gerektiğini anlıyoruz. Çünkü zikrullah hayatta Allah'ı hatırlatan bir ibadettir. Toplumsal huzuru sağlama anlamında, sosyal hayatın temel kuralı toplumun iç ve dış tehditlere karşı kendini korumak zorunda olmasıdır. Bu anlamda toplumun Medeni ve Bedevi olması arasında bir fark yoktur. Nitekim ilkel toplumlarda bile asayişin sağlanması için bazı kanun ve ilkelere ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir. İslam, Müslümanların hem kendi içlerinde hem de dünyada barış içinde yaşamaları için, hem dünyevi hem de uhrevi bazı müeyyideler ortaya koymuştur. Saîd bin Cübeyr (ra) (ö. 94/713) İbn Abbâs’a (ra) (ö. 68/987) Furkan suresinde yer alan şu ayeti sormuştur: “Yine onlar ki Allah ile beraber (tuttukları) başka bir Tanrıya yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa ağır bir ceza ile karşılaşır.” (Furkan, 25/68). İbn Abbas bu ayetin Mekke müşrikleri hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü o dönemde biz Allah'ın yasakladığı cana kıyar, Allah ile birlikte başka ilahlar çağırır ve fahşada bulunurduk. Daha sonra, “ancak tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.” mealindeki ayet indi (Furkan, 25/70). Fakat Nisa suresindeki “Ve kim, bir mümini taammüden (kastederek) öldürürse, o takdirde onun cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş ve ona lanet etmiştir. Ve (Allah) onun için büyük azap hazırlamıştır.” (Nisa, 4/93) ayeti nazil olunca İbn Abbas dedi ki, “Her kim İslam şeriatını öğrendikten sonra kasten bir mümini öldürürse cezası Cehennem olup bu kişi içinde tövbe yoktur.” (Ebû Dâvûd, el-Fîten ve’l-Melâhim, 6) Nesâî (ra) (ö. 303/915), “Sunen” adlı hadis kitabında şeriat kavramını bir konuya başlık olarak kullanmıştır. Nesâî’nin seçtiği, “Kitâbu’l-Îmân ve Şerâi’ih” başlığı altında topladığı hadis sayısı 54'tür. Bu hadislerin ilgili olduğu konular: “amellerin en hayırlısının ne olduğu”, “imanın tadına nasıl varılacağı”, “İslam ve imanın mahiyeti, iman ile İslam söylemenin gerçekliği”, “Mümin ve Müslümanın sıfatları, İslam'da en hayırlı davranışların neler olduğu”, “dinin esasları”, “İslam'da biat”, “cihadın gayesi”, “imanın şubeleri”, “imanın dereceleri”, “artma ve azalma meselesi”, iman ve nifakın alametleri”, “Ramazan ayı ve Kadir gecesinin ihyası”, “zekat”, “cihad”, “humus'un dağıtımı”, “cenaze namazına iştirak”, “hayâ”, “İslam dininin kolaylığı”, “fitneden kaçmanın gerekliliği”, “münafığın örneği” ve “müminin alameti”. Bu hadislerden hareketle şeriat kavramının, bir üst şemsiye olarak İslam inancından hayatın tüm alanlarınla ilgili konuları içerdiğini, dinin temel esaslarının neredeyse tamamını kapsadığını söyleyebiliriz.
Peygamberimizin Vahiy ve Hikmet Bilgisi Hz. Peygamber (sav)’e Allah Teâlâ tarafından birçok bilgiler verilmiştir. Bunların bir kısmı vahiyle gelen Kur’an ayetleridir. Diğer bir kısmı da onun kalbine aktarılan hikmet bilgileridir. Hz. Peygamberin vahiy kaynaklı bazı bilgilere sahip olduğu Kur'an'da şu ayetlerle ifade edilmektedir: “Hurma ağaçlarından her neyi kesmişseniz veya kökleri üzerinde her neyi bırakmışsanız Allah'ın izniyledir ve (bunlara izin vermesi) fasıkları rezil etmek içindir” (Haşr, 59/5). Bu ayette ağaçların kesilmesinin Allah'ın iznine bağlanması bilginin kaynağının Allah Teâlâ olduğunu göstermektedir. Ayette, Nebi'nin söz konusu tasarrufu Allah'a nispet edilmektedir. üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Hadisenin, ayetin nüzulünden önce olduğu üzerinde ittifak mevcuttur. “Hani Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. Derken o (eşi) bunu (başkalarına açıp) haber vermiş, Allah da bunu (sırrın ifşa edildiğini) peygamberine açıklayınca (Peygamber ona) bunun bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu kendisine haber verince (eşi) “Bunu sana kim haber verdi?” dedi. O da “Bana bilen, (her şeyden) haberdar olan haber verdi” dedi.” (Tahrim, 66/3) Allah Teâl, bu ayette Hz. Muhammed'in sırrının ifşa edildiğini ona haber vermektedir. Şurası bir gerçek ki Kur'an'ın hiçbir yerinde bu bilgi yer almamaktadır. Bu husus Hazreti Peygamberin vahiy dışında da bilgi sahibi olduğuna delalet etmektedir. “Bunu sana kim haber verdi? dedi. O da “Bana bilen, (her şeyden) haberdar olan haber verdi” dedi. Sorunun cevabı da mazi (geçmiş) fiil kalıbında gelmesi Hazreti Peygamberin Kur'an dışı bir bilgiye sahip olduğunun güçlü bir delilidir. Hz. Peygamber ile eşleri arasında vaktiyle geçmiş bir vakaya işarette bulunan söz konusu ayetten şu sonucu çıkarabiliriz: Bu olgu Kur'an'da mevcut olmayan bir ilahi ihbardır. Dolayısıyla bu husus, Hazreti Peygamber’e Kur'an dışında da Allah'tan bilgi gönderilmiş olduğu gerçeğini kanıtlar. “Şüphesiz, onu toplamak ve onu (sana) okutmak Bize ait (bir iş)tir” (Kıyamet, 75/17). Allah Teâlâ bu ayete göre, Kur'an'ın hem toplanmasını hem de tertibini yapmaktadır. Kur'an'a baktığımızda bu işleme dair bir bilgi bulamamaktayız. Buradan hareketle Hazreti Peygamberin Kur’an’ı toplama yönünde yapmış olduğu bu tasarrufun, ilahi bir boyut taşıdığı anlaşılmaktadır. Ancak bu tasarruf salt bir içtihat da değildir. Zemahşerî (ra) (ö. 538/1144) bu ayetin tefsirinde şunları yazmaktadır: “Hazreti Peygamber, ayetlerin hem lafzını hem de manasını ezberlemek için acele ediyordu. Allah da bu duruma müdahale ederek acele etmemesini istemiştir.” “İnsanlardan bir kısım sefihler, “Onları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren sebep nedir?” diyeceklerdir. De ki: “Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini dosdoğru yola iletir.” İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık. Biz, bu yöneldiğin kıbleyi özellikle resule uyanlarla sırt çevirenleri açıkça ayırt edelim diye belirledik. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelecektir. Allah imanınızı asla zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Bakara, 2/142,143) Bu ayetleri tahlil ettiğimizde Hazreti Peygamber’in Beytu’l-Makdis’e yönelmesini emreden herhangi bir ayetin Kur'an'da olmaması, Kur'an dışı bir bilginin varlığını göstermektedir. Allah Resulü’nün kendi tarafından ve içtihat yaparak böyle bir davranış sergilenmesinin ilmi ve tutarlı bir açıklaması mümkün değildir. Bu ayette dikkatimizi çeken diğer bir husus, “ca’alnâ” (yaptık) fiilinin faili olan “nâ” (biz) zamiridir. Fiilin faili göstermektedir ki, “tahvilü’l-kıble” (kıblenin değiştirilmesi) gibi şerri bir hüküm, ilahi bir direktif ile Allah tarafından yapılmıştır. Bazı araştırmacılar Hazreti Peygamber’in Kur'an dışı aldığı bilgiyi Hikmet kavramıyla açıklamışlardır. Yüce Allah'ın Kur'an dışında Hz. Peygamber ile iletişim içerisinde olduğu aşikardır. Çünkü bir beşer olmakla birlikte o, Allah Teâlâ tarafından insanlara risaleti ulaştırmakla, yani tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirilmiş bir resuldür. Çeşitli ayetlerde de ifade edildiği üzere kendisine kitap verildiği gibi bir de hikmet verilmiştir. O da bunları ümmetine öğretmektedir (Cuma, 62/2). Dolayısıyla Yüce Allah'ın Kur'an vahyinin yanı sıra ilham, kalbe ilka ve rüya gibi bazı yollarla da elçisi ile iletişim kurması çok doğal bir şeydir. Bu durumu bazı ayetlerde geçti üzere hikmet kavramı ile ifade etmek gerekir. Buna göre Hazreti Peygamber’in Allah ile Kur'an dışı bir iletişim içerisinde olduğu, bu iletişim esnasında kendisine hikmet içeren bilgiler verildiği anlaşılmaktadır.
Haram ve Helalin Belirlenmesi İslam alimleri arasında haram ve helal kılma yetkisinin mutlak anlamda Allah'a ait olduğu ve bu itibarla yegane şari’nin de Allah olduğu hususunda ortak bir görüş vardır (Yunus, 10/59), (Nahl, 16/116). Bu ayetlerde haram ve helal kılma yetkisinin Allah'a ait olduğu açıkça görülmektedir. Kur'an'da haram kılma ve helal kılma fiillerinin bazen Hz. Peygamber’e nispet edildiği görülmektedir: “Onlar ellerindeki Tevrat'ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmü peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten men eder. Yine onları temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O peygambere inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar. İşte bunlardır kurtuluşa erenler.” (Araf, 7/157) Bu ayette ifade edilen önemli bir husus Hz. Peygamber’in teşrideki konumudur. Bu ayetteki ifadeler, Peygamberin sadece kalbine aktarılan vahyi seslendiren pozisyonda olmadığı, ilahi iradeye bağlı kalmak şartıyla teşride aktif bir rolünün olduğunu gösterir. Ancak buradan Allah Resulünün bağımsız bir teşrih yetkisine sahip olduğu anlaşılmamalıdır. “…Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah'a karşı saygısızlık etmekten sakının. Kuşkusuz Allah cezalandırmada çok şiddetlidir.” (Haşr, 59/7) Bu ayeti Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ra) (ö. 1176/1762) şöyle açıklamaktadır: “Risaletin tebliğ ile bağlantılı olan sünnetlerin birinci kısmı, ahiret ve kainatın esrarına dair olan haberlerdir. İkincisi ise toplumsal haklar ve ibadetlerle ilgili olan rivayetlerdir. Bu kısım ile ilgili olan kimi rivayetler vahiy, kimileri de içtihadidir. Ancak Hz. Peygamber’in içtihadları vahiy derecesindedir.” Dihlevî görüşünü temellendirmek için şu hadisleri delil olarak ileri sürmektedir: “Ben ancak bir beşerim. Dininizi dair bir şey emrettiğim zaman onu alın, kendi re’yimle bir şey emrettiğimde ise ben ancak bir beşerim.” “Ben sadece zannımı dile getirdim, bu zannımdan ötürü beni kınamayın. Sizi Allah'tan bir şey bildirirsem, onu alın, zira Allah'a yalan isnat edemem.” (Müslim, Fedail, 38) “Haberiniz olsun ki bana kitap ve bir de onun misli verilmiştir. Biliniz ki karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanıp oturarak şöyle diyeceği zaman yakındır; “Bu Kur'an'a uyun. Onda helal bulduklarınızı helal, haram bulduklarınızı da haram addenin. Haberiniz olsun ki ehlî merkep eti, yırtıcı kuşların eti size helal değildir.” (Ebu Dâvûd, Sünnet, 6) Tirmizi de geçen rivayet, az da olsa farklılık arz etmektedir: “Bilin ki bir adam koltuğuna yaslanmış vaziyette iken, hadisim kendisine ulaşır ve şöyle der: “Bizimle sizin aranızda Allah'ın Kitabı vardır. Biz onda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu da haram kabul ederiz. Ama bilin ki Allah'ın Resulünün haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir.” (Tirmizi, İlim, 10) Günümüzde de, Hz. Peygamber’in itibarını azaltmak için bazı İslam düşünürleri, sadece Kur’an’ı esas aldıklarını ve hadislere itibar etmenin gerekli olmadığını ileri sürmektedirler. Bu düşünceler sadece İslam düşmanlarının işine yaramaktadır. İslam'ın başlangıcında Hz. Peygamberin tüm söz ve eylemlerinin teşriye hamledilmemiştir. Bazı insanlar Zeyd bin Sâbit'in (ra) (ö.45/665) yanına vararak, “Bize Hz. Peygamberin hadislerinden haber ver!” dediklerinde Zeyd'in verdiği cevap oldukça manidardır: “Ben Hz. Peygamberin komşusuydum. Vahiy gelince haber gönderir ben de gider nazil olan vahyi yazardım. Sair zamanlarda, biz dünyadan söz edince o bizimle beraber dünyadan söz ederdi; ahiretle ilgili bir şey konuştuğumuzda o da bizimle birlikte ahireti konuşurdu. Biz yemeklerden söz ettiğimizde o da yemeklerden söz ederdi. Bütün bunları size nasıl haber verebilirim?” Buradan başlangıçta Peygamberimizin fikirlerinin hepsine vahiy gözüyle bakılmadığı anlaşılmaktadır. Bu aşağıdaki rivayet de teyid etmektedir. Bedir savaşında İslam ordusunun askeri staretijisi, Hz. Peygamber’in teşriliği ve sahabenin bakış açısını göstermesi bakımından önemlidir. Rivayete göre Allah Resulü, Bedir'de savaş tekniği açısından uygun olmayan bir yer tercihinde bulunmuştu. Habbâb b. El-Munzir, Hz. Peygambere seçtiği yerin kişisel içtihadı mı yoksa Allah'ın emri mi olduğunu sormuş, o da yer tespitinin vahiy ile belirlenmediğini, bunu tamamen savaş maslahatı açısından düşündüğünü ifade etmiştir. Habbab bunun üzerine başka bir yer göstermiş. Hz. Peygamber de gösterilen yeri uygun bulmuştur. “Kadının halası ve teyzesi ile aynı nikah altında cem edilememesi.” (Buhari, Nikah, 27) “Süt kardeşliğin nesep gibi nikahta haram olarak yer alması.” (Müslim, Radâ’, 5) “Âkilenin (diyet ödeyen akrabalar) diyetten sorumlu tutulması.” (İbn Mâce, Nikah, 35) Ancak Peygamberimizin bu teşrilerinde yanlış yapmadığı ve ilahi hikmete uygun olduğu aşikardır. Çünkü ona bu bilgiler yine Allah tarafından verilmektedir. Hz. Peygamber’in teşri yetkisi, bazen mutlak mevzularda bazen de belirli şartlarda tezahür etmiştir. Örneğin Hz. Peygamber’in ihtiyaca binaen kurban etlerinin üç günden fazla muhafaza edilmesini yasaklamasını, yasak illeti ortadan kaybolunca tekrar serbest bırakmasını bu kabilden değerlendirilmek gerekir: “Sizi kurban etlerinden üç günden fazla süreyle biriktirmekten men ettim. Sonradan insanların bu eti misafirleri ve o anda yanında olmayanlar için sakladıklarını anladım. Bu etlerden yiyiniz ve dilediğiniz gibi saklayınız. Deri kaplarda olmak müstesna sizleri nebizden (hurma şırasından) da nehiy etmiştim. Bundan böyle bütün kaplardan içebilirsiniz. Ancak sarhoş eden içkileri içmeyiniz.” (Müslim, Cenâiz, 106) Hz. Peygamber’in bu yetkisi şeri olmaktan öte daha çok idari tasarruf şeklindedir. Bu husus oluşan şartlara göre, teşrinin değişkenliğine de örnek olarak verilebilir.
Bireysel İçtihadın ve Örfün Şeriattaki Yeri Şeriat toplumun ıslahı için bazı tedbirler almıştır. Kanunla müeyyide uygulamak, sosyal hayatın bir ihtiyacıdır. Zira şeriatı uygulayan Müslüman yönetici, Kur'an ve sünnette şeriatın maksadını esas alarak, adaleti ve toplumsal huzuru sağlamak için müeyyideler uygulamalıdır. Mu’âz bin Cebel’in (ra) (ö.17/638) Yemen'e yönetici olarak atanmasında geçen bir diyalog bu hakikati bize anlatmaktadır. Hz. Peygamber, Muaz bin Cebel’e sorunları nasıl çözeceğini sormuş, Mu’âz da şöyle cevap vermiştir: “Allah'ın kitabı ile” Hz. Peygamber, “Ya Allah'ın kitabında bulmazsan?” diye sorunca, Mu’âz, “Resulü’nün hükmettiği ile” cevabını vermiş; Hz. Peygamber, “Resulü’nün hükmünde bulamazsan?” deyince Mu’âz, “O zaman kendi reyimle hükmederim, bundan kaçınmam.” şeklinde cevap vermiştir. Bunun üzerine Allah Resulü, Mu’âz’ın göğsüne vurarak, “Resul'ün elçisini, Resulü razı olacak şekilde muvaffak kılan Rabbime hamdolsun” demiştir. Şeriat ülkelere göre değişmez. İçtihadın etkisi yine onu yaşayan insanların düşünce birliğindedir. İçtihad İslam'ın temel ilkelerine aykırı olmamak şartıyla dikkate alınabilir. Mu’âz hadisindeki, Mu’âz’ın kendi reyiyle hareket etmesi, onun keyfi olarak hareket etmesi anlamına gelmemelidir. Çünkü Mu’âz kendi düşüncesi, onun İslam Peygamberinden öğrendiklerinin bir sonucudur. Dolayısıyla o kendi düşüncesinde İslam'a aykırı bir sonuca gitmesi mümkün değildir. Çünkü İslam'ı temsilen gönderilen kişi muhakkak ki İslami eğitimi tamamen almış bir insandır. Bu İslami anlayışta bir insanın kendi reyiyle hareket etmesi kendi nefsiyle hareket etmesi anlamında olmayıp, öğrendiği İslami ilkelerle göre hareket etmesi demektir. Fakat bazı İslam dışı düşünürler, bu hadisi suistimal ederek insanların Kur'an ve sünnette görmediği hususlarda kendi nefsine göre karar verebileceklerine hükmetmektedirler. Bu ise tamamen yanlış bir şeydir. Şeriatta yerel unsurların da etkisi vardır. Şeri kanunu şekillendiren ve somut hale getiren fukaha, örf ilkesini esas almıştır. Örfün şeriattaki konumuna delil olarak şu hadis gösterilir: “Müslümanların iyi ve güzel gördükleri şeyler Allah katında da iyi ve güzeldir. Müslümanların kötü ve çirkin gördükleri şeyler, Allah katında da kötü ve çirkindir.” (Ahmet bin Hanbel, Müsned, c. 1, s.379) Bir başka rivayete göre Hz. Peygamber, “Allah, benim ümmetimi dalalet üzerine bir araya getirmez” buyurmuştur (Tirmizî, Fiten, 7). Bu rivayetler örfün şeriattaki yerini göstermektedir. Ayrıca Mecelle'de, “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir” şeklinde bir ilkeye de yer verilmiştir. Şeriatın her zaman ve zeminde değerli ve geçerli olan temel ilkeleri esas alınarak bir İslami şuurun belirlenmesi gerekir. Bu şuurun belirlenmesinde şekilciliğin hakim olmamasına özen gösterilmelidir. Hz. Ömer'in, devletin sosyal adaleti sağlayamadığı ve kıtlığın hüküm sürdüğü zamanda el kesme cezasını uygulamaması, şeriatı bir bütün olarak değerlendirmesinin sonucudur. Şeriatı tatbik eden yöneticilerin temel görevi, hırsızlığa yol açan şartları, yani her türlü sosyal adaletsizlik ve yoksulluğu ortadan kaldırmak olmalıdır. Bunun için yönetici, ilahi maksadı ve cezaların konulma hikmetini düşünmelidir. Burada Hz. Ömer’in davranışı yanlış değerlendirilmemelidir. Hz. Ömer’in zenginin hırsızlık yapması halinde elini keseceği aşikardır. Çünkü şeriatın koruması ancak fakirler ve çaresizler için geçerlidir. Bazı insanlara göre, şeriat Evrensel yönünü pratiğe yansıtma imkanını bulduğunda, her dine has olan özelliklere saygılı davranmak suretiyle temel bir yaşam birliğinin ortak paydası olabilir. Bu görüş İslam'a aykırıdır. Çünkü diğer dinlerdeki batıl özelliklere saygılı davranmak İslam'a aykırıdır. Bütün dinler Peygamberimizin getirdiği İslam dini ile geçerliliklerini kaybetmişlerdir. Dolayısıyla İslam şeriatının özelliklerinin muhafaza edilmesi gereklidir. Diğer dinlerin şeriatlarındaki özelliklere saygılı davranmak bir Müslümanın için mümkün değildir. Peygamberimizin ve Hazreti Ömer'in bazı şer’i hükümleri özel hallerde uygulamaması, bu şer’i hükümleri geçersiz kılmaz. Aslında bazı şer’i hükümleri uygulamamak, diğer bazı şer’i hükümlerinin öne alınması demektir. Ancak İslam düşmanları bunun fırsat bilip, İslam’ı dejenere etmeye çalışmışlardır. Bunun için şeriatı itibarsızlaştırmaya çalışırlar, şeriatın hükümlerini tartışmaya açıp dini inancı zayıflatmaya çalışırlar. Bu uygulamaları bugün maalesef medyada da, yayınlanan çeşitli yazılarda da görüyoruz. Peygamberimizin bazı şer’i hükümleri uygulamayıp onun yerine başka bir şer’i hükmü uygulaması ile şeriat değiştirilmemiştir. Bu şekilde şeriat bütünlüğünü muhafaza etmiştir.
Toplum Yönetiminde Şeriat Şeriatın en belirgin özelliği, sekülerizm ile tamamen zıt olmasıdır. Çünkü şeriat hem dünyevi hem de uhrevi yönü olan ilahi kaynaklı bir sistemdir. Sekülerizm dini sadece insanların vicdanına, camiye, namaza ve birkaç kandil gecesini hapsetmiştir. Şer’i bir sistem, hayatı bir bütün olarak ele alır ve asla parçalanma ve bölünmeyi kabul etmez. Bu nedenle şeriat seküler yasalarla yönetilen ülkelerde uygulanması mümkün değildir. Şeriatın uygulanabilmesi için o ülkenin İslami yöntemlerle yönetilmesi şarttır. Şeriat ile yönetim, seküler ve laik kurallarla yönetimden, insanların hem dünyevi hem de uhrevi açıdan kat be kat üstündür. İnsanların hem dünya hem de ahiret hayatlarında saadete kavuşmaları, ancak İslam şeriatının uygulanması ile mümkündür. Hz. Peygamber (sav), İslam toplumlarının yönetilmesinde çok önemli şer’i hükümler ifade etmiştir. Bu hükümlerle ilgili bazı hadisleri aşağıda ele alıyoruz. ● “Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26) ● “Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi Habeş'li bir köle olsa bile, sizin aranızda Allah'ın kitabını uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.”(Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27) ● “Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar) emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta (İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis no: 707; Ebû Dâvud, Cihad 96; Nesâî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111) ● "Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez." (Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839) ● “Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.”(Buhârî, Ahkâm 8) ● “İslâm'ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an'la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.” (Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92) ● Hz. Peygamber’e “Cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana (idareciye) karşı hakkı söylemektir.” diye cevap vermiştir. (Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17) ● Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurdu: "Dikkat edin İslam bir dairedir. Döndüğü müddetçe siz de kitapla (Kuran/Sünnet) beraber o dairenin içinde dönünüz. Dikkat edin, kitap ile sultanlık (din ve devlet işleri) birbirinden ayrılacak. Dikkat edin, onlar (Müslüman olmayanlar olsa gerek) sizin başınıza emir (idareci) olacak. Sizin aleyhinize olan, kendilerinin lehine olan şekilde hükmedecekler. Eğer onları dinlemezseniz sizi öldürecekler, itaat ederseniz sizi sapıtacaklar. Onlara karşı Meryem oğlu İsa (aleyhisselam)'ın arkadaşlarının davrandığı gibi davranın. Onlar ki testerelerle biçildiler, çarmıha gerildiler ama yine de davalarından vazgeçmediler. Allah'a itaat ederek ölüm, Allah'a isyan ederek yaşamaktan daha hayırlıdır." (Hadis alimlerinden İmam Taberani Mu'cemu'l Kebir, Mu'cemu's Sağir ve Şamiin isimli eserlerinde rivayet etti.)
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com
|
Hadisler ve Şeriat |
Yayınlama Tarihi : 22.08.2024 |