Hacı Bayramı Velî (ks) Anadolu’nun yetiştirdiği müstesna şahsiyetlerinden biridir. Şiirleri ve yetiştirdiği talebelerinin ilmi, irfanı ve kültürü, Anadolu’nun sınırlarını aşmış ve bütün dünyada etkili olmuştur. Hacı Bayramı Velî’nin bugün dört şiiri bilinmektedir. Bu şiirleri üzerine pek çok nazire ve şerhler yazılmıştır. Bayramı Velî bu şiirlerinde nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi sürecinde yaşananları, kalbin ilâhî aşkla yanışını tasavvufî dilin genel karakteristiği olan sembolik anlatımla dile getirmiştir. Ayrıca dünya hayatının ne olduğu, insanın bu dünya hayatında neleri sorgulaması gerektiğini ifade ederek tam ve gerçek bir rehber olmaktadır.

Hacı Bayrâm Velî (1348/1430), medrese eğitimini tamamladıktan sonra, Somuncu Baba olarak bilinen Şeyhi, Ebu Hâmid Aksarayî’ye intisab ederek tasavvuf yoluna girmiştir. 1392 senesine kadar, Ankara’da Melike Hatun adlı bir kadının yaptırdığı Kara Medrese’de Zu'l-fadl'lı Numan Hoca olarak müderrislik yapan Hacı Bayramı Velî’yi Şeyh Hamîduddîn Aksarayî, Kayseri’ye davet etmiş ve kendisine intisap etmesini istemiştir. Daha sonra mürşidiyle birlikte Bursa’ya gelip yerleşen Hacı Bayrâm Velî, Çelebi Sultan Medresesi’nde müderrislik görevine devam etmiştir. Bursa’da “Ekmekçi Koca” veya “Somuncu Baba” diye bilinen Hamîduddîn Aksarayî, Ulu Cami’nin açılışında okuduğu hutbe münasebetiyle bir anda şöhret olunca bu durumdan huzursuzluk duymuş ve mürîdi Hacı Bayramı Velî ile birlikte Bursa’dan ayrılarak Şam, Mekke ve Medine’ye yolculuklar yapmış ve daha sonra Aksaray’a yerleşmişlerdir. Mürşidinin vefatıyla birlikte Ankara’ya dönen Hacı Bayramı Velî, kendi adıyla anılacak olan Bayramiyye tarikatını kurmuştur. Bu tarikat kısa sürede Sünnî geleneğin hâkim olduğu Anadolu’da yayılmaya başlamıştır. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam ve Felsefe dersleriyle birlikte, tasavvuf terbiyesine de önem veren Hacı Bayramı Velî’yi üstün kılan vasfı, ilim ve tasavvufu birleştirmesidir.

Dört şiirden başka yazılı eser bırakmamış olan Hacı Bayramı Velî, birçok ilim adamı ve halîfe yetiştirmiştir. Akşemseddîn, Molla Zeyrek, Yazıcıoğlu Ahmed ve Mehmet Bîcân ve damadı Eşrefoğlu Rûmî onun en önemli öğrencileridir.

Hacı Bayrâm Velî, bir müderris ve mutasavvıf kişiliğiyle şiirlerinde, insan denilen en şerefli varlığın yaratılış sebebini; dünyadaki yeri, konumu ve sorumluluğunu; kendi varlığının dışındaki varlıklarla olan münasebetini dinî, felsefi, tasavvufî bir yaklaşımla ele almıştır. Bayramîlik tarikatının usûl ve erkânının bir bakıma özeti mahiyetinde olan “bilmek”, “bulmak” ve “olmak” tasavvurları, Hacı Bayramı Velî’nin şiirlerinde hakim olan unsurlardır.

Şiirlerinin tümüne bizzat kendisi isim vermiş olan Hacı Bayram Velî iyi derecede Arapça ve Farsça bilmesine rağmen şiirlerini Türkçe yazmıştır. Bu sayede Anadolu halkının gönlünde yer etmiştir. Bu husus Anadolu’daki Türk ve İslam kültürünün gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Dört şiiri bugüne ulaşan Hacı Bayramı Velî, şiirlerini kendisi adlandırmıştır. Bunlar, “Çalabım bir şâr yaratmış” mısrasıyla başlayan İlâhî Taksîm, “N’oldu bu gönlüm” mısrasıyla başlayan İlâhî Zikir, muammâ türünde yazdığı “Hiç kimse çekebilmez / Güçtür feleğin yayı” dizeleriyle başlayan İlâhî Savt ve “Bilmek istersen seni / Cân içre ara cânı” dizeleriyle başlayan İlâhî diye adlandırdığı şiirlerdir.

Hacı Bayramı Velî Hazretleri’nin hayatına baktığımızda kendisini sadece bir yönde geliştirmediğini, birçok farklı ilim dallarıyla uğraştığını görmekteyiz. Hem dini ilimlerde hem de pozitif ilimlerde çalışmalar yaptığı kadar edebiyat alanında da çalışmalar yaptığını görmekteyiz. Böylece halkın kültürel alanda gelişmesini sağlamış, bazı eğitimleri edebi metinler üzerinden halka kazandırmıştır.  Şiirlerine baktığımızda sade bir Türkçe ile hece ölçüsünü kullanarak şiirler yazdığı malumdur. Bunun yanı sıra gerek Yunus Emre’nin şiirlerini gerekse bizzat kendisinin yazdığı şiirleri besteleyerek Türk-İslam tasavvufunda tekke musikisinin temellerini attığını görmekteyiz. Hacı Bayramı Velî’nin bu çalışmaları, tekke musikisi için bir kaynak değeri taşımaktadır. Ayrıca Hacı Bayramı Velî, halkın bilgi seviyesini arttırmak için yabancı dildeki bazı eserlerin Türkçeye çevrilmesi için müritlerini teşvik etmiş ve birtakım tercüme faaliyetlerini de başlatmıştır. Böylece Türkçenin ilim dünyasında yaygınlaşması sağlanmıştır.

Hacı Bayramı Velî kendi şiirlerini de bestelemiştir. Onun besteleri ve şiirleri ilahi olarak asırlarca okutulmuş ve hatta günümüze kadar ulaşmıştır. Kendisinin birçok şiir yazdığı ancak bunlardan sadece dördünün günümüze kadar kesin olarak ulaştığı kabul edilmektedir.

 

Hacı Bayramı Velî’nin Şiirleri

Hacı Bayram Veli’nin şiirlerinde sade bir Türkçe kullandığı açık bir şekilde görülmektedir. Onun günümüze kadar intikal etmiş olan şiirlerinin sayısı dörttür. Şiirlerini kendisi isimlendirmiştir. Günümüze intikal eden şiirlerinin sayısının 4 olmasında da bir hikmet vardır muhakkak. 4 sayısı manevi olarak en geniş makama sahiptir. Bu makam sıddıkların makamıdır. 4 sayısı dünya hayatının tümünü çevreleyen bir sayıdır. Yani hükmü bütün dünya hayatını içine alır. Bu nedenle arşı taşıyan meleklerin sayısı dörttür. Bu sayı kıyametten sonra sekiz olacaktır.

Hacı Bayramı Velî’nin günümüzde bilinen şiirlerinin 4 tane olmasını tasavvufi olarak şöyle yorumlayabiliriz. Hacı Bayramı Velî’nin bu 4 şiirindeki anlatılan hususlar dünya hayatının tamamının düzene koymaya yeter. Bu 4 şiirini bilen ve onun tavsiyelerine göre yaşayanlar, dünya ve ahiret hayatlarında saadete erişebileceklerine muhakkak gözüyle bakılabilir. Biz de bu 4 şiiri aşağıda ele alıyoruz.

 

İlâhi

Bilmek istersen seni

Cân içinde ara cânı.

Geç cânından bul ânı

Sen seni bil seni.

 

Kim bildi ef’âlini

Ol bildi sıfâtını

Anda gördü zâtını

Sen seni bil seni.

 

Görünen sıfâtındır

Anı gören zatındır

Gayri ne hâcetindir

Sen seni bil seni.

 

Kim ki hayrete vardı

Nûra müstağrak oldu

Tevhîd-i zâtı buldu

Sen seni bil seni.

 

Bayram özünü bildi

Bileni anda buldu

Bûlan ol kendi oldu

Sen seni bil seni.

Hacı Bayramı Velî’ye göre insan için en önemli şey kendi kendini bilmesidir. Çünkü Allah Teâlâ’yı tanımanın yolu insanın kendi nefsini bilmesinden geçer. Nitekim bir kudsi hadiste şöyle buyurulmuştur: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Dünya hayatının amacı insanın Rabbini bilmesidir. Çünkü insan Rabbi hakkında ne kadar marifet sahibi olursa, dünya ve ahretin amacını anlamak o kadar kolay olur. Bu insanı kemâle ulaştırır.

Hacı Bayramı Velî diyor ki, eğer kendini bilmek istersen kendi içinde, gönlünde ki Cânı (sevgiliyi) ara. O’nu bularak kendi canından vazgeç. Böylece kendinin ne olduğunu bilebilirsin.

Yaptığın işleri kim bildi? Aslında senin görülen tarafın sıfatındır, sıfatının özellikleridir. Bunları gören senin zatındır (ruhundur).  Bundan başka neye ihtiyacım vardır?

Kim insanın bu yapısını fark ederse hayrete düşer ve nur ile kaplanır. Bu Allah Teâlâ’nın tevhidinin (birliğinin) kendisidir. Hacı Bayramı Velî de bu şekilde özünü bilmiş oldu. Bu da kendisini bilmesi demektir.

Bilmek, olmak ve bulmak sözcükleriyle özetlenen bu şiirde kişinin nefsinden geçerek Rabbini bulabileceği anlaşılmaktadır. İnsan kendi nefsini aradan çıkararak, gönlündeki perdelerin kalkmasını sağlar. Böylece de Rabbinin teveccühlerine mazhar olur. Bu tecelliler onun gönlündeki ilâhi tevhidin oluşmasını sağlayacaktır. İşte bütün bu süreç kişinin kendisini bilmesi gayretiyle Rabbine ulaşmasıdır

 

İlâhi Zikir

N'oldu bu gönlüm n'oldu bu gönlüm

Derd ü gamınla doldu bu gönlüm

Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm

Yanmada derman buldu bu gönlüm. 

 

Gerçi ki yandı, gerçeğe yandı

Rengine aşkın cümle boyadı

Kendide buldu kendide buldu

Matlabını hoş buldu bu gönlüm.

 

Elfakru fahri elfakru fahri

Demedi mi alemlerin fahri

Fakrını zikret fakrını zikret

Mahvu fenada buldu bu gönlüm.

 

Sevda-yı a'zam sevda-yı a'zam

Bana k'olubdur arş-ı mu'azzam

Mesken-i canan mesken-i canan

Olsa aceb mi şimdi bu gönlüm.

 

Bayrami imdi bayrami imdi

Yâr ile bayram eyledi şimdi

Hamd ü senâlar hamd ü senalar

Yar ile bayram etti bu gönlüm.

Hacı Bayramı Velî bu şiirinde gönüldeki Allah aşkını dile getirmektedir. Aşığın maşukuna olan hasreti ve aşkı gönlünü dert ve gam ile doldurmuş, bunun neticesinde de gönül dermanı yanmakta bulmuştur. Böylece marifetullah yani Allah’ın tanınması için gönül hazırlanmış olur. Bu durumda gönüllere yalnızca Allah sevgisi ve O’na duyulan özlem yerleşecektir. Bu bağlamda Hacı Bayramı Velî’nin de fakrı bulmasıyla vuslata ermesi söz konusu olmuştur. Yâre kavuştuğunda ise gönül adeta bayram etmiştir.

Gönlündeki nefsini boşaltan insanın gönlünde Allah aşkı ortaya çıkar. Allah aşkı insanın gönlünü dert ve gamla doldurur. Bu aşk ateşi kalbi, gönlü yakar. Bu nedenle âşık hiçbir zaman sakin duramaz. Daima âşk ile kendinden geçer. İstediğini, sevdiğini gönlünde hisseder.

Allah’a olan ihtiyacı (fakr) ile övünür. Bunu âlemlerin fahri de böyle söyledi. Çünkü o da fakirliği, muhtaçlığı ile övündü. Sen de muhtaçlığını zikret. Hacı Bayram’da bu muhtaçlık duygusunu mahv ve fena da bulmuştur. Yani benliğinden geçerek Allah’tan gayrısını gönlünden çıkarmıştır. Böylece gönlü  sevgilisi Allah Teâlâ’nın meskeni olmuştur. Bu onun için sevgilisiyle bayram etmesidir. Bunun için de hamd etmektedir.

 

İlâhi Savt

Hiç kimse çekebilmez

Pekdir feleğin yayı

Derdine gönül verme

Bir gün götürür vâyı.

 

Gelür güle oynaya

Aldır seni çapüktür

Bir bunculayın fitne

Kande bulunur âyı.

 

Bir fâni vefasızdır

Kavline inanma hiç

Gâh yohsulu bay

Eyler gâh yohsul eder bayı.

 

Çün yüzünü döndürüdü

Bir lâhza karâr etmez

Nice seri pây eder

Döner ser eder pâyı.

 

Denir vâhid vahdetde

Kesretde kanı tefrik

Hızr ermedi bu sırra

Bildirmedi Musa'yı.

 

Hayran kamu âlimler

Bu ma'nînin altında

Kâf’dan Kâf’a hükmeden

Bilmez bu muammayı.

 

Miskin Hâcı Bayram sen

Dünyaya gönül verme

Bir ulu imârettir

Alma başa sevdâyı.

Feleğin takdirine katlanmak kolay değildir. Bunun için başına gelenleri gönlüne yerleştirme. Bir gün bu yazıklanmalar son bulur. Dünya insana güle oynaya gelir. Ve seni kandırarak aceleci yapar. Bunun gibi bir fitne nerede bulunur acaba? Dünya fâni (geçici) olan bir vefasızdır. Onun sözlerine hiç inanma.   Bazen fakiri zengin, bazen de zengini yoksul yapar. Dünya hayatı bir an bile kararlı değildir. Bir çok başı ayaklar altına alırken, ayakları da baş yapar.

Vâhid (tek) vahdette (birlikte , tek olmada) denir.  O zaman çokluktaki tefrik (ayırma ) nerededir? Bu sırra Hızır (as) da ermedi ve bu nedenle Musa (as)’a bildirmedi.

Bütün bilim adamları bu mana karşısında hayrandırlar. Bu çözülmesi güç olan işi Kaf’tan Kaf’a hükmeden de bilmez. (Kaf, tasavvufta insan bedeni yerine kullanılan bir semboldür.)

Hacı Bayramı Velî dünyaya gönül vermemesini kendisine öğütlüyor. Ona göre dünya bir ulu imarettir (bayındırlıktır). Bu işe girişme diyor.

Hacı Bayramı Velî bu şiirinde kendi nefsini karşısına alarak dünyaya gönül bağlamamayı öğütler. Dünyanın vefasız bir fani olduğunu söylemektedir çünkü dünya sadece bir imtihan yeridir. Burada insanın karşılaşabileceği çeşitli sıkıntılar mevcuttur. Bu sıkıntılar feleğin takdiridir, yani kaderi ilâhidir.  İnsan bunlara katlanarak sabırlı olmalıdır. Ne var ki, dünyanın oyun ve eğlencesi  insana hoş gelmektedir. Oysa dünya vefasızdır, ona fazla kapılıp kalmak insanı pişmanlığa götürebilir. Dünyayı imar etmenin sonu yoktur. Bu işe girişmemek gerekir. Ancak bu dünyayı tamamen terk etmek anlamına gelmez. Onun da hakkını vermek gerekir.

Hacı Bayramı Velî irşat vazifesi boyunca bir köşeye çekilmek yerine insanlara önderlik ederek onlara yol göstermeyi temel bir vazife bilmiştir. Müritlerini meslek sahibi olmaya yönlendirmiş, bir taraftan ahret için çalışırken diğer taraftan da maddi ihtiyaçlarını kimseye muhtaç olmadan temin etmelerini sağlamıştır. Dünyevi nimetleri ilahi sevgiyi kazanmak için bir vasıta olarak görmüştür. Kul Allah’tan başkasına muhtaç olmadığı şuuruna ermeli. Her ne kadar çalışıp kazanmayı temel bir görev bilse de, dünya malına  gönlünü bağlamamalıdır. Bunun için dünya ile ahirete dengeli bir şekilde yönelmek onun öğütlediği temel hususlardandır.

 

İlâhi Taksim

Çalabım bir şâr yaratmış

İki cihan âresinde

Bakıcak dîdâr görünür

Ol şârın kenâresinde.

 

Nagihan ol şâra vardım

Anı ben yapılur gördüm

Ben dahi bile yapıldım

Taş u toprak âresinde.

 

Şakirdleri tâş yonarlar

Yonub üstâda sunarlar

Tanrının adın anarlar

Her bir tâşın pâresinde.

 

Ol şardan oklar atılur

Gelür sîneme dokunur

Âşıklar canı satılur

Ol şârın bazâresinde.

 

Şar dedikleri gönüldür

Ne âlimdir ne câhildür

Âşıklar kanı sebildür

Ol şârın kenâresinde.

 

Bu sözümü ârif' anlar

Cahiller bilmeyüb tanlar

Hacı Bayram kendi banlar

Ol şârın minâresinde.

Allah Teâlâ bir şehir yaratmış iki cihan arasında. Bakınca sevgilinin yüzü görünür o şehrin kenarlarında. Ansızın o şehre vardım. O şehri yapılıyor gördüm. Kendim de taş ve toprak arasında kalarak yapıldım. Öğrenciler taş yontmaktadır. Yontukları taşları üstadlarına sunarlar. Bu iş esnasında Tanrı’nın adını anarlar her taş parçasında. O şehirden oklar atılmaktadır. Atılan  oklar sineye dokunurlar. O şehrin kenarında aşıkların canı satılır. Şehir dedikleri gönüldür. Bu gönül ne alimdir ne de cahildir. Bu gönülün kenarlarında âşıklar kanı sebil olarak akıtılır. Bu sözü arif olanlar anlar, cahiller ise bu sözleri anlamayıp iftira atarlar. Bu gönül minaresinde Hacı Bayram’ın kendisi seslenerek insanları davet eder.

Hacı Bayramı Velî’nin en çok şerh edilen şiiri İlahi Taksim adını verdiği şiiridir. Hacı Bayrâm Velî, İlâhî Taksîm şiirinde gönlü bir şehir olarak sembolleştirmektedir.  Bu şehrin mimarı ise  mürşiddir. Talibin, mürşid tarafından seyr ü sülûk merhalelerini tamamlaması ile vuslata ereceği dile getirilmektedir. Gönül şehrinin imârı ile, mürşid yardımıyla seyr ü sülük merhaleleriyle kalbin tasfiyesi kastedilmektedir.

Bu şiiri şerh edenler arasında müridlerinden Akşemseddin (863/1459), daha sonra Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi (1114/1703), Celvetî meşayihinden Abdülhay Üsküdarî (1117/1705) İsmail Hakkı Bursevî (1063-1652), Bursalı Mehmet Sahafî (1146/1733), Seyyid Muhammed Nûr (1300/1883) bulunmaktadır.

İlâhi Taksim şiiri bugüne kadar devamlı şerh edilmiştir. Tasavvufa merak salan kişiler için bu şiir bir rehber görevi görmekte ve onlara gerçek tasavvufun ne olduğunu açıkça anlatmaktadır. Biz de aşağıda, bu şiir ile ilgili yapılan iki şerhten alıntılar yaparak ne anlatılmak istenildiğini açıklamaya çalışacağız. Bu iki şerhin biri İsmail Hakkı Bursevî’nin  “Şerh-i Ebyât-ı Hacı Bayram-ı Velî” adlı eseridir. Diğeri Prof. Dr. Rifat Okudan’nın “Hacı Bayrâm Velî’nin Şiirinde Şehir Metaforu” adlı makalesidir.

 

“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde”

“Bakıcak dîdâr görinür ol şârın kenâresinde”

 “Çalab” Farsça olup esmâ-i ilâhiyyedendir. Tanrı ma’nâsına gelir. “Şâr” lafzı şehir ma’nâsına gelir. Burada şâr ile kastedilen kalbdir. Kalb için “bir Şâr” denmesinde lâtif bir anlam vardır. Kur’an’da buyurulmaktadır ki: “Allah bir adamın içinde iki kalb yaratmadı.” (Ahzâb, 33/4). Kalb bütün esmâlara mahaldir.  Bu sebebden Kur’an kalbe indirildi: “Onu kalbine rûhu’l-emîn indirdi.” (Şuarâ, 26/193-194). Buna göre kalbden daha eşref bir mahluk yoktur.  Ehil bir toplum olmak için bu kalb şehrine göç etmek gerekir. Kalbin kemali ilm-i billâh (Allah’ın İlmi) dir. İlm-i billah olmadan kalb kemale ermiş sayılmaz.

Allah Teâlâ’nın nazargâhı olan kalbin, mânâ âlemiyle alâkalı hâlleri ve geçirdiği evreleri samimiyetle terennüm edilir. Bu ilahî hakkında bugüne kadar yapılmış olan şerhlerde özellikle “iki cihân” ve “dîdâr” kavramlarına farklı zaviyelerden yaklaşılmış, bu kavramlar üzerinde farklı mânâlar, farklı görüş ve düşünceler ileri sürülmüştür. Buradaki şâr ifadesi Farsçadır ve şehir, kent ve benzeri büyük yerleşim yerleri anlamındadır.  Birçok mutasavvıf şairde görüldüğü gibi, “şâr”dan maksat kalbtir. Aslında tasavvuf dilinde gönül ya da kalb şehire benzetilirken, bazen istiare açık olarak kullanılmış, bazen de kinayeyle ifade edilmiştir. Nitekim Nesîmî’nin bir beytinde “dil” açık olarak zikredilirken kinâye yoluyla şehire, yani şâra benzetilmektedir.

Allah Teâlâ, insanı beden ve ruh dediğimiz iki unsurdan meydana getirmiş, bu unsurları akıl, kalp ve nefs dediğimiz ilâhî cevherlerle eksiksiz donatmış ve iki cihan olarak sembolleştirilen insanın bedeni ve ruhu arasında, maddî ve manevî dünyanın birleştiği yerde, şehir sembolüyle ifadelendirilen kalbi, gönül şehrini yaratmıştır.

Tasavvuf ıstılahında “şâr”; Medine-i Cem’u’l-Cem’ olarak kabul edilmektedir. Mutasavvıflara göre Cem’u’l-Cem’ makamı, eşyayı Allah ile müşahede etmek, Allah’ın güç ve kudretinden başka her türlü güç ve kuvvetten berî olmaktır. Bu makama erişen insanın Allah’tan başka bütün varlıklara karşı duyarlılığı kaybolmuştur. Artık o, sadece Allah’tan gelen tecellilerle meşguldür.

Burada kenardan murad kalb şehrinin her kenarıdır. Yoksa bir kenarı değildir. Dîdâr ise yüzün görünen kısmı için kullanılır. Kalb şehrine gelenler ve ehl-i dili, gönül ehlini ziyaret edenler, görünenleri Hakk’ın görünen yüzü olarak bilirler. Çünkü onların kalbi nazargâh-i ilâhidir ve sınırsız feyzler oraya dökülür. Bu nedenle ehl-i dil sözlerle ve davranışlarla İslam şeriatına tamamen uymuşlardır. Bu kalb suret-i haktır. Hakk’da zulüm olmadığı gibi suret-i hakta da yoktur. Şu hadis bunu teyit eder: “Beni gören muhakkak Hakkı görmüştür.” Cüneydî Bağdâdî şöyle söyler: “Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yoktur.” Mansur’un kelamı şöyledir: “Ben Hakkım.” Şeyh Şibli şöyle buyurur: “Ben işitirim, ben konuşurum.” Reîsü’l-ârifîn Şeyh Muhyiddîn şöyle buyurur: “Eğer beni tanısaydınız bana secde ederdiniz.” Ebu’l Hasani’l-Harakâni buyurur: “Sûfî mahluk değildir.” Bütün bu sözlerin maksadı, kemâl-i Hakkın zuhûrunu beyân, cemâl ve celâlin hakikatini açıklamaktır.

Yüz, çehre anlamlarına gelen “didâr” sözcüğü ise şiirde şehrin kenarından bakınca görünen ilâhî bir yüzü anlatmaktadır. Dîdârın o şehrin kenarında görülmesi, yaratılan tüm varlıkların kendi sevgililerinin dîdârlarını gördüklerini veya göreceklerini ifade etmektedir. Varlıklar âleminde her varlığın bir tek sevgilisi vardır ve varlıklar onun dîdâriyle devamlı meşguldürler. Muhammed Nûru’l-Arabî, bütün insanların, sevgilinin dîdârını gördüklerini, ancak câhillerin o dîdârdan haberdar olmadıkları için sevgililerinin dîdârını görmediklerini, görmedikleri için de görünmezdir dediklerini ifade etmektedir. Arabî bu şiirin ilk kıtasının şerhinde bu konuyu şu misali vererek açıklamaktadır: Padişahın biri saltanat makamından çıkıp kıyafetini değiştirerek memleketi gezmeye çıksa, padişahı bilen ve tanıyan görse onu hemen tanır. Bilmeyen tanımaz, dolayısıyla padişahı gördüğünü ifade edeni de yalanlar. Bu yüzden, sevgilisi Allah olan kişi, maddî ve mânevî âlemin birleştiği kalp vasıtasıyla Allah Teâlâ’yı müşâhede edebilir.

Beyitte, insanın maddî ve mânevî dünyası da diyebileceğimiz beden ve ruh arasında, bunların birbiriyle münasebetini sağlayan kalb, sembolik olarak bir şehre benzetilmiştir. Bir şehirde mimarî yapılanma bir plân ve program çerçevesinde gerçekleştirildiği ve güzelleşmesi için Hacı Bayramı Velî’nin şiirinde Şehir Metaforu çalışması yapıldığı gibi, kalb de kemâliyet kazanması ve nefsin istek ve arzularından arınması için manevî bir terbiyeyle çalışılır. Seyr ü sülûk denilen bu terbiyeyle kemâle erişmiş bu gönül şehrinde, ezelî ve ebedî olan sevgilinin yüzünün (tecellîlerinin) görüleceğine işaret eden Hacı Bayram Velî, vuslat denilen tecellîlerin müşâhedesine ulaşmanın akılla değil, kalb şehrinin saflaşmasıyla gerçekleşeceğine işaret etmektedir.

 

“Nâgihân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm

 Ben dahî bile yapıldım tâş u toprak arasında”

Gönül şehri manevi cennettir. Kalb şehrin yapılır görülmesi orada Allah Teâlâ’nın yaratma kudretinin yeri olarak görülmesidir. Hakk’ın kudretinin kadere ilişkisinin nasıl olduğu herkese malum değildir. Buradaki taştan murad aslında kalptir. Kur’an’da bahsedildiği üzere bâtın-ı halk vucûd-ı Hak olduğu gibi, zâhir-i halk dahi vucûd-ı Hak’tır. Nitekim demişlerdir ki, “Şüphesiz varlık hayaldir, gerçekten o hakikatte Hakk’tır.” Her mertebe Hakk’tır. Bununla beraber bazı mertebeler hükümsüz olan izafilerdir. Mesela rüyada görülen hayallerin suretleri Hakk’tır.

Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha katıdır.” (Bakara, 2/74)

İnsan hakikatinin perdesi mümkünlük hakikatidir. Eğer bu perde onu örtmez ise, halkın Tanrısı olurdu. Bu nedenle melekler Adem aleyhisselama secde etmeleri Hakk’ın emrinden dolayıdır. Yoksa hakikati bildiklerinden dolayı değildir. İnsan bütün esmaların toplamı ve Hakk’ın vesilesidir. Bu azim olan sırra nazırdır. Cennette kurulan pazarda satan ve satılan kendisidir. Orada burada kendisinden gayrisi yoktur. Bu sırdan dolayı denmiştir ki: “Evde ondan başka ev sahibi yoktur.”

Hacı Bayramı Velî bu mısralarında da inşa edilmekte olan gönül şehrinden bahsetmektedir. “Birdenbire o gönül denilen şehre vardığını; o şehri yapılır gördüğünü; kendisinin de o taş ve toprak arasında kalarak yapıldığını” ifade eden Hacı Bayramı Velî, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesinde “seyr ü sülûk”un önemine; bu yoldaki usûl ve esaslara işaret etmektedir. Bir şehir nasıl sürekli imar edilip bayındır hâle getiriliyorsa, gönül de sırr-ı ilâhîye vâkıf olabilmek için yeniden bir yapılanma sürecine girmelidir. Seyr ü sülûk neticesinde elde edilecek olan cezbe, muhabbet ve sırr-ı ilâhi gibi esaslar bu yapılanmayla elde edilebilecektir. Muhabbet, müşahede ve marifet gibi hâller de bu gönül denilen şehirde olmaktadır. Bu şehrin inşası için gereken taş ve tuğlalar ise tevbe, zikir, tefekkür, sabır, şükür, tevekkül, ibâdet gibi malzemelerdir. Mutasavvıflara göre ve özellikle Bayrâmîlikte şâra varmak için dört merhaleyi geçmek gerekir. Birincisi, tecellî-i ef’al’dir. Bu, sâlikin fiillerinde sevgiliyi müşahede etmesidir. Tecellî-i esmâ olan ikincisi isimlerle sevgiliyi müşahede etmektir. Üçüncüsü, tecellî-i sıfattır. Sıfatlarda sevgiliyi müşahede etmektir. Dördüncü ve son merhale ise, zatını müşahede etmektir. Bu dört merhale geçilmeden o şehre varılmaz, yani fenafillâh ve bekabillâh makamlarına ulaşılamaz.

Hacı Bayramı Velî, “Ben dahi yapıldım” derken, bir bakıma kalbinin inşasının ve imarının tamamlandığına; bu gönül şehrinde muhabbet, ma’rifet ve hakikat meyvelerinden tattığına; sırr-ı ilâhîye ilişkin birtakım manevî güzellikleri yaşadığına; fiillerde, isimlerde, sıfatlarda ve zatında O bir ve benzersiz Sevgiliyi müşahede ettiğine işaret etmektedir. Birinci beyitte “O şehrin kenarından baktığında didârı gören” kalp gözü; bu beyitte kalbin mimarî yapısının tamamlanmasıyla sevgilinin muhtelif güzelliklerinin farkına varmaktadır.

 

“Şâkirtleri taş yonarlar varıp üstâda sunarlar

Çalab'ın adın anarlar ol taşın her pâresinde.”

Burada kast edilen, mürşid-i kâmil cevher olmaya müsait olan taş parçasına benzetilen kalbi cevher suretine koyar. Kişinin üzerinde bulunduğu durumdan kendi kendine başkalaşması mümkün değildir. Bunun için bir mürşid-i kâmil’e  ulaşmakla parlak bir gönül aynası olur. Evliyanın atılmış oku yolundan döndürme kuvveti vardır. Bunun için bir mürşide ihtiyaç vardır. Seyri sülûk manevi bir harekat ve kalbin göç etmesidir. Mürid şeyhe, bâtıni marifeti tahsil etmek için gidip gelmelidir. Nitekim Cüneydü’l Bağdâdî şöyle buyurur: “Üstazı olmayanın üstazı şeytandır.” Mürid halini sabah akşam şeyhine, terakki hasıl olana kadar arz etmelidir. Gerek rüya, gerek düşünceler ve gerekse yüreğine doğanları şeyhine bildirmelidir. Herkesin ulaşacağı ancak istidadı kadardır. Nitekim her Kabe’yi müşâhade eden bir değildir. Çünkü kimilerin gönülleri bulanık, kimilerinin parlaktır.

Hacı Bayramı Velî, gönül şehrinin inşasında çalışan müridlerin, geçtikleri her merhaleyi, yani hâl ve zuhûrâtını ustaları olan mürşidlerine haber verdiklerini, ikinci mısrada ise şehrin inşasına çalışırken koydukları her taş parçasında Allah Teâlâ'yı zikrettiklerini anlatmaktadır. Her geçilen makamda ayrı bir zikir vardır. Gönül şehrinin inşasında çalışan müridler, yaptıkları her işi, yaşadıkları her hâli, taşı yontup ona istenilen şekli verdikten sonra ustalarına sunan işçiler gibi gönül şehrinin mimarları olan mürşidlerine sunarlar. Hacı Bayramı Velî'nin ifadesiyle: “Çalab’ın adının sürekli anıldığı” bu amelde, “zikirle”, “fikirle” ve “tefekkürle” geçilen hâller ve aşılan makamlarla kalb sanki yeniden var olur. Bu durum kimi mutasavvıflarca veled-i kalbin doğması, kimilerince sultân-ı zikrin hâkim olması diye adlandırılır. Bu süreçte giderek olgunlaşan kalb, bir hâlden başka bir hâle geçer ve nihayet Arş’taki aslına kavuşur.

Tasavvufta nefse ait merhalelerin aşılmasında ve kalbin tasfiye edilerek uyandırılmasında zikir en önemli yoldur. Kalb, ancak zikirle huzura erer, gelen belâlara sabreder. Her bir mürid tarafından bilinen ve tanınan her bir zerrenin diri kılınıp ebedî sükûnete, huzura ve saadete erdirilmesi, “Onlar, (Allah’a) iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla sükûnet bulur” (Rad, 13/28) ayet-i kerimenin buyurduğu gibi, ancak “Çalâb’ın adının anılması” ile mümkün hâle getirilmektedir.

 

“Ol şârdan oklar atılur gelür ciğere batılur

Ârifler sözi satılur ol şârın bâzâresinde”

Burada oklardan Murat gönül ehline teveccühlerdir. Etki etme ve ışık verme de oka benzer. Menzili uzun uzadıyadır. Ancak okdan başka da etki eden nesneler vardır. Bu âlî tarikatın evveli hikmet ve âhiri nefs ve teveccühtür. Okun atılması kalbe izafe edilir. Çünkü kalb hakikat ve şeriat dili mertebesidir. Himmet etmek gönül ehlinin gönül halidir. Gönül ise Hakk’ın nazargâhıdır. Gönülden isteyen Hakk’tan ister, lisandan isteyen halktan ister. Eğer atılan ok Hakk’ın irade eliyle atılırsa, şu ayetin sırrı ortaya çıkmış olur: “Attığın zaman sen atmadın.” (Enfal, 8/17)

Hacı Bayramı Velî, kalbin inşa ve imârını zikretdikten sonra bu beyitte, bu inşa sırasında gönül şehrinden atılan okların gelip ciğere saplanmasıyla, sembolik olarak bir yandan İlâhî Aşk yolunda çekilen çilelere sabretmeyi, diğer yandan da  seyr ü sülûk sürecinde sâlikin kalbine gelen hataraların (menfi fikir ve vehimlerin), nefsiyle yaptığı savaşın zorluğunu ve sıkıntılı durumunu anlatmaktadır. Gerek acı ve ızdıraplara tahammül göstermek, gerekse nefisle yapılan mücadelede ona galip gelmek, kalbin kemâliyetine, sâlikin ilâhî tecellîlere mazhar olması sonucuna ulaştırır. Sâlikin belâlara maruz kalması, nefsinin tezkiyesi ve böylece kemâliyetine bir vesiledir. O şârdan okların atılması ve gelip ciğere batması muhtemelen bu manada olmalıdır.

Yunus Emre de tıpkı Hacı Bayramı Velî gibi, bu durumu aynı teşbihle ifade etmiştir:

Gör nice taşlar atılır

Dost için başlar tutulur

Gelir gönüle batılır

Halimize haldaş gelir,

mısralarıyla Yunus Emre'nin dile getirdiği, dostun verdiği sınırsız nimetleri kabul etmekle aynı derecede, ondan gelen dert ve belâlara da rıza göstermek ve hiç de kolay olmayan acılara “hoş geldin” demektir.

Mutasavvıflara göre kulun Allah Teâlâ’ya muhabbeti, kalbinde hissettiği bir duygu olup, lafızla ifade edilemeyecek kadar latîf bir histir. Bu hâl ve his, insanı Allah Teâlâ’yı tazim etmeye, O’nun rızasını her şeye tercih etmeye, ünsiyet ve ülfetini, devamlı surette kalbi ile O’nu zikrederek bulmaya ve O’na karşı içinde bir heyecan duymaya sevk eder. Tasavvuf ehli; muhabbet, gerek gıyabında gerekse huzurunda sevgiliye muvafakat etmektir, demişlerdir. Allah Teâlâ’ya kurbiyyet derecesinde olan mukarrebûn denilen kâmil zâtlar, O’nun kahrı ve lutfu arasında fark görmez. O Mahbûb-ı Hakîkî'den geleni her zaman hoş bulur ve nimet kabul eder; Hacı Bayramı Velî’nin halifesi Akşemseddîn’in hulefâsından Şeyh İbrâhim Tennûrî’nin (ö.887/1482) dediği gibi, “Lutfun da hoş, kahrın da hoş”  der. Kurbiyyetin türetildiği, yakınlık anlamında olan kurb, ezelde Allah ile kul arasında geçen ahde uymayı ifade eden bir tabirdir. Kulun Hakk’a yakın olması, müşahede ve mükaşefe ile olduğundan kurb, kalb yoluyla sevilene duyulan yakınlık anlamında kullanılır.

Kendisinde başkalarının ihtiyacı olan mal ve meta bulunan satıcılar, ihtiyaç sahibi alıcılara ücret mukabilinde ihtiyaç duyulan mal ve metaı satarlar. Âriflerin sözünün alınıp satıldığı bir pazar yerine teşbih edilen sohbet meclisleri ve zikir halkalarında mülkün gerçek sahibi olan Allah Teâlâ'dan gelen feyz-i ilâhî satılmaktadır. Aslında Kur'ân-ı Hakîm'de hiç zarar etmeyen ticaret olarak ifade edilen teşbihe telmihle, “Ârifler sözi satılur ol şârın bâzâresinde” diyerek “sözü”, âdeta alınıp satılan bir metaa benzeten Hacı Bayramı Velî, sohbet meclislerinde müşâhede edilen ve yaşanan feyz-i ilahîyi, ârif-i billâh olan irşad makamındaki zatların kimseden sakınıp kıskanmadan kalpten kalbe naklettiklerini anlatmaktadır.

 

“Ol şâr dediğüm gönüldür, ne âlimdir ne câhildür

Âşıklar kanı sebildir ol şârın kenâresinde”

Sufilerin istilâhında  ârif ve âlim arasında fark vardır. İlim gerçekte Hakk’ın sıfatıdır ve marifetten eşreftir. Çünkü ilim bütünde kullanılır, marifet ise cüzlerde kullanılır. Ancak âlimin diğer ilim adamlarından ayrılması için ulemâ-ı bâtın-ı ârifûn derler. Bazıları var olanları araştırmaya yönelirken bazıları yok olanı tahsile çalışırlar. Yazık o zavallıya ki, derman nerede bilmez ve hâlini tabibe arz edip söylemez. Yazık o şahsa ki maddi sıfatının suretini değiştirmez. “Ölmeden önce ölünüz” fetvasınca erkenden alıp satıp, ölüp dirilmez.

Şâr’ın gönül şehri olduğunu söylemiştik. Bu asr-ı saadetten beri böyledir. Çünkü bir hadiste şöyle söylenmektedir: “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.” Kişinin ilim şehri olması kalbi itibariyledir. çünkü ilm-i marifet kalbin sıfatıdır. Şehir kalbdir ve gönülde bir lâtife-i rabbaniyedir. Akıl, kalb, nefs ve ruh aslında tek cevherdir. Ancak aralarında başkalaşma vardır. Örneğin insan, tabiatı ve beşer sıfatı ile örtüldüğü zaman nefs; bu bahsedilen örtülerinden ayrılıp nuru ortaya çıkınca akıl; Hakk’a yönelme ve geri dönmede rûh-ı marifet ve haberi olmasına göre kalb denilir. İnsan-ı kâmil hakkında konuşanların bazıları reddedip bazıları da kabul ederler. Dünya gözüyle bakanlar ahiret ehlini göremezler. Bu sözden murad, daha önce geçen beyitler anlam olarak şu ayeti ifade eder: “Bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütuftur.” (Maide, 5/54) “Rahmetini dilediğine verir.” (Ali İmran, 3/74)

Hacı Bayramı Velî, yukarıdaki mısralarda anlattığı şehir metaforunun gönül olduğunu açık olarak ifade etmektedir.  Bu mısralarda, imar ve inşa edilen gönlün, artık Sevgili'nin orada yerleşmesiyle, ne akıl ne de delilik vasfıyla vasıflanmaksızın, hayretle, mutlak bir gaybet hâline gireceğini söylemekte ve İlâhî Aşk’ı terennüm eden bütün şâirlerin ifade ettikleri, gönül şehrinde Sevgili uğruna âşıkların kanlarının bedelsiz, ivazsız akıtılacağını hatırlatmaktadır.

Hacı Bayramı Velî bu beytinde, “şâr” kelimesinin anlamını açık bir şekilde ifade etmektedir. O, bu şiirin tamamında kullandığı “şâr” kelimesinin gönül anlamına geldiğini bizzat açıklamakta ve onun “ne deli, ne de akıllı” olduğunu söyleyerek, şeriat bakımından ifrat ve tefritten kaçıp orta yolu bulmayı, hakikatte ise tam bir istiğrak hâlinde aklı ve iradeyi O'na bırakmayı anlatmaktadır.

Özellikle Hacı Bayramı Velî’nin ifadesiyle “uslu (akıllı) olmayan” gönül hâli içinde bulunan nice “âşıklar”, akıl ve iradelerini bilerek ve isteyerek Sevgililerine teslim ettikleri için O'nun yolunda “kanlarının sebil olarak, ivazsız, bedelsiz, karşılıksız akmasına rıza göstermişler”, canlarını bu yolda feda etmekten çekinmemişlerdir. Onlar akıl ve iradelerini teslim ettiklerinden ne akıllıdırlar, ne de bu teslimiyeti kendi istekleriyle kabul ettikleri ve Sevgililerinden ne gelirse gelsin şuurlarıyla kabul edip rıza gösterdikleri için, delidirler.

 

“Bu sözi ârifler anlar câhiller bilmeyüp tanlar

Hacı Bayrâm kendü banlar ol şârın minâresinde”

Hacı Bayramı Velî kalb makamına ayak basarak halkı Hakk’a davet eder. Gönülleri dağınık olanları gönül birliğine davet edip, Tanrının birliğinde hissedar olmaya çağırır. Bunda ezan ve imamlığını sırrının toplanması vardır. Yani irşâd ehli olanlar, Hakk’a davetleri açısından müezzin gibidir. Kendine uyulan ve arkanda olma vechiyle imam gibidirler. Burada görünürdeki ezan, manevi ezanı ve görünürdeki imamlık manevi imamlığı sembolize eder. Böylece, “Öyleyse yalnız O’nun himayesine sığın” (Müzzemmil, 73/9) ayetinin anlamı ortaya çıkar.

Hacı Bayramı Veli, aşkı tatmayan, kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye yolunda çaba göstermeyenlerin, kalben elde edilen keşfî bilgilere ve sırlara ulaşamayacakları ifade etmektedir. Çünkü kalbini tasfiye etmemiş kimseler bu konuda cahildir, boşuna konuşurlar. Hacı Bayramı Velî, kendi tasavvufi tecrübesinden hareketle, şiirin başından beri ifade ettiği gönül şehrini inşa etmiş bir ârif olarak, bu sembolik ifadelerle anlattıklarını ancak ehlinin yani kendisi gibi “ârif” olanların anlayabileceğini vurgulamaktadır. Çünkü tasfiyesi gerçekleşmiş ve belli bir makama erişmiş olan kalbin elde ettiği bir kısım keşfî bilgilerle yüklenmiş sözünü, ancak ârif olanlar anlar; kalbi temizlenmemiş, nefsinin hevâ ve hevesinin peşinde koşan ve her şeyi bildim zanneden gâfillerin ve câhillerin bu sözü anlaması imkânsızdır. Hattâ bu hakikati “ârifler”, “câhiller” tezadıyla ortaya koyan Hacı Bayrâm Veli'nin ifadesiyle bu gibi gâfiller bu söz sahiplerini söyledikleri sözlerinden ötürü kınar ve eleştirirler.

“Hacı Bayrâm kendü banlar ol şârın minâresinde” beytinde Hacı Bayramı Velî, sanki bütün insanları tasavvufî kemâliyete erişmiş bir gönlün sahip olduğu sevgi, ve aşkı paylaşmaya çağırarak gönül şehrini imâr etmeye davet etmektedirler. Bu mısrada zikredilen minare kelimesi, kalb şehrine davet yeri olarak tavsif olunmuştur. Allah’ın adını uzaklara duyurmaya yarayan bir vasıta olması sebebiyle, minare âdeta Allah’a ait marifet sırlarının ve yüce hakikatlerin tebliğ mahalli olarak sembolleşmiş durumdadır. Dolayısıyla nasıl ki minareler, Allah’ın yüce ismini uzaklara duyururlarsa, mutasavvıflar da dünyanın dört bir yanına gönderdikleri talebeleriyle aynı vazifeyi yaparlar. Hacı Bayramı Veli de yetiştirdiği talebelerini dünyanın dört bir tarafına göndererek son mısrasının uygulamasını yapmıştır.

Rıfat Okudan’ın yaptığı şerhte bütün bu açıklamalar şöyle özetlenmektedir:

“Şiirde, gönül şehrinin imârı olarak sembolleştirdiği seyr ü sülûk denilen terbiyeyle kemâle erişip ârif-i billâh olan kişinin kalbinde Sevgilinin tecellîlerinin müşahade edileceğine işaret eden Hacı Bayramı Velî, vuslat denilen tecellîlerin müşâhedesine gönül mimarı olan mürşid terbiyesi neticesinde kalb şehrinin saflaşmasıyla ulaşmanın gerçekleşeceğini anlatmıştır. Ona göre, bu kalb tasfiyesiyle marifet makamlarına ulaşılır ve sâlik artık ârif olur. Marifet muhabbeti iltizam ettiği için de, artık ârif olan sâlik aynı zamanda İlâhî Aşk’a tutulmuş bir âşıktır. Hacı Bayram Velî’ye göre, Bayrâmîliğin üç temel esasını teşkil eden cezbe, muhabbet ve sırr-ı ilâhi gibi esaslar, İlâhî Taksîm adını verdiği yukarıda açıklamaya çalıştığımız şiirinde şâr metaforuyla sembolleştirdiği gönlün eğitim süreci olan seyr ü sülûk neticesinde kalp şehrinin yeniden yapılanmasıyla elde edilebilecektir.”

 

Hacı Bayramı Velî’nin “İlâhi Taksim” adını verdiği şiirinde anlatılanlar tasavvufun tanımlanmasında yeni bir yolu göstermektedir. Çünkü mutasavvıflar bilir ki tasavvuf “Dilallah”tır. Yani Allah’ın gönlüdür. Şiirdeki gönül kavramı da bu anlamda kullanılmaktadır. Kemâle ermiş olan ârifin gönlü aslında Allah Teâlâ’nın gönlü gibidir. Böylece vahdet gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ’nın insanı kendi suretinde yaratmış oluşu da bu ifadeleri teyit etmektedir.

Hacı Bayramı Velî’nin şiirleri sloganımız olan “Üç Güzellik: İman, İlim, Tasavvuf” ifadesini desteklemektedir. İnsanın son amacı tasavvuf ehli olup Allah Teâlâ’da vuslata kavuşmak olmalıdır. Yani kendi gönlü ile Allah’ın gönlünü birlik halinde görmektir. Bunun için de önce tam bir iman sahibi, sonra da tam bir ilim sahibi olmalıdır. Bunları tamamladıktan sonra kâmil bir mürşidin elinde tasavvuf ehli olarak yetişerek sevdiğinde vuslata ermelidir. İşte sonsuz saadet ve kurtuluş budur. İnsanın hayattaki amacı da, sevdiğine vuslata ererek bu sonsuz saadet ve kurtuluşa kavuşmak olmalıdır. Allah Teâlâ’dan bütün insanları bu saadete erdirmesini ümit ve niyaz ediyoruz.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Tasavvuf Sohbetleri

 

Hacı Bayramı Velî’nin Şiirleri

Yayınlanma Tarihi : 17.03.2024