Hıristiyanlık İslam’a karşı olan mücadelesinde iki yol kullanmıştır. Birincisi siyasi ve askeri mücadeleler. Bu mücadele içinde haçlı seferleri ve şark politikası uygulanmıştır. İkinci yol ise kalemle mücadeledir. Bu mücadelede tarihi bilgiler tahrif edilmiş, kurgusal masallar anlatılmış, efsaneler uydurulmuş, hakaret ve aşağılayıcı bir dil kullanılmıştır. Buradaki amaç kendi dinlerindeki uydurulmuş hususların üstünü örtüp, dindaşlarına kendilerini haklı gösterme çabası olmuştur. Bu nedenle tarih boyunca İslam dininin ilkelerine ve onun Peygamberine haksız, yanlış ve hakaret dolu ifadelerle karşı konulmuştur.

Bunun sonucu olarak tarih boyunca bu iki din mensupları arasında büyük bir düşmanlık sürüp gitmiştir. Ancak bu düşmanlığın sebebi sadece Müslüman korkusu değil, başlangıçtan beri İslam’ın Hıristiyanlar için sadece başka bir din olmayıp aynı zamanda teolojik bir gizem olmasıydı. Onlara göre, Tanrı bir zamanlar Hristiyanlığın meşgul ettiği alanlara İslâm’ın girmesine ve hızla yayılmasına nasıl müsaade edebilirdi? Hıristiyanların defalarca haçlı seferlerinde Müslümanların hezimetine uğradıklarında, Hıristiyanların Tanrısının nerede olduğunu kendilerine sormuşlardır.

Batı’nın İslam’a ve Müslümanlara karşı bu kadar düşmanca davranmasının nedenlerinden biri, İslam’ın dünyanın muhtelif bölgelerinde  Hristiyanlığın önüne geçen ve kazanan tek ve yegane din olmasıdır. Batı’nın İslam’ı düşman bir din olarak görmesinin başka bir nedeni de, Amerikalı filozof Norman Daniel’in belirttiği gibi, sömürgecilik ve misyonerlik hizmetlerinin Müslümanlar tarafından engellenmesidir. 19. yüzyılda sömürgeleştirme faaliyetleri Hıristiyanların Müslümanlarla olan ilişkilerinin temelini oluşturuyordu. Sömürgeciler İslam’ı kendilerine en büyük düşman olarak görüyorlardı. Örneğin Edinburg’ta İslami çalışmaları kuran  oryantalist Sir William Muir (1819, 1905), 1879 de yayınladığı “The Muhammedan Controversy  (Muhammedan Tartışması) adlı kitabında şöyle yazmıştır: “Muhammedenizm Hristiyanlığın muhtemelen yegane, en açık ve yenilmesi en zor düşmanıdır.” Batı ve Doğu Afrika’da misyoner olarak çalışan Karl Krumm da şunları söylemiştir: “Muhammedenizm ülkeyi yıktı ve mahvetti. Yalancı peygamber bizim karanlık ülkemizin tanrısı olabilir mi?”

Günümüzde de bu düşmanlık, karalamalar ve iftiralar yoluyla devam etmektedir. Bu bağlamda batı gözünde İslam adeta bir savaş ve cihad dini olarak görülmektedir. Medyanın tesiriyle bugün İslam ile cihad aynı manayı ifade eden bir kavram olarak algılanmaktadır.

Günümüzde batı dünyasının bilinçaltında Müslümanlar 'öteki' olarak kodlanmıştır. Arapların ardından, batının Osmanlı ile yüzleşmeye başlamasından sonra Avrupa'nın ötekisi, Müslümanlar anlamında Türkler olmuştur. Örneğin Martin Luther'in, “Türklere karşı Ordu Vaazı” eserinde ve Erasmus'un, “Barbarlara karşı Türklerle Savaş” adlı eserinde bunu görmekteyiz.

Batı, kendi medeniyetini merkezi alıp, diğer kültür ve medeniyetleri ona göre değerlendirir ve onları 'öteki' olarak tanımlar.  Müslümanlar, Avrupalı bakış açısına göre "barbar, putperest, kafir" olarak algılanmıştır. Batılı, kendisindeki tüm olumsuzlukları kendi kurguladığı “ötekine” yükleyerek deşarj olur, günahlarından arınır, rahatlar ve böylece düşmanı hep kendi dışında arar. Oysa bütün bu yakıştırmalar Müslümanlar değil kendileri için geçerlidir. Bunun birçok örneği tarih kitaplarında yazılıdır.

Bununla beraber batının Hıristiyan dünyasında, doğruları görüp ifade eden insanlar da vardır. Örneğin Fransız tarihçi Henry de Boulainvilliers (1658, 1722), İslam'ı Hıristiyanlığa daha tercih edilebilir bir din olarak görmekte, Hz. Peygamberi de bir peygamber olarak takdir etmektedir. Aydınlanma dönemlerinde, batılı yazarlar İslam'da ruhban sınıfının olmaması, peygamberin oğul ilah olmaması gibi hususları olumlu olarak öne çıkarmışlardır.   İngiliz tarihçi H. Stubbe (1632, 1676)'nin, 1671'de yazdığı Peygamber öven eseri, “An Account of the Rise” adlı eseri batıda ancak 1911 yılında basılabilmiştir.  Goethe, Peygamberimizi öven şiirler yazmıştır. İskoç asıllı tarihçi Thomas Carlyle (1795, 1881) ise Hz. Muhammedi peygamberlerin en doğrusu olarak nitelendirmiştir. M. Hart, N. Tolstoy, Lamartine de Peygamberimizi öven yazılar yazmışlardır.

 

Hıristiyanların İslam’a İftiralarına Reddiyeler

Aşağıda Hıristiyanların İslam dininin ilkeleri hakkında yanlış ve saçma iddialarına cevap vermeye çalışacağız. Hıristiyan papazlar tarih boyunca çeşitli zamanlarda risaleler yayınlamışlar ve bu yayınlarda İslam dininin iman ve ibadet ilkelerine karşı fütursuzca ve haksızca saldırmışlardır. Saldırdıkları konuların bazılarını aşağıda ele alıp gereken cevapları ve reddiyeleri ifade edeceğiz.

● İslam dinindeki ibadet şekilleri belli vakitlerde ve belli yerlerde bir takım belli hareketlerden ibarettir. Hıristiyanlık ise ibadetin ruh ile içten gelerek yapılmasını öğreterek zahiri ve şekli ibadet yerine geçecek olan bir kurtuluşa iman etmek ve halini değiştirmek ve kalbini kötü huylardan temizlemek ve ahlakını güzelleştirmek esası üzerine kurulmuştur.

Cevap: İslam dini bütün dinlerin en kâmil ve en tamam olanıdır. Yani zahiri ve bâtıni olgunluğu kendinde toplayan bir tevhid dinidir. İnsanlara faydalı şeyleri emreder, zararlı şeylerden korur. Onda insanlara zararlı olabilecek en küçük bir hüküm bile yoktur. Her hükmünde insanlar için maddi ve manevi nice faydalar vardır. İslamiyetin Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir din olduğunun açık bir delili de İslamiyet’te ne kadar zahiri ve şekli görünen ahkâm varsa her birinin birçok hakikatleri içermesi ve insanlar için faydalar ihtiva etmesidir. Gözleri cehalet perdesiyle kapanmış olanlar bu hakikatleri idrak edememekte ve sadece zahire bakmaktadırlar. İsra suresinin 72. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: “Bu dünyada (kalbi Hakkı kabul etmeyecek şekilde) kör olan kimse, ahrette de kördür ve gidişçe daha şaşkındır (kurtuluş yolu göremez).” Ayet-i kerimede işaret edilen kişiler, İslamı haksız yere kötülemeye çalışan  papazlardır. İslâmiyete uyan kimseler ahirette yaptıklarına göre mükâfata kavuşacaklardır. Bütün âlemi kaplayan ilâhi nimetten idrak ve anlayışları nispetinde nasibini almış olan kimseler için ahrette yüksek dereceler vaad edilmiştir. Bununla beraber kalbini kötü huylardan temizlenmesinin gerekli olduğu, tefsir ve hadis kitaplarında uzun uzun anlatılmıştır. Ayrıca bâtın yolunu öğrenmek isteyenler Allah Teâlâ’ya kavuşturan yolun kaynağı ve rehberleri olan Kamil mürşidlere müracaat etmelidirler.

Hıristiyan papazlar ibadet yerine sadece İsa (as)’ın kurtarıcı olduğunu düşünerek kalplerini kötü huylardan kurtaracaklarını düşünüyorlar. Oysa İsa (as)’ın çarmıha gerilerek Hıristiyanların günahlarını affettirdiği, İsa (as)’dan sonra ortaya çıkan bazı Yahudilerin (Pavlos gibi) uydurduğu şeylerdir. Hz. İsa’nın gerçekte böyle dediği ispatlanmış değildir. Çünkü elimizde gerçek İncil yoktur. Sadece sonradan kişilerin arzularına göre yazılmış kitaplardan böyle bir sonuç çıkarmak hiçbir zaman gerçeği ifade etmez.

Hıristiyanlar hiçbir şekli ibadet yapmadan, sadece İsa (as)’ın kurtarıcı olduğunu düşünerek cennete gideceklerini zannediyorlar. Böylece kalplerinin  kötülüklerden temizlendiğini düşünüyorlar. Oysa tarihte, bilhassa papazlar tarafından yapılmış bir çok kötülük, zulüm ve cinayet vardır. İnsanların haksız yere engizisyon mahkemelerinde öldürüldüğü bilinir.  Kendilerine ruhani yetki veren papazlar birçok haksızlığa yol açmışlardır. Bu nasıl bir din anlayışı? Kendi çıkarları için Hz. İsa’ya iftira etmektedirler.

● Günahkar kimselerin iman etmeleri ve tevbe ederek affedilmeleri hakkında Kur’an-ı Kerim’de açık ve sahih bir haber yoktur. Oysa İncillerde İsa (as) insanları günahtan kurtarıcı olarak ifade edilmesine rağmen Kur’an-ı Kerim İsa (as)’ın günahları kurtarıcı olduğundan bahsetmemektedir.  Ayrıca onu diğer resuller gibi peygamberlik derecesine indirmektedir.

Cevap: İncillerde İsa (as) için kullanılan kurtarıcı kelimesi onun peygamberliği sebebiyle günahkar ümmeti için ahirette şefaat ederek onların kurtuluşlarına sebep olmasından kinayedir. Yoksa İsa (as) kendisinin kurtarıcı olmadığını aciz bir kul olup bütün güç ve kuvvetin şeriki ve benzeri olmayan ve varlığı mutlak olan Allah Teâlâ’nın olduğunu defalarca ashabına beyan buyurmuştur. Nitekim Matta İncili’nin 20. babının 23. ayetinde İsa (as)’ın Zebedenin oğulları için “fakat sağında ve solunda oturmayı vermek benim elimde değildir. Pederim tarafından kime hazırlanmış ise onlara verilir” dediği yazılıdır. Yuhanna İncili’nin beşinci babının 30. ayetinde İsa (as) “ben kendiliğimden bir şey yapamam, bana emrolunanı yaparım ve benim hükmüm doğrudur. Zira ben yapacağım işte irademi değil beni gönderenin iradesini ararım” dediği yazılıdır. Böyle söyleyen İsa (as) için Allah’ın biricik oğludur ve aynen Allah’tır, kanını dökerek günahları affettirdi demek ne kadar bir cahillik, küfür ve dalâlet göstergesidir. Eğer Allah Teâlâ Hıristiyanların dediği gibi günahkar kullarının günahlarını affetmek isterse biricik oğlunu peygamberliği müddetince pek çok mucizeler göstermesine rağmen, az sayıda insandan başka bütün Beni İsrail’i  ona düşman ederek, onların korkusundan şuraya buraya kaçmasına ve onu Yahudilere mağlup edip pek çok hakaretlerle çarmıhta bağıra bağıra öldürmesine ve bu da kâfi gelmeyip onu cehennemde üç gün yakmasına ve daha başka sıkıntılara sokmasına ne gerek vardı?

Bu uydurmalar gerçek İncili sonradan tahrif eden Yahudilerin işidir. Kendilerinin günahlarını, yaptıkları zulümleri ve haksızlıkları örtmek için böyle bir senaryo hazırlayarak sahte İncillerin içerisine yazmışlar, böylece ne kadar kötülük yaparsan yap, Hazreti İsa senin günahlarına kefildir diyerek, insanları kandırmışlardır. Bu kandırma bugün hala devam etmektedir. Fakat aklı başında insanlar artık bu kandırmaya inanmamakta ve bunun sonucunda birçok insan Hristiyanlığı terk edip İslâmiyete dönmektedirler. Çünkü İslam’a göre herkes dünyada yaptığından sorumlu olacaktır. Dolayısıyla kimse kimsenin günahını affetmek ile görevli değildir. Günah affetmek yalnız Allah Teâlâ’ya mahsustur. Cenab-ı Hakk da Kur’an-ı Kerim’de insanların yaptıklarıyla muhakkak yüzleşeceğine söz vermektedir (İsra, 17/71).  Mahşerde herkes yaptığı günahlarla beraber gelecekler ama Allah Teâlâ istediğini affedecek, istediğini affetmeyecektir. Burada başka bir yol söz konusu değildir.

Bununla beraber Allah Teâlâ’nın insanların dünyada iken yaptıklarına tövbe ve istiğfar edip doğru yolu tutmaları halinde, geçmiş günahlarının af olacağına dair sözü vardır (Nur, 24/31). Fakat bunun şartı insanın yaptıklarından nadim olup onlara bir daha dönmemeleri ve İslam’ın emrettiği şekilde doğru yolda olmalarıdır. Papazların iddia ettiği gibi, İslam’da tövbe olayı yoktur, demek tam bir cehalettir. Tövbeyle ilgili birçok ayeti kerime mevcuttur ve insanlara nasıl bir tövbe yapması gerektiği açıklanmıştır. Bu ayetlerin olmasına rağmen Hıristiyan papazların İslam’da tövbe yoktur diye bir iddiada bulunmaları gerçekten kendilerinin ne kadar zavallı bir durumda olduklarının göstergesidir.

Kur’an’da Hazreti İsa’nın kurtarıcı olduğunun zikredilmediğinden yakınıyorlar. Gerçek olmayan bir şeyi Kuran hiçbir zaman ifade etmez. Eğer Kuran bunu yazmıyorsa Hazreti İsa onların anladığı anlamda kurtarıcı değildir. Papazlar sadece bazı çıkarlar uğruna insanları kandırmakla meşguller ve bu arada kendilerini de kandırmaktadırlar. Papazlar bu gerçeği yarın mahşerde göreceklerdir. Fakat artık ondan sonra geriye dönüş yoktur. Herkes yaptığının karşılığını bulacaktır.

● İnsan ruhunun esaretten ve günah yükünden kurtulması için elbette bir kurtarıcıya ihtiyaç vardır. İncil insanların günah kirinden ve şeytanın tasallutundan yalnız biricik kurtarıcı olan İsa Mesih’in kendi mübarek kanını feda etmekle kurtulabileceğini bildirmiş iken, Kur’an-ı Kerim İsa (as)’ın bu kurtarıcı sıfatını görmezlikten gelip günahlardan kurtulmak için kelimeyi tevhit ve kelimeyi şahadet söylemek, birtakım cezalar ve dini emirleri yerine getirmek gibi esaslara bağlamaktadır.

Cevap: İslam’da herkes kendi günahından sorumludur. Bunun için bir kurtarıcı beklemek ve onun arkasına sığınarak dünyada her türlü kötülüğü işlemek tam bir cehalettir. İslâm’da günah işleyen insanların samimi bir tövbeyle Allah Teâlâ’ya yönelmelerini ve o günahları bir daha işlemiyeceklerine söz vererek ondan sonra İslam’ın emir ve yasaklarına harfiyyen yaşamaya çalışmaları gereklidir. Eğer bunu yaparlarsa Allah Teâlâ’nın onları affedeceği beklenebilir. Bu Kur’an’da bazı ayetlerde ifade edilmiştir.

Fakat bu kurtulma Hıristiyanların Hz. İsa’ya atfettikleri kurtarıcı fonksiyonu gibi değildir. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti İsa’nın bu kurtarıcılık vasfından bahsedilmez. Çünkü böyle bir özellik gerçek dışıdır. Gerçek affeden makam Allah Teâlâ’nın bizzat kendisidir. Affetme olayı ancak ve ancak Cenab-ı Hakk’ın takdiriyle olur. Bunun için de insanların doğru yaşamaları, İslam üzerinde müstakim olmaları gereklidir. Yoksa günah işleyip işleyip sonra tövbe ettim deyip kurtulacağını zannetmek insanların bir yanılgısıdır. Bu konuda herkes Allah’a karşı tek tek sorumludur. Kimse kimsenin günahını yüklenmek, günahını affetmek, günahını kötülemek için bir söz söyleme hakkı yoktur. Herkes Allah’ın kuludur ve Cenab-ı Hakk onların yaptıklarını takdir edecek tek makamdır.

Ayrıca Hıristiyan papazların para karşılığı insanların günahlarını affetmesi kadar komik ve aldatıcı bir şey olamaz. Günahı işliyorsun papaza gidiyorsun, papaza  para veriyorsun, papaz seni affediyor ve günahlarından kurtuluyorsun. Böyle bir uyanıklık, böyle bir aptallık dünyanın neresinde görülmüştür? Ama Hıristiyan papazlar bunu uygulayıp kendilerine menfaat temin ediyorlar ve bir de yazdıkları kitaplarda İslamiyet’i kötüleyerek kendilerini savunduklarını zannediyorlar. Heyhat! Nasıl bir gaflet? Nasıl bir aldanış?

● İncil insanları hakiki tövbe ve günahlardan kurtarıcı olan imanı kamil yani üstün bir imanı ve kalplerde olanları değiştirici olan Allah Teâlâ’ya hamd ve sena etmeye teşvik ettiği gibi, ibadet ve vazifeler hususunda da İsa (as)’ın zamanındaki Yahudiler arasında icra ve amel edilen zahiri ibadet şekillerini ve adetlerini tamamen ortadan kaldırıp ibadet ve taati akla uygun ve makbul bir tarzda beyan etmektedir.

Cevap: Hazreti İsa yaşadığı dönemde Musa (as)’ın şeriatına bağlı olarak ibadette bulunmuştur. Namaz kılmış, oruç tutmuş ve bazı dini bayramlara katılmıştır. Ancak İsa (as)’dan sonra Yahudiler Musa (as)’ın şeriatındaki ibadetleri ortadan kaldırmak için sahte İncilleri vasıta kılmışlar ve orada Allah’ın ibadete ihtiyacı yok, kalbinizi temiz tutun yeter gibi safsatalarla Hristiyanları kandırmışlardır. Çünkü onlar için ibadet yapmak nefislerine zor gelmektedir. Oysa ibadetler insanların kalplerinin temizlenmesini ve insanın manevi olarak derecesinin yükselmesini temin eden hususlardır. Bu nedenle Musa (as)’ın şeriatında insanlara farz kılınmıştır. Aynı durum İslam’da da söz konusudur. İslam da ibadetleri farz kılmış böylece insanları manevi olarak yükselmelerini temin etmeye çalışmıştır. Ancak papazlar insanların temizlenmesi ve manevi yükselmelerini kendi inhisarlarına almak istedikleri için bu ibadetleri kaldırmışlar ve gelin bana biat edin, bana bağlanın, her şeyi bana bırakın, sizin bir şey yapmanıza gerek yok, ibadet etmenize gerek yok, Hazreti İsa sizin yerinize ibadet etmiştir deyip insanları kandırmışlardır. Burada esas istedikleri kendilerine dünya saltanatı ve dünya menfaati temin etmektir. Bunun için sahte İncillerdeki ifadeleri bir takım kelime oyunlarıyla karıştırarak insanların anlamasını zorlaştırmışlar, bu ifadeleri tam anlayamayan insanlar da kendilerini ruhen manevi olarak eksik zannederek bu işin manevi tarafını papazlara bırakmışlardır. Papazlar da bu durumu suiistimal ederek, kendilerine ruhanilik yetkisi vererek insanların günahlarını affetmişler, cennette onlara yerler satmışlar, böylece insanları kandırmışlardır. Bugün hâlâ bu kandırma devam etmektedir. Ama bunu artık insanların akılla kabul etmelerine imkan yoktur.

● Namaz, abdest, kıbleye yönelme, hac ve oruç gibi zahiri ibadetlerin kalbe tesirleri olmadığı gibi, bu ibadetleri yerine getirirken bazı külfet ve zahmetler olduğundan Muhammed (as)’ın dini yeryüzünde bulunan her kavme uygun değildir.

Cevap: Papazlara göre İslam da emredilen namaz, oruç, hac gibi ibadetler insanlara zahmet vermektedir. Dolayısıyla bunlar gereksizdir. Ancak Allah’a ibadet etmenin muhakkak ki bir zorluk tarafı vardır. İnsanlar yattığı yerde nefislerine uyarak yaşayarak Allah’a ibadet etmiş olamazlar. Çünkü her nimet bir külfetin karşılığıdır. İslam herkese ancak dayanabildiği kadar yük verir. Daha fazlasını ondan beklemez. Fakat Allah’ın emirlerini gücünün yettiği kadar yerine getirmek insanların görevidir. Dünya hayatının temelinde bu görevleri yerine getirmek vardır. Yoksa Allah Teâlâ bu kainatı ve insanları niye yaratsın? Bazı insanlar hırsızlık yapsın, dolandırıcılık yapsın diye mi bu kainat yaratılmıştır? Kur’an-ı Kerim’de insanların imtihan edilmeleri için bu kainatın, hayatın ve ölümün yaratıldığı söylenmektedir (Mülk, 67/2). Bu nedenle insanlar Allah’ın emirlerini yerine getirerek bu imtihanda başarılı olmak zorundadırlar. Yoksa kendi nefislerinin arzu ve istekleri yönünde devam ederlerse onlar için ahiret kurtuluşu imkansız olabilir.

Ancak papazlar insanları bu ibadetlerden uzaklaştırmak ve onları kendi ruhani yetkilerine mahkum etmek istediklerinden ibadetleri birer zahmet gibi göstermeye çalışmaları normaldir. Haftada bir saat kiliseye gidip ilahi okumak insanı manevi yükseltmesi için yeterli değildir. Gerisini papazlara bırakmak ve onların ruhani yetkilerini tanımak insanı yanlış yola sürükler. Hele Hristiyanlığın  temel inancı olan  teslise inanmak insanı küfre götürür ve ahretini tamamen karartır. Fakat papazların elinden de başka bir şey gelmemektedir. Kendilerinin batıl inanışlarını örtbas etmek için, kendilerine rakip gördüğü İslam dinini karalamak ve iftiralarda bulunmak çabası içindedirler. Ancak nereye kadar!

● Allah Teâlâ günahkar kullarının günahlarını af etmek ve onları şeytanın tasallutundan kurtarmak için biricik oğlunun kanını dökmekten başka çare bulamadığını Kur’an-ı Kerim tasdik etmemektedir. Bu onun Allah tarafından gönderilmemiş olduğuna delildir. Kur’an-ı Kerim’de beyan edilen ahkam sadece zahiri ibadetlere ait olup, kalbi kötü huylardan temizlemeye ve ahlakı güzelleştirmeye dair emirler yoktur. Kur’an-ı Kerim’deki emirler yani farzlar lüzumsuzdur.

Cevap: Hristiyan papazlarının bu iddialarından, bu kişilerin İslam alimlerinin kitaplarını hiç okumadıkları, İslamiyet’i hiç bilmedikleri yahut bildiği halde iftira ettiği, yalan söylediği açıkça anlaşılmaktadır. Onlar Kur’an-ı Kerim’i, Matta ve Yuhanna gibi, bir takım papazların toplanıp bir araya getirdikleri kitaplara benzetiyorlar. Bu papazlar bilmelidirler ki Kur’an-ı Kerim Allah kelamıdır. Onda asla yalan, tahrif ve ilave yoktur. Eğer Kur’an-ı Kerim’de İsa (as) için Hıristiyanların inandıkları gibi Allah’ın oğlu olup, yarattığı insanların günahlarını affetmek için başka çare bulamadığından onu birkaç Yahudinin elinde çaresiz, hakaretler edilip yüzüne şamar vurularak  çarmıha gerildikten sonra cehennemde yakılıp melun etmek gibi iftiralar bulunmuş olsaydı, zaten Allah kelamı olamazdı. Bugünkü mevcut İnciller gibi Allah kelamı olmaktan çıkardı. Kur’an-ı Kerim’de bugünkü İncillerde ki gibi saçma sapan sözler bulunmaması gayet normaldir. Çünkü Kur’an ı kerim insan eliyle yazılmamış, Allah’ın doğrudan doğruya peygamberimizin kalbine indirdiği vahiydir. Dolayısıyla sahte İncillerde anlatılanlar hiçbir zaman Kuran’da yer alamaz. Bu nedenle de Hazreti İsa’nın kanının dökülmesiyle insanların bütün günahlarının af olduğu düşüncesi İslam’a tamamen aykırı olup ve hiçbir zaman da gerçeği ifade etmemektedir. Fakat bu gerçeğin insanlar tarafından görülmemesi için papazlar devamlı İslamı kötülemekle kendilerinin sahtekarlıklarını kapatacaklarını zannetmektedirler. Buna imkan yoktur. Artık insanlar papazların uydurdukları masallara inanmamaktadırlar. Bunun sonucunda insanlar İslâmiyete yönelmektedirler. Bu da Hıristiyan papazların korkulu rüyasıdır.

İslam, insanların amel ve ibadetlerine yol gösterdiği gibi, kalplerinin ve ruhlarının temizlenmesi yolunu da göstermiştir. Şuarâ suresinin 88. 89. ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır: “Kıyamet gününde, ne mal, ne evlat, fayda vermez. Ancak (kötülüklerden temizlenmiş) selim bir kalp ile Allaha gelen müstesnadır. (Ancak o kurtulur).” Kalp temizliğini, iyilik yapmayı ve güzel ahlakı öven ve teşvik eden yüzlerce hadis ve peygamberimizin uygulaması vardır. Bunlar bilinince papazların iddialarının ne kadar yalan ve cahilce olduğu anlaşılır.

● İslamiyet’te abdest almak, halkın temizliği ve vücudun kirlerin giderilmesi maksadına bağlı olmuş olsaydı bir şey denilemez idi. Fakat Allah Teâlâ için yapılan ibadetlerin sıhhati abdest almaya bağlanmış ve abdest ibadetin şartı kabul edilmiştir. Abdestsiz kılınan namazı Allah Teâlâ kabul etmez denilirse, burası üzerinde düşünecek bir yerdir. Çünkü Tevrat’ta Rab insanın baktığı gibi bakmaz. Zira insan görünüşe, Rab kalbe bakar denilmiş olduğundan, namazdan evvel abdest almanın kalp temizliğine veya namazın hakikatine bir tesiri yoktur. Buna göre Ku’ran-ı Kerim ibadetin aslı olan ihlas ve kalp huzurunu, hiçbir faydası olmayan şekil ve adetler üzerine vaaz etmiş olur.

Cevap: Tefsir alimleri bildiriyorlar ki abdest ve taharet yani temizlik zahiren bedenin sıhhatine çok faydalı olduğu gibi manevi olarak da kalbin tasfiyesinin ve huzurunun bir işaretidir. Namaz Allah Teâlâ'nın huzurunda durmaktır. Allah Teâlâ'nın huzurunda durunca kalbin tasfiye edileceği açıktır. Kötülüklerden temizlenmemiş bir kalp ile Allah'ın huzuruna çıkılamaz. Abdest almanın beden temizliği olduğu, her gün beş kere bedendeki mikrop yuvalarını temizledi meydandadır. Aklı ve ilmi olan herkes bunu bilmektedir. Abdestin kalbe kuvvet verdiğini, ruhu temizlediğini papazlar da biliyor. Nitekim Harputlu İshak Efendinin, “Dıyâ-ül Kulüb” adlı kitapta abdestin fazileti anlatılırken deniyor ki: “İmam-ı Cafer Sadık rahmetullahi aleyh nasihat vermek için bir rahibe gitti. Kapı geç açıldı. Sebebini sorunca rahip, aralıktan seni görünce heybetinden çok korktum, hemen abdest aldım. Tevrat'ta görmüştüm ki, “Bir kimseden veya bir şeyden korkunca abdest almalıdır. Abdest insanı zarardan korur” yazılı idi dedi. İmam nasihat verince hemen Müslüman oldu ve kalbi abdestin bereketiyle temizlendi.
Üzeri pis ve kirli olan bir kimse padişahın divanına girmek için bir yol ve bir ruhsat bulamaz. Bu da gösteriyor ki abdest ve taharet huzur ve ihlas için faydasız değildir. Kuzey memleketlerinde yaşayan kimseler abdest almak istedikleri zaman yalnız sabahleyin sıcak su ile abdest alarak çoraplarını ve meshlerini giyerler. Diğer dört vakitte abdestlerini tutarak namazlarını kılabilecekleri gibi, abdestleri bozulduğu zaman meshleri üzerine meshederek abdest alabilirler. Böylece hem ayaklarını üşümemiş hem de namazlarını kılmış olurlar.
Yalnız başını açıp gözünü semayı dikerek ibadet eden Hristiyanlar beden temizliğinden hiç bahis etmeyerek, ayakkabıları ile Kiliseye gidip loş bir havada nahoş kokular içerisinde bir parça ekmeği yiyip bir yudum şarap içince Allah ile hemen birleşeceklerini, kalplerinin kötülüklerden temizleneceğini zannediyorlar. Böyle bir zanna sahip olan kimseler için elbette İslamiyetin emirlerinin hakikatlerini anlamak pek zordur.

● Hıristiyanlar Müslümanların hac farzını yapmalarına itiraz ederek şöyle demektedirler: Bu Yahudilerin senede 3 defa kudüs’ü şerifte bulunma, belki mukaddesi ziyaret etmek adetlerine benzemektedir. Çünkü Allah Teâlâ o makamı mukaddes’de tecelli buyuracağını vaat etmişti. Fakat sonradan Yahudiler yaptıkları cinayetlerden dolayı Allah’ın gazabına uğradılar. Hükümetleri yok oldu. Düşmanları gelerek Beytü’l Makdisi yıktılar. Allah Beytü’l mukaddes’in yerine İsa Mesih’in cesedini kendisine Beytullah (Allah’ın evi) tahsis etti. Kullarına İsa Mesihi bu sebeple gönderdi. Ona inanmış olanları da Ruhu’l Kudüs ile teyit ederek her birini canlı bir Beytullah olmak derecesine kavuşturdu. Böylece Allah Teâlâ için tesis edilecek ve insan eliyle yapılmış hususi bir yere, bir haneye artık lüzum kalmadı. Tekrar böyle bir hanenin seçilmesi Allah’ın hikmetine açık değildir.

Cevap: İbadetlerinde Kıyam, Rükû ve Secde gibi kulluğu bildiren edepler olmayan Hristiyanlar kilisede sadece birbirlerinin yüzlerine bakarlar. Daha sonra papazın okuduğu ekmek parçasını Tanrı kabul ettikleri İsa (as)’ın eti, şarabı da kanı olarak inanıp İşâ-i Rabbani diye yiyip içerek hemen Ruhul Kudüs ile birleştiklerini zannederler. Halbuki ibadetten maksat, her şeyin yaratıcısı olan Allah Teâlâ'ya itaat ve tâzimdir. Bu iki dinden hangisinde Allah Teâlâ'ya tâzimde bulunduğu ortadadır.
Hıristiyan papazlarının bu itirazları tamamen asılsızdır. Çünkü Hristiyanlar İsa Mesih'in cesedinin Beyti Mukaddes'in yerine geçtiğini hangi İncilin hangi ayetinden almışlar ise onu beyan etmeleri lazımdır. Bir miktar maaş karşılığı kilisede hizmet etmeye memur olan bir papazın sözlerinin Hıristiyanlık dininin emirleri olamayacağı açıktır. İncillerde yazılı olduğu gibi İsa (as) ömrü boyunca Beyti Mukaddes'i ziyarete gitmiş, hatta onun içindeki satıcıları kovarak içerisini temizlemeye çalışmıştır. bundan anlaşılıyor ki eğer Beyti Mukaddes'in hükmü kalmayıp kendisi onun yerine geçseydi, onu ziyaret etmeye devam etmez, içerisini de dünyalık kazanmaya çalışan kimselerden temizlemezdi. Şakirtlerine de, “artık Siz bu Beyti Mukaddes'e itibar etmeyiniz. Onun manası benim. Sizlerden her biriniz birer birer Allah'ın evisiniz” derdi.

Beyti Mukaddes'in harap olmasından sonra başka bir yerin tekrar beyt olarak seçilmesi niçin hikmet-i ilâhiyeden beklenmesin. İslam itikadına göre Allah Teâlâ'nın şeriki ve benzeri yoktur. Kendi mülkünde dilediğini yapar. Belli bir zaman kıble olarak Beyti Mukaddesi gösterir, daha sonra da Kabe-i Muazzama’yı kıble yapar. Ona kimseye karışamaz.

● Bazı hacıların memleketi yakın bazılarının uzak olduğu için bütün ümmeti Muhammed’e hac teklifi Allah Teâlâ’nın adaletine uygun değildir.

Cevap: Kabe'yi ziyaret etmek Müslümanların hepsi için bir emir değildir. Hac yapacak kimse bazı şartlara haiz olmalıdır. Mesela zengin olmak, sıhhatli olmak, gidilecek yolun emin olması gibi. Papazların bu itirazları açık olarak onların kötü niyetinin ve düşmanlığını ortaya koymaktadır. İsa (as)’ın ”Ebedi hayata götüren kapı gayet dar olup cehenneme götüren yol ise geniştir” buyurmuş olduğu Matta İncilinde yazılıdır Bunun manası cennete götürecek olan amel nefse gayet zor gelir, cehenneme götüren amel ise nefse gayet tatlı gelir demektir. Peygamberimiz (sav) de, “Amellerin en efdali nefse en zor gelendir” buyurmuştur. Meşakkat, zorluk arttıkça ecir ve mükafatlar da çok olur. Bu ise adaletsizlik değil, adaletin ve merhametin tam kendisidir. İslam dininde insanın yapamayacağı bir şey asla emredilmemiştir. Kendilerine hac farz olmayanlar hacca gitmedikleri için mesul olamazlar. “Ameller niyetlere göredir ve müminin niyeti amelinden hayırlıdır” hadisi şerifleri mucibince Hac yapmayı arzu edip de Hac yapmak imkanını bulamayanlar, niyetlerine göre ecir ve mükafata kavuşurlar. 

● Papazlar farz olan Ramazan orucuna da Beni İsrail’in ibadetlerinden alınmıştır diyerek itiraz ettikten sonra, İncil oruca dair bir emir vermemiş ve bu hususta herkesi serbest bırakmıştır diyorlar. Protestan papazları ise Katolik, Rum, Ermeni ve diğer bazı Hıristiyan fırkaları arasında bir nevi perhiz şeklinde oruç var ise de, bu Yahudilerden taklittir, yoksa İncil’de asla böyle yapılmasını emreden bir yer yoktur. Protestanlar böyle ağır bir yükü halka yüklemekten sakınırlar. Sadece kötü niyetlerinden ve batıl inançlardan sakınılması halka tavsiye edilmiştir. İşte bu gibi zahiri ve lüzumsuz ameller hususunda insanları kendi ihtiyaçlarına bırakan bir din, elbette şiddetli emirler ile insanları şekli ve zahiri amellere mecbur eyleyen bir dinden efdaldir. Zira kendi rızasıyla ibadet etmek babasına severek itaat eden çocuğun huyudur. Fakat şer’i emirlerin icap ettirdiği şeylere mecburen itaat etmek efendisine mecburen hizmet eden kölenin sıfatıdır. Bir ay müddet ile bilhassa yaz günlerinde gündüzleri yemeyip içmeyip mutat olanın tersine geceleri yiyip içmenin sıhhate zararı pek çoktur. Ayrıca birçok hastalıkların meydana gelmesine sebep olacağı tabipler tarafından iddia edilmiştir.

Cevap: Papazların bu itirazları tamamen haksızdır Çünkü oruç tutmak Musa (as)’ın dininde de vardı. İsa (as)’ın dininde de aynen devam etti. “İncil oruca dair asla bir emir vermemiştir ve herkesi kendi ihtiyarına bırakmıştır” demek, açık bir yalandır. Çünkü isteyen oruç tutsun istemeyen tutmasın gibi insanları oruç tutmakla tutmamak arasında serbest bırakan bir İncil ayeti yoktur. Var ise papazlar bunu göstersinler. Katolik, Rum ve Ermeni kiliselerine mensup olan Hıristiyanların inançlarında perhizin aslı oruç olduğu halde, sonradan Pavlos’un Nasraniliği Yahudilikten tamamen ayırıp putperestliğe çevirmek için yaptığı tahrifleri ve birçok ibadetlerin iptali sırasında bu hale getirilmiştir. Yoksa İncil'de oruç emri yoktur demek İncil'e açık bir iftiradır. Matta İncilinin 4. babının başında, “İsa (as)'ın şeytan ile çölde imtihan olurken 40 gün oruç tutup sonradan acıktı” ve 6. babının 16. ayetinde “Oruç tuttuğunuz zaman iki yüzlüler gibi yüzünüzü ekşitmeyin” diye emrettiği ve cin çarpmış bir kimseden cini çıkarınca yanında bulunup hayret edenlere bunun gibi “şeytanı oruç çıkarır” dediği İncillerde yazılıdır. Bunlardan hem İsa (as)'ın kendisinin oruç tuttuğu hem de ihlas ile yalnız Allah rızası için oruç tutmayı emretmiş olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İsa (as)'a iman eden halis müminleri çeşitli işkencelerle idam eden Pavlos, kendisinin uydurduğu hayal mahsulü bir yalan ile nasraniyetin kabul eyleyip oruç ve sünnet olmak gibi İsa (as)'ın şeriatında bulunan ahkamın kimisini Yahudiliğe benzemek olur diyerek, kimisini de tevili mümkün olmayan başka şeylere benzeterek nesih ve teviller yaptığı sırada, Petrus mukabele etmek istemiş ise de Pavlos’un adamları saldırıcı olduklarından Petrus’u mağlup etmiştir. Kadir ve kıymeti yüksek olan Petrus, Yahudilerden korkarak İsa (as)’ı  tanıdığını inkar edecek kadar zayıf kalpli olduğu için, Pavlos’a karşı sükut etmeyi tercih ettiği İncillerde ve Hristiyan din adamlarının ileri gelenlerinin kitaplarında açıkça yazılıdır.
Oruç zahiri ve lüzumsuz amellerden değildir. İrfan sahibi olanların bildiği üzere beden ruhun mekanı ve nefsin arzularının dönüp durduğu yerdir. Nefsin cismani arzuları ne kadar galip olursa ruhani keşifleri de o kadar az olur, hatta hiç olmaz. Bu kaide her din ve mezhepte aynıdır. Hepsinde nefsin arzularını yerine getirmemekle, yani riyazat yapmakla Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya vesile olduğu bilinmektedir. Çünkü riyazat nefsin şehvetini kırar.
İnsanın nefis ve şeytan gibi iki büyük düşmanı olduğundan dinin emir ve yasaklarını yerine getirmeyenlere azap yapılacağı bildirilmeyip de, yerine getirmekte serbest bırakılmış olsaydı, elbette çok kimse yerine getirmezdi.
Oruç tutmak insanın sıhhati için faydalıdır. Bu faydayı temin etmek için iftar zamanında mideyi doldurmayıp henüz iştahı varken yemekten el çekmektir. Bu edebe riayet edenlerin hasta olmak değil bilakis sıhhat bulacakları bütün tabipler tarafından ittifak ile bildirilmiştir. Böyle oruç tutmanın sıhhat için faydalı olduğu muhakkaktır. Eğer papazların yalan olan sözleri doğru olsa, İslam memleketlerinde Ramazan ayında her Müslümanın hasta olması ve çok kimsenin vefat etmesi icap ederdi. Halbuki böyle bir şey tespit edilmiş değildir.  Düşünülürse birçok insan sabah ve akşam olmak üzere günde iki kere yemek yerler. Muhtaç olan iki yemek vaktinin birinde birkaç saat değişiklik yapmakla vücutta ne gibi değişiklik meydana gelebilir. Belki oruç ayının başında bir iki gün biraz değişiklik hissedilebilir. Bu cihetle oruçtan dolayı bir değişiklik olmaz. Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde “
Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz” buyurmuştur. Oruç, bir sene boyunca durmadan çalışan mide ile beraber bütün sindirim sisteminin dinlenmeye sevk edilmesi ve insan vücudunun bir temizlenmeye tabi tutulmasıdır. İnsanlarda en çok görülen rahatsızlık hazmetme bozukluğudur. Şişmanlık kalp ve damar hastalıklarına, şeker hastalığına ve tansiyon yüksekliğine sebep olmaktadır. Oruç bütün bu hastalıklara karşı koruyuculuk vazifesi yaptığı gibi, bir de tedavi vasıtasıdır. Bugün birçok hastalıktan kurtulmak için perhizin gerekli olduğu ifade edilmektedir.

Ayrıca oruç ile insanın güçlü bir irade kuvveti kazanacağı şüphesizdir. Bu sebeple alkol, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan oruç vesilesi ile kurtulanlar çoktur. Oruç vücuttaki karbonhidrat, protein ve bilhassa yağ depolarının harekete geçmesini sağlar. Oruç sayesinde madde süzmekten kurtulan böbrekler bir revizyona giderek dinlenme ve yenilenme imkanı bulurlar. Bütün bu söylediklerimiz bazı papazların yalan ve iftiralarını yüzlerine çarpmaktır. Keşke yalan söylerken ilmi de kendilerine yalancı şahit getirmeselerdi. Gündüz ve gece müddetleri birbirinden farklı olan memleketlere gelince, diğerinden birkaç saat fazla oruç tutanlar amellerin nispetinde ilahi mükafatlara mazhar olacakları için adalet-i ilâhiyeye asla zıt olmaz. Ayrıca kutuplardaki oruç sistemi de İslam alimleri tarafından bir sisteme bağlanmış olup, onların da oruç ibadetinden faydalanmaları temin edilmiştir.
Şimdi insanlar bu iki dini karşılaştırdığında, hangisinin icrasının daha kolay olduğunu açıkça görürler. İslam dini yeryüzünün her noktasında bulunan her kavmin hiçbir zorluk olmaksızın uyabilecekleri ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturan bir dindir. Bir Tevhid dinidir. İslam’ın teslis üzerine kurulmuş olan Hıristiyanlıktan üstünlüğü ve kıymeti güneş gibi meydandadır. 

● Protestan papazların İslam dinine itirazlarından biri de namazdaki kıraattır. Bu papazlara göre namazın farzlarından olan kıraati, yani Kur’an ı Kerim’den bir parçayı ezberden okumak bazı yerlerde ruhani oluyorsa da, düşünüldüğü zaman kıraatin de namazın diğer farzları gibi ruhani olmadığı ortaya çıkar. Beş vakit namazda  Fatiha, tahiyyat, rüku ve secde tesbihleri ve bunlara benzer bazı tesbih ve dualar okunmaktadır. Bunları durmadan devamlı olarak ömür boyunca her gün belli vakitlerde tekrar eden insan bundan usanır bıkar. Her istenilen şeyleri itina ile yapmaktan ve bir takım fani ve hem niyetsiz ameller ile uğraşmaktan hiçbir fayda gelemeyeceğini İsa (as)’ın İncil’de buyurduğu şu iki ayetten açıkça anlaşılır: “Dua ettiğiniz zaman putperestler gibi boş yere tekrarlar yapmayın. Çünkü onlar çok söyledikleri için müstecab olacaklarını zannederler. Muhtaç olduğunuz şeyleri baba bilir.” (Matta, 6/78)

Cevap: İrfan ehlinin bildiği gibi bedenin bir hayatı ve gıdası olduğu gibi ruhun da bir hayatı ve gıdası vardır. Ruhun gıdası masivayı yani Allah'tan gayrı her şeyi unutarak Allah'ı zikretmektir. Yaratıcı ile yaratılan arasında olan perdelerin kalkması için nefsin şehvetlerinin riyazat vasıtası ile zayıflanmasından ve ruhu Allah'ın ismini zikrederek kuvvetlendirmekten başka çare yoktur. Bir kimsenin bir başkasına olan sevgi ve muhabbeti onu çok zikir etmesinden hatırlamasından anlaşılır. Çünkü kişinin sevdiğini çok anması tabiidir. İslam dininde de en önemli maksat Muhabbetullah (Allah sevgisi) olduğundan, Allah’ı her gün beş vakitte zikrederek kalp kuvvetlendirilmektedir. Kalbin ve ruhun kuvvetlenmesi ise aradan perdelerin kalkmasına ve sevgiliye kavuşmaya sebep olur. Beş vakit namazda okunan tesbihlerin ve tekbirlerin hepsi bu amaç için olduğundan, bunlardan mümine asla bıkkınlık ve usanma gelmediği gibi ruhun gıdası olduklarından kalbi ve ruhu kuvvetlendirdikleri meydandadır. Her rekatta tekrar edilen fatiha-i şerife'nin gizli manaları üzerinde ehli sünnet alimleri pek çok beyanda bulunmuşlardır. Sadrettin Konevi'nin Fatiha-i Şerif'in gizli manalarına anlatan “İcazü’l Beyan” isminde ki kitabında, Fatiha Şerife'nin hakikat ve inceliklerinden çok azını bildirmiş olduğunu beyan buyurmuştur. Namaz kılarken okunması emir olunan ayetler, tespihler ve dualar Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü bildirir ve O’na yalvarmayı ifade etmektedir. Allah Teâlâ bunları okuyanları severim, onlara çok sevap veririm buyuruyor. Allah'ın sevgisine kavuşmak için ve sevap kazanmak için okunan ve yapılan şeyler güç olsalar da imanı olan kimselere kolay ve çok zevkli, tatlı gelir. Şekeri, balı yiyen bunun tadını anlar. Yemeyip uzaktan gören şekli, rengi iyi değil diyerek tadını inkar eder. 

● Hıristiyanlar, İslamiyetin yayılmasının, kılıç zoru ile olduğunu iddia etmektedirler.

Cevap: Harputlu İshak Efendi, Dıyâ-ül Kulûb adlı kitabında bu iddiaya aşağıdaki cevabı ve reddiyeyi yazmaktadır:

“Sadece kılıç korkusu ile din değiştirmek kolay olsaydı, Katolikler ile Protestanlar arasında, milyonlarca insanın katledilmesine, öldürülmesine sebep olan harpler olmazdı. İman esaslarında, büyük bir yakınlık olmasına rağmen, ne Katoliklerin zorlamaları ve tazyikleri Protestanları kendi imanlarından döndürebildi, ne de Protestanların vahşice zulümleri, İrlanda adasındaki Katolikleri imanlarından ayırabildi. Ayrıca; 'Bir kısım insanlar cizye vermemek için İslam dinini kabul etti' denilirse, Protestanlar, dinlerine giren kimselere en az yarım kese gümüşten, beş bin kuruşa kadar maaş tahsis ettikleri ve uzun senelerden beri İslam memleketlerinde bu kadar çalıştıkları hâlde, ismi bilinen ve dinini ve kendini bilir kaç Müslümanı, Protestan yapabilmişlerdir? Hâl böyle iken; 'Hıristiyanlar, senede bir defa verdikleri cizye ismindeki beş-on kuruşa tamah ederek İslamiyeti kabul ettiler' demek kadar, ahmaklık, cahillik ve inatçılık olamaz.

Burada papazların unuttukları veya söylemek istemedikleri bir diğer husus da, gayr-i müslimlerden cizye almayı emreden İslamiyet, Müslümanların da, zekât ve uşur vermelerini emretmiştir. Müslümanların vermiş olduğu zekât ve uşur, gayr-i müslimlerin vermiş olduğu cizyeden kat kat fazladır.

Zahirî sebeplere ve kuvvete baş vurmaktan sakındıklarını ve sadece ruhani olarak, Allahü teâlâya ve komşuya muhabbet ve şefkat ettiklerini ilan eden Hıristiyanların, birbirleri hakkında da yaptıkları muameleler, vahşetler ve zulümler, tarihlerde yazılıdır. Hıristiyanların yaptığı bu vahşetleri ve zulümleri okuyan bir kimse, biraz şefkat ve merhamet sahibi ise, yalnız Hıristiyanlıktan değil, böylesine vahşi fiillere sebep olmak kabiliyetinde bulunduğu için, insanlıktan bile nefret edeceği gelir.

Donatus isminde Afrika'da bir fırka kurarak, 300 tarihlerinde Roma kilisesine karşı gelen iki papazın, sebep olduğu ihtilallerde, papazların, kılıç ile öldürmeye müsaade etmeyip, topuz ile başları ezilerek katledilen nüfusun miktarı dört yüz bin kişi olduğu tahmin edilmektedir.”

● Muhamed (sav) harb ederek bir din değil siyasi bir hükümet kurmuştur. Din ile devleti bir tutmuş, hem peygamberlik hem de devlet reisliğini kendinde toplamıştır. İslamiyet Müslümanların güç ve kuvvet sahibi olmalarını emretmektedir. Bunun için hakkaniyet sahibi ve Allah’a yaklaşmak isteyen kimseler yerine kuvvet ve dünya servetine düşkün olan kimseler arasında yayılıp onları kendilerine bağladı. Bunun için İslâmiyete tabi olanlar yalnız manevi bir dine bağlanan kimseler gibi olmadı. İslam dini başından beri bozuk ve karışık bir halde bulunmuştur. Halbuki Hıristiyanlık mücerret mukaddes’in ile kendi işine inananları devlet ve dünya azametinden sakındırmıştır. Hıristiyanlar başından beri çeşitli müşküllerle karşılaşmış ve düşmanların kahredici saldırılarına uğramışlardır. Böylece dünya çıkarları ve menfaat peşinde koşanların Hıristiyanlığa girmelerine mani olmuştur. Hıristiyanlık İslamiyetten daha çok yayıldığı gibi onu kabul etmeyenlere karşı harp etmemiş onların namus, kıymet ve haysiyetlerini kıracak bir muamelede de bulunmamıştır. Hıristiyanlığa inananlar iyilik ve bereketlerine kavuşmuşlardır.

Cevap: Aslında bu itirazlar tamamen yanlış olup bunların tersleri doğrudur Hicretten önce Mekke'de imana gelen ashab-ı kiramın içerisinde kuvvet ve dünya servetine düşkün hiç kimse yoktu. Çoğu fakir ve zayıf kimselerdi İslamiyet'e düşman olan Kureyş’in ileri gelenleri ise zengin kuvvet sahibi ve dünyaya düşkün kimselerdi. Matta İncilinin 26. babında yazılı olduğu gibi İsa (as) Hristiyanların inançlarına göre ölmeden bir gün evvel havariler ile Yahudilerin fısh bayramındaki son akşam yemeğini yedikten sonra onlara kendinin öldürüleceğini ve içlerinden birisinin kendini Yahudileri haber vereceğini söylemesi üzerine aralarında bu hainliği kimin yapacağı hususunda havarilerin kalplerine korku düştü. İsa (as)’ın Yahudiler tarafından yakalanmasından sonra yanında bulunan havariler kendisini terk edip ayrıldılar. İsa (as)’ın en yakın dostu olan Petrus o gece horoz 3 defa ötünce 3 defa İsa (as)’ı tanıdığını inkar etti. Peygamberimizin hayatında ashab-ı kiram arasında kabile reisleri, kavminin ileri gelenleri ve zenginler de vardı. Onlardan böyle edep ve imana uygun olmayan bir tehlike meydana gelmemiştir. Çünkü bunların İslamiyeti kabul etmeleri geçici olan dünya malı için olmamıştı. Ashab-ı kiramın hepsi İslam dini uğruna mallarını ve canlarını seve seve feda ettiler. Doğruluk ve mukaddesliğin İslamiyet ve Hıristiyanlıktan hangisinde çok olduğu meydandadır. Kuvvet ve dünya malı peşinde koşan kimselerin hangi dini tercih edeceği bildirdiğimiz bu misallerden açıkça anlaşılır.
Hristiyanlar İspanya'nın Gırnata şehrini istila ettikten sonra, engizisyon mahkemelerinin zulmü ile Müslümanları ve Yahudileri cebren Hristiyan yapmışlardır. Dinlerini değiştirenleri dahi ateşe atarak yakmışlardır. Eğer yukarıdaki itirazları yazanlar Endülüs ve engizisyon tarihlerinde bildirilen vahşetleri ve zulümleri okumuş olsaydı, Hristiyanların Hristiyanlığı kabul etmeyenlerin namus, kıymet ve haysiyetlerini kıracak bir muamelede bulunmamıştır, yalanını yazmaya cüret edemezdi. Hristiyanlar idareleri altında Hristiyan olmayan hiçbir insan bırakmamışlardır. Onları akla ve hayale gelmeyecek barbarlıklarla işkenceler içerisinde yok etmişlerdir. Hatta katolikler protestanları, protestanlar da katolikleri böyle imha etmişlerdir. Böylece Hristiyanların hakim oldukları yerlerde başka dine mensup bir kimse kalmamıştır. Başka bir dine mensup hiçbir kimsenin bulunmadığı yerlerde Hristiyanların, Hıristiyanlığı kabul etmeyenlerin namus ve haysiyetlerini kıracak bir muamelede bulunmamaktadır, sözü yalan olmaktadır. Çünkü zulüm edecekleri kimse kalmamıştır. Hristiyan tarihçilerin bile yazdıkları Haçlı Seferleri tarihini okuyanlar papazların ne kadar yalancı olduklarını gayet iyi anlarlar. 

● İslamiyet daima Müslüman olmayanlar ile harp etmeyi emreder. Mağlup olanlardan cizye (varlık vergisi) alıp onlara hakaret ile muamele eder. Şimdi bu iki dinden hangisinin ahkâmı şefkat ve merhametce daha üstün ve insanların tabii haklarına daha münasiptir. Bunlardan hangisinin daha üstün olduğunu akıl ve insaf sahibi olanlar hemen anlarlar.

Cevap: Bu ifadeler papazların birer iftirasıdır. Müslümanlar İslam'a saldıran düşmanları ile ve keyifleri uğruna insanlara zulmeden zalimlerle ve insafsız diktatörlerle harp etmişlerdir. İslamiyette Cihat, İslam memleketlerine saldıran kafirlere, zalimlere karşı müdafaa için yapılır, yahut zalim diktatörlerin zulüm ve işkenceleri altında merhametsizce ezilen zavallı insanları bu işkencelerden kurtarmak için yapılır. İnsanları dünya ve ahiret saadetine kavuşturan İslamiyetteki adaleti ve huzuru bu zavallı insanlara da duyurmak için yapılır. Yani Allah Teâlâ'nın kullarına Allah'ın dinini öğretmek, onları huzur ve saadete kavuşturmak için yapılır. Yoksa İslamiyette harp başka memleketlere saldırarak mal toplamak için yapılmaz. Harb neticesinde fethedilen yerlerde Hristiyanların yaptığı gibi asla katliamlar yapılamaz, zulüm edilemez. Bunu Allah'ın yasak ettiği Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde ve Peygamberimizin çeşitli hadislerinde bildirilmiştir. İnsanların dinlerini değiştirmeleri için asla zorlanılamaz. Zorlamak Kur'an-ı Kerim'e uymamak olur. “Dinde zorlama yoktur” mealindeki Bakara suresinin 256. ayeti bunu açıkça göstermektedir. İslamiyetin 1400 sene hakim olduğu yerlerde ve 630 yıl Osmanlı Devleti idaresinde bulunan memleketlerde çok Hristiyan vardı. Bugün Türkiye'deki Hristiyanlar bunların torunlarıdır. Osmanlı Devleti Hıristiyanları din değiştirmek için zorlasaydı, bugün Türkiye'de hiçbir Hristiyan kalmazdı. Vahşi Hristiyan İspanyollar Endülüs Emevi devletini yıkıp İspanya'yı ele geçirdikleri zaman ne kadar Müslüman ve Yahudi varsa hepsini katletmişler, daha sonra da İspanya'da hiçbir kafir kalmadı diyerek bayram yapmışlardır. Bunlar her yere kolaylıkla yayıldığı şefkat ve merhamet dini olduğu iddia edilen Hristiyanların yaptıkları zulümlerdir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedince Rumların ellerinden mallarını almamıştır, dinlerini yasaklamamıştır. Hristiyan Bizans'ın zulmünden bıkıp usanan halk, Osmanlı adaletine kavuşmak için Bizansı değil Osmanlı Devletine yardım etmiştir. İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Muhammed kiliseleri yakıp yıkmamış, bilakis Fener kilisesine yardım etmiştir. Ayasofya'yı ise gayet güzel tamir edip genişletmiş ve harap olan bu kiliseyi ihtiyaç dolayısıyla cami haline getirmiştir.

Müslümanlar fethettikleri yerlerdeki gayrimüslimlerden cizye almışlardır. Bu cizye onların mallarını, canlarını, namuslarını ve dinlerini korumak için Müslümanların yaptıkları masraflara karşılık aldıkları az bir ücrettir ki bunun da çeşitli şartları vardır. Cizye olarak alınan paraların hayır işlerinde kullanılması emrolunmuştur. Bu husus papazların söylediği gibi değildir. Günümüzde de her devlet vatandaşından çeşitli vergiler almaktadır. Papazların bu itirazları Hakkı bildirmek için değildir. Bu sözlerinde taassup ve bozuk düşüncesinden veya para hırsından olduğunu anlamamak için ahmak olmak lazımdır. Haçlı seferlerinde ve Endülüs'te yapılan vahşetler kendi kitaplarında da yazılı olduğundan, hiçbir akıl ve insaf sahibi kimse papazların bu hile ve yalanlarına asla aldanmaz. 

● İslam devletlerinin bu yolda eşitlik ve hakkaniyet derecesine yükselmesi Kur’an-ı Kerim’in emri veya Müslümanların tabii icabı değildir. Avrupa’nın hükümdarlarını taklit ve kendi mülk ve tebalarını terakki ve ıslahat yoluna sevk etmek arzusu ile son Osmanlı sultanlarının akıl ve hikmet mucibince yaptıkları şeyler olduğu açıkça anlaşılan bir iştir.

Cevap: İslamiyet'in emretmiş olduğu eşitliği Osmanlı Devleti Avrupa hükümdarlarını taklit ederek değil İslamiyet'in emrine uyarak ilan etmiştir Çünkü bugüne kadar Osmanlı Devleti'nin gayrimüslimler hakkında tanımış olduğu çok geniş müsamahaları Avrupa devletlerinden kendi vatandaşları için tanıyan ve tatbik eden bir devlet görülmemiştir. Son zamanlarda Hristiyan devletlerin istila ettikleri İslam memleketlerinde yapmış oldukları zulüm, vahşi ve sinsi işkenceler akılları durduracak şekildedir. İngilizlerin birinci Cihan Harbi'nde şark cephesinde ele geçirdikleri esirleri Mısır'da büyük kamplarda toplamışlardı. Bu Müslümanlar zorla büyük havuzlarda banyo yaptırılmıştır. Bu havuzların suyuna göztaşı karıştırmışlar ve memleketlerine dönen bu insanların gözleri daha sonra kör olmuştur.

Hristiyanların Müslümanları ve İslamiyeti yok etme planlarından birisi de Müslümanı Müslümana katlettirme siyasetidir. Çanakkale Harbi'nde Mısır, Yemen ve Suriye cephelerinde İngiliz üniforması giydirilmiş Afrikalı ve renkli Müslümanlar yine Müslüman olan Osmanlı askerleri ile çarpıştırılmıştır. O Müslümanları harbe teşvik ederken, sizleri İslam dinini korumak ve İslam halifesinin düşmanları ile harp etmek için götürüyoruz, diyerek aldatmışlardır. Diğer vahşilik planlarını anlatmaya insan dayanamaz. Çünkü vahşi yamyamlar bile bir kimsenin oğlunu katledip başını keserek pişirip annesine ve babasına yedirmeye teşebbüs etmemiştir. Medeni olduklarını söyleyen Avrupalıların, yumuşak ve tatlı davranmayı emreden bir dinin mensubu olduklarını iddia edenlerin halleri budur. Bu zulümleri yapanların Osmanlılar Avrupa'dan görüp onları taklit ederek gayrimüslim vatandaşlarına eşit haklar tanıdı demeleri çok şaşıracak şeydir. 

● Osmanlı devletinin güzel hizmet ve hikmetlerinden olarak Osmanlı memleketlerinde meydana gelen malum ıslahatlar zannedildiği gibi İslam’ın değil Hristiyanlığın şerefindendir.

Cevap : Harputlu İshak Efendi, bu itirazın cevabını Dıyâ-ül Kulûb adlı kitabında şöyle vermektedir:

“Osmanlılarda Mason Reşit Paşa'nın yaptığı ıslahat adı altındaki değişiklikler Hristiyanların ve masonların tesiri ile oldu. Çünkü Hristiyanlar bilhassa protestanlar büyük menfaatler ve paralar karşılığı Londra'daki Osmanlı sefiri Mustafa Reşit Paşa'yı Mason yaptılar. Mason localarında yetiştirip bir İslam ve Osmanlı düşmanı olarak Osmanlı Devleti'ne gönderdiler. Büyük şehirlerde Mason cemiyetleri kurdular. Gayrimüslimleri ise imtiyazlı vatandaş haline getiridiler. Askere gitmeyen Müslümanlardan çok kimsenin ödeyemeyeceği bir para cezası istenirken, gayrimüslimlerden çok cüzi ve göstermelik bir para alındı. Bu vatanın evlatları dinlerini ve vatanlarını, namuslarını korumak için şehit olurken, Mustafa Reşit Paşa'nın ve yetiştirdiği masonların ve İngiliz ve İskoç masonlarının planladıkları hain oyun sayesinde memleketin Sanayi ve Ticareti gayrimüslimlerin, İslam düşmanı masonların eline geçti. Mustafa Reşit Paşa ihracata ağır vergiler koyup ithalatı teşvik ederek Osmanlı sanayini ve sanatını baltaladı. Medreselerden fen derslerini kaldırdı. Bütün bunların mimarı olan Hristiyan Avrupalılar bununla da kalmayıp Osmanlı tebaası içerisindeki gayrimüslimlere para ve silah vererek Osmanlı'ya karşı isyana teşvik ettiler. 500 yıldır huzur içinde yaşayan insanlar arasına nifak, düşmanlık ve fitne tohumları attılar. Böylece tüyleri ürperten, akılları durduran zulümler vahşetler ve katliamlar yapıldı. Bulgarların, Moskofların, Ermenilerin ve Yunanlıların Müslüman Türklere yaptıklarının binde birini Osmanlılar onlara tatbik etseydi, belki bugün yeryüzünde Bulgar, Ermeni, Yunan ve Rus diye bir millet olmazdı. Osmanlı Devletinde Müslüman Türk'ü yok etmek için hazırlanan bazı ıslahatlar tamamen Hristiyanların yıkılışı planları ile olmuştur.” 

● İslam dini mürtede dikkat etmektedir. Ramazan’da açıkça oruç yiyenlere ceza vererek halkı zor ile İslam dinine bağlı kalmaya ve riayete zorlamaktadır.

Cevap: İslam dini Pavlus ve Petrus’un ortaya koyduğu Hristiyanlık dini gibi değildir. Zahir ve bâtın faziletlerin üstünlüklerini kendisinde toplayan en mükemmel bir dindir. Bunun için Allah'ın koyduğu sınırlar, İslam'ın yüksek ve güzel ahlâkını bozulmaktan ve ihlal edilmekten muhafaza etmektedir. Müslüman olan bir kimse küfrünü açıkça ortaya koymadıkça ona mürtedin ahkamı tatbik edilmez. Ramazan'da özürsüz açıkça oruç yiyen bir Müslüman fıskını ilan ettiğinden hükümet tarafından cezalandırılır. Fakat fıskını ilan etmez yani gizli yerse ona hükümet tarafından ceza verilmez. Bunun ceza ve kefareti Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği gibidir. Hükümet tarafından verilen ceza Müslüman'ın günahını ilan etmesinin ve başkalarına fena misal olmasının cezasıdır. Bu cezalar Müslümanlar içindir İslam Devleti Hristiyanların ibadetlerine karışmaz. Onlara ibadetleri için hiçbir ceza verilmez, hiçbir baskı yapılmaz. Bu cezalar Müslümanların ahlâkını ve milli birliğini bozulmaktan muhafaza eder. 

● Kur’an-ı Kerim ve hadisi şerifler Arap efsanesi üzerine olup, Arapçayı bilmeyen Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamaktan mahrum olmaktadırlar. Dualar ve zikirler hep Arapçadır. Müslümanlar ne dediklerini bilmeden ibadet ve dua etmektedirler. Diğer milletlerden İslam dinini kabul edenler Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerine vakıf olmak isteyince Arapçayı öğrenmek gibi bir müşküle karşılaşmaktadırlar.

Cevap: Daha önceki semavi kitaplar her lisana tercüme edilirken pek çok tahrifata uğramışlardır. Ancak Kur'an-ı Kerim'in böyle tahriflerden korunması için Kur'an Arap lisanı üzerine indirilmiştir. Ahdi Atik ve Ahdi Cedid incelendiği zaman bu tahrifatların nasıl yapılmış olduğu kolayca görülür. Ancak Kur'an'ın ayetlerinin mealleri, anlamları her dile çevrilerek insanlara duyurulmuştur. Bunda bir sakınca yoktur. Fakat ibadetlerde Kur’an’ın başka dilde yazılan sözlerin kullanılması yasaklanmıştır. Namaz gibi ibadetlerde ancak Arapça yazılan metinlerin okunmasına müsaade edilmiştir. Bu da Kur'an'daki gerçek sözün Arapça olması ve gerçek sözün manevi bir kıymeti haiz oluşundandır. Diğer dillere mealen çevrilen Kur'an-ı Kerim sadece bilgilendirme kabilindendir. Oradaki ayetlerin başka dildeki tercümeleri namazda kullanılmaz. Ancak bu mealler ve tercümeler insanların İslam dinini anlamaları bakımından faydalıdır.  Bu nedenle herkes doğru tercüme edilmiş Kur'an meallerini okuyup anlamakla mükelleftir. 

● İslamiyet’te cihad nefise billah farzdır. Hristiyanlıkta ise cihat emri yoktur. Bu Hristiyanlığın faziletine de bir delildir.

Cevap: Cihad farzının İsa (as)'ın dininde bulunmaması mevzuna gelince, İsa (as)’ın insanları dine davet müddeti 3 sene gibi az bir zaman olduğu için Allah yolunda cihad yapacak zamanı olmamıştır. 5-10 kişi ve birkaç kadın ile Roma devletine karşı cihad etmek şüphesiz ki mümkün değildir. Hatta İsa (as), Yahudilerin kendi hakkında kötü niyet sahip olduklarını öğrenince çok telaşa düşmüştür. Yakalanacağı akşamın gündüzünde Luka İncilinin 22. babanın 36. ve devamındaki ayetlerde İsa (as) ashabına hitaben, “şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası olan da alsın ve olmayan esvabını satsın ve kılıç satın alsın dedi. Ya Rab işte burada iki kılıç var dediler. İsa onlara yetişir dedi” diye yazılıdır. Daha sonra yakalanırken bu kılıçlar da bir işe yaramamıştır. Bu anlatılanlardan İsa (as)’ın kendisini müdafasız teslim etmek niyetinde olmadığı ve mümkün olsa kendini korumak için kılıç kullanacağı ve düşmanlarına karşı cihad yapmamasının zahiri sebeplerin kifayetsizliğinden olduğu güneş gibi meydandadır. İsa (as) ümmetini cihaddan açıkça men etmemiş ve kendisi Musa (as)'ın şeriatının hükmünü kaldırıcı değil onu tamamlayıcı olduğundan, ondaki cihad emrinin kendi ümmetine de şamil olduğu açık ve sabittir. 

● Abdest, namaz sonradan mı uydurulmuştur? Mekke'de abdest, namaz emredilmemiş miydi? Bunlar sonradan mı çıkarılmıştır? İtalyan oryantalist Leona Caetani (1869, 1935),  Mekki surelerde namaz kılmanın kesin emredilmediğini iddia etmektedir. Ayrıca Caetani, Buhari'de namazın farz olduğu ve cuma namazının kılınmasını emreden hadis bulamadığını ileri sürmektedir.

Cevap: Tüm farz ibadetler Kur’an ile belirlenmiştir (Maide, 5/6), (Nisa, 4/43).  Her gün Müslümanlarca yapılan ibadetlerin sayı ve şeklinin sonradan uydurulduğunu iddia etmek ne kadar mantıklı bir şeydir. Ebu Hureyre (ra) aktardı diye abdest hadislerini reddeden Leona Ceatini, başka birçok ravinin de bu konuda hadis rivayet ettiğini görmezlikten gelir. Ceatini’nin önem verdiği İbni İshak, Cebrail den abdest namazı öğrenen Efendimizin bunları ilk olarak Hazreti Hatice annemize öğrettiğini bilmezden gelir. Bu konu hakkındaki detaylar İbni Hişam’ın kitabında mevcuttur. Buhari’nin I/131,132; İbni Sad’ın Tabakat II/211; Taberi II/212 de  Mekke’de ki namaz ile ilgili rivayetler aktarılır. Mekki surelerde namaz kılmanın kesin emredilmediğini iddia eden Ceatini’ye sadece “namaz kılın” şeklinde emir içerikli 3 Mekki ayetin numarası verip konuyu noktalayabiliriz: (Enam, 6/72), (İbrahim, 14/31), (Rum, 30/31).

● İslam evrensel değil midir? Caetani'ye göre Kur’an'da İslam'ın evrensel bir din olduğuna dair ufak bir ima bile bulunmamaktadır.

Cevap: Hristiyanların İslam'ı Hristiyanlığın yayılmasına engel bir din olarak gördüğünü gösteren ifadelerden sonra onların İslam'ın evrensel bir din olmadığını ispat etmeye çalışması gayet normaldir. Dünyayı Hristiyanlaştırabilmek için İslam dinini Araplara hatta sadece Arabistan'a gönderilmiş bir din olarak göstermeye çalışmaktan daha doğal ne olabilir. Şunu bilmek önemlidir, İslam peygamberimizle başlamamıştır. Çünkü İslam tüm dinlerin özüdür. Öncelikle İslam'ın evrenselliği ile alakalı Saf suresi 9. ayette “O Allah ki resulünü hidayet ve hak dinde, o dini her dinden üstün kılmak için göndermiştir. Müşrikler istemese de” buyrulmaktadır. Ayette geçen “hak din” ifadesinden kastedilen İslam'dır. Diğer dinler ile kastedilen başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere tüm ilahi ve ilahi olmayan dinlerdir. Üstünlük tüm dünyayı hatta alemleri kapsamaktadır. “Kuran bütün alemlere nasihattır.” (Yusuf, 12/104); “O Kur'an bütün alemlere bir hatırlatmadır.” (Sad, 38/87); “O Kur'an bütün alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.” (Kalem, 68/52) diyerek zaten mesajının evrenselliği açıkça ifade edilmiştir. Ayrıca Mekki bir sure olan Enbiya suresindeki 107. ayette Peygamberimiz (sav) için “Biz seni bütün alemlere ancak rahmet olarak gönderdik” buyurulur. Yine Mekki bir sure olan Sebe suresinin 28. ayetinde de “Biz seni bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olmak üzere gönderdik” buyrulmaktadır. Peygamberimizin, zamanındaki bütün diğer iktidar sahibi krallara, padişahlara İslam dinine davet mektupları gönderdiği bilinmektedir. Bunlar birçok hadis kitaplarında zikredilmiştir. Ancak Hristiyan papazlar bunları görmezlikten gelirler.

Yukarıdaki açıklamalar İslam dininin evrenselliğini açıkça ortaya koymaktadır. Hıristiyanlar istemese de gerçek budur. Bu gerçeği insanların gözünden saklamanın mümkün olmadığı aşikardır. 

 

Batılı Hristiyanlar İslam'a karşı düşmanlıklarını tarih boyunca sürdürmüşlerdir. İslam onlar için sömürü amaçlarını engelleyen bir dindir. Çünkü İslam dini onların sömürmelerine ve zulümlerine karşıdır. Bu nedenle tarih boyunca Hristiyanlar, özellikle dini iktidarı ellerinde bulunduran papazlar İslam'ın aleyhine risaleler yayınlayarak İslam'a birçok iftira ve hakaretlerde bulunmuşlardır. Ancak 15 asırdan beri yaptıklarının sonucunda ellerine bir şey geçmemiştir. Onlar başladıkları noktada aynen devam etmektedirler. Bundan sonra da ellerine bir şey geçmeyecektir. Çünkü onlar Allah'ın dinini söndüremeyeceklerdir.

“Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirlerin hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8)

Bu ayetin hükmü onların başarılı olamayacaklarına işaret etmektedir. Artık Hristiyanlığın saltanatı sona ermektedir. Bu bilgi çağında insanlar, papazlar tarafından nasıl kandırıldıklarını anlamaktadırlar. Bu nedenle de Hristiyanlar arasında İslam'a yöneliş artmıştır. Papazlar ne kadar iftira ve yalanlarına devam etseler de, bu gelişmeye mani olamayacaklardır. 21. asırda İslam tekrar yükselecek ve dünyaya hakim olacaktır. Bunu Allah Teâlâ'dan ümit ve niyaz ediyoruz. 

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Yorumlar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hıristiyanların İslam Karşıtlığı

Yayınlanma Tarihi : 09.04.2024