Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk) Şeyh Galib’in yazdığı divan edebiyatının tasavvufi bir mesnevisidir. Şeyh Galib’in 18. yüzyılda yazmış olduğu bu eser, İslam tasavvuf anlayışını anlatan alegorik (simgesel) bir eserdir. Bu eser Şeyh Galib’in baş yapıtıdır. Şeyh Galib eserin, “Der beyân-ı sebeb-i te’lif” kısmında bu eseri niçin yazmaya karar verdiğini şöyle belirtir: Bir oturumda Nâbi’nin Hayr-âbâd isimli eserinin fazla övülmesinden rahatsız olmuştur. Şeyh Galib, Nâbi’nin eserinin özgün olmadığını ileri sürmüş ve kendisinin daha özgün bir eser kaleme alabileceğini ifade etmiştir. Gerçekten Nâbi’nin eseri Baltacı Mehmet Paşa adına 1705’te yazılmış olup, bu eserde Âttâr’ın İlâhi-Nâme isimli eserindeki bir hikayeden esinlenilmiştir. Şeyh Galib hem edebi anlamda gelişmiş hem de özgün olan bir eser kaleme almak istemiştir. Eserdeki tasavvufi ağırlık ve Şeyh Galib’in tasavvufi yönü göz önüne alınırsa eserin yazılış amaçlarından biri de, önemli bir tasavvuf eseri ortaya koymak istemesidir. Şeyh Galib’in yazdığı bu eser 2041 beyitten meydana gelen bir mesnevidir. Aralara serpiştirilen ve her biri altı kıtadan oluşan dört tardiyye ile beraber 2101’e ulaşmıştır. Şair klasik tarza uyup tahmid, na’t, mi’râciyye, iki ayrı başlık altında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve kendi babası Mustafa Reşit Efendi hakkındaki on sekizer beyitlik methiye bölümlerinden sonra telif sebebini anlatıp esere başlar. Şeyh Galib hakkında özellikle Cumhuriyet döneminde yazılanların bazıları yanlış ve kasıtlı olan saptırmalardır. Şeyh Galib için “divan edebiyatının son büyük şairidir, divan şiiri gerçek anlamıyla onunla sona ermiştir” diye ortaya konan iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Şeyh Galib divan edebiyatının son şairi değildir. Ondan sonra da günümüze kadar divan edebiyatı şairleri yaşamış ve halen de yaşamaktadır. Dr. Emrah Gökçe tarafından yapılan, “20. Yüzyılda Yazılmış Divanların İncelenmesi” adlı doktora çalışmasında ülkemizde son yüzyılda iki yüzden fazla divan şairinin yaşadığı ve bu şairlerinin divanlarının mevcut olduğu tespit edilmiştir. Yani divan şiiri Şeyh Galib ile sona ermemiştir. Halen bütün canlılığı ile devam etmektedir. Cumhuriyet döneminde bu türlü iddialar neden ortaya atılmıştır? Bunun sebebi açıktır. Cumhuriyet döneminde yaratılmak istenilen İslam düşmanlığı için, İslam’ı anlatan eserleri kötülemek ve onları halkın gözünde değersizleştirmek gayreti içine girilmiştir. Böylece halk İslam dininden koparılmaya çalışılmıştır. Bunun için büyük paralar ödenerek, İslam dinini kötüleyen ve gericilik damgası vuran yazarlar ortaya çıkmıştır. Bu yazarların kasıtlı olarak çarpıttıkları bir konu da İslam tasavvufudur. İslam tasavvufunu anlatan her şey onların gözünde bitmiş olması gerekiyordu. Bu nedenle divan edebiyatına saldırarak, divan edebiyatının artık sona erdiğini insanlara kabul ettirmeye çalışmışlardır. Böylece İslam tasavvufunun artık geçerli bir şey olmadığı ve mazide kaldığı iddia edilmiş oluyordu. Böylece halk onlardan uzaklaşacak ve Müslümanlar İslam dışı yollara, batı hayranlığı gibi, sapacaklardı. Bu amaca yönelik olarak, lise öğrenimindeki edebiyat derslerinde divan edebiyatı saray edebiyatı olarak anlatılmıştır. Onlara göre divan edebiyatı sarayın eğlencelerini anlatmakta ve padişahlara dalkavukluk etmenin bir yoluydu. Bu saptırma Cumhuriyet döneminde yetişen Müslüman gençlerin zihinlerine yerleştirilmiştir. Bu gençlik bu nedenle divan edebiyatına karşı ilgisiz kalmış ve daha ziyade halk edebiyatına yönelmiştir. Ancak bu yanlışlık bugün fark edilmiştir. Artık Müslüman gençlik son on yıllarda divan edebiyatının gerçek yüzünü görmüştür. Divan şiirlerinin % 80’nin İslam tasavvufunu anlattığını anlamıştır. Divan şiiri yazanların büyük bir kısmının tasavvuf ehli olduğunu görmüşlerdir. Böylece Müslüman gençlik tekrar divan edebiyatına yönelmiş ve onu öğrenmeye başlamıştır. İslam düşmanlarının bilmediği ve anlayamadığı bir husus vardır. O da İslam dininin Allah Teâlâ’nın muhafazası altında olmasıdır (Hicr, 15/9). İslam düşmanları ne kadar uğraşsa da, İslam dini ve İslam tasavvufu ortadan kalkmayacaktır. Her zaman için yeni kâmil mürşidler, dervişler ortaya çıkacaktır. Böylece Peygamberimizden (sav) devir alınan Ledün ilmi bugün de, yarın da, kıyamete kadar devam edecektir. Bunları öğrenen ve öğreten insanlar daima olacaktır. İslam tasavvufu canlı olarak Müslümanların hayatlarında yer almaya devam edecektir. Bunu engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
Şeyh Galib’in Hayatı Şeyh Galib (1757-1799)’in babası Mustafa Reşit Efendi, annesi ise Emine Hatun’dur. Şeyh Galib küçük yaşlarda büyük bir kabiliyet ve başarı göstermiştir. İlk öğrenimini babasından almış, daha sonraları dönemin ünlü şairlerinden Farsça dilinin inceliklerini öğrenmiştir. Ailesinin etkisiyle Konya’daki Mevlânâ dergahında çileye girmiş, sonra yine ailesinin istemesiyle çilesini tamamlayamadan İstanbul’a geri dönmüştür. İstanbul’a döndüğünde Yenikapı Mevlevihanesi’nde çilesini tamamlamıştır. Daha sonra 1791’de Galata Mevlevihanesi Şeyhliğine atanmıştır. Şeyh Galib 3 Ocak 1799’da İstanbul’da genç yaşında ölmüştür. Ölümünün nedeni tam olarak bilinememektedir. Türbesi bu Mevlevihanenin bahçesindedir. Şeyh Galib, Esad ve Galib mahlaslarıyla şiirler yazmış, bu şiirleri 24 yaşında toplayarak divanını meydana getirmiştir. Şeyh Galib hiç kuşkusuz dönemin en önemli şairlerindendir. Sembolizm benzeri bir tarzın Türkiye edebiyatında öncüsü olmuş, birçok buluşu ve yarattığı manzumlarla divan edebiyatını geliştirmiştir. Fakat divan şiirinin geleneklerinden de kopmamıştır. Şeyh Galib’in şiirlerinde gösterdiği harika sembolizm ve betimlemelerle özellikle batıda fazlasıyla beğeni toplamaktadır. Şeyh Galib’in eserlerinin en önemli yönü tasavvufi temellere sahip olmasıdır. Şeyh Galib tasavvuf edebiyatı açısından çok önemli bir kişidir.
Hüsn ü Aşk’ın Konusu Hüsn ü Aşk’ın konusu TDV İslam Ansiklopedisinde şöyle anlatılmaktadır: “Araplar’ın içinde Benî Mahabbet adlı bir kabile vardır. Bir gece bu kabilede biri kız diğeri erkek iki çocuk dünyaya gelir. Kıza Hüsn, erkeğe Aşk adı verilir ve kabilenin ileri gelenleri tarafından birbirleriyle nişanlanırlar. Aşk ile Hüsn tahsil çağına gelince Mekteb-i Edeb adı verilen bir okula gidip Molla-yı Cünûn adlı bir hocadan ders okumaya başlarlar. Mektepteyken aralarında aşk başlayan Hüsn ile Aşk zaman zaman buluşup beraberce “nüzhetgeh-i ma’nâ” denilen bahçede dolaşır, burada yer alan “havz-ı feyz” kenarında sohbet ederler. Bahçenin sahibi, her şeyi bilen ve istediği zaman her kılığa girebilen Sühan adlı bir ihtiyardır. Sühan bunların dertlerini anlar. Fakat kabileden Hayret adlı bir kişi, Hüsn ile Aşk’ın bir arada bulunmalarına ve birbirleriyle görüşmelerine engel olur. Birbirinden ayrılan Aşk ve Hüsn, Sühan vasıtasıyla mektuplaşırlar. Aşk’ın gayret adlı bir lalası, Hüsn’ün de İsmet adlı bir dadısı vardır. İsmet Hüsn’e sabır tavsiye eder. Öte yandan Aşk’a da lalası Gayret yardım sözü verir. Bunun üzerine Aşk kabile reislerine başvurarak onlardan Hüsn’ü ister. Kabile reisleri bu isteği alayla karşılarlar ve “Kalp diyarı”na gidip oradaki kimyayı bulup getirirse ancak o zaman Hüsn’ü kendisine verebileceklerini söylerler. Aşk Gayret’le birlikte yola çıkar. Fakat daha ilk adımda içinde korkunç bir dev bulunan derin bir kuyuya düşerler. Dev bunları hapseder. Bu arada Sühan yetişerek onları kurtarır. Aşk ile Gayret dondurucu soğuklar içinde “harâbe-i gam”da yürürken ihtiyar bir cadıya rastlarlar. Cadı Aşk’a gönül verir ve onu sultan yapacağını söyler. Fakat bir karşılık görmeyince onu çarmıha gerer. Sühan imdada yetişir, sihri bozarak Aşk’ı kurtarır ve cadıyı öldürür. Hüsn, Aşk’a “tîğ-i âh” isimli kılıçla Eşkar adlı bir at, Gayret’e de iki kanat gönderir. Aşk bu ata binerek yoluna devam eder. Birçok macera atlatarak kıyısında mumdan yapılmış gemiler bulunan “deryâ-yı âteş”e ulaşırlar. Cinler onlara bu gemilere binmelerini teklif ederlerse de binmezler. At semender gibi süzülerek, Gayret de uçarak denizi geçer. Çin ülkesinin sahiline ulaşırlar. Bir papağan şekline giren Sühan gelip Aşk’a, Çin padişahının Hûşrübâ adlı kızına gönlünü kaptırırsa onu Zâtüssuver Kalesi’ne hapsedeceğini haber verir. Fakat Aşk Hûşrübâ’yı görünce onu Hüsn zanneder. Kızın daveti üzerine içip eğlenirler. Bu arada kız Aşk’ın elinden “tiğ-i âh”ı alıp kaybolur. Ertesi sabah Hûşrübâ yine görünür. Aşk’ı Zâtüssuver Kalesi’ne götürüp hapseder. Kaleye girdikleri kapı silinip yok olur. Gayret’le orada mahpus kalırlar. Burası da binbir tehlikeyle dolu bir yerdir. Aşk Gayret’in nasihatiyle Eşkar’a binerek kaleden kurtulmak ister, yine cadılarla, gulyabanilerle savaşır. Ancak çıkacak yol bulamaz; artık perişan haldedir. Nihayet Sühan imdadına yetişir ve kaleyi ateşe verip kurtulurlar. Hûşrübâ ile birlikte kale yanar. Aşk perişan bir vaziyette yoluna devam eder. Daha sonra Sühan bir hekim kılığında gelir. Bu arada Gayret kaybolur. Sühan Aşk’ı alıp Kalp Kalesi’ne götürür; burası Hüsn adlı sultana tabi olan melekler ve perileri ile doludur. Aşk sevgi ve hürmetle karşılanır. Sühan Aşk’a yanlış bir yol tuttuğunu, cadıyı öldürenin, öğüt verenin, hekim kılığında gelenin hep kendisi olduğunu söyler. “Aşk Hüsn’dür, Hüsn de Aşk, birliğe ikilik sığmaz, bu dertlere yanlış düşüncen yüzünden uğradın” der. Artık başına gelenlerin hepsi geride kalmıştır. Hayret Aşk’ı alıp Hüsn’e götürür. Nihayet gayb perdeleri açılmış, Aşk bütün engelleri aşmış, olgunluğa ulaşmış ve gerçeği anlamıştır.” Hüsn ü Aşk’taki tasavvufi anlatımlar zengin bir duyuş ve düşünüş ile söylenmiştir. Tasavvufi bir mesnevi olan Hüsn ü Aşk’ın kahramanları, ne Leylâ ile Şirin gibi aşk tarihinin birer maddi-gerçek güzelleri ne de Mecnun ile Ferhad gibi bu güzellere vurulmuş tarihî-menkıbevî aşk kahramanlarıdır. Eserin kahramanları doğrudan doğruya Hüsn yani güzellikle bu güzelliğe ezeli yönelişin ifadesi olan Aşk’ın kendisidir. Tasavvuf ehli kişilerin yaptığı seyrüsülûkü anlatan Hüsn ü Aşk’ta bütün kişi ve yer adları tasavvufî birer semboldür. Hüsn hüsn-i mutlak (Allah), Aşk sâlik, derviş, Benî Muhabbet tarikat, Mekteb-i Edeb dergâh, Molla-yı Cünûn mürşit, Sühan kâmil mürşid, Gayret mücâhede, İsmet ihlâs, Kalp Kalesi gönül, Hûşrübâ nefistir. Ayrıca eserde yer alan kuyu, cadı, gulyabani, harâbe-i gam, deryâ-yı âteş ile diğer kişi ve yerler sâlikin aşmak zorunda olduğu engelleri temsil etmektedir. Eser ilahî aşka erişebilmenin, Aşk’ın Hüsn’e kavuşmasının güçlüğünü belirtmek amacıyla kaleme alınmıştır. Aşk, Hüsn’ü kendisinden ayrı sanmaktadır. Ona kavuşmak için Kalp Kalesi’ndeki kimyayı getirmesi gerekir. Edep Mektebi’ndeki Molla-yı Cünûn sayesinde cezbeye erişmiştir. Sühan ona her an yardım etmektedir. Sülûkünde aşılmaz yollara düşen, nefis vadilerinde kuyulara hapsolan, çeşitli belâlara uğrayan, şehvet ateşinden süzülüp gelen Aşk’a Gayret yani kıskançlık arkadaşlık etmiştir. Sûretlerle bezenmiş bulunan, girilince kapısı sır olan şehir varlık şehridir, dünyadır. Hûşrübâ da nefistir. Nefis âleminde kendi hayallerine kapılan Aşk cezbe ateşiyle bu şehri yakmış, suret ve hayallerden kurtulup seyrüsülûke başladığı yere dönmüş, Aşk’ın Hüsn’den, Hüsn’ün de Aşk’tan başka bir şey olmadığını anlamış, vahdet sırrına ermiştir. Şeyh Galib, bu eserinde Allah’a visâlin çok çetin mücadelelerle mümkün olabileceğini, seyrüsülûkün bir mürşidin denetiminde gerçekleştirilmesi gerektiğini, Hüsn’ün Aşk’tan başka bir şey olmadığını ancak seyrüsülûkün tamamlanmasından sonra anlaşılabileceğini ifade etmek istemiştir. Galib’in eserinin zengin bir muhayyile ve üstün bir sanat gücünün mahsulü olduğu anlaşılmaktadır. Eserdeki bazı motiflerin kaynağı Mevlânâ’nın Mesnevisidir. Nitekim Galib eserin sonunda yer alan “Fahriyye-i Şâirâne” bölümünde, “Esrârını Mesnevî’den aldım / Çaldım velî mîrî malı çaldım” diyerek bunu açıkça söylemiştir. Hüsn ü Aşk’ın edebi açıdan en önemli özelliği, o zamana kadar yazılmış mesnevi tarzındaki hikayeleri şiir yönünden aşma gayretidir. Her bölümü ayrı başlıklar taşıyan esere şair yer yer “tardiyye” başlıklı muhammesler yerleştirerek hikayenin monotonluğu önlemeye çalışmıştır. Yepyeni, zarif ve orijinal hayallerin yanında olağanüstü teşbihler ve âhenkli söyleyişlerle bezenmiş olan eserde konuşma dilinden alınmış sade ifadelere, mahallî deyimlere, hatta başka mesnevilerde nâdir rastlanan yer adlarına ve tevriyeli nüktelere rastlanır. Hüsn ü Aşk divan edebiyatı estetiğinden ayrılmadan yine o edebiyatın kalıpları içinde, yeni buluşlarla eski mazmunları yenilemek isteyen ve bunu mükemmel bir şekilde gerçekleştiren şairin âbidevî bir eseridir. Yazıldığı tarihten günümüze kadar önemini korumuş, yerli ve yabancı hemen bütün tenkitçiler tarafından olağanüstü bir eser olarak değerlendirilmiştir. Hüsn ü Aşk daha sonraki şairler tarafından da örnek alınmıştır. Keçecizâde İzzet Molla’nın Gülşen-i Aşk mesnevisiyle Yenişehirli Avni’nin Âteşgede adlı tamamlanmamış mesnevisi Hüsn ü Aşk’a yazılmış nazireler gibidir. Yenileşme döneminde Abdülhak Hâmid’in Makber ve Eşber’iyle Ahmet Haşim’in bazı şiirlerinde de tesirleri görülmektedir. Hüsn ü Aşk’ın bir kısmı şairin divanının sonunda, bir kısmı da ayrı olarak istinsah edilmiş birçok yazma nüshası vardır. Süleymaniye kütüphanesindeki nüsha (Hâlet Efendi, nr. 171) Şeyh Galib’in kendi hattıyladır. Eserin aynı bölümde mevcut iki nüshası yanında, yine bu kütüphanede dört nüshası daha bulunmaktadır. Mesnevi ayrıca İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde kayıtlı olan Şeyh Galib divanlarının sonunda da yer almaktadır. Birçok şairi etkileyen Şeyh Galib ve Hüsn ü Aşk mesnevisi romanlara da konu olmuştur. Muallim Naci, Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Edip, Emine Işınsu ve Orhan Pamuk bu konuları romanlarında da işlemiştir. Ayrıca Turan Oflazoğlu’nun Güzellik ile Aşk, III. Selim, Kılıç ve Ney adlı oyunlarına, Kenan Işık’ın Aşk Hastası isimli oyununa da konu olmuştur. Abdülbaki Baykara Dedenin eserleri arasında bulunan Hüsn ü Aşk isimli manzum bir tiyatro da vardır.
Hüsn ü Aşk’tan Övgü Şiirleri Hüsn ü Aşk’ta çeşitli övgü şiirleri vardır. Bu şiirlerin bazılarının bugünkü diliyle nesre çevrilmiş halini, Abdülbâki Gölpınarlı’nın “Hüsn ü Aşk” adlı kitabından alarak aşağıda ifade ediyoruz.
Tahmid (Tanrı’ya övgü) Halka acıyan, kendisini övmede acizliğini bilmeye, söylemeye ruhsat veren Allah’a hamdolsun. Acizliğe ruhsat vermeseydi hâl zorlaşırdı; kalemin eğri büğrü basan ayağı balçığa dalar, kakılır kalırdı. O’na hamdetmenin haddi, sayısı olmazsa da, O’na hadsiz, hesapsız hamdetmek gerekirse de, şükret ki acizlik dili, aczini söylüyor. Hamd etki mânâ şeriâtı, Allah’a hamdetmede aciz oluşa fetva verdi. Acizliğe ruhsat vermeseydi eli boş kalırdık; hepimizde dilsiz bir hale düşerdik, hamdedişte, bir söz bile söyleyemezdik. O’na şükretmek, O’nu övmek pek zor olurdu; nerede zerrenin dili dudağı, nerede güneş? Ama acizlik dilimiz var, O’nu anlatmada, övmede acizliğimizi biliyoruz, onu bildiriyoruz ancak. İnsafla dikkat edilirse acizliğe ruhsat vermesi, nimet sayılmaz mı? Her bir nimeti övmek gerek; bu hususta da O’na şükretmek gerek.
Kainatın Efendisinin Na’ti (Peygamberimize (sav) övgü) Allah’ın armağanları olan ruhlar, peygamberler şâhının yoluna toprak kesilmişlerdir. Tahtı, mekânsızlık alemi olan o padişahın süpürgecileridir. Hakk’a en yakın melekler bile. Öyle bir padişahtır ki, ay bile ayağını öpmek için parçalanmıştır, yıldıza dönmüştür. Cebrail, onun nimetinin bir habercisidir; Mikail, onun vekil-harcıdır. Tertemiz zâtı, “Sen olmasaydın” sözüyle övülmüştür; sıfatları, Kur’an’a zarf ve mazruf olmuştur. Kur’an, onun sıfatlarını bildirir; sıfatları ise Kur’an’da mevcuttur. Mertebesi Arş gibi yüce olan melekût padişahıdır; derecesi ferş olan Ceberût ayıdır. Birlikle biliş olanlar, Ahadiyet’le Ahmediyet birdir dediler. O nur, ilk yaratılandır; bu bakımdan ona, Allah’tan sonra gelen en yüce zât desem de mazurum sözümde. İnsanların atası olan Âdem bile onun peygamberlik bahçesinin bir ağacıdır. Yaratılışı, varlık aleminin yaratılışına sebep; ümmeti ilim sırrının mirasçısı. Allah’ın birlik aynası, tümden, olduğu gibi, onun vücudunun aynası. Söz, keramet kaynağı bile olsa elbette Kur’an’a nazire olamaz. Ey kalem, dilini tut, sözünü kısa kes, Allah onun adını kalemle Levh’a yazmıştır.
Mevlânâ Hazretlerine (Hazret-i Hüdâvengâr’a) Övgü Allah peygamberleri yollamayı bitirince bize sırlardan haberdar olan erenler geldi. O topluma Molla Hünkâr padişahtır; bu aleme bir padişah yeter. İrfan tahtının bulunduğu ülkenin sultanıdır; Allah Arslanı’nın seccadesine oturmuştur. Düşüncesi, irfânı, gerçek yolunun kılavuzudur; Sıddıyk’ın vekilidir adeta. Haydar soyu göğünün güneşidir; onun vasıtasıyla Peygambere ulaşma zinciri, altın zincirdir; Arslan yolunun yolcusudur. Bir kamış parçası olan kalemi, gösterdi de Dâvûd’un nağmesi neymiş bildik. Din bilginlerine üst oldu; Anadolu’nun peygamberi desem yeri var. Sözünün mânâsı, İsâ’nın ruhu; Mehdî gibi şeriatı diriltti. Kur’an’ın özü, bu ana denk hiçbir kitaba ad olmadı; Mesnevi’sine bak da Kur’an’ın özü neymiş seyret.
Babasına Övgü Bu bahislerin bitmesine övülmesi gerekli bir zât sebep oldu. Başı yücelme yoluna düşmüş zât, yani babam Reşid Efendi ki, Gönül zaviyesinde münzevidir; Mevlânâ’yı sevenlerin başıyla, canıyla oynayanıdır. Bu yol yitirmişin elinden tuttu; söz söylemekte Pîr’in yolunu öğretti. O meydan eri, himmetle içimi Abıhayat’la doldurdu. Aşk alemine kılavuz olduğundan babalığı iki kat olmaz mı? Onu övmeye dair ne söylersem riyâ afetinden arınmıştır. O kadri yüce zât, beni ney gibi nefesiyle diriltti.
Şairlik Mahiyeti Şair demek, gönül ehli demektir; hoş meşrepli, aşırı varmayan bir tabiata sahip oluş demektir. Yoksa halkın bir alay rezili vesveseler veren şeytanın yemek artığını yiyen, onunla geçinen insanlar, Edâ kadehini içebilirler mi; gönül vahyine aşina olabilirler mi? Şairliğe yanış-yakılış ve dert gerek; şair olana mihnet ve dert gelir, yamanır, yakasını bırakmaz onun. Şair, o kişidir ki yüze, dudağa tenezzül etmez; yeşilliği, yeni ve görülmedik bir gül açar. Her yolda koşar, gider; hayal şahini, ceylanı avlar. Hayalin çapraşık, çıkmaz yoluna dalınca dedikodu devine çarpılmaz. Bilgi bahisleri açılınca tümden o bahse dalmaya gücü yeter.
Son Söz Ben söz haznesinde yeni bir tarz gözettim. O hazneyi ben açtım, ben tükettim. Sırlarını Mesnevî’den aldım, çaldım ama mîri malı çaldım. Sen de anlamaya himmet et, o inciyi bul da sen de çal. Anlatıştaki bu hikmetimi çok görme, canımı Allah’ın verdiği başarıya havale et. Şimdiki zamanda ki şairlikten eser bile yok, söz sultanı benim, başkası değil. Ey kalem, eser senin değildir. Ey gece, bu seher senin değildir. Rum ülkesinin Mürşid’inin feyiz nurları parlaklığımı, ışığımı bütün ufuklara yaydı, gösterdi. Mısra çocuğu gibi doğdum doğalı beni sözle geliştirdi, ayağa kaldırdı. Ben çocuktum, kimseyle ülfetim yoktu. Öyleyken sözlerim tamamıyla şöhret kazanmıştı. Belleten, öğreten üstada minnetsiz bir halde şairlik tabiatımın baş yazısını, başlığını düzene koymuştu. Allah Allah, bu ne yardım, bu ne lütuf ki ergenlik çağına erişmemiş bir çocuğa belâgat hikmetini ihsan etmiş. Mevlânâ’dan feyz erişti de Mesnevî’den nice ders aldım. Sanki bu dipsiz, kıyısız deniz, renk küpünden bir nişanedir. Gönül, çakal gibi o denize düştü de dostlarım, başıma üşüştüler. Bense cennet tâvûsuna bile nazlanmaya başladım, ama uçmaya da gücüm yok. Ney gibi boşu boşuna feryat edip inledim. Ben söyledim, mum ağladı. Bu gönül, hikmet kazanı kesilmişti, fakat nimet başkasının dudağına kısmet oldu. Ay gibi bedir haline geldim, derken gedildim, batıp gittim. Vakit sona erince de boş bulundum. Gönlümde ne aşk var, ne parlayış. Zamane oğullarına bir gösterişten ibaret. Bildikler müjdemden alındılar, hepsi de dua ederek gitti. Ben kaldım, o söz de dudağımda kaldı. Dilek, istek gemisi de demir alıp kalktı, uzaklaşıp gitti. Ne canımda istek yanışı var, ne gönlümde çalıp çağırmak neşesi var. Bu halde kalır gidersem eyvah. Hemen Allah başarılar versin, ihsanlarda bulunsun. Galib, bu cefa defterinin tarihi “Hitâmuh’ul-Misk” sözü olur.
Şeyh Galib’in bu eserin sonundaki beyitten eserin h. 1197’de yazıldığı anlaşılmaktadır: “Galib bu cerîde-î cefânın / Târihi olur “Hitâmuh’ul-misk”. Şeyh Galib, “Hitâmuh’ul-Misk” tarihini Kur’an-ı Kerim’deki Mutaffifin suresinin 26. ayetinden almıştır.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com |
Hüsn ü Aşk |
Yayınlanma Tarihi : 11.08.2023 |