Batılı bilim adamları ve araştırmacılar tasavvufun İslam’ın içinden çıkmadığını, onun diğer dinlerin etkisiyle oluşturulduğunu iddia etmektedirler. İslam dünyasında da bu batılı bilim adamlarını takip eden Müslüman bilim adamları bu görüşe, batı bilim hayranlığı nedeniyle düşünmeden, körü körüne katılmaktadırlar. Bu etkilerin en önemlilerinden biri, Müslüman sufiler arasındaki “Fenâ makamı” olarak bilinen hâle Hinduizm ve Budizm’deki Nirvana düşüncesinden etkilenmiş olduğunu düşünmeleridir. Bu düşünce 20. yüzyılın ilk yarısına kadar oryantalistler ve İslam araştırmacılar arasında “bilimsel bir ön kabul” olarak ele alınmıştır. Batılı bilim adamları ve özellikle oryantalistler, İslam’daki her şeyin yabancı kaynaklı olduğunu ispat etmeye çalışmışlardır. Buradaki amaç İslam aklının kısırlığını ve üretim ve nazari iyileştirme kudretinin olmadığını ispat etmektir. Bunun için de İslam’daki herhangi bir kavram ve teoriyle başka bir dinde var olan benzer şeyler arasında ilgi kurarak önceki dinlerin İslam üzerindeki etkileri olduğunu göstermek için yeterli olacağını düşünmektedirler. Bu mantığa göre Fenâ’nın Hinduizm ve Budizm’deki Nirvana arasındaki şekil benzerliği sayesinde Hinduizm ve Budizm’in İslam tasavvufunu etkilemiş olduğu ispat edilmeye çalışılmıştır. Ancak kendi icat ettikleri bir metotla bu iki kavramın doğasını, kaynaklarını, hedeflerini ve özelliklerini iyice incelemek söz konusu olmuyordu. Onlar için amaçlarına uygun olarak yüzeysel benzetmeler yeterliydi. Bu yargıların değerlendirilmesinde Müslüman araştırmacılar da aynı hataya düşerek batılı yandaşlarını taklit etmişler ve oryantalistlerin bu görüşlerini hamasetle savunmuşlardır. Fakat gerçek böyle değildir. Fenâ ve Nirvana arasında büyük farklar olduğu ve başka özelliklere sahip olduklarını görmek zor değildir. Bu farklar aşağıda ele alınacak ve batılı saptırıcılarla onların yandaşlarını olan Müslüman araştırmacılarının iddialarının anlamsız ve yanlış olduğu gösterilecektir.
Fenâ Makamı Nedir? Fenâ kelimesi Arapça olup, sözlükte yokluk ve yok olma, irfani terimlerde ise kulun beşeri yönünün Hakk’ın ilâhlığında yok olacağı şeklinde, Hakk’ta kaybolması anlamına gelmektedir. Allah’a giden yolun peşinde olan sâlikler Allah’a ulaşma yolunu merhalelere ayırmışlardır. Fenâ merhalesini Allah’a olan yolculuğun en son noktası olarak kabul etmişlerdir. Fenâ, tasavvuf makamlarından bir makam ve Müslüman insanın ruhi yükselişi ve İslami hayatın gereklerinden cevheri bir yönü temsil eder. Bu hâl imanın şubelerinden büyük bir şube olarak düşünülebilir. Çünkü Fenâ temelde ahlâki bir mefhumdur. Fenâ’da sufi düşük ahlâki değerlerden kurtulur ve övülen sıfatlarla kalır. Buna göre Fenâ iyi sıfatlarla donanma ve kötü sıfatlardan kurtulmaktır. Bununla beraber tasavvuf kitaplarında Fenâ hakkında yazılanlar, yalnızca bu ahlâk çerçevesiyle sınırlanmaz. Kişiden kişiye değişen, derin ruhani boyutlar da taşırlar. Müminin kendi aralarında çatışan nefsi güçlerine ve ilahi yönlendirmeler ve peygamberin örnekliğine uygun olmayan şeytani ve nefsani arzu ve eğilimlere galip gelebilmiş olmaya ihtiyacı vardır. İnsan Allah’ın şeriatı ve elçisinin sünnetine uymak için nefsiyle mücahedede galip gelmesiyle, kendi içinden derin, psikolojik değişiklikler ve dönüşümler yaşayacağına şahitlik edilir. Buna sufiler “nefis tezkiyesi” derler. Nefsin tezkiyesinde Allah ve elçisinin verdikleri hükümlere itiraz edilmez. Onlara sadece uyulur. Bu Yüce Allah’ın aşağıdaki ayette belirttiği husustur: “Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne isyan edecek olursa açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzab, 33/36) Bu ayetin hükmü altında yaşama gayretinde olan ve mücahede eden Müslüman, doğru yola (sıratı müstakime) yönelmiş demektir. İşte bu, Müslüman için bir ruhi Miraç (yükselme) dir. Bu yükselme esnasında sâlik, insanı hayretler içinde bırakıp şaşırtan ve kendini kaybettiren ilahi tecelliler ve Rabbani feyzlere maruz kalır. İşte bu kendisinden geçiş, fena kavramının altında anlatılmak istenilen şeydir. Karşılaştırmalı Dinler Tarihi uzmanı Prof. Dr. Din Muhammed, “Tasavvuf ve Mistisizm” adlı kitabında şöyle diyor: “Sufiler Fenâ’dan bahsederken üç dereceden bahsederler: 1) Kötü ahlâktan fenâ (kurtuluş), 2) Allah’tan gayrısını istemekten fenâ, 3) Allah’tan gayrısını şühuddan fenâ. Bazı tasavvuf kitaplarında ise mâsivallah’tan (Allah’tan gayrı olan her şeyden) fenâdan bahsedilir. Fakat bu, son tahlilde Allah’tan gayrısını müşahededen fenânın aynısının nazarileştirilmesidir. Fenâ’daki birinci derece, ahlâki boyutu temsil etmesi hasebiyle tarikatın makamlarından kabul edilirken diğer iki derece ise, gözlemlenebilen dış ârazları olan ruhi psikolojik bir hâl kabul edilir. Bu yüzden de (manevi) haller içinde sınıflandırılır. Fenâdan hâl olarak bahseden tasavvuf kitapları, bahsettiğimiz son iki dereceyi kast etmektedirler. Ahlâki fenânın karşısında, psikolojik fenâ olarak itibara almamız mümkün olan bu iki derecede, sâlikin üzerinde, hayrete düşüp kendinden geçme ve (manevi) sarhoşluk gibi ârazların baskın olması mümkündür. Bu ârazlar gelip geçici haller sayılır ve ara sıra devamlı olurlar. Allah’ta istiğrak ve O’ndan gayrısını görmeme neticesinde meydana gelirler. Cürcânî’nin “Tarifât” kitabında “Fenâ”yı tarifi bunu çok iyi bir şekilde açıklamaktadır: Bekâ, güzel vasıfların varlığı olduğu gibi Fenâ’da kötülenmiş vasıfların düşmesidir. Fenâ iki çeşittir: Bunların ilki daha önce zikrettiğimizdir ve bu tür fenâ, çok riyâzât yapmakla gerçekleşir. İkincisi ise mülk ve melekût alemini hissetmemektir, bu da Allah’ın azametinde istiğrak ve Hakk’ın müşahedesi ile olur.” Bu durumda sâlik bazen kendi benliği (Ene) ve çevresi hakkında geçici olarak bilincini kaybedebilir. Bundan dolayı fenâ hâli, her safhasında nefse galip gelme ve Ene’nin öldürülüşü olarak ifade edilebilir. Yusuf (as) kıssasındaki kadınların halini derin bir şekilde düşünürsek istiğrak halinde insanın şaşkınlık ve kendini kaybetmesinin garipsenmeyecek bir şey olduğunu görürüz. Kuşeyrî Risalesinde, bu konuda şöyle der: “Kadınlar Yusuf’u görünce, onu pek büyüttüler ve şaşkınlıkla ellerini kestiler. “Hâşâ! Allah için, bu bir insan değil, ancak şerefli bir melektir” dediler.” (Yusuf, 12/31) Kadınlar, Hz. Yusuf’la ilk karşılaştıklarında insanların en zayıfları ve en narinleri olmalarına rağmen ellerini kesmenin acısını hissetmediler ve Hz. Yusuf insan olmasına rağmen “bu insan değildir” dediler. Melek olmamasına rağmen “Bu ancak bir melektir” dediler. İşte bu bir mahlukun başka bir mahlukla karşılaşması halinde kendini kaybetmesidir. Artık Yüce Allah’ı müşahede etme keşfine ulaşan kimsenin durumunu var sen düşün.” Müslüman, ruhi miracında Allah’a yakınlık mertebesine ulaşıp Allah’ın özel sevgisine nail olunca, ki bunun yansımaları bir hadiste geçtiği gibi, “onun görmesinin, duymasının, eli ve ayağının Allah olmasıdır.” Bu hallerin ona galip gelmesi ve bu tecellilerin onu ele geçirmesinde bir gariplik yoktur. Sufiler kitaplarında Fenâ’yı Bekâ ile birlikte ele alırlar. Çünkü ruhi bir gelişmede başka bir şeyde bekâ olmadan bir şeyden fenâ olmak tasavvur edilemez. Bu nedenle güzel ahlâkla bâki olmak için, kötü ahlâktan fâni olunur, kurtulunur. Allah’ın gayrısının iradesinden fâni olan, Allah’ın iradesinin emirleriyle bâki kalır. Allah’a istiğrakının içine dalmanın sonunda O’ndan gayrısından fenâ olan kimse, Allah’ın esma ve sıfatları, tasrifleri ve tedbirlerini düşünerek bâki olur. Ve artık onu Allah’tan başka hiçbir şey meşgul etmez. Bütün bunlara göre Fenâ ahlâki bir gereklilik ve zamandan zamana, şahıstan şahısa değişen, Allah’ın mevhibeleri (ihsanları) ile etkilenmektir. Bu bazen kendini kaybetme şeklinde olur ve gelip geçici bir hâldir. Bunu her sâlikin yaşaması gerekmez ve herkeste ortaya çıkmayabilir. Bu nedenle sufiler tarafından bir hâl olarak isimlendirilmişlerdir. İbn Arabî (ks) “Fenâ Risalesi”nde şöyle söylemektedir: “Metafizik bilgi yolunun amacı olan İlâhî Hakikat ancak, bir yandan varlıkta ya da müşahede eden “göz”de nisbî ve mümkün olan şeylerin “fenâ”sı; öte yandan gene aynı varlıkta mutlak ve zorunlu olan şeylerin “bekâ”sı demek olan, bir gerçekleştirim sayesinde müşâhede edilebilir. Bu, kesinlikle hiçbir mahiyet değişimini, hiçbir şekilde özün bozulmasını ya da ortadan kaldırılmasını içermeyeceği gibi, daha önceden var olmayan hiçbir sonucu da çıkarmaz. Yok olan şey, tanım olarak, kadüktür ve daima “yokluk” halindedir; kalan şey ise, sürekli olarak “bekâ” halindedir, ebediyen aynı şekilde olandır. İşte, müşâhedeyi yapan varlık ya da göz için yeni olarak gözüken ya da açıklanan şey, sadece “Görme”dir. Mahiyeti itibariyle fânî olan, yani mutlak olarak var olmayan varlık fânî olunca ve mahiyeti itibariyle bâkî olan, yani ezelî ve ebedî olarak ve mutlak olarak var olan varlık bâkî kalınca, işte o zaman gözler Kendisini apaçık görsün ve müşahede etsin diye Burhan Güneşi doğar.” İmam Rabbani (ks) Hazretleri “Ariflerin Halleri” adlı kitabında, Fenâ’nın mertebeleri hakkında şunları söylemektedir: “Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenab-ı Hakk, rahmetinin çokluğundan dolayı alemlere rahmet olan peygamberlerin (as) dili ile (ruhu) kendi kuds âlemine davet buyurdu ve o zulmânî irtibattan men etti. Şöyle buyurdu: “Allah de, sonra onları bırak!” (Enam, 6/91). Ezeli saadet’in eriştiği ve geriye dönen herkes, bu alçak âlemi sevmeye veda etti ve yüzünü yüksek âleme çevirdi. Zamanla eski muhabbet (Allah sevgisi) galip geldi ve yaratılmışa olan sevgi yok olmaya yüz tuttu. Sonunda bu zulmânî mahbubu (bedeni ve dünyayı) unutmak nasip oldu. Onun sevgisinden bir iz kalmadı. Bu esnada “fenâ-i cesedî” (bedenin fâni olması) gerçekleşti. Böylece sufilerin “İki adım atınca ulaşırsın” dedikleri ve bu yolda itibar ettikleri iki adımdan birincisi bitmiş ve gerçekleşmiş oldu. Bundan sonra eğer Allah’ın sırf lütfû ile bu makamdan yükselmek nasip olursa, rûh kendi varlığını ve tâbîlerini (mertebeleri olan letâifi) de unutmaya başlar. Zamanla bu unutma hali artar. Sonunda kendisini tamamen unutur. Allah Teâlâ’nın müşahedesinden (O’nu görmekten) başka bir şey kalmaz. Bu unutmaya “fenâ-i rûhî” denir ki o iki adımdan ikincisidir. Ruhun bu süfli aleme inmesinden maksat da, fenânın bu son kısmını elde etmek idi. O olmadan bu büyük devlet (nimet ve şans) müyesser olmaz. Rûh fâni olunca, geriye rûha tâbi olan ve hakikat-i câmi’a denen “kalp” kalır. Kalp, kendi makamından rûhun makamına yükselince, rûha tâbi olması sebebiyle onun için de unutma hali hasıl olur ve rûhun fenâsı ile fâni olur. Bu “Fenâ-i kalbî”dir. Nefse gelince, onun fenânsı şöyle olur: Kalp rûhun makamına yükselince nefs de kalbin makamına yükselir. Şeyhler şeyhi, Avârif sahibi (Sühreverdi) söz konusu unutma halinin nefs için gerçekleşeceğini kabul etmiyor ve nefsin tam olarak temizlenmesini, kalp makamına ulaşmaktan başka bilmiyor. Ancak bu zayıf kul (İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî) diyor ki: Söz konusu unutma (nisyân) hâli nefs için de gerçekleşir. Ancak bu, nefsin kalp makamından ruh makamına yükselmesinden sonra olur. O halde kalp gibi nefs içinde fenâ vardır (fenâ-i nefs). Bu nefs, itmi’nâna erdikten sonra Rabbine dönmüştür. Kalp makamından kalbi dönüştüren Allah’a ulaşmış, Allah’tan râzı olan ve Allah’ın kendisinden râzı olduğu nefs haline gelmiştir. Hak Teâlâ onun hakkında şöyle buyurur : “Ey huzura kavuşmuş olan insan (nefs). Sen O’ndan hoşnut (râzı), O da senden hoşnut olarak Rabbine dön” (Fecr, 89/28).” Ariflerden bazıları da fenâ’yı birkaç kısma ayırmışlardır: 1) Fiillerin fenâsı olan zahiri fenâ, yani arifin bütün işleri ve fiilleri Allah’tan bilmesidir. 2) Sıfatların fenâsı olan bâtını fenâ, yani insani sıfatların, ilahi sıfatlara dönüşmesidir. 3) Zatın fenâsı. Bu mertebe sâlikin melekuti ve ruhani olan yolculuğunun en son hedefidir ve bu makama ancak bazıları ulaşabilir. Bu merhalede isim ve sıfatların nurlu perdeleri ortadan kalkar ve gaybi olan zati tecelliler görülür. Bu yolda insanın önünde çeşitli engeller vardır. İnsan bu engelleri ortadan kaldırmadığı sürece istediği hedefe ulaşamaz. Bunlar Hakk’ın nuruna ulaşmasını engelleyen toz ve hicaplardır. Şair şöyle diyor: Sen ki tabiat aleminden çıkmıyorsun dışarı, Nerede tarikatın yolundan geçebilirsin, Yârin cemalinin peçe ve perdesi yoktur ama, Tozları kaldır ki bakabilesin. Marifet ehli (Enel Hak) diyenin ilahlık iddiasında bulunmadığını söylemektedir. Sadece kendi benliğini (Enesini) yok saymaktadır. Yani ben kendi vücudumda kendimi görmüyorum, Seni görüyorum demek istemiştir. Bu durum şöyle ifade edilmektedir: Benimle Senin aranda benimle çekişen ben var, Kaldır fazlınla beni ortadan, Gel ve hafızın varlığını onun önünden kaldır, Ki senin vücudunla kimse duymasın benden beni. Nasiruddin Tusi (ks) şöyle buyuruyor: Arif kendisinden geçerek Hakk’a bağlandığında bütün kudretleri O’nun, âlemdeki her şeyi kaplayan kudretinde; bütün ilimleri O’nun, varlıkların hiçbirisinin gizli kalmadığı ilminde, bütün istekleri O’nun, hiçbir varlığın kaçınmadı isteğinde kaybolmuş olarak görür. Cüneydi Bağdadi fenâyı üç mertebeye ayırır: 1) Amellerini yaparak, cehd ve gayret sarfederek, nefsine muhalefet ederek ve onu istemediği amelleri yapmaya zorlayarak kötü sıfatlardan, huylardan ve tabiî özelliklerinden fâni olmaktır. 2) Hakk’ın senden istediği şeye uymak, seninle O’nun arasında hiçbir vasıta kalmamak, her şeyden kesilip sırf O’na teveccüh etmek için ibadet ve taatlardaki zevk alma düşüncelerinden fâni olmaktır. 3) Vecdin mertebesinde Hakk şahidi (nuru) galebe edince, artık Allah’ı müşahedeye ermenin farkına varmaktan da fâni olmaktır. İşte o zaman sen fâni bâkisin. Fiziki varlığın kalır, ama ismin (ferdiyetin) kalkar, artık sen başkasıyla var olursun. “Sizin yanınızda olan fânidir. Allah’ın nezdinde olan ise bâkidir.” (Nahl, 16/96) “Yeryüzünde olan her şey fânidir. Zü’l celâl ve’l ikrâm olan Rabbinin Yüzü ve Zatı ise bâkidir.” (Rahman, 55/26,27) Asırlardır kendilerinden Allah’ın Evliyası diye bahsedilen zatlar, fena mertebelerini bahsedilen şekilde aşmışlar ve durumlarını da kendi üslupları ile dile getirmişlerdir. Bu bahtiyarlardan birisi de Yunus Emre (ks) Hazretleridir. Şeyhinde fâni oluşunu ifade eden şiirinin bir beytinde der ki: Açıldı sir babı Şeyhim yüzünden, Can sefalar buldu tatlı sözünden, Masiva tozunu gönül gözünden, Tevhit ile sildik elhamdülillah. Gönül huzurunu Allah Teâlâ ile elde eden zatlar, bu makamda âlemde bulunan her şeyin Allah’ın irade, fiil ve sıfatlarıyla meydana geldiğini görür. Bu durumda Hakk’tan razı olur. Gelse Celâlinden cefa, Yahut Cemâlinden vefa, İkisi de cana sefa, Kahrın da hoş, lutfun da hoş. Bu defa bu konuyu beşer dili anlatamadığı için zaman zaman çelişkiye düşer. Bazıları tıpkı bir sarhoş üslubuyla hareket ederek, bir takım acayip davranışlar sergileyebilirler. Bunlara tasavvufta “Şatahat” denir. Beyazid-i Bistami, Hallac-ı Mansur gibi, sufiyyenin önde gelenleri tarafından söylenen sözlerin, birer şatahat olduğu kabul edilerek, onların bu gibi sözlerini mazur görmek gerektiği belirtilmiştir. Çünkü Fenâfillah makamı, sâlikin Rabbi hakkında bilgisinin netlik kazandığı, Allah’ın sıfat ve fiillerindeki sırlara vakıf olduğu, bu makamda iken yarı sarhoş bir halde bulunduğu ve sâlikin kendi iradesinden sıyrılıp Rabbinin iradesine tam olarak teslim olduğu makamdır. Bu makam için Yunus Emre şunları söylemektedir: Yunus Emre’m Kâmil oldu imanın, Hz. Hakk’a vasıl oldu bu canın, La Mekân şehridir senin mekânın, Fenâfillâh olduk Elhamdülillah.
Nirvana Nedir? Nirvana, Sanskritçe dilinde “dışarı” anlamına gelen “nir” ile “esmek, üflemek” anlamındaki “va” sözcüklerinden türetilmiştir. Doğu dinlerinde, mistisizmde ve Hint Teozofi’sinde “manevi kurtuluşu” ifade eder. Nirvana, Budizm ve Hinduizm’daki en meşhur kavramlardan biridir. Budizm’de bu kavram en kapalı ve en muğlak olarak kendini gösterir. Hinduizmde “Tanrıyla ittihad” (Tanrıyla birleşme) aracılığıyla veya iyi ruhun küllî ruhla birleşimi vasıtasıyla ulaşılan nihai kurtuluşa Nirvana denir. Nirvana bu dinin mensuplarının ulaşmak istedikleri en yüksek amaçtır. Bu amaca ulaşmak için ahlâkta doğruluk ve istikamet şarttır. Ancak bu ahlâkta doğruluk ve istikamet için herhangi bir objektif ölçü belirlenmemiştir. Onlara göre hayır ve şer nedir? kabul edilen veya reddedilen nedir? övülen ve yerilen davranışlar nelerdir? soruları cevapsız bırakılmıştır. Din Muhammed, “Tasavvuf ve Mistisizm” adlı kitabında bu konu ile ilgili olarak şunları yazmaktadır: “Hinduizm’de nihai kurtuluşa ulaşmak için üç yol (metot) vardır ve kim kurtuluşa ermek istiyorsa bu yollardan birine bağlanması ve sistemine uyması gerekir. ● Sevgi yolu, ● Şeriat yolu, ● Marifet yolu. Bu metotların her biri için ona özgü ruhi egzersizler vardır (yoga) ve Hindu dinine mensup bir kişi bu yoga pratiklerini uygulayarak hedefine ulaşır ve birbirinden ayırt edilmeyecek şekilde Tanrı’yla ittihad ederek Tanrı haline gelir, Tanrı da insan haline gelir.” Fenâ ile Hinduizm’deki Nirvana arasında şu farkları görebiliriz: ● Nirvana hakikati, doğası, metotları ve hedeflerinde Fenâ’dan tamamen farklıdır. ● Nirvana, ulaşabilecek en yüksek hedef ve nihai kurtuluşken, Fenâ böyle değildir. ● Nirvana, Tanrı’yla ittihadı istemektedir, Fenâ ise bu kavramdan uzaktır, daha da ötesi bunun İslam’da yeri yoktur. ● Hinduizm’de ittihad hâli, istiğrakı imâ ederken, bu iştiğrak yaratıcı ve mahluk arasında hakiki bir imtizaca/iç içe geçmeye götürür, dalganın denizle imtizacı gibi bir imtizactır bu. Fakat tasavvuftaki Fenâ’da bahsedilen istiğrak, rahmânî nurların müşahedesinde ve yüksek ruhi anlamıyla ilahi maiyyetin/birlikteliğin hissedilmesinde istiğraktır. Burada herhangi bir hulul ve ittihad yoktur. ● Bu iki kavram arasında gördüğümüz tek ortak nokta “ahlâki yön”dür. Fenâ, esasında ahlâki yükümlülükten başka bir şey olmadığı gibi, Hinduizm de, nihai kurtuluşa (Nirvana) ulaşmak isteyenin hayatını ahlâki bir istikamet içerisinde yaşamasını şart koşmaktadır. Budizm’de Nirvana en kapalı, anlaşılması en zor ve aynı zamanda en önemli kavramdır. Buda’nın altı yıllık riyâzât hayatı ve arayışından sonra elde ettiği aydınlığa Nirvana adı verilir. Budist yaşamının hedefi Nirvana’dır. Budistlere göre Nirvana’ya ulaşmak insan hayatının en yüce değeri ve hedefidir. Burada Budizm ve Hinduizm aynı görüştedirler. Buda Nirvana’yı şöyle tanımlamıştır: “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşerin kalbine hiç gelmeyen şeylerin olduğu bir makam”. Ancak Budizm ile ilgili metinlerde Nirvana’nın net ve açık bir tanımına rastlanmaz. Buda’dan günümüze kadar yirmi beş asır kadar bir sürenin geçmesine rağmen, bu büyük mirasla tek bir yerde dahi bu terimin manasını ve hakikati hakkında açıklayan ve sınırlarını çizen bir tanıma rastlanmamaktadır. Nirvana’yı tanımlamak için yazılan her ifade onu daha da kapalı ve anlaşılmaz hale getirmiştir. Bu tariflerden birine göre, Nirvana’yı tarif etmek için bir umut olmadığıdır. Onu tarif etmenin en güzel yolu “bütün acı ve ızdırapların kesilmesi ve durmasıdır” demek olmuştur. Bazısı ise onu “acılar ve bağımsızlığın bitişi” olarak tanımlamıştır. Başka birisi de, “Nirvana hepsi gıpta, mutluluk olan ve tam bir yok olma olan fenâ makamıdır ve tasavvur üstü bir varlıktır” olarak tarif eder. Bunlara göre Budizm’deki Nirvana anlayışı aşağıdaki iki ihtimalin birisinden başka bir anlamda olamaz: 1) Nirvana ölümdür. Çünkü acılar, musibetler ve bahtsızlıklar ancak ölümle biter. 2) İnsanın ahlâki istikametle ulaştığı ahiretteki cennet hayatıdır. Bu konuda Din Muhammed, yukarıdaki kitabında şunları yazmaktadır: “Bu iki halde de Nirvana’nın Fenâ ile alakası yoktur. Evet, Fenâ’nın ahlâki boyutunun Budizm’de bu iki anlama uygun karşılığı vardır. Çünkü Buda’nın Nirvana’ya ulaşmak için önerdiği yol ahlâki istikamet yoludur. Fakat önerdiği yolda bir problem vardır. O da ahlâki kurallara uymakla yükümlü tutmasına rağmen bağlayıcılığı olan bir kaynağın olmamasıdır. Biz ahlâki yükümlülüğün kaynağının felsefi düşüncede hâlâ büyük bir problem olduğunu biliyoruz. Bütün ahlâki felsefelerin başarısızlığı da bundan kaynaklanmaktadır. “Ödev ahlâkı” hakkındaki meşhur teorisiyle Kant felsefesi, ahlâki alanda insan düşüncesinin ulaştığı zirve kabul edilir. Fakat herhangi bir felsefe araştırmacısı Kant’ın idealist felsefesinin de daha öncekiler gibi başarısız olduğunu bilir. Dolayısıyla, Budizm’deki bu problem masum bir vahiy ve ahiret gününe inanmama üzerine bina edilen tüm ahlâki felsefelerin de yaşadığı bir sorundur. Fenâ ve Nirvana arasındaki tek benzerlik, yalnızca ahlâk alanında ve ahlâki esaslara bağlılık istemesinde vardır.” Bütün bunlara göre, İslam’daki Fenâ kavramı Budizm ve Hinduizm’den alınmış olduğu iddiası tamamen yanlıştır. Bu iddiayı ortaya atanlar ya Nirvana ve Fenâ kavramlarının anlamlarını tam olarak bilmemekte veya kasıtlı olarak İslam dinini karalamaya çalışmaktadırlar. Bu iddialar oryantalistler ve onlara tabi olan Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Bu iddiaların amacı İslam dinini kötülemek ve böylece Müslümanları doğru yoldan saptırmaya çalışmaktır. Bu çalışmalar boşunadır. Çünkü kimsenin gücü gerçek İslam’ı ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. İslam dini Yüce Allah’ın teminatı altındadır. “Hiç şüphe yok ki Kur’an’ı Biz indirdik, elbette onu yine Biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) Bu anlattıklarınıza göre Fenâ ve Nirvana’nın birbirinden tamamen farklı iki kavram oldukları gözükmektedir. Bunlar birer dini tecrübedir, fakat farklı akide ve dünya görüşü sahibi olan dinlere ait olan tecrübelerdir.
Nirvana’ya İslami Bakış Nirvana İslam dini açısından bâtıl olan bir anlayıştır. Çünkü Hinduizm ve Budizm Yüce Allah’ı inkar ederler. Kendi ürettikleri düşünce ve inanışlara taparlar. Buna İslam’da putperestlik denir. Putperestlik İslam’da küfür olarak değerlendirilir. Bu nedenle Budist ve Hinduistler’in yarın ahirette bir kazançları olmayacak, bilakis kaybedenlerden olacaktır. “Heva ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Casiye, 45/23) “Kötü duygularını kendisine Tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?” (Furkan, 25/43) İnandıkları şeyler kendi nefislerinin ve düşüncelerine uyarak oluşturulmuştur. Dolayısıyla İslam açısından gerçekliliği ve mutlak karşılığı yoktur. Maalesef batı dünyasında birçok insan, ilim adamı bu inanışlara uymakta ve onların yollarını takip etmektedirler. Hristiyanlıkta kendilerinin tatmin edilmediğini hissedenler bu dinlere yönelmekte ve bununla kurtuluşa ve hakikate ereceklerini zannetmektedirler. Fakat sonuçta ellerine geçen somut şeyler yoktur. Bazı kavramlar arasında mantıksal ilişkiler kurmaya çalışarak insanın iç ve dış dünyasının Budizim ve Hinduizm anlayışlarıyla açıklamaya çalışmaktadırlar. Bu kişiler nedense İslam’dan uzak durmaktadırlar. Bunun sebebi senelerce batı kültüründe yapılan İslam aleyhtarlığı propagandasının etkisinde kalan bu insanların İslam’ı hiç dikkate almadan kurtuluşu bu putperest anlayışlarında aramaktadırlar. Bu da yanlış bir bilimsellik anlayışıdır. Oysa onların bütün merak ettikleri ve sordukları soruların cevabı İslam tasavvufunda asırlar önce verilmiştir. İslam’a göre herkes yaptıklarından sorumludur. Batılı insanları da, bu putperest anlayışlarına yönelmeleri yarın ahrette kendilerini sorumlu kılacaktır. Eğer gerçeği dünyadayken görüp doğru yola, İslam’ın yoluna girerlerse kurtuluşa erişebilirler. Aksi halde diğer yollar kendilerini ahirette kötü bir akıbete götürecektir. Aynı durum maalesef ülkemizde de mevcuttur. Cumhuriyet’in ilanıyla İslam dışlanmış ve insanlar İslam dininden soğutularak küfre sürüklenmiştir. İslam’ı gerici, bilim dışı, gökten inen dogmalar olarak nitelemişlerdir. Bu propagandalar insanları gerçek İslam inancının dışına sürüklemiştir. Bunun sonunda yetişen nesil – ister eğitimli ister eğitimsiz olsun - içine düştükleri manevi tatminsizlikleri telafi etmek için batı propagandasıyla Budizm ve Hinduizm’in Nirvana anlayışına itilmişlerdir. Manevi tatminsizliklerini Nirvana anlayışıyla gidermeye çalışanlar, bu yolla Tanrı olacaklarına inanmışlardır. Tabii ki sonuçta bu insanların ellerine hiçbir şey geçmedi. Manevi tatminsizliklerin değişmediğini ve devam ettiğini görmelerine rağmen, bu yanlış yolda insanlar körü körüne devam etmişler ve etmektedirler. Ancak toplumumuzda bazı gençler artık bu saçmalıklara isyan etmekte ve hakiki kurtuluşun İslam’da olduğunu anlamışlardır. Ümit ediyoruz ki önümüzdeki onlu yıllarda Yüce Allah’ın şu ayetinin hükmü ülkemiz için de gerçekleşecektir. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide, 5/54) Bu ayetin hükmüne göre, Allah’a senelerce isyan etmiş ve küfre sürüklenmiş insanlar harpler, salgın hastalıklar, depremler, kıtlıklar gibi felaketlerle yok edileceklerdir. Onların yerine İslam’ı bilen ve Allah’ı seven Müslümanlar topluma hakim olacaktır. Bu insanlar Allah’ı sevecek ve Allah da onları sevecektir. Bu düşünceyle, on beş - yirmi sene içinde, 3. Dünya Harbinin ortaya çıkacağı fikrine dayanarak, yukarıdaki ayetin hükmünün gerçekleşeceğine inanılmaktadır. Çünkü 3. Dünya Harbi çok kanlı olacak ve ülkemiz de bu savaşta çok kayıp verecektir. Bunu da Yüce Allah’ın şu ayetiyle açıklayabiliriz: “Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar Hakk’a dönerler.” (Rum, 30/41) Toplumumuz maalesef ahlâk ve dürüstlük açısından yoldan çıkmıştır. Her türlü yalan, sahtekarlık, dolandırıcılık, rüşvet, yolsuzluk, fuhuş, içki, uyuşturucu toplumu kanser gibi sarmıştır. Bunun sonucunda toplumumuzdaki gerçek Müslüman sayısı çok aza inmiştir. Sufi abilerimizin bildirdiği keşif bilgilerine göre, 85 milyonluk ülkemizde sadece 10.832 gerçek Müslüman vardır. Toplumun büyük bir kısmını saran bu hastalıklar toplumda büyük tahribat yapmaktadır. Bu tahribatların, nefsini kendine put edinen kişilerle giderilmesi mümkün görülmemektedir. Bu durumda Allah Teâlâ’nın yukarıda bahsettiğimiz (Maide, 5/54) ayetine sarılmak ve bu ayetin hükmünden medet ummak mecburi olarak görülmektedir. İnanıyoruz ki Yüce Allah, 3. Dünya Harbine götüren olayları vesile kılacak ve 2040 yılında 3. Dünya Harbi patlayacaktır. Bu harpte çok insan ölür. Çünkü bu harpte kullanılacak silahların tahrip gücü çok yüksektir. Kalan sağların da ülkemizde tekrar İslam Devleti’ni kurarak, ülkemizi batmaktan kurtaracağını ve tekrar dirileceğimizi ümit ediyoruz. 2040’tan 2060 yılına kadar da yurdumuzdaki Müslümanlar Orta Doğu’da İsrail saltanatına son verecek ve bunun için Yahudilerle savaşacaktır. Bu savaşın sonunda ülkemiz insanları galip gelecek ve Orta Doğu’daki İsrail devleti ortadan kalkacaktır. Böylece, İslam dininin bu bölgelerde hakim olması sonucunda, insanlar için rahat ve huzur dolu bir dönem başlayacaktır. Bu bilgiler bizlere bazı sufi abilerimizin aktardığı keşif bilgileridir. Bu bilgiler muhakkak ki sadece sufi olanları bağlar, diğerlerini bağlamaz. Bu yazdıklarımıza inanmayanlar dinden çıkmış sayılmazlar. Ama biz sufi olarak bu olayların gerçekleşeceğine inanıyoruz. Bunları bizim görmemiz için ömürlerimiz yetmeyebilir. Ama bizden sonraki neslin bunları görüp bizleri hayırla anmalarını ümit ediyoruz. İstikbal İslam’dadır.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com |
Fenâ Makamı ve Nirvana |
Yayınlanma Tarihi: 01.07.2023 |