Bilim - Bilimsellik günümüzde çok sık kullanılan kelimeler arasındadır. İnsanlar ileri sürdükleri düşüncelerinin doğruluğunu ispatlamak için bilim - bilimsellik kelimelerine sığınmaktadırlar. Ancak bu konuda birçok insan, bu terimlerin tam olarak neyi kapsadığını bilmemektedirler.

Avrupa’daki aydınlanma döneminden sonra insanlar bilim ve bilimsel yöntemler üzerinde çok geniş tanımlar ve özellikler ileri sürdüler. Genel olarak bu tanımlarda esas alınan akıl ve deneylerdir. Eğer akıl esas alınırsa buna Rasyonalizm (akılcılık), eğer deney esas alınıyorsa buna Empirizm (deneycilik) denildi. Bu görüşler yıllarca birbirleriyle karşılaştırıldı ve eleştirildi. Bununla beraber bugüne kadar olan süreçte birçok bilimsel bilgi ve sonuçlar elde edildi. Bu bilgiler yardımıyla birçok yeni teknolojik ilerlemeler kaydedildi. Bu ilerlemeler insanın başını döndürdü ve bilim insan için en gerçek ve tek yol gösterici olarak düşünüldü.

Bu düşünceler “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ifadesiyle yasallaştırıldı. Bu slogan insanlara çok cazip geldi. Çünkü bilim ve teknoloji gerçekten son asırda büyük gelişmeler kaydetti. Böylece bilim felsefesi ortaya çıktı. Bu konuda, diğer felsefi konularda olduğu gibi, filozofların birbirinden çok farklı düşünce ve teoriler ileri sürmelerine neden oldu. Bu gelişmeler insanları maddeci bir ortama iterek, her şeyin bilimle açıklanabileceği, evrenin sırlarının bilim ile öğrenilebileceği ve tabiattaki tek gücün bilim olduğu iddia edildi. Bu iddialarla bilim kutsallaştırılmış ve bir çeşit ilâh edinilmiştir.

Son asırlarda ortaya çıkan Pozitivizm, Darwinizm, Evrim Teorisi gibi akımlar, insanları Allah Teâlâ’ya, peygamberlere ve ilahi bildirimlere (vahiy) inanmaktan uzaklaştırdı. Bu durum, insanların büyük bir kısmının materyalist, maddeci bir hayat sürmelerine sebep oldu.

Toplumumuzda, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ifadesindeki ilim kelimesi batının anladığı bilim kavramı olarak ele alınmaktadır. Bu anlamıyla bu sloganın hiçbir değeri yoktur. Çünkü batının bilim anlayışı hiçbir şekilde insana mutlak gerçek ve doğruları elde etmenin yolunu gösteremez. Bu nedenle de hakiki bir mürşit/yol gösterici olamaz.  Eğer ilim kelimesi ile manevi ilimler, sır ilimleri kastedilmişse, bu slogan anlamlı olur. Çünkü hayatın gerçek ve mutlak anlamını ancak sırlar ilmi, ilahi ilimler açıklayabilir. Fakat toplumumuzda bu sloganı ileri sürenler  batının ilim anlayışını tercih etmektedirler. Bu nedenle onların anladığı bilim hiçbir zaman en hakiki bir yol gösterici olmayacaktır.

Bu yazımızda, toplumumuzdaki bugünkü bilim anlayışının eksikliklerini, çelişkilerini ve yetersizliklerini anlatacağız. Umarız ki insanlar bunları anlar ve ilmin gerçek anlamını idrak ederek, tekrar Allah’a ve O’nun peygamberlerine, meleklerine ve ahirete inanmaları sağlanmış olur.

 

Batının Bilim Anlayışı

Batı’nın bilim anlayışında istenilen, gerçek olanın doğasını öğrenmek ve bu temel gerçeklere ulaşmak için deney, gözlem ve akılcı analizler uygulamaktır. Ancak bu yöntemler hiçbir zaman kusursuz ve hatadan yoksun değildir. Bu nedenle elde edilen bilgiler ve ortaya atılan teoriler zamanla yanlışlanmış ve yetersizlikleri ortaya konmuştur. Bu gerçeği aslında onlar da farkındadırlar. Fakat bu sınama yanılma yoluyla bir gün mutlak gerçeğe ulaşacaklarını ümit etmektedirler.

Yanlışlıklar tekrar kısmen düzeltilerek yeni teoriler ve iddialar ortaya atılmaktadır.  Bu şekilde devam ederek istedikleri hedeflere varabilirler mi? Onlara göre akıl ve duyular bunun için yeterlidir. Ancak görmezlikten geldikleri bir husus vardır. Bu da aklın ve duyuların sınırlı kapasiteye sahip olmasıdır. Sınırlı bir vasıta ile sınırsız bir sistemi incelemek nasıl olacaktır? Bunun cevabı verilememektedir. Sadece zanlarını ileri sürerek ümit ettiklerinin gerçekleşeceğini iddia etmektedirler. Oysa zanlar hiçbir zaman gerçeği ifade etmez.

“Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” (Necm, 53/28)

Batının bilim anlayışında insanın ve canlıların manevi tarafı dikkate alınmaz. Onlara göre her şey maddeden ibarettir. Aydınlanma dönemi ile ortaya çıkan materyalist görüşler bu bilim anlayışını etkisi altına almıştır. Onlar insanın ruhunu, nefsini inkar ederler. Onlar dini inanışları bir doğma olarak değerlendirirler. Bu nedenle dini ret ederler. Orta çağdaki kilisenin yanlış onların bu hususta tutumları onların bu duruma düşmelerinin sebeplerinden biridir.

Fakat batılı bilim adamının en büyük hatası, İslam dininin bildirmelerini dikkate almaması ve İslam’ı da diğer saptırılmış inançlarla bir tutmasıdır. Oysa İslam dininin bilime ve bilimsel araştırmalara nasıl değer verdiğini, 8.-12. yüzyıllarda nasıl bilimsel çalışmalar yapılarak bilgi üretildiğini görmeleri gerekirdi. Batılı bilim adamları bu yüzyıllarda üretilen bilgilerin bugünkü batı bilimine nasıl katkılar sağladığını görmek istemiyorlar. Endülüs’te gelişen İslam biliminin Avrupa’yı nasıl eğittiğini de görmezlikten geliyorlar. Bu kasıtlı görmezlikten gelme bir bilim insanına yakışmaz. Hatta bu davranış gerçek bilim anlayışı ile çelişir. Bu bakımdan batı bilim anlayışı eksik ve kısmen yanlıştır.

Batının bilim anlayışı ateist ve deisttir. Yani bir kısım bilim adamları Alllah’ı, yani yaratanı tamamen inkar ederler. Onlara göre doğada her şey kendi kendine oluşmakta ve gelişmektedir. Bir kısmına göre de, ilk yaratılış Allah tarafından yapılmış, fakat sonrasında yaratan hiçbir işe karışmamaktadır. Bu görüşler İslam dinine tamamen aykırıdır. Batı bilimi bu iddialarını hiçbir zaman ispat edememiş, bundan sonrada edemeyecektir. Oysa tabiatta ve insanın iç dünyasında öyle olaylar cereyan etmektedir ki, onların bu saçma iddialarını temelinden çürütmektedir.  Batı bilim anlayışını çürüten bu olayları anlatılmak istense kitaplar dolusu bir açıklama yapılması gerekir.

“Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?” (Fussilet, 41/53)

Amerikalı Felsefe Profesörü Renée Weber, “Kesişmeler” adlı kitabında Stephen Hawking ile yaptığı söyleşiden şunları aktarmaktadır:

“Stephen Hawking’in başlıca ilgisi, “erken evren” diye adlandırılan astrofizikteki bir alt uzmanlık alanıdır. Bu alan kozmosun kökeni, özellikle de zaman kavramıyla ilgilenir. Hawking’in zihnini meşgul eden husus, evrenin 15 milyar öncesi, onun ilk saniyesi midir? Giderek alevlenen tartışma evrenin doğuşu varsayılan büyük patlama ile bir saniyelik genişlemesi ardında, arasında ne olduğudur. Başka bir deyişle Hawking evrenin olası tarihini varlığının 10 üzeri- 33 saniyesi kabilinden bir şeye kadar geri götürmektedir. Bununla da kalmayıp onu 10 üzeri- 43 saniye bir çarpanın bir milyar katı büyüğüne kadar geri götürülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Hawking büyük patlamadan sonraki bu saniyenin bölünmeyecek kadar küçük biriminde, evrenle ilgili tüm soruların ve hayata dahil olmak üzere cevabının yattığını söylemektedir.”

Hawking’in düşündüğü bu nokta, Allahu Teâlâ’nın yaratma gücünün ifadesidir. Çünkü Cenab-ı Hakk  “Kün feyekün” ifadesiyle “ol” emri verdikten sonra hemen her şeyin olduğunu ifade etmektedir.

“O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” (Yasin, 36/82)

İşte bu gerçek Hawking’in idrak edemediği, o ilk başlangıçtaki çok kısa sürenin açıklamasıdır. Hawking böyle bir inanışa sahip olmadığı için o noktada durmakta veya o noktayı açıklayamamaktadır. Ama İslam inancına sahip olanlar o noktayı Allah’ın “ol” emrinin uygulandığı o çok küçük zaman içerisinde tahakkuk ettiği bilincindedir. Bu gerçek, bilim adamlarının İslam dininin inanış prensipleri olmadan kainattaki olayların tümünün gerçek yüzünü anlamalarının imkansız olduğunu göstermektedir. Ancak, Stephen Hawking gibi birçok bilim adamı, din anlayışlarının dogma ve hurafe olduğuna inandıklarından, kendi nefislerinin ve akıllarının bulduğu hususları tanrılaştırarak, onları tek gerçek olarak kabul ettiğinden gerçek iman olayının çok uzağındadırlar. Onlar bu gafletten ancak öldükleri zaman uyanacaklardır.

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” (Hadis)

 

Batı Bilimi Kime Hizmet Etmektedir?

Batının bilimsel faaliyetler sonunda elde edilen teknolojik gelişmeler, telefon internet, cep telefonu, bilgisayar gibi hayatımıza giren bütün teknolojik aletler aslında savunma ve savaş amacıyla yapılan araştırmaların sonucu veya onların yan ürünüdür. Bu teknolojik ürünler önce ilk amaçları için kullanılırlar.  Belli bir süre geçtikten sonra da halkın istifadesine sunulur.

Büyük ve kapsamlı bilimsel çalışmalar sadece zengin devlet ve şirketler eliyle yapılabilmektedir. Çünkü bu çalışmaların büyük maliyeti vardır. Ancak büyük şirketlerin ve devletlerin ar-ge’leri böyle bilimsel faaliyetler için imkan sağlayabilmektedir. Bu faaliyetlerin asıl nedeni kar etmek, kuvvet kazanmak, savunma ve savaş amaçlıdır. Bu yolla gerek şirket gerek devlet olarak iktidar ve menfaat elde etmeyi düşünülmektedir. Böyle bir amaç için yapılan teknolojik ve bilimsel çalışmaların insanlığın tümüne hizmet edeceği anlayışının saçma olduğu aşikardır.

Bugünkü teknolojinin gelişmiş ürünlerine ancak alım gücü yüksek olanların ulaşabilmesi mümkündür. Maddi gücü olmayan geri kalmış ülkelerde, insanların bu teknolojik gelişmelerden istifade etmeleri hiçbir zaman söz konusu değildir. Hatta ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmeler bu insanların sömürülmesine hizmet etmektedir. Bu nedenle bugün, bilimin kime hizmet ettiğinin iyice sorgulanması gerekir. Azınlığın faydalanmasına, çoğunluğun zarara uğranmasına yarayan bilimsel çalışmalar insanlığa hizmet etmez. Bilakis bu çalışmalar insanlığa düşmandır.

Bu faaliyetlerdeki çalışan bilim adamları böyle bir amacı isteyerek veya öngörerek yapmamış olabilirler. Onların amacı saf bir bilimsel anlayış olabilir. Fakat bu bilim adamlarının araştırma için paraya ihtiyaçları vardır. Bu parayı da ancak zengin devletler ve fonlar verebilir. Dolayısıyla ulaştıkları bilgileri bu fonlar ve devlet tarafından kendi çıkarlarına göre kullanılacağını kesin olarak söyleyebiliriz. Bu türlü faaliyetler içinde olan bilim adamları bunları bilirler veya bilmeyebilirler. Ancak tarihte baktığımız olaylar, bunun böyle güzel sonuçlar oluşturmadığını bizlere kolaylıkla gösterir. Atom bombasının üretiminde çalışan fizikçiler, ilim adamları atom bombası atıldıktan sonra insanların nasıl bir felaket içinde kaldıklarını gördüklerinde acaba ne düşündüler? Yaptıkları araştırmalar kendilerini mutlu etti mi? Eğer bu bombalarla insanlar toplu olarak öldürülüyorsa, bundan hiçbir bilim adamının mutlu olmaması gerekir.

Tıp konusunda da hastalıkların tedavisinde de bilimsel faaliyetler yapılmaktadır. Ama bu faaliyetlerle, insanların ölümcül hastalıklarının tedavisi için üretilen ilaçlar çok pahalı bir şekilde, ancak zengin insanların ulaşabilecekleri fiyatlarla satılmaktadır. Aslında bu ilaçların maliyeti çok düşüktür. Ancak buna rağmen, talebin zorunlu olması göz önünde bulundurularak ilaçlar yüksek fahiş fiyatlarla insanlara satılmaktadır. Burada da, bu ilaçları üreten ilim adamlarının katkısı, bazı sermaye sahiplerinin, devletlerin daha da zengin olmasına neden olmaktadır. Bu çelişki bilim insanını düşündürmesi gerekir.  Kime hizmet ettiğini, sonuçlarının nasıl değerlendirdiğinin göz önünde bulundurarak faaliyetlerini ona göre yönlendirmesi gerekir. 

İslam dininde insanlara zarar verecek bilimsel faaliyetler kontrol edilmek zorundadır. İslam dini insanları bu şekilde yok edecek, onları sömürecek olan bütün faaliyetleri devletin kontrolü altında olması gerektiğini ve İslami kuralların uygulanması gerektiğini emreder. Bununla ilgili Kur’an ayetleri ve Peygamberin hadisleri esas alınır. Eğer dünya üzerinde İslam şeriatı uygulanmış olsa, hiçbir ülke atom bombasını başkasına atamaz, nükleer silahlar üretemez. Ancak dünyadaki bu karmaşa içerisinde, devletler kendilerini korumak için karşı tarafların silahını da elde etmek zorundadırlar. Nükleer silahlar bugün bazı devletlerin elindedir. Diğer devletlerin elinde bu silahlar yoktur. Nükleer silahı olanlar diğerlerini kolaylıkla hükümlere altına alabilmekte, onları bu silahlarla kolaylıkla tehdit edebilmektedir. Bu durumda, diğer devletlerin de, özellikle  batının tehditi altında bulunan İslam ülkelerinin de, savunma amacıyla nükleer silah üretmesi zorunludur ve bu husus İslam dininin bir emridir.

Eskiden insanlar birkaç şeye muhtaç ve bununla hayatını idame edebilirken, şimdi bilim sayesinde bir sürü yapay ihtiyaç ve zorunluluklar ortaya çıkmıştır. İnsanlar bunları elde etmek için olanca güçleriyle çalışmaktadır. Bugün modern diye kullanılan evlerdeki aletlerin çoğu aslında insanlara büyük bir fayda getirmemektedir.  Fakat insanlar bu imkanlara ulaşmak için ömürlerini çalışmakla geçirmektedirler. Bütün bunların sonunda gene bunları üreten büyük devletler, güçlü devletler kazanmaktadır.

Bilimsel faaliyetlerin insanları ne derece kötü bir sonuca götürebileceğinin kanıtıdır bu hususlar. Bu türlü olumsuzluklardan bilimi kurtarabilmenin tek yolu İslam’ın bilim anlayışına dönmektir. İslam’ın devlet anlayışı bilim anlayışıyla birleştiği zaman ancak insanlar dünya üzerinde mutlu olabilirler. Aksi halde savaşların çıkması, kavgalar, gözyaşları, katliamlar sona ermeyecektir. Bilimin insanlara hizmet etmesini temin etmenin tek yolu İslam şeriatının uygulanmasıdır. Ancak İslam şeriatı ile bilim ve insanların menfaati dengelenmiş olabilir.

 

Batı Bilimi İnsanlığa Ne Kazandırır?

Orta Çağ yıllarında başlayan bilimsel devrim, reform, rönesans, aydınlanma gibi faaliyetler günümüze kadar, bilim ve teknolojide bir hayli gelişmelere sebep  olduğu muhakkaktır. Ancak bu gelişmelerin henüz bir kâr ve zarar analizi yapılmamıştır. Eğer yapılsaydı bu gelişmelerin zararının faydasından çok olduğu görülecekti. Onların faydalarının ufak bir azınlığa, zararın ise bütün insanlara olduğu fark edilecekti.  Batı bilim ve teknolojinin inşa ettiği medeniyeti yaşamak ve hayata tutunmak için gereken ihtiyaç listesi hayli büyütmüştür. Bu faaliyetler insanların dünyaya karşı istek ve ilgilerini arttırmış ve ahiret hayatını unutturmuştur. Halbuki bütün dünyadaki kazançlarımızın kaybolacağı ölüm gibi bir sonla bitecek bir hayat içerisinde olduğumuzu, dolayısıyla burada kazandıklarımızı ne derece mutlak bir faydası, önemi olduğu unutulmuştur. İnsanlar teknoloji sayesinde uzakları yakın yapan vasıtalar elde etmişler, iletişim konusunda birçok kolaylıklar kazanmışlardır. Fakat bütün bunlar onlara daha mutlu, daha rahat bir hayat mı vermiştir? Bunun cevabı hayırdır.

Şehir hayatlarındaki kaos bu teknolojik gelişmelerin sonuçlarıdır. Daha sakin bir ortamda yaşayanların daha rahat bir hayat sürecekleri gerçek değil midir? Önemli olan insanın varlığını sürdürmesi ve ahiretine yönelik ibadetlerini  ve salih amellerini yapabilmesi değil midir? Dünyanın maddi propagandası karşısında onları elde etmek için ömrünü heba eden insan onları elde ettikten sonra ahirette eğer hüsranda kalırsa bunun ne faydası vardır? İşte maddesel bilim anlayışı insanları bu hedefinden uzaklaştırmış, sadece dünyaya bağımlı kılmıştır. Bu insanlara bir kazanç değildir. Çünkü insanlar maddi ihtiyaçlarını gidermek için bütün ömrünü kullanmakta ve dünya zevki sefasını kendisine hedef yapmaktadır. Bu ise onları Allah’tan, peygamberlerden ve ilahi kitaplardan uzaklaştırmaktadır. Ahiret inancını kaybetmektedirler. Bu ise onların ebedi hüsranda kalmalarına neden olacaktır.

Batı’nın bilim anlayışı haram ve günahları allayıp pullayıp güzel bir şekilde ambalajlayarak insanlara sunmaktadır. Bu sunuş filmler ve reklamlar vasıtasıyla yapılmakta, buralarda ateist ve maddeci dünya görüşleri insanlara pompalanmaktadır. Bununla oluşan insanın zihin ve ruh dünyası gerçekten tahrip edilmekte ve insanlar yanlış düşüncelerle bataklığa ve yanlış işlere  dalarak mahvolmaya sürüklenmektedir.

İnsanları yanlış yola sürükleyen bu batı bilim anlayışı terk edilmelidir. İnsanlar İslam dininin emir ve yasaklarına uyarak hedeflerinin ahiret saadeti olduğunu unutmamalıdır. Bu hedefe doğru giderken, dünya hayatının yerini de akıllı bir şekilde iyice belirlemelidir. Aşırı tüketimin neden olduğu tabiattaki dengelerin bozulmasına dikkat etmelidir. Dünyaya karşı aşırı bir hırs ve nefsin arzularını frenleyememek insanı hem dünyada hem de ahirette zor durumda bırakacaktır. Bundan kurtulmanın tek yolu İslam dinine geri dönmektir.

 

Batının Bilimsellik Felsefesi ve Tevhid Anlayışı

Batı’nın bilim anlayışı tabiattaki olayların neden-sonuç ilişkileriyle oluştuğunu, yani kâinatta deterministik bir kurgu ve yapının olduğunu iddia etmektedir. Bu görüşler insanların bilinç altlarına işlenmekte ve bu zihniyetle tabiattaki olayların meydana gelmesinde Allah Teâlâ’ya ihtiyaç olmadığı düşüncesi insanlara empoze edilmektedir. Bu nedenle bilimsellik felsefesi ve ürünü olan batı bilimi, İslam’ın tevhit anlayışına zıttır. Evrendeki olayların “nasıl ve neden” olduğunu, sebep-sonuç ilişkisinin açıkladığını iddia eden batı bilimi, “kim ve niçin”, “anlam ve amacı ne” gibi fail ve amaç sorularına ihtiyaç olmadığını iddia etmektedir. Bu anlayışta evrende Rabbimizin hiçbir yapacak işi kalmamış olmaktadır. Bu anlayış maddenin varlık ve devamında, hareket ve çalışmasında Allah’a hiçbir şekilde ihtiyaç duyulmamaktadır. Evrenin kendisinin bir ilah olduğunu, kendi kendini yönettiği vurgusu yapılmaktadır. Bu ateist bilim anlayışıdır. Bir kısım bilim adamları Allah Teâlâ’ya ancak ilk neden olarak kainatın başlangıcında bir rol vermiştir. Bu şekilde bir deist evren anlayışı ortaya oysa atılmıştır.

Oysa tabiattaki olayların sebepleri olarak ifade edilen hususlar aslında sadece birer vesiledir. Çünkü bütün sebep olarak düşünülen şeyler, Allah Teâlâ’nın emri ve yaratması ile oluşan vesilelerdir. Dolayısıyla gerçek fail olan sebep değil Hakk Teâlâ’dır.  Batı bilimi sebepleri gerçek fail olarak görerek yanılmaktadır. Temeldeki bu büyük yanlış, batı bilim anlayışının ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.

Örneğin kütlelerin birbirlerini çekmesine Kütle Çekim Yasasının sebep olduğu söylenir. Kütle çekim yasası nasıl oluşmuştur? Bunun açıklamasını batı bilimi vermez. Onların bir kısmına göre bu yasa kendiliğinden oluşmuştur. Peki bu kendiliğinden oluşum nasıl bir şeydir? Batı bilimi bunun da cevabını vermez. İşte bunlar batı biliminin ispat edilemeyen hipotezleridir. Yani aslında batı bilimi de bazı doğmaları temel alarak yol almaktadır. Onlar da bu zanlarına iman etmektedirler.

Kütlelerin birbirini çekmesinde gerçek fail Allah Teâlâ’dır. Kütle çekim yasası gerçek fail değildir. Kütle çekim yasası bir vesile olup kendisine verilen görevi yerine getirmektedir. Bu düşünceyi evrendeki bütün olaylara uygulayabiliriz. Bu görüş evrendeki olguları doğru olarak açıklayabilen tek düşüncedir. Bunun dışındaki düşünceler ve görüşler evrendeki olayları kısmen açıklayabildiğinden mutlak gerçeği ifade etmezler.

Batı’nın bilim felsefesi, inançlardan bağımsız olduğunu, her şeye seküler ve laik bakacağını ifade etmektedir. Bu görüş insanları ateist ve deist yapmıştır. Batının modern biliminin bize sunduğu bu evren tasavvuru ve tasvirleri İslam’ın tevhid anlayışıyla tamamen zıttır. Tevhit ve vahdet anlayışı hem kendi içimizde mantıken ulaşabilecek akli bir ilke ve hem de dışımızda varlığı inceleyerek elde edilebilecek gözlemsel bir bilgidir (Fussilet, 41/53). Bu düşünce tarzı ve araştırma neticesi elde ettiğimiz bilginin doğruluğu sistem dışından gelen ve bilgi ve haber verici olan nübüvvet yoluyla ayrıca teyit edilmiş ve doğruluğu onaylanmıştır.

İslam düşüncesindeki tevhid kavramından anlaşılan sadece Rabbimizin varlık ve birliği tek olup, ortağı olmaması değildir. Aynı zamanda Rabbimizin icraat ve fiilleri ve sonuçları olan eserlerinde de ortağı olmaması demektir. Evrende yapılan gözlem ve araştırmalar sonucunda Rabbimiz gibi bir fail ve özne olmadan hiçbir şeyin kendi kendine aktif ve etken olamayacağı açıktır.  Çünkü evrendeki zerre ve taneciklerin birbirlerine ne şekilde bağlı olduğu ve bu bağlılıkla kainatın tek parça halinde bir bütün olduğu görülmektedir.  Bu sistemden herhangi bir parçanın atılmasının mümkün olmadığı ve bu sistemin bir yaratıcı tarafından yönetildiği de aşikar olarak gözükmektedir. Çünkü bir kitap içindeki cümlelerdeki harflerin anlamlı bir şekilde yan yana getirilmesinin kendiliğinden olmasının ihtimalinin sıfır olması, bu kitabı yazan birinin olmasını gerektireceği aşikardır. Bu nedenle kainat kitabını yazan bir fail vardır, o da Allah Teâlâ’dır.

Batı bilim anlayışı, bir olayın öznesinin kim olduğu sorusunu sormamak ve eğer sorulursa, bir olayın öznesinin olmadığını, buna ihtiyaç ta olmadığı düşüncesi üzerine kurulmuştur. Oysa bu sorunun cevabı verilmeye muhtaçtır. Tabiatta birçok olay tahakkuk etmekte ve insanlar bu olayları ancak kısmen takip edebilmektedir. Tabiattaki olayların kendi kendine bir kurguyla hareket ettiğine inanmak, böyle bir olayın arkasında bir gücün olup olmadığını sorulduğunda böyle bir güç yok, her şey kendi kendine yürümektedir diye cevap vermek ne kadar mantıklı ve bilimseldir. Bilimsellik mutlak gerçeği aramaksa, bu nasıl bir bilimsel anlayıştır? Tabii ki bütün bilim adamları bu görüşte değildir. Bunun aksini söyleyen ve olaylar karşısında hayrete düşen ilim adamları da vardır. Bunların örneklerine çeşitli kitaplarda rastlamaktayız.

“Böylece bilim ile dinin her zamankinden çok farklı ilişkisinin idrakine ulaştık. Kozmik dini duygunun bilimsel araştırma için en güçlü ve saygın saik olduğunu savunuyorum.”  (Albert Einstein)

“Nihai kaynağın ölçülemez ve bizim bilgimizle kavranamaz olduğu anlaşılmaktadır.” (David Bohm)

Ancak batının küresel sermayesini temsil eden çevreler özellikle Müslümanların yaradılış fikrinden uzaklaşmalarını sağlamak için ellerinden geldiğince propagandalar yapmakta ve kendi kısır bilim anlayışlarını Müslümanlara kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Müslümanların İslam dininden gelen bilim anlayışına sahip çıktıkları dönemlerde, gerçekten bilimsel faaliyetlerde bulunmuşlar, teknolojiyi geliştirmişler ve insanlara, bütün dünyaya faydalı olmuşlardır. Fakat bu dönemde Müslümanlar hiçbir zaman insanları sömürmek için bilim üretmemişlerdir. Tamamen kendi inanç doğrultularda Allah’ın verdiği güç ve kuvveti kullanarak araştırma yapmışlardır. Oysa bugün bilimsel faaliyet adı altında yapılan şeylerin böyle bir amacı büyük çapta yoktur. Ancak küresel emperyalizmin hedefleri, İslam’ı ortadan kaldırıp kendilerine engel olacak kuvvetlerin hiçbir zaman oluşmaması için bu bilim anlayışını pompalamaktadırlar. Batı’nın bilim anlayışını kutsayarak yol almaya çalışan insanlar daima hüsranda kalacak ve sonuçları kendi aleyhlerine olacaktır. Bunlar bir gün herkes tarafından anlaşılacak, fakat iş işten geçmiş olacaktır.

Bu türlü farkındalıklar ancak büyük harpler sonucunda insanların kafasına dank etmiştir. Ama insanoğlu çabuk unutan ve dünya malının sevdasına kolaylıkla dalan bir nefse sahiptir. Bu da insanları doğru düşünmekten alıkoymaktadırlar. Bunun da vebali insanları yanlış yönlendiren batının materyalist bilim anlayışıdır.

Batılılar İslam dinini kötülemek için, İslam’ı yanlış anlatarak şöyle demektedirler: “İslam’da kurallar şunlardır: Dünyayı bırak ahirete çalış, hiçbir şeyi araştırma öğrenme.”  Bu tamamen yanlış olan iddiaları destekleyecek hiçbir ayet ve hadis, icma ve kıyas yoktur. Hatta bunun tam tersi doğrudur. Bütün bunlara rağmen Müslümanlar uzun süre “Bizi İslamiyet mi geri bıraktı?” sorusuna muhatap olmuşlardır. Halbuki biz maddi anlamda geri kalışımızın sebebini kendimizde değil, dinimizde aradık. Politik ve ekonomik asıl sebepleri sorgulamadık.

İslam dini bize uzaydan gelen yabancı bir bilim anlayışını sunmuyor, kendi fıtrat ve dinimizden süzülmüş bir yöntem öneriyor. Bu yöntem de bellidir. Yöntem okuma yazma bilmeyen Hazreti Muhammed (sav) Efendimize gelen ilk ayet bu yöntemi belli etmektedir. İlk inen ayet, “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 96/1) der. Biz kâinat kitabını fail olan Allah’ın adıyla okumak zorundayız. Allah yokmuş, varsa bile işlere karışmıyormuş, yani madde otomatik olarak kendi kendine yürüyormuş, hareket ediyormuş gibi safsatalar geçerli değildir. İslam dininde bütün kainatın tek kayyumu, onu idare eden Allah Teâlâ olduğu inancı vardır ve bu inanç tamamen gözlem ve gerçeklerle uyuşmaktadır. Tabiatta tesadüf, gelişi güzellik, kendiliğinden olma gibi şeyler söz konusu değildir. Son asırda bazı bilim adamı da bu gerçeği ifade etmişlerdir.

“Yaratılışın fiziksel olmayan, ya da fizik ötesi doğası gereği ruhsal olan bir gerçekliğe dayandığı görüşünü savunuyorum.” (Rupert Sheldrake)

“Çok ilginç. Modern fizikte ne kadar mantıklı hareket ederseniz o kadar çok yanılıyorsunuz. Bu mantığımızın sınırlarını açıkça göstermektedir.” (Lama Govinda)

 

Modern Bilim Allah’ı Neden Kabul Etmez?

Modern bilimin Allah Teâlâ’yı niçin kabul etmediği ve hatta reddettiği aşikardır. Çünkü batı bilim anlayışı tarafsız ve objektif değildir, bilimsel yöntemleri olgusal ve nesnel değildir, felsefi karakterleri ateist, materyalist, natüralist ve deterministtir. Batı’nın bilim anlayışında tabiat, Allah Teâlâ yokmuş ve varsa da ondan bağımsız işleyebilmesi mümkünmüş gibi algılanmaktadır. Bu anlayışları doğruymuş gibi, insanları da kendi bilimsel kriterlerine uymaya zorlamakta ve bunlara katılmayanlara da bilim dışı olarak değerlendirmektedir.

Onlara göre bütün dinler, insanların ölüm, deprem gibi, sebebini bilemediği şeylerin sebeplerini açıklamada, mutlu olma, ahlâklı olma, aşkın olana inanma gibi ihtiyaçlarından doğmaktadır. İnsanlar doğadaki olan olayların sebeplerini kısmen buldukça kendi düşüncelerini ilâhlaştırmışlar ve bu işler için Tanrıya ihtiyacı olmadıklarını ortaya atmışlardır. Oysa bütün bunlar bir cehalet örneğidir. Bugün yağmuru istediğin zaman, istediğin yerde, istediğin miktar yağdıramıyorsun. Nerede senin bilimin, nerede Allah’ın yaptığı iş?

Onlara göre bilim genişledikçe dinin alanı daralacak, Tanrıya sadece ilk sebep olma rolü verilecektir. Böylece birçok teoriler inşa edilmiş, kendi oluşturdukları fikirleri kendilerine göre mantıki bir gerekçeyle açıklamaya çalışmışlardır. Ama bu açıklamalar her zaman için birer delikli torbalar halinde olmuştur. İleri sürdükleri teoriler hiçbiri tam ve kompakt değildir. Bazı taraflarından dökülmekte ve bu döküntüleri niçin olduğunu da açıklayamamaktadırlar. Buna bugünkü bilim dünyasında binlerce örnek vermek mümkündür.

İslam karşıtları, Müslümanların İslam dinine delilsiz ve ispatsız olarak körü körüne ve dogmatik bir biçimde tamamen güvene dayalı bir inanç ve iman etmek suretiyle Allah’a, peygamberlere ve kitaplarına iman ettiklerini iddia ederler. Aslında bu tamamen yanlış olup, gaybî konularda özellikle delil ve ispata ihtiyaç vardır. Yani gaybî olup göremediğimiz, algılayamadığımız konular için delil ve ispat istenir. Bu ispat ve deliller, insanın hem etrafındaki alemi hem de kendi içindeki alemi müşahede etmekle elde eder (Fussilet, 41/53). Bu nedenle İslam dininde akıl sahibi olmak, akıl yürütmek gereklidir. Çünkü aklı olmayanın dini de yoktur. İnsanların dinden hissesi akıl ve anlayışı, ihlas ve niyetleriyle doğru orantılıdır. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de akıl olumlu anlamda kullanılmış, kâfir ve münafıkların ise akılsız ve aklını kullanmadıkları ifade edilmiştir.

Onlara Müslümanların inandığı gibi inanın denilince, “Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?” derler. İyi bilin ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bilmezler.” (Bakara, 2/13)

Çünkü yer yüzünde dolaşan insan dahil bütün canlıların Allah katında en kötüsü anlamayan ve düşünmeyen sağırlarla dilsizlerdir.” (Enfal, 8/22)

Aklını kullanmayan insanlar tahkik de etmedikleri için, anne ve babasından gördüğü gibi, yani atalarını taklit ederek saçma ve mantıksız bir şekilde İslam dışı inanışlara yönelebilirler. Ancak bu kendilerinin şahsi kabahatleri olup imkanlarını doğru yolda kullanmamaları nedeniyledir. Çünkü İslam doğru akıl yürütme ile imanın istediği hedeflere varılmasını ister. Yoksa körü körüne ve dogmatik bir tarzla inanç ve iman insanlardan istenmez.

 

İslam’ın İlim Anlayışı

Türkçede “bilgi” sözlük anlamına göre “bilmek, tanımak” demektir. Bilgide bir bilen (süje=insan) unsuru, bir de bilinen (obje=olgu) unsuru vardır. Arapçada ise tikel olan basitleri anlama, idrak manasına “marifet” (bilgi tanıma) kelimesi, tümel olan bileşikleri anlama manasına da “ilim” kelimesi kullanılır. Bu yüzden “Areftullâh” (Allah’ı tanıdım) denir. “Alimtühü” (O’nu bildim) denilmez. Allah’a “alîm” (bilici) denir, “ârif” denilmez.

İslam alimleri bilgi kavramından ilim kelimesiyle kastedilen manayı anlamaktadırlar. Ancak Arapçada ilim kelimesi bazen marifet kelimesiyle farklı anlamlarda kullanılsa da, birçok yerlerde eş anlamlı olarak kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de bilgi kelimesi zannın karşıtı olarak ele alınmıştır: “Onların kesin bir bilgileri yoktur, onlar sadece zannediyorlar.” (Casiye, 45/24) Yine Kur’an zannın kaynağının heva ve arzuların olduğunu belirterek, zannın daha iyi açıklanmasını sağlamıştır: “Hayır zulmedenler kâfirler, ilimsiz kendi hevalarının, istek ve arzularının peşinden gittiler.” (Rum, 30/29)

İslam alimi  Âmidî, Kur’an’da gerçeğe götüren sağduyu ve sağlam düşünce yolunun, akıl, kalb, göz ve kulak yetenekleriyle de bilinebileceğini şu ayetlerle ispat etmeye çalışır:

Şüphesiz ki, bunda aklı olan, yahut kendisi kalp huzuru içinde olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt ve hatırlatma vardır.” (Kaf, 50/37)

“…Yahut görecekleri gözleri mi, yoksa işitecekleri kulakları mı, nesi var?” (Araf, 7/195)

“Onlar Kur an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24)

Âmidî’ye göre, “bilgi” kavramı yalnız bir kavram değildir. Tam tersine “bilgi”, yakınları olan akıl, akıl yürütme, duygu, deney, anlama, doğru haber, ilham gibi olumlu mahiyetteki kelimeleri ile beraberdir. Bilgisizlik, zan, şüphe, dalgınlık, unutma, uyku ve ölüm gibi karşıtı olan olumsuzluk mahiyetteki kelimeleri itiyor ve uzaklaştırıyor.

Gazzali, “bilgi”nin gerçek yönüyle tanımının yapılamayacağını “el-Mustasfâ” adlı kitabında anlatmaktadır. Ona göre bilginin tanımının yapılamaması şundan ileri gelmektedir: Mantıkta tam özsel tanım olması için, bir şeyin yakın cinsi ile yakın ayrımından yapılması gereklidir. İnsanı konuşan hayvan ile tanımlamak gibi. Böylece hayvan insanın yakın cinsi, konuşma ise yakın ayrımı oluyor. Halbuki bilginin yakın cinsi ile yakın ayrımı mümkün değildir. Çünkü bilgiyi anlatacak bilgiden daha açık yakın cinsi ve yakın ayırımı yoktur. Bu yüzden Gazzali “bilginin tanımının yapılması güçtür” demiştir.

Gazzali, bilgi konusunda, önce duyuların verdiği bilgilerden şüphe ile başlar. Şöyle ki onların en sağlamı olan görme duyumuz, bize gölgeyi hiç hareket etmiyormuş gibi bildirir. Halbuki akıl onun yavaş yavaş hareketle büyüdüğünü açıklayarak, görmeyle elde ettiğimiz algının yanlışlığını ortaya koyar. Yine gözümüz uzaktaki büyük cisimleri küçük görür. Akıl bunu da yalanlar. Dolayısıyla Gazzali, duyulara güvenim eğer akıl tarafından yıkıldı ise, aklın verdiği bilgiye nasıl güvenebilirim der. Ancak “On, üçten daha büyüktür”, “Bir şey hem yok hem var olamaz” gibi prensipleri içine alan aklın verdiği bilgiye güvenebileceğini kabul eder. Ama bize bilgi verecek aklın da ötesinde daha üstün bir yolun bulunacağına şüphesi devam etmektedir. Kendi kendine biz, uykuda iken gördüğümüz rüyaların gerçekliğine inanırız, fakat uyanınca onların hayal olduğunu anlarız şeklindeki şüphesi gittikçe artar.  Sonunda bu güç durumdan Allah’ın kalbine attığı bir nur ile kurtulduğunu söyler. Gazzali’ye göre bu nur birçok bilgilere anahtar vazifesi görür. Bu keşif, ilham, soyut delillere bağlanmadan vasıtasız olarak Allah tarafından zaman zaman atılan nur ile gerçekleşir.

Sufiler akıl ile de bilginin meydana geldiğini inkar etmezler. Ancak gerçek, güvenilir ve sağlam bilginin keşif yoluyla olacağını kabul ederler. Onlara göre “marifet” denilen “bilgi” hiçbir şüphe kabul etmeyen, görülmüş, bilinmiş ve içten yaşanmış olan bir anlam taşır.

Keşif ile yakin (kesin=yani bu dünyada olmayan üstü örtülü bulunan hükümler ile ilgili sırların anlaşılması) başlar. Nurların birbirlerini takip etmesi ve iç gözü sayesinde görmenin meydana gelmesiyle, insanın herhangi bir delil düşünmeye gerek duymadığı bu durumun adı yakin halidir. İşte bu hiç değişmeyen, daima aynı kalan bilginin kalpte yerleşme hali yakindir.

İbn Arabi’ye göre “Akıl anlar, keşif ise, müşâhede ve temâşâ eder.”

Sadreddin Konevi, keşif yolunun ruhun temizlenmesi ve zihnin şüphelerden arınması ile mümkün olacağını belirtir. Ona göre, biz ancak nesnelerin sıfat ve arazlarını bilebiliriz. Onların hakikatini ise yalnız Allah öğretir.

Buna göre mutasavvıfların, güvendikleri tek sağlam bilgi türü keşif, hakikatin doğrudan doğruya vasıtasız idraki, objelerin oldukları gibi görünmesinin bilgisidir. Sufiler buna, “zevk”, ilahi bilgi, ledünni bilgi, sırların bilgisi, gaybın bilgisi, peygamberler, veliler ve “bu dünyada öteki dünya yaratılışına sahip olan kimselerin” bilgisi derler.

Bilen süje ile, bilinen obje arasında bir ilişki olarak kabul eden “bilgi”nin insan için gerçekten mümkün mü yoksa buna insanın erişmesi imkansız bir şey mi olduğu konusu bizi şu sorular ile karşı karşıya bırakır: İdraklerimiz bize dış alemi bildiriliyor mu? içe ait idraklerimiz, görünen varlıklardan başka görünmeyen varlıkların da olduğunu bildiriyor mu? Verilen bu bilgileri ne dereceye kadar kabul edebiliriz? Bilim eşya konusunda gerçek bir bilgi verebilir mi? Bilimin verdiği bu bilgiler ile eşyanın mahiyetine, iç yüzüne nüfuz edebilir miyiz? İdrakin verdiği bilgiler eşyayı oldukları gibi bize bildirebiliyor mu? Böylece biz bilgimizin izafi mi, yoksa mutlak mı olduğunu gerçek anlamıyla öğrenmek isteriz.

Prof. Dr. Emrullah Yüksel, “Âmidî’de Bilgi Teorisi” adlı kitabında şunları söylemektedir:

“Günlük zorunlu yaşantılarımızın yanında dinin gerçekleri olan Allah, ahiret gibi meselelerin tasdiki, hep bu eşya sayesinde bilgi edinmemizin imkânını kabul etmeye dayanmaktadır. Biz, Allah’ı dolaylı (vasıtalı) yoldan bildiğimize göre, bu dolaylı bilgiyi bize veren, gördüğümüz bu âlemdir. Allah’ın eseri olan bu âlem üzerinde (eserden müessire) akıl yürüterek (istidlâl ile) ilk sebep olan Allah’ın varlığı tasdik edilir. Demek ki kelâmda Allah’ın varlığını bilmemiz, bu âlem aracılığı ile gerçekleşmektedir. Eğer eşya hakkında bilgi sağlayacak durumda olmasaydık Allah’ın varlığıyla ilgili bilgimiz imkansız olurdu.

Mutasavvıflar gerçi böyle bir bilginin doğrudan doğruya keşif yoluyla Allah’tan alınacağını iddia ederler. Ama, bu kelâmcının düşündüğü gibi her normal insanın elde edeceği bilgi olmayıp daha özel bir durumu ifade etmektedir.

Ehl-i sünnet kelâmcılarının, “Şeylerin hakikatleri sabittir. Aslı vardır. Bilgimiz o sayede gerçekleşir” prensibi ile sofistelerin karşısına dogmatik olarak çıktıkları görülür. Bu prensibin anlamına gelince, bizim bilgimiz bu şeylerin hakikatlerine değil, sıfat ve tavırlarının ait olup, biz ancak eşyanın cinsi ve bütünü hakkında kısa ve toplu (icmali) bilgi edinebiliriz demektir.”

Objeleri inceden inceye bir eleştirmeye tabi tuttuğumuzda objelerin bize bir “görüntü”, bir de “gerçek” yönü gibi ortaya çıkan güçlükleri ile karşılaşırız. Buna göre nesneden meydana gelen bilgi, o nesneye tıpa tıp uymamaktadır. Böylece nesne ile onun tasavvuru, yani bizde hasıl ettiği bilgi ayrı ayrı şeylerdir.

Bunu fizikteki parçacıklarda da görmek mümkündür. Kuantum teorisiyle ilgili olarak ünlü fizikçi Heisenberg “belirsizlik prensibi” olarak ortaya attığı teori ile parçacıkların olduğu gibi kavrama imkansızlığını ortaya koyarak mutlak determinizmi sarsmıştır. Heisenberg elektron mikroskobu ile elektronların hareketini ölçmeye kalktığında, onların yer ve hız parametrelerinin aynı anda kesin olarak tespitinin imkansız olduğunu görmüştür. Çünkü hızını öğrenmeye çalıştığımız elektronun yerini belirleyemiyoruz, yerini öğrendiğimiz zaman hızını belirleyemiyoruz. Buradan elektronun hareket olgusunun kesin olarak bilinememesi ortaya çıkar. Bu belirsizlik elektronun dünyaya bakan yüzü ile Allah’a bakan yüzünün farklı oluşundan ileri gelmektedir.

Peygamberimizin (sav) şu duası bize bu gerçeği hatırlatmaktadır: “Ya Rabbi! İhtilaf edilen eşyada gerçeği, hak olanı izninle bana göster.” Peygamberimiz (sav) diğer bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Ben görünüşe göre yargıda bulunmakla emrolundum. Öze ait yargıda bulunmak ise Allah’a aittir.”

Buna göre eşyanın bir dış görüntüsü, bir de özüne ait hakikati olduğu ortaya çıkar. Bazı İslam alimleri bilgimizin eşyanın özüne değil görüntülerine ait ve izafi olduğu görüşündedir. Bu görüşler batılı filozofların bazıları tarafından da kabul edilmiştir.

Âmidî, duyu, akıl ve doğru haber (Peygamberimizin haberi) ile bilgi elde edilebileceği gibi; ilham yani Allah tarafından insanın kalbine bir şeyin doğdurulması şeklinde de bilginin mümkün olacağını söyler. Böylece Âmidî, ilham ile kesin bilginin meydana gelmesi konusunda Gazzali ve Fahreddin el-Râzî ile aynı fikirdedir.

Sadreddin Konevî ise, “Biz ancak eşyanın tavır ve niteliklerini bilebiliriz. Eşyanın hakikatini bilmemiz zordur. Bunu ancak Allah öğretebilir.” der.

Âmidî’nin “Mutlak Gerçek” hakkındaki görüşü de şöyledir: “Mutlak varlık olan Allah’ın hakikatini zatıyla (özü ile) kavramak insanın aklı için mümkün değildir. Biz ancak Allah’ın eksik niteliklerden uzak, ilim, kudret ve yaratma gibi yetkin niteliklere sahip ezeli ve ebedi bir varlık olduğunu biliriz.

İmam-ı Azam Ebû Hanîfe, “el-Fıkh el-Ekber” adlı kitabında, “Biz Allah’ın hakikatini Kur’an’da Kendisi’ni nitelediği gibi bütün nitelikleri ve isimleriyle biliriz.” diye ifade etmiştir.

Peygamberimiz (sav) bir hadisinde de, “Ya Rabbi! Seni hakkıyla bilemedik” demekle bu konudaki gerçeği ifade eder. Hazreti Ebubekir (ra), “Hakikati idrakten aczini bilmek, Allah’ı bilmeye yeterlidir” der. Hazreti Ali (ra) da, “Allah’ın akıl almayan özünden (zatından) söz etmek küfre götürür” der. Bütün bu ifadelerle, akıl ile mutlak varlık olan Allah’ın hakikatinin kavranamayacağı açıkça belirtilmiştir.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Yorumlar

Bilim Konusundaki

Yanılgılar

Yayınlanma Tarihi : 14.10.2023