Batı felsefesi üç ana döneme ayrılmıştır. Antik Yunan'dan başlayarak Rönesans'a kadar geçen süre Klasik Batı Düşüncesi, Rönesans’tan 19. yüzyıla kadar geçen süre ise Modern Batı Düşüncesi olarak isimlendirilmektedir. 20. yüzyıl ve içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl ise Çağdaş Batı Düşüncesi ismiyle üçüncü dönemi oluşturmaktadır.

Klasik Batı Düşüncesinin ilk ana özelliği aşkın hakikat düşüncesine sahip olması ve hakikatin insanı aşan bir karakter arz ettiğini dile getirmesidir. Buna göre gerek akıl gerekse hakikat insanı aşmakta, akıl da bu aşkın hakikatin bir parçası olma özelliği taşımaktadır. Bu klasik dönemin ikinci kısmı sofistler ile Sokrates'in yaşadığı MÖ. 500 yıldır. Bu kısımda felsefenin gündemi, doğadan insana kaymış bilginin mümkün olması konusunda kuşku duyulmaya başlanmış olmasıdır. Kuşkuculuğun ardından bilginin imkanını kabul eden sistematik bir felsefenin başladığı görülmektedir. Platon ve Aristo, ilkçağ klasik batı düşünce döneminin üçüncü kısmı olan sistematik felsefe dönemini oluşturmaktadır. İlkçağın son dönemi olarak kabul edilen Helenistik felsefe dönemi ise, Atina'nın yıkıldığı MÖ. 323 yılı ile başlayan ve Roma felsefesi ile MS. 5 yüzyıla kadar devam eden süreyi kapsamaktadır. Bu dönemde sistematik felsefede olduğu gibi aklın baskın olmasının yerini, yeniden kuşkuculara, ayrıca deneyimcilere ve sonradan da yeni platonculuk ve sezgiciliğe bıraktığı görülmektedir.

Modern Batı Düşüncesi döneminde 14. yüzyıl Avrupa'sında klasik anlamda felsefenin yerini modern bir düşünce tarzına bıraktığı gözlemlenmektedir. İlk olarak Rönesans dönemi ile başlayan Modern Batı Düşüncesi daha sonra reform ve aydınlanma dönemleri ile devam etmektedir. 19. yüzyıl ise idealizm ve pozitivizm ve benzeri akımların ortaya çıktığı yüzyıl olmuştur.

Çağdaş Batı Düşüncesi döneminde bazı yeni görüşler ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcaları pragmatizm, analitik felsefe, Viyana okulu, Frankfurt okuludur. 20. yüzyılın önemli bir dönüm noktası Viyana okulu olarak bilinen bir kitlenin temsil ettiği mantıkçı pozitivizm akımı oluşturmaktadır. Mantıkçı pozitivizm metafiziği dışlayıp dini anlamsız kılarak seküler dünya görüşüne hizmet ettiği için dünyanın birçok yerinde coşku ile karşılanmış olmakla birlikte, önemli eleştirilere de maruz kalmıştır. Söz konusu eleştiriler mantıkçı pozitivistlerin doğrulanabilirlik ilkesi ve bu ilkenin temele aldığı analitik-sentetik ayrımı ve bilimin birliği tezinin indirgemeci anlayışı üzerine yoğunlaşmaktadır. 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan ve Descartes’çi modern epistemolojiyi eleştiren diğer bir anlayış Frankfurt okulu kuramcıları tarafından geliştirilmiştir.

 

Bilginin  Mahiyeti

Bilginin mahiyeti felsefenin başlangıcından itibaren çeşitli görüşlerle ifade edilmiştir. Yukarıda anlattığımız felsefi dönemlerinin her birinde farklı görüşlerle bilginin mahiyeti açıklanmıştır. Filozoflar kısmen birbirlerini tasdik ederken kısmen de birbirleriyle çelişen görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak bilginin mahiyetinin  bir teori olarak şekillenmesi 19. yüzyılın başından itibaren olmuştur. Böylece Bilgi Teorisi (Epitemoloji) felsefenin bir kolu olarak ortaya çıkmıştır. Aşağıda, bazı önemli kırılmaların olduğu dönemlerle ilgili görüşler açıklanmaktadır.

 

Akılcı Dogmatizm

Bunlar ilk filozoflardır. Önce varlık (ontoloji) problemi ile uğraşmışlardır. Tabiatın mahiyetinin ne olduğu ile ilgilenmişlerdir. Örneğin Thales (MÖ. 548-640) her şeyin sudan meydana geldiğini ifade etmiştir. Anaximenes (ö. MÖ. 480) tabiatta esas prensibin hava olduğunu söylemiştir. Heraklit (MÖ. 480-576)’e göre tabiatın ana maddesi ateştir. Demokrit (ö.MÖ. 420) her şeyin esasının atom olduğunu ileri sürer.

Bu filozoflar insan aklının mutlak gerçeği bileceğine inanıyorlardı. Bu nedenle tabiat hakkındaki bilgilerinden hiç şüphe etmiyorlardı. Bu ekole “dogmatizm” adı verilmiştir. Onlara göre, insan aklının eşyanın mutlak gerçeğini bilmesi mümkündür.

Daha sonraki asırlarda gelen filozofların bir kısmı da dogmatizmaya inanmışlardır. Bunların en önemlileri ilkçağda Sokrates (MÖ. 469-399), Eflatun (MÖ. 427-347), Aristo (MÖ. 385-321) dir. Yeniçağda ise Descartes (1596-1650), Spinoza (1632-1677),Leibnitz (1646-1716) gibi filozofları söyleyebiliriz. Dogmatizm zamanımıza kadar etkisini devam ettirmiştir. Onlar akla deneyden daha çok yer ayırmışlar ve mutlak gerçeğin bilinebileceğini söylemişlerdir.

 

Sofistler

Dogmatizm MÖ. 5. yüzyıldan itibaren bazı filozoflar tarafından eleştirilerek, yeni bir felsefi akımın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu akıma “sofizm” denilmiştir. Sofistlere göre, insanın mutlak gerçeği bilmesine imkan yoktur. İnsanın bildiği şeyler bağıntılıdır. Çünkü aksi halde herkes farklı farklı fikirlerde olmazlardı.

Protagoras (ö. MÖ. 410) ünlü bir sofisttir. İnsan bilgisinin bağıntılı olmaktan kurtulmasının mümkün olmadığını iddia ederek, “insan her şeyin ölçüsüdür” demiştir. Buna göre, gerçek herkese göre değişmektedir. Herkes için geçerli olan bir bilginin mümkün olmadığı ileri sürülmüştür. Protagoras’a göre duyularla elde edilen algılar subjektif ve değişiktir. Bu şekilde elde edilen bilgiler eşyayı herkese başka başka göstermektedir. Örneğin havanın sıcaklığı insana göre izafidir. Kimine göre hava sıcak iken kimine göre serin olabilir.

Böylece sofistler şüpheciliğin felsefeye sistem halinde girmesine neden olmuşlardır. Şüpheciliği ilk defa bir felsefi sistem haline getiren Pyrrhon (MÖ. 360-270) üzerine büyük etkileri olmuştur. Pyrrhon da eşyanın asıl hakikatinin bilinmesinin imkansız olduğunu ifade etmiştir.

Bilginin imkanı konusunda Kant şunları söylemektedir: “Biz eşyanın özünü, mahiyetini bilemeyiz. Bizim bilgimiz eşyanın etkisi ile meydana gelen olaylardır. Deney bize bilgimizin maddesini, zihnimiz ise deneyin kalıbı olan şekli vermektedir. Bizim bilgimiz eşyanın aslını değil de, onun biz de hasıl ettiği olayların, aklımızın kanunları çerçevesinde meydana getirdiği oluşumlardır.

Kant bu oluşuma, eşyanın özü veya akli varlık adını vermektedir. Ona göre eşya hakkındaki algılarımız, eşyanın bizim üzerimizdeki etkisidir. Eşyanın özüne ait bu bilgi aslında bizim bir tasavvurumuz (tasarım) dır. Çünkü biz ancak duyular ve olaylar alemini bilebiliriz. Olayların ötesinde bulunan eşyanın özünü kavrayacak bir akıl gücüne sahip değiliz. Bu tasavvur bizim eşyaya ait bilgimizin sınırını göstermektedir. Bununla beraber bizim duyular aleminin ötesinde zaman ve mekan dışındaki mutlak bir varlığı düşünmemiz bir çelişki değildir.

Kant'a göre, aşkın objeler (ruh, alem, Tanrı) akıl ve deneyin üstündedir. Bu nedenle ispat edilemezler. Ancak bunların var oluşlarını akıl yürütme ile ispat edemeyeceğimiz gibi, onların var olamayacaklarını da akıl ile ispat edemeyiz. Olaylar alemdeki şuurlu bilgimizin ötesindeki “mutlak varlık” bir iman meselesidir.

 

Pozitivizm

A.Comte  (1798-1857)’un kurduğu pozitivist felsefeye göre, insan mutlak bilgiyi elde edemez. Bilgilerimiz bağıntılıdır, çünkü bizim yaratılışımıza bağlıdır. Kör olan bir insan, astronominin bilgisinden mahrum olacaktır.

Comte’a göre insanlar ancak olguları bilebilir. İlk nedenleri aramak insan aklının ulaşamayacağı boş şeylerdir. Deneyle elde edilemeyen her şey hayal ve hiçtir. Ruh, akıl, hayat, ahiret, Tanrı gözle görülen, elle tutulan ve deneyi yapılabilen şeyler olmadığı için haklarında kesin bir bilgi elde edilemez. İnsanın elde edeceği kesin bilgiler ancak deney ile elde edilirler. Çünkü ona göre pozitif demek gerçek, sürekli, görülen, elle tutulan, dokunulan şey demektir. Pozitif olmayan her felsefe yanılmak zorundadır.

 

Bilginin Kaynağı

Filozoflar, bilgi kaynağı yani mutlak gerçeğe hangi yolla varılacak konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu problem klasik felsefeden beri iki şekilde ortaya konulmaktadır. Bunlardan birine göre bilgimiz tecrübelerden kaynaklanmaktadır, diğerine göre tecrübeden önce a priori olarak zihnimizde var olduğudur. Birince gruba dahil olanlara “deneycilik”, ikincisine dahil olanlara da “akılcılık” veya “doğuştancılık” denir.

Yeni felsefede bu iki gruba da karşı çıkan ve bilginin vasıtasının ilham (inspiration) olduğunu kabul eden bir ekol vardır. Bu ekole “mistisizm” denir. Ayrıca, deney ve akla başvurmadan bir şeyi sezgi ile kavranabileceğini ileri süren bir felsefe kolu daha vardır. Bunlara “sezgici matematik” denir. Sosyolojistlere  göre de, zihni idare eden temel bilgilerin kaynağı doğrudan doğruya insanın üstünde bulunan toplumdur.

 

Deneycilik

Bu ekole göre, insanda doğuştan herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak deneyle bilgilerimiz oluşmaktadır. Deneyden önce insanın zihni boş bir levha gibidir. Bu ekole mensup olan meşhur filozoflar arasında ilk çağda Demokrit ve Epikür, yeni çağda ise Lock, Hume, Stuart Mill ve Spencer’i verebiliriz. Deneycilik ekolü de çeşitli kollardan oluşmaktadır.

 

Duyumcu Deneycilik

Bunlara göre bütün bilgilerimizin kaynağı duyular ve deneylerdir. İlk çağda Demokrit ve Epikür, maddenin çok küçük parçaları olan atomlardan oluştuğunu söylemişlerdir. Bu atomların daha da parçalanması mümkün değildir. Eşyadaki bu atomların duyu organlarımız üzerindeki etkisi ile bilgilerimiz oluşur.

Yeniçağda bu ekolün en meşhur filozofu Lock (1632- 1704) tur. Ona göre insan zihni başlangıçta yazısız bir levha gibidir. Hiçbir prensibe, kavrama ve düşünceye sahip değildir. İnsanın dışsal deneylerle ve içsel deneylerle elde edeceği bilgiler bu levhaya yazılırlar. Dışsal deneyler duyumsal algıları oluşturur. İçsel deneyler de insanın kendi kendisini gözlemesi, yani düşünme ile bilgi edinmesidir. Dışsal deneylerle renk, sıcaklık, sertlik, tatlılık gibi duyulur nitelikteki düşüncelerimizi kazanırız. İçsel deneylerle algılamak, düşünmek, şüphe duymak, inanmak gibi ruhumuz ile ilgili bilgileri elde ederiz. Dolayısıyla bütün bilgilerimiz deneyin bu iki şekli ile oluşur.

Condillac (1714-1780), Lock’un etkisinde kalarak deneyciliği savunmuştur. Ancak Condillac Lock’un yaptığı gibi bilgi kaynağını ikiye ayırmaz. Bütün bilgilerimizin sadece duyumlardan geldiğini ileri sürer. Düşünmeyi de duyunun bir ürünü olarak kabul eder. Condillac’ın ortaya attı deneyciliğe “katkısız duyumculuk” denir.

 

Çağrımcı Deneycilik

Bu ekole göre, ilk bilgilerimiz duyumlar halinde eşyadan bize gelir, sonra bu duyumlar aralarında çağrışımlar oluşturur. Bu çağrışımlarla aklın prensipleri meydana gelir.

Bu ekolün meşhur filozoflarından biri Hume (1711-1776) dır. Ona göre deneysel psikolojinin varlığı şu iki olgu ile ispatlanabilir: 1) Düşüncelerin çağrışımı; 2) Alışkanlıklar. Hume göre düşünceler ve duygular arasında çağrışımlar olur. Bu çağrışımlar yardımıyla aklı idare eden nedensellik kanunu oluşur.

John Stuart Mill (1806-1873) bu ekole dahil bir filozoftur. Ona göre de, zihinde deneyden oluşmayan, doğuştan mevcut olan tümel ve zorunlu olan prensipler yoktur. Bu prensipler deneylerle kazanılır. Doğuştan var olarak kabul edilen bağıntılar aslında sonradan meydana gelmiş olan çağrışım bağlarıdır.

 

Evrimci Deneycilik

Bu ekolü kuran İngiliz filozof Herbert Spencer (1820-1903) dir. Ona göre akıl ilkeleri duyuların çağrışımları ile değil, nesilden nesile evrimleşerek gelen özelliklerdir. Zihnimiz doğuştan boş bir levha gibi değildir. Çünkü zihnimizde atalarımızın yüzyıllar boyunca deneyle kazanmış oldukları bilgiler bizlere kalıtım yoluyla geçmiştir. Bizde yapacağımız deneylerle bu bilgilere ilaveler yaparak, bizden sonraki kuşaklara miras bırakacağımızı iddia eder. Yani bilgiler ilk kuşaktan itibaren evrimleşerek bugüne kadar gelmişlerdir. Bundan sonra da evrimleşerek devam edecektir.

 

Maddecilik (Materyalizm)

Bu akımın başlıca temsilcileri L. Büchner (1824-1899), D.F. Strauss (1808-1874), L. Feuerbach, K. Marx (1818-1883) dır. Feuerbach, nesnelerin özüne götüren şeyin düşünme değil, nesnelere kapısını açan duyarlılık olduğunu ileri sürer. Ona göre bilgilerimizin kaynağı duyu organlarıdır. Bundan dolayı gerçek olan yalnızca cisimlerdir. Cismin yani bedenin işlevi bilinci oluşturur.

Marx'a göre, evrenin yapısı maddesel ve bilinçten bağımsız bir gerçekliktir. Maddenin varoluş biçimi harekettir; hareketsiz madde olmaz. Bu nedenle evren bitmiş bir süreç değil, diyalektik biçimde ilerleyen bir süreçtir. Olaylar arasındaki bağlantılar zorunlu olup, bunlar maddenin gelişme yasasını kurarlar. İnsanın bilinci de gerçekliğin dialektik yapısı ile bağlantı halindedir. Düşünce bir madde olan insan beyninin ürünüdür. Evren ve yasaları bilinebilir. Deneyle doğrulanan bilgiler nesnel gerçekliğe sahiptir. Evrende henüz bilinmeyen şeyler zamanla bilim ve teknik ile bilinecektir.

 

Pozitivizm

Pozitivizm felsefesi Aguste Comte (1798-1857) tarafından ortaya atılmıştır. Ona göre, duyularla yapılan deneylerden başka yerde gerçeği araştırmak imkânsızdır. Duyularla elde edilen ve kontrol edilebilen bilgilerin ötesinde kesin bir bilgi yoktur.

 

Sosyologisme

Fransız sosyolog Emile Durkheim (1858-1917)’ye göre, aklın prensipleri ferdin deneylerinden değil, doğrudan doğruya toplumun deneylerinden oluşmaktadır. Toplumsal hayat tecrübesinden psikolojik ve ahlaki hayat oluşur. Yani bütün fikir ve düşünceler toplumun malıdır.

 

Akılcılık (Rasyonalizm)

Bu ekole göre, deneyciliğin aksi olarak aklın ilkeleri doğuştan, deneyden önce a priori olarak insanda vardır. Bu ekolün filozofları ve görüşleri çağlara göre şöyle sınıflandırabiliriz.

 

İlkçağ Akılcıları

Bunların en meşhurları Sokrates, Eflatun ve Aristodur. Sokrates (MÖ. 470-399) akılcılığın kurucusudur. Ona göre bilgi insanda doğuştan vardır. İnsan eğitimle, tohum halinde bulunan bu bilgileri uyandırarak bilgi sahibi olur. Sokrates doğuştan gelen bilgilerimizi ispatlamak için iki “diyalektik” yöntem kullanır. Bunlardan biri “alay” yöntemi, diğeri “fikri doğrulatma” yöntemidir. Birinci yöntemle, Sokrates karşısındaki insanın en zayıf taraflarını yakalayarak tenkit eder. Sonunda karşısındaki insanın bilgisizliğini kabul etmeye mecbur eder. İkinci yöntemde ise, karşısındaki kişiye zekice sorular yönelterek tikelden tümele, özelden genele giderek onu gerçeğe ulaştırır.

Sokrates Eflatun (MÖ. 427-347)’nun hocasıdır. Eflatun da hocası gibi bilgilerin doğuştan mevcut olduğunu kabul eder. Eflatun insanın hayatında iki farklı dünyanın olduğunu ileri sürer. Bunlardan birisi insanın içinde yaşadığı duyularla tanıdığı dünyadır. Bu dünya görünüşler ve gölgeler dünyasıdır. Diğeri ise ideler dünyasıdır. Bu dünyada kavramlar ve eşyanın eksiksiz ve mükemmel örnekleri bulunur. Bu ideler dünyada gerçektir. Bunların varlığına akıl ile yani tasavvurlarımızla ulaşılabilir. İnsan doğmadan önce, bu ideler dünyasında yaşamıştır. Oradaki olağanüstü gerçekleri hayranlıkla seyretmiş ve tanımıştır. İnsan bu dünyaya gelince önceki varlığını unutur ve öğrendiği bilgileri belirsiz bir şekilde hatırlar. İnsanın eşyayı bilmesi bu belirsiz hatırlamaların sonucunda oluşmaktadır. Buna göre elde ettiğimiz bilgiler ve aklın ilkeleri doğuştandır.

Aristo (MÖ. 384-322)’ya göre insan zihni bilgi meydana getirmeye yeteneklidir. Bilgilerimizin kaynağı deney ve duyular olmakla beraber, insan zihni de tamamen boş değildir. Aristo'ya göre iki türlü akıl vardır: pasif akıl ve aktif akıl. Pasif akıl deneyin sonunda oluşan duyuları ve hayalleri kaydeder. Aktif akıl, pasif akıl tarafından verilen bilgiyi biçimlendirir, onu kalıplara sokar. Tümel ve zorunlu olan şeyleri kendi doğuştan olan yeteneği ile ayırt eder. Aktif akıl insanla beraber doğmamıştır. Ebedi bir güç halinde vardır.

 

Yeniçağ Akılcıları

Bu dönemin en meşhurları olarak Descartes, Leibnitz ve ve Kant’ı zikredebiliriz.

Descartes (1596-1650)’ye göre insanda 3 türlü fikir vardır:

1) Arizî fikirler: Bunlar duyularımız vasıtası ile eşyalardan elde ettiğimiz bilgilerdir. Örneğin eşyanın rengi, şekli, tadı gibi.

2) Yapma fikirler: Bu fikirlerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Bu fikirler, insanın bireysel ve özel izlenimleri sonucu hayal gücümüzle oluşturulan ve dışarıdan fark edilmeyen tasarımlardır. Örneğin Anka kuşu, Kafdağı gibi fikirler.

3) Doğuştan fikirler: Bunlar hiçbir duyu ve deneye tabii olmadan zihnimizde mevcut olan fikirlerdir. Bunların kavranması doğrudan doğruya olur. Bunlar için herhangi bir ispata gerek yoktur. Allah, ruh, cevher, matematiksel fikirler bunlara örnektir. Bu fikirler bizde doğuştan mevcuttur. Bunlar bir deneyle elde edilmezler.

Leibnitz (1646-1716)’ya göre, zihnimizde fikirlerimizi idare eden ilkeler bir güç olarak doğuştan mevcuttur. Bu ilkeler deneylerden gelmezler, ama onların uyarması sonunda ortaya çıkarlar. Buna göre deneyler bizde doğuştan mevcut olan ilkeleri uyarmakta ve onları çalışır hale getirmektedir. Leibnitz bu şekilde, akılcılık ile deneyciliği uzlaştırılmış olmaktadır.

Kant (1724-1804) bilgilerimizi iki kısma ayırır. Birincisi deneyle dış alemden kazanılan bilgiler, diğeri doğuştan zihnimizde mevcut olan bilgilerdir. Birinci grupta olanlar bilginin maddesini, ikinci grupta olanlar da bilginin şeklini teşkil ederler. Kant'a göre bilginin oluşması için deney ve duyularla elde edilen malzeme seviyesindeki, birbirleriyle bağlanmamış olan verilerin, zihnin gücünün vasıtasıyla birleştirilmesi ve düzenlenmesi gerekir. Ancak bundan sonra bilgi oluşur. Ona göre insan ancak deneye girebilen alemin bilgisine ulaşabilir. Deneye girmeyen alemi bilemez. Bu aleme ancak inanılabilir. Kant, “Saf Aklın Tenkidi” adlı kitabında şöyle der: “Bütün bilgimiz deney ile başlar; fakat bütün bilgimiz deneyden gelmez.”

 

Sezgicilik

Bu ekolün mensuplarına göre bilginin kaynağı ne “akıl” ne de “duyum” dur. Akıl ve bilim konunun dışıyla meşgul olur. Bilimin ortaya koyduğu kanunlar ancak görülebilen ilişkilerdir. Bu kanunlar bazı mantıki formüllerdir. Ancak bu müspet bilim, devamlı oluş halindeki hayatı açıklayamaz. Gerçeği tam olarak ifade edemez ve zihin mutlak gerçeği bilemez.

Bu ekolün kurucusu Henri Bergson (1859-1941) dir. Ona göre kesin ve mutlak bilgi elde edilebilir. Ancak mutlak bilginin elde edilmesi ancak “sezgi” yoluyla mümkündür. Görünen alemi zihin bilebilir. Fakat mutlak gerçek, bizim zihnimize kapalı olan objenin iç yüzüdür. Bu iç yüzünü zihin anlamaya çalışsa da, bu iş aslında sezginin işidir. Çünkü zihin devamlı bir oluş halinde olan gerçeği kavrayamaz. Müspet bilim de zihnin eseri olduğundan gerçeğe ait mutlak bilgiyi elde edemez. Sezgi, objesini doğrudan ve herhangi bir akıl yürütme olmadan kavrar. Bu ise bilen ruhun işidir. Bununla sezgi, bir şeyin bütününü kavrama yeteneğine sahiptir.

 

Aktivist Görüşler

Bu görüşlere göre, bilginin kaynağı hayati ihtiyaçlardır. Bu nedenle bilgi akıldan çok, hayat ve fiiliyata ait bir özelliktir.

 

Biyolojik Görüş

Bu görüşe göre, bilginin kaynağı canlının çevresine uyum sağlamak için yaptığı zihinsel çabadır. Bu tıpkı organlarımızın tabii olarak çalışması gibidir. Bilinç ve düşünce sistemimizde, hayatın zorluklarına karşı kendimizi uyarlamamamızın bir karşılığıdır. Bu görüş zihnimizde doğuştan bazı ilkelerin mevcut olduğunu kabul etmez. Onlara göre, düşünme organik bir şekilde çevreye uyumaya ve eyleme dayanır. Zihin, hayat şartlarının etkisi altındadır. Kendisini şartlara uydurabilirse gerçeğe ulaşmış olur.

 

Pragmatist Görüş

Bu ekolun en önemli temsilcileri Williams James (1842-1910), John Dewey (1859-1952) dir. Bu akıma göre, bir önermenin pratik olarak işe yaraması esastır. Özne-nesne ayrımını kaldırıp varlığı bir bütün olarak ele alırlar. Böylece doğru yanlış diye bir ayrım ortadan kalkar. Karşılaşan problemi çözen araç ne ise doğru da odur. Bu görüşe göre, bilginin meydanı gelmesi eyleme bağlıdır. Bu ekole göre, insanın psikolojik hayatının asıl amacı kişinin kendisini savunması ve korumasıdır. Bu da ancak eylemle gerçekleşir. Eylemde başarılı olan fikirler doğrudurlar.

 

Teknikçi Görüş

Bu görüşe göre, fikirlerin kaynağı teknik ve olgulardır. Bilinç, biyolojik gelişme ile beraber, eylemle ilgili ihtiyaçlarla gelişir. Hayati ihtiyaçlar bizi iş yapmaya zorlar. Bunun için ihtiyaç olunan teknik araçların icadına sevk eder. Böylece bilim ile ilgili düşüncelerin ilkeleri oluşur.

 

Çağdaş Gerçekçilik

Bu akım 19. ve 20. yüzyıllarda Amerika ve İngiltere'de ortaya çıkmıştır. Ortaya attıkları algı kuramıyla dış dünyanın varlığı problemine yeni bir çözüm şekli getirmişlerdir. Başlıca temsilcileri, B. Russell (1872-1970), G.E. Moore (1873- 1960) ve C.D. Broader’dır. Bunlar duyu nesnelerini değil, duyu verilerini gerçek sayarlar. Bunlara göre nesne, “bir şeyi gördüğünüz veya ona dokunduğumuz zaman duyu organlarımız yoluyla hemen deneyimlediğimiz ne ise odur”. Örneğin dış dünyadaki masa, iskemle gibi eşyaları deneyimlediğimiz zaman karşılaştığımız masa iskemle değil, bir dizi duyu verileri olup, bunlar tek bir isim altında, sözgelimi masa, iskemle gibi toplanırlar. Bundan dolayı bu akıma “kavramcı gerçekçilik” de denir.

 

Batıda Metafizik

Descartes modern anlamda metafiziği ilk ele alan filozoftur. Ona göre felsefenin kökleri metafizik, gövdesi fizik, dalları da öteki ilimlerdir. Ancak metafizik matematiğin önermeleri kadar açık, seçik ve şüphe götürmez olmalıdır.

Bu görüş daha sonraları Spinoza'da, Leibnitz’de de  görülmüştür. Daha sonra Kant'a kadar birçok filozofça izlenmiştir. Kant'ın bu konuda ele aldığı temel sorun, metafiziğin mümkün olup olmadığıdır. Ona göre metafizikçilerin kullandıkları zaman, mekan, sebeplilik, ruh ve Tanrı gibi kavramlar akli yapımıza ait a priori formlardan ibarettir. Bu nedenle dış dünyadaki gerçeklikle asla kanıtlanamazlar.

Hegel varlık ve mantığın ilkelerini özdeşleştirerek metafiziğe teorik bir alan açmıştır. Martin Heidegger, Descartes’in felsefe ağacının köklerinin hangi toprakta tutunacağını sorarak, metafiziğin temelleri konusunda açıklık getirmeye çalışmıştır. Ona göre “var olanı var olan olarak” ele almak suretiyle var olanla varlık arasındaki bağı koparmıştır. Mantıkçı pozitivistler metafizik önermelerini bilimin sınanabilirlik kriteri dışında görerek anlamsız saymışlardır.

Bazı Müslüman batılı düşünürlerin (Rene Guenon gibi) tasavvufun metafiziği hakkındaki görüşleri batılı entelektüeller arasında yankı uyandırmıştır. Metafiziğe modern bilim açısından yaklaşan bazı görüşler, burada araştırılan cevher, hakikat, evrenin varlığı, ilk ilkeler gibi meseleleri bilimsel araştırma alanına indirgeyerek metafiziğe gerek kalmayacağını ileri sürmüşlerdir

 

Ateizm – Tanrıyı İnkar Etmek

Ateizm ilkçağa kadar gitmektedir. İlkçağ düşüncesinde ateizm inançsızlık olarak görülmektedir. Demokrit ve Epikur’un fikirleriyle oluşan atomculuk veya klasik materyalizmin bu konuda önemli bir rol oynamıştır. Bilindiği gibi materyalizm, maddenin düşünceden önce geldiğini, hiçbir şeyin yoktan var olmadığını, her şeyin ezeli ve ebedi olduğunu iddia etmiştir. Bunun sonucu olarak Tanrının varlığını da reddedilmiştir. Bu görüş çeşitli biçimlerde günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.

Modern dönemde, bazı düşünceler dini bir fenomen olarak ele alınmış ve onları bilime indirgeyerek tanımlamaya çalışmışlardır. Sonuçta Tanrı inancı şuradan veya buradan kaynaklanmıştır diyerek reddedilmiştir. Müslüman toplumlarda batılı olmayı amaçlayan, kendi kültüründen ve dininden uzaklaşan, aşağılık duygusunu üzerinden atamayan ve bu nedenle reform isteyen kişiler, batının ileri bir bilim ve teknoloji seviyesinde oluşlarını ateist oluşlarına bağlamışlardır. Yanlış propagandaların etkisinde kalan bu insanların bütün batıyı inançsız gösterme gayretleri boşunadır.

Aydın Topaloğlu, “Ateizmin Çıkmazı” adlı kitabında ateizm hakkında şunları ifade etmektedir:
“Mevcut dünyamızı her şey olarak kabul eden ve bütün varlığın sınırlarını bu dünyadan ibaret gören ateist, Tanrıya göndermede bulunan kişinin tavrını doğal olarak kuşkulu bulacaktır. En kestirme ve yüzeysel bir tavırla onu karanlığa teslim olmakla itham edebilecektir. Çünkü o kişi ateiste göre anlaşılır ve gözükür olanı terk etmiş, anlaşılmaz bir tutum içerisine girerek bilinmeyen gerçeklerle kendisini avutmuştur. Bir an önce ona yardım edilmeli, duyumsal alanı terk etmesinin, somut gerçeklikten kopmasının önüne geçilmeli ve aydınlatılmalıdır. Ateistin ruh hali bunu yansıtmaktadır. Nitekim Kur'an'da da bu çaba içerisinde olan bir kişinin, eline kemik parçasını alarak Peygambere ufalaması, “Bu çürümüş kemikler mi tekrar dirilecek?” diye sorması (Yasin, 36/77-79), bir anlamda neden söz ediyorsun imasında bulunması, bunun küçük bir örneğidir.

Ateist için yaşadığımız mevcut dünya her şeydir. Daha öte dünyalardan söz etmek bir kurgu veya yanılsamadan ibaret olup, gerçeklikten uzaklaşmak, hayal görmek, dikkatleri başka yönlere çekmekten başka bir şey değildir. Gördüğü üzerine düşünmeyen, görmediği üzerine zihin yoran bu büyülenmiş zihnin kendine gelmesi sağlanmalı, aydınlanması gerçekleştirilmeli, bu şekilde aklını kullanma cesaretini göstermesi gerekmektedir. Düşünce tarihinin ilk günlerinden günümüze kadarki tartışmalarda ateistin inanan kişiye bakışı büyük oranda bu şekildedir.

Tanrıya inanan kişi ise bütün güzelliği ve harmoniyi resmin içindeki koşullarda arayanın yani ateistin ciddi bir biçimde görme sorunu olduğunu düşünmektedir. Bir an önce görmesi gereken şeyin tablo olmayıp, tablonun gerisindeki ressam olduğu kendisine anlatılmalı ve gözlerinin açılması sağlanmalıdır. Aynı şekilde yazıyı yazan kalem değildir. Kalem sadece bir araçtır. Halbuki onu kullanan bir el vardır. Eli görmek gerekir. Yine dinlediğimiz bir müzik parçasının ritmi veya orkestranın harmonisi bizleri büyüyebilir. Ancak arkadaki bestekârı, yönetmeni, şefi veya notaları hatırlamak zaruridir. Doğa da bir müzik eserinden farksızdır. Arkasında bir sanatçı illaki bulunacaktır. Olmadığını düşlemek iyimserliğin sınırlarını oldukça zorlayacaktır.”

Ateizmin batıda hangi görüşler altında yayıldığı ve bu görüşleri temsil eden kişiler aşağıda ele alınacaktır.

 

Comte’un Pozitivizmi

Fransız filozof Auguste Comte (1798-1857) bilimde deneye önem vermiş, deney ile elde edilmeyen bilgileri de (metafizik ve teoloji gibi) hayal mahsulü olarak görmüştür. Ona göre insan zihni üç aşamalı bir evrim geçirmiştir. Birinci aşamada (teolojik evre), doğada cereyan eden hadiseleri Tanrı ve ruh gibi doğaüstü nedenlerle açıklamıştır. İkinci aşamada (metafiziksel evre), insan doğadaki olayların arkasında Tanrı gibi doğaüstü bir gücü aramak yerine doğanın kendisine yönelmiş, olayların nedenini aklını kullanarak cevher ve araz kavramlarıyla açıklamaya çalışmıştır. Üçüncü aşama olan pozitif evrede, insanlık dini inançlarını bir kenara bırakmış, deneyle doğayı anlamaya çalışmıştır. Gözlemler yaparak dünyanın kanunlarını keşfetmeye çalışmıştır.

Comte bu fikirleri, yaşadığı toplumun kültüründeki dini krizler, sosyal çalkantılar, kilisenin bilim karşısında yenilmiş olmasını polemik konusu yaparak, Tanrı ve din kavramlarının yok olacağını ümit etmiştir. Ancak bu ümidi boşa çıkmış, insanlar evrendeki tasarımın mükemmelliğini görerek tekrar yaratıcının varlığı fikrine geri dönmektedirler.

 Dini ortadan kaldırmak isteyen Comte ömrünün sonuna doğru “insanlık dini” kurmaya çalışmıştır. Ancak bu iki yüzyıl boyunca, bu insanlık dini insanlara hiçbir şey kazandırmamıştır. Son iki yüzyılda gerçek dinden uzaklaşan insanlığın kendi politik ve ekonomik çıkarları uğruna neler yaptığı ortadadır Dünya savaşlar ve terörle çalkalanmış, bunun sonunda milyonlarca insan ölmüş ve dünya üzerinde her yer yıkılmış ve yakılmıştır. Kan ve gözyaşı ortalığı kaplamıştır.

Bütün bunlar, her şeyi maddi çıkar ve menfaat olarak gören materyalist pozitivistlerin yanıldıklarının bir göstergesidir. İnsanların gerçek dini terk etmesi ve Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uymamalarının sonucunda bu türlü felaketlerin yaşanacağı insanlara Kur'an ve hadislerde bildirilmiştir. Fakat her şeyi madde gören, maneviyatı reddeden bu kişiler, iki yüzyıl boyunca insanların çektikleri sıkıntı ve felaketlerin sorumlularıdır.

 

Feuerbach’ın Antropolojik Ateizmi

Modern dönemde özellikle 19. yüzyılda Comte'un pozitivist görüşleri yanında Tanrı inancı için diğer bir önemli eleştiri de antropolojiden, sosyolojiden ve psikolojiden gelmiştir. Bunlar içinde en etkilisi Feuerbach (1804-1872)’nin maddeci görüşleri olmuştur. O, bilinen Tanrı kavramına şiddetle karşı çıkmıştır. Tanrı kavramını, insanın kendi doğasının dışarıya yansıması olarak düşünmüştür. İnsanın Tanrının varlığına inanması, kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması anlamına gelmektedir. Asıl olan insanın kendisi ve kendi varlığıdır.

Feuerbach, Hıristiyanlıktaki “baba ve oğul” gibi insan figürleri ile sembolize edilen Tanrı kavramını insanın kendisinin ortaya çıkardığını iddia etmiştir. İnsan böylece kendisinin yüce niteliklerini Tanrıya atfederek kendi varlığını yüceltmekteydi.

Ancak İslam'da bu düşüncelerin karşılığı yoktur. Çünkü İslam'da ilahi olan her şey insanın çok uzağındadır. Tanrı ile insan arasındaki fark çok kalın ve belirgindir. İslam'da yarı ilah veya yarı insan olan bir kişiden bahsedilemez. Nitekim Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), kendisinin herkes gibi bir insan olduğunu, acı ve tatlı yönleriyle diğer insanlar gibi yaşamın içinde olduğunu ifade etmiştir. Onun değeri Tanrı katında olup, insanlar için güzel bir örnek olduğu Kur'an'da belirtilmiştir (Ahzab, 33/21). İslam dininde ilahlaştırılmış varlıklar, günahsız azizler, ruhban sınıfı ve kilise gibi tanrısal kurumlar mevcut değildir. Yani Feuerbach’ın Hristiyanlık için öne sürdüğü eleştiriler, İslam dini için hiçbir anlam ifade etmezler.

 

Karl Marx'ın Sosyopolitik Ateizmi

Feuerbach’ın Hıristiyanlığa yönelik eleştirileri diğer ateistlere de ilham kaynağı olmuştur. Karl Marx da bunlardan biridir. Marx’ın dinle ilgili olumsuz fikirleri sadece teoride kalmamış, ideolojik bir devrim hareketine dönüşmüş ve bunun sonunda da binlerce insanın yaşamı etkilenmiştir. Marx'ın din eleştirisi onun dünya görüşünün bir parçasıdır. Çünkü ateist olmak marksist olmanın getirdiği bir durumdur.

Marx, toplumsal yapı ile ilgilenmiş, gördüğü problemler karşısında siyasi ve ekonomik yapının yeniden yapılandırılması gerektiğini düşünmüştür. Toplumda üretim araç ve gereçlerini ellerinde bulunduranların (burjuva) çalışanları (işçiler, proletarya) ezdiğini tespit etmiş ve bu adaletsizliğin kaldırılması için fikirler üretmiştir.

Marx, üretim gücünün burjuvanın elinden alınması için, onların insanları ezmek için kullandıkları din faktörünü (Hristiyanlık) ellerinden alınması gerektiğini ileri sürmüştür. Ona göre din insanları uyutmaktadır. Dini ortadan kaldırarak insanı özgürleştireceklerini zannetmişler. İnsanın bütün kişiliğini, davranışlarını onun maddi yapısına indirgemiştir. Tarihte olup biten her şeyin arkasında maddi (ekonomik) gerekçeler aramıştır. Ona göre tarih tamamen sınıf ve çıkar çatışmaları ile doludur.

Maddeciliğin öne çıkması için dinin ortadan kalkması gerekiyordu. Marx, materyalist fikirleri ön plana çıkararak dini ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Ancak bu gayretleri başarılı olamamış ve Marksizm kalıcı olmamıştır.

Marx'ın görüşleri, Engels ve Lenin görüşleriyle birlikte, ateizmi ve materyalizmi ilke kabul eden sosyalizm ideolojisini ortaya çıkarmıştır. Sosyalizmin hakim olduğu ülkelerde, ateizm bilimsel bir hüviyete bürünerek insanlara dayatılan bir ideoloji olmuştur. Böylece insanlar için facia ile sonuçlanan pek çok durumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Marksizm için ömürlerini harcayan düşünürler, yaşanan onca tecrübeden sonra Marksizm’in yanlışlığını anlamışlardır. Marksizm’in darlığından, insan unsurunu ihmal ettiğinden, tarihe yanlış baktığından ve dini yanlış anladığından söz etmişlerdir. Zaten gelinen nokta da, bu eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir.

Marksizm din ve Tanrı inancını yok etmeye çalışırken, kendisi zaman içinde bir din olmuştur. Bu ideolojinin önderleri ilahlaştırılmıştır. Karşı gelenler cezalandırılmış ve zulme uğratılmıştır. Kişinin doğal hakkı olan inanç ve mülkiyet özgürlüğü, özgürlük adına insanların elinden alınmıştır.

Marksizm’in iddiaları Müslüman toplumlar için geçerli değildir. Çünkü Müslüman toplumlarda insanların sömürülmesine müsaade edilmez. Bu nedenle sınıf çatışmalarına yer yoktur. İslam dini daima haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayanların yanında yer almış, küçümsenen, ezilen ve ayrımcılığa maruz kalan insanların can simidi olmuştur. Bu durum Peygamberimizin (sav) şahsında ve daha sonraki zamanda onun varisleri olan alimlerin tutumlarında da müşahede edilmiştir. İslam hukuk tarihi yöneticilerle (devlet adamları) fakihlerin (hukukçular) tartışmaları ile doludur. Pek çok din alimi idarecilerin yanında olmamış, hapse atılmak hatta kırbaçlanmak pahasına yönetimin keyfi uygulamalarına onay vermemiştir. Buna karşı idareciler ve gücü ellerinde bulunduranlar, dini değerlerden dolayı kendilerine çeki düzen vermiş, halka karşı yumuşak davranarak onların haklarını gözetmiştir.

Bu durum, Marx'ın tarih anlayışındaki kusurlarıdır. İslam tarihine taraflı olarak bakan batılılar gerçekleri tahrif etmişlerdir. Koskoca İslam medeniyetini karalamışlardır. Peygamberimizin (sav) hayatı kasten tahrif edilerek, batıdaki insanlara yanlış aktarılmıştır. Ancak batının bu yanlış ve inatçı yaklaşımların hesabı ağır olarak verilmiş ve insanların yıllarca harp içinde öldürülmeye, eziyete ve zulme uğramalarına sebep olmuşlardır.

Marx'ın ideolojisi geri kalmış ülkeleri sömürmek için bir vasıta olarak kullanılmıştır. Geri kalmış bölgelerde maddi sıkıntılar içinde yaşayan insanlara Marksizm cazip gelmiştir. Ancak kendilerine çare ve çözüm olarak sunulan Marksizm, o toplumun insanlarını daha da kötü duruma sokmuş ve asıl sömürü içine itmiştir. Bu durum artık insanlar tarafından anlaşıldığı için Marksizm bugün artık etkinliğini ve cazibesini yitirmiştir. Arkada yılgınlık, hayal kırıklığı, üzüntü hatta gözyaşı bırakarak kendi kabuğuna çekilmiştir.

 

Freud'un Psikanalitik Ateizmi

Modern dönemde, başta Freud olmak üzere bazı ruh bilimciler, insanın psikolojik yapısından hareketle Tanrı inancını çürütmeye çalışmışlardır. Bu kişiler, hasta insanların ruhi yapılarını tarafsız bir şekilde tahlil etmek ve onlara yardımcı olmak yerine, çalışma sahalarının dışına çıkarak dini konularda yanlış hükümler ileri sürmüşlerdir.

Freud insandaki ruhi rahatsızlıkların kaynağı olarak toplumun, ailenin ve dinin baskısını görmektedir. Dini inançların insanları ruhi bunalımlara soktuğunu ileri sürmektedir. Ona göre kişinin arzu ve istekleri dini baskılar sonunda bastırılmış ve şuur altına itilmiştir. Bunlar da kişiyi hasta etmekte ve anormal davranışlarda bulunmasına neden olmaktadır. Freud'a göre dini inançların kaynağı bu anormal davranışlardır. Ona göre Tanrı fikri, insanın çocukluk döneminde karşı karşıya kalmış olduğu zorluk ve felaketler karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma sisteminden kaynaklanmaktadır. Yani insanın çocukluk döneminde yaşamış olduğu bir takım korkular, tedirginlikler ve suçluluk duyguları Tanrı inancının ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Ancak Freud'un ortaya koyduğu Tanrı kavramı ile Müslümanların inandığı Tanrı kavramı arasında çok büyük bir fark vardır. O, gerçek dindarların zihnindeki Tanrıyı anlamak ve onun kişi üzerindeki yansımalarını tahlil etmek yerine mitolojileri, ilkel kabile inançlarını, sağlıksız çevrede büyüyen ve ruhi bunalım geçiren hastaların zihni yapılarını ölçü alarak hataya düşmüştür.

Freud'un kokain bağımlısı olması, duygusal ve bunalımlı bir kişiliğe sahip olması çevresindeki insanlara, fikirlerinin doğruluğu konusunda ciddi tereddütlere neden olmuştur. Bu nedenle birçok filozof ve psikolog kendisini eleştirmiştir. Bugün hâlâ Tanrıya inanan milyonlarca zeki ve sağlıklı insanın mevcut olması, sorunun sadece sıkıntılı bir psikolojik durum olmadığını göstermektedir.

Freud dinle ilgili değerlendirmelerinde totem, tabu ve fetiş gibi kavramlar kullanmaktadır. Bu tür kavramlar Afrika'daki bazı yerel kabilelerin inançları için söz konusudur. Bunları ilahi dinlerle ve İslamiyet’le hiçbir ilgisi yoktur. İslam daha ilk günlerinden itibaren putperestliğe, hurafeye ve büyücülere karşı çıkmıştır. İslam böylece insanlığın bir çeşit aydınlanma ve modernleşme anlayışının temelini kurmuştur. Müslümanların kısa bir sürede başarılı olmaları ve bir medeniyet kurmalarının temelinde Kur'an'dan gelen bu zihni berraklık bulunmaktadır.

Bazı ateist ruh bilimcileri, inancın psikolojik yapısını incelerken bazı doğru şeyleri de saptırmaya çalışmışlardır. Örneğin Tanrı inancını mutluluk ile açıklamışlar, yani inancın insanları avuttuğunu düşünmüşlerdir. Ancak Tanrı için canlarını feda eden şehitleri görmezlikten gelmişlerdir. Tanrı inancı, mutluluk için zihinlerin bir köşesinde bulunan bir süs eşyası veya bir dert ortağı değildir. Tanrının varlığına inanan insan bu inancını hayatı boyunca hissetmektedir ve yaşam biçimini onun emir ve yasaklarına göre düzenlemektedir.

Mutluluk ve iç huzuru Tanrı inancının insanlara sağlamış olduğu bir husustur. Ayrıca Tanrıya inanan insanların ruhi yapıları, inanmayan insanlara göre daha sağlıklı ve istikrarlıdır. Bu bilimsel olarak ispatlanmış bir husustur. Tanrı inancı yaşamın sevinçli ve kederli günlerinde insanı ayakta tutmakta ve onu dengelemektedir. Erdemli bir hayat sürmesine neden olmakta, yaşlılık ve hastalıkla, ölüm korkusu karşısında ona destek olmaktadır. Bu nedenle Tanrı inancı, kişinin bunalıma düşmesine, kendini yalnız hissetmesine, yersiz korkulara kapılmasına izin vermez. Ruh bilimcileri inancın bu yönünü fark etmemişler ve onları dile getirmemişlerdir.

 

Nietzsche ve Sartre’ın Varoluşçu Ateizmi

Nietzsche ve Sartre, modern dönemde ateizmin yayılmasında rol oynayan düşünürlerdir. Kendi kültürlerine karşı isyankar bir ruh yapısına sahiptirler. Bazı duygusal, moral ve varoluşsal gerekçelerle Tanrıyı inkar etmişlerdir. Geleneksel dini ve ahlaki bütün değerleri yıkarak insanları sözde özgürleştirmişlerdir.

Bu filozoflar özellikle Hıristiyanlığın Tanrı anlayışına ve ahlak yapısına şiddetle karşı çıkmışlardır. İnançsız yaşamayı tercih etmişlerdir. Onlara göre Hristiyanlık ahlakı insanı küçültmüş ve özgürlüğünü elinden almıştır. Her iki filozofu da bunalımlı bir dünyada ortaya çıkan bunalımlı insanlar olarak nitelemek yerinde bir tespittir.

Nietzsche esas hedef aldığı Hristiyanlık inancı ve ahlakıdır. “Zerdüşt Böyle Buyurdu” adlı eserinde “Tanrı öldü, onu biz öldürdük” demektedir. Ona göre Tanrının ölmesi insan zihnindeki Tanrı kavramının çıkarılıp yok edilmesidir. Böylece insan özgürlüğünü ve onurunu yeniden kazanacaktır.

Nietzsche’nin etkisinde kalan Sartre da, insanın özgür olması için Tanrının var olmaması düşüncesini ileri sürmektedir. Tanrı varsa, insanın kendi özünü oluşturmasının imkanını ve gücünü bulamayacaktır. Tanrı olmayınca insan kendi değerlerini oluşturacaktır. İnsan dünyada kendi başına olup yalnızdır. Bu nedenle özgürdür.

Bu iki filozofun fikirleri, sıradan insanların benimseyeceği düşünceler olmaktan ziyade, uçlarda gezen ve aykırı davranmayı seven insanların hoşuna gidebilecek şeylerdir. Onların muhatapları Hıristiyanlığın baskısından bunalmış, sıkıntıya düşmüş olan ve bir arayış içinde bulunan insanlar olmuşlardır. Onlar daha ziyade Hıristiyanlıkla hesaplaşmaktadırlar. Hıristiyanlıktaki günah, vaftiz ve kurtuluş gibi temel inançları ve bu inançlar etrafında oluşturulan gizemler ve paradokslar onların itiraz ettikleri ve kabul etmedikleri şeylerdir. Tanrının oğlunun (Hz.İsa (as)) trajik bir biçimde çarmıha gerilmesi, insanların günahkar doğması ve kilisede vaftiz olmadıkça aklanamayacakları, günah işleyenlerin ateşe atılmaları gibi şeylerin hakim olduğu bir kültürde yetişmiş olmaları, bu iki filozofu Tanrı inancı dışına itmiştir. Yıllar süren din savaşlarının ve kilise baskısının altında ezilen insanların özgürlüklerini seslendirmek zorunda kalmışlardır.

Ancak bu iki filozofun İslam dinini incelemedikleri ortadadır. Aksi halde yalnız Hıristiyanlığın yanlışlarını kullanarak Tanrıyı inkar etmeleri mümkün olmazdı. Onlar ahlak, özgürlük ve erdemlilik adına Tanrıyı inkar etmişlerdir. Halbuki İslam dinine göre Tanrı inancı ile birlikte ahlaklı ve erdemli olmanın yolları sonuna kadar açıktır. Gerek Kur'an ve gerekse hadislerde insanların daima ahlaklı, rasyonel ve kişilikli bir şahsiyete sahip olmaları tavsiye edilmektedir. Erdemli yaşamanın hiçbir ön koşulu yoktur. Bu nedenle de İslam dininin ahlak konusunda olumsuz bir rolü olmaz. Ateistlerin dini inancı bu durumla itham etmek, dini bilmemenin ve ideolojik bir davranışın sonucudur.

Ahlaksızlığın ve insanlara zarar veren şeylerin kol gezdiği bir toplum hayatına Tanrının onay vermesi mümkün değildir. Bazı ekonomik ve sosyal sıkıntılardan dolayı insanların ahlaksız olmaları veya bu sıkıntılardan kurtulmak için dini ve Tanrıyı inkar etmeleri anlamsız bir davranıştır. Bu noktada ateistlerin İleri sürdükleri özgürlük ideali aslında sorumsuzluk, kuralsızlık ve kaos istemiyle eş anlamlıdır. Bir takım duygusal gerekçelerle inançsızlık inşa etmek, bazı kişi ve kurumların yanlışları nedeniyle Tanrı inancına karşı çıkmak doğru değildir. Bu insanı mutluluğa götürmez. Nitekim inançsızlığın yaygın olduğu yerlerde insanların, gerek ruhsal gerekse sosyal açıdan mutlu olduklarını söylemek mümkün değildir. Bu nedenle insanların kendilerini önyargılı ideolojilerin etkisinden kurtararak tekrar Tanrı inancına geri dönmektedirler.

Hazreti Muhammed (sav) şirkle mücadele ve tevhidi anlattıktan sonra ki görevi, ahlakı kemale erdirmek olduğunu belirtmiştir: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”. İnsanları Tanrı inancına çağırırken, onlara ön koşul olarak etik değerlere bağlı olmayı, iyi bir insan olmayı ve kötü alışkanlıkları bırakmalarını telkin etmiştir. Bunlara rağmen bazı insanlar din adı altında yanlış ve uygunsuz davranışlar, iki yüzlü, çıkarcı eylemlerde bulunduklarına rastlarız. Bu elbette ki bu insanların kişisel zaaflarıyla ilgilidir. Bu nedenle, insan unsurundan kaynaklanan olumsuzlukların Tanrıdan kaynaklandığını düşünmek ve dini eleştirmek büyük bir hata ve haksızlıktır.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Yorumlar

 

Batıda  Bilgi  Anlayışı

Yayınlanma Tarihi : 26.01.2022