Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri Anadolu’da yetişen en büyük Allah dostlarından biridir. Asıl adı Mahmud olup “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin neslinden olup, “seyyid”dir. Bunu ilâhîlerinin birinde şöyle ifade eder:

Ceddim ü pîrim sultan Sen’sin yâ Rasûlâllâh

Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri bir asra yakın ömür sürmüş ve yedi Osmanlı Sultanın devrini idrâk etmiş bir gönül ehlidir. İlim, tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdâyî Hazretleri, mâneviyat rehberleri arasında müstesnâ bir mevkii hâizdir. Allah rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyet ve gayret üzere hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduğu zâhirî ve bâtınî ilimler sebebiyle hem sultanların hem de bütün halkın sevdiği bir Hakk dostu olmuştur.

Hüdâyî Hazretleri Osmanlı Devletinin yavaş yavaş duraklamaya başladığı bir dönemde yaşamıştır. Kendisi bir yandan sultanların âdil, gayretli ve mâneviyat bakımından güçlü ve zinde olmaları için büyük himmetler sarf etmiş, bir yandan da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricâlinin ve halkın gönül yaralarını usta bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irşad ve hizmet sofrasına koşmuş ve ferahlamıştır. Dergâhı, gönüllerin huzur ve saâdete kavuştuğu bir mekân olmuştur.

Gerçekten onun devri, saadetle felâketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana rastlamaktadır. Zira siyası bakımdan gittikçe artan ve sosyal yapıyı son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizâmın sarsılıp bozulması, Genç Osman’ın feci bir surette katli ve 4. Murad’ın tahtının önünde sadrâzamı  Hâfız Ahmed Paşa’nın yeniçeriler tarafından öldürülmesi bu olaylardan bazılarıdır.

Böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun teselli edici özelliği ile Hakk’ın ve hakikatin sesine çağıran Hüdâyî Hazretleri, devlet idaresinde azledilen kimseleri ve cemiyette ortaya çıkan anarşinin önünden kaçanları dergahında korumuştur. Nitekim Halil Paşa, Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi kişiler, başları her dara düştükçe bu dergâha sığınmışlardır. O zamanlar Osmanlı mülkünde  başka hiçbir dergâh, bu kadar hürmet ve saygıya sahip değildi.

 

Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerinin Hayatı

Aziz Mahmud Hüdaî 948'de (1541) Şereflikoçhisar'da doğdu. Çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar'da ilk tahsiline başladı. Daha sonra İstanbul'a giderek Küçükayasofya Medresesi'ne girdi. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra hocası Nazırzade Ramazan Efendi'nin yardımcısı oldu. Talebelik ve yardımcılık  yıllarında bir yandan da Halvetiyye tarikatına mensup Küçükayasofya Camii Şeyhi Nüreddinzade Muslihuddin Efendi'nin sohbetlerine devam etti. Hocası Nazırzade Edirne Selimiye Medresesi'ne müderris, Mısır ve Şam'a kadı tayin edildiği yıllarda Hüdayî'yi yanından ayırmadı. Hüdayî Mısır'da hocasyla beraber bulunduğu sıralarda Halvetiyye tarikatının Demirtaşiyye kolundan Kerimüddin el Halvetl'den "usul-i esma" terbiyesi gördü.

1573'te Mısır'dan dönüşünde Bursa Perhadiye Medresesi'ne müderris ve Cami-i Atik Mahkemesi'ne naib tayin edildi. Hocası Nazırzade ise Bursa Mevleviyetine getirildi. Bursa'ya gelişinin üçüncü yılında hocası vefat etti. Talebelik ve yardımcı öğretmenlik yıllarından beri tasavvuf çevresiyle yakın teması bulunan Hüdayî, hocasının ölümünün üzerinde bıraktığı derin tesir sebebiyle resmi görevlerinden ayrılarak daha önce vaaz ve sohbetlerine katıldığı Muhyiddin Üftade'ye intisap etti. Üç yıl gibi kısa bir zamanda seyrü sülûkunu tamamladı. Şeyh Üftade kendisini memleketi Sivrihisar'a halife tayin etti. Burada ancak altı ay kadar kalabilen Hüdayî, şeyhi Üftade'yi ziyaret etmek için tekrar Bursa'ya döndü. Fakat bu arada şeyhi vefat edince Rumeli'ye gitti. Trakya ve Balkanlar'da bir süre kaldıktan sonra İstanbul'a geldi. Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi'nin delaletiyle tayin edildiği Küçükayasofya Camii Tekkesi'nde sekiz yıl şeyhlik makamında bulundu. Bir yandan da Fatih Camii'nde vaizlik yaptı, tefsir ve hadis okuttu.

Daha sonra Üsküdar'da Hüdayî Dergah'nın bulunduğu yeri 1589 yılında satın aldı. Dergahın inşaatıyla daha yakından ilgilenmek için ikametgahını Rum Mehmed Paşa Camii civarına nakletti. 1595'te dergahın inşaatı tamamlandı.  1599 yılında Fatih Camii vaizliğini bırakarak Üsküdar Mihrimah Sultan (iskele) Camii'nde perşembe günleri vaaz vermeye başladı.

Sultan Ahmed Camii'nin açılışında (1616) ilk hutbeyi Aziz Mahmud Hüdayî okudu ve her ayın ilk pazartesi günü burada vaaz etmeyi kabul etti. Üsküdar'da bulunduğu yıllarda Bulgurluda da bir çilehane ile bir hamam yaptırdı. Çilehanenin bulunduğu yerdeki Bulgurlu köyü, llısuluk tarlaları ve Gaziler tepesinin bir kısmı I. Ahmed tarafından ferman-ı hümayunla Aziz Mahmud Hüdayi adına tescil edildi.

Kanûni’nin, kızı Mihrimah Sultan'dan torunu Ayşe Sultan (ö. 1598) ile de evlendiği rivayet edilen Aziz Mahmud Hüdayi Safer 1038'de (Ekim 1628) vefat etti. Altısı kız olmak üzere on bir çocuğu oldu ve nesli, kızları Ümmügülsüm (ö. 1641), Zeyneb (ö. 1642) ve Fatma Zehra (ö 1675) vasıtasıyla devam etti. (TDV İslam Ansşklopedisi)

 

Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerinin Tasavvufa Girişi

Hüdâyî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âleminde de yer almıştı. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin yardımcısı olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulundu. Son olarak da Bursa’ya tâyin edildiler. Hocası baş kadı, kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk mahkemesinde kadı nâibi oldu. Bununla beraber onun kâmil mânâda tasavvufa sülûk edip mârifetullâha nâil olması hakkında aşağıdaki olay rivayet edilir:

Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye mürâcaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a şunları söyledi:

-“Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hattâ: “Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!” dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..”

Kadı Mahmûd Efendi, yapılan şikâyet üzerine kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam şöyle cevap verdi:

-“Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bazı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emanet ettim.”

Kadı Mahmûd Efendi şaşırdı ve “Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu. Adamcağız gerçeği saklamak istese de sonunda söylemek zorunda kaldı ve şöyle dedi:

-“Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüye kapıldım. Bana Eskici Mehmed Dede’ye gitmemi söylediler. O da bana, Arife günü sabah erkenden gelmemi söyledi. Arife günü sabah erkenden Mehmet Dede’ye gittim. O da benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim! Hac vazifemizi yaptıktan sonra tekrar Mehmet Dede elimden tutarak  beni buraya getirdi ve bunları kimseye söylemememi tenbihledi. Ancak hanımım bu anlattıklarıma inanmadı ve size geldi.”

Burada söz konusu olan Tayy-ı Mekân denilen ilahi bir sırdır. Ledün ilmine sahip olanların bilebileceği bu sırra göre kişi bir anda başka bir mekanda fiziksel olarak ortaya çıkabilmektedir. Bu güç Allah Teâlâ tarafından sevdiği dostlarına verilmiştir. Bugün müsbet bilimcilerin ışınlanma diye bilmek istedikleri bu husus İslam’da Sırlar İlmi olarak zaten mevcuttur.

Kur’an’da 2 yerde geçen tay kelimesi, kıyamet günü göklerin Allah’ın kudret eliyle dürüleceğini beyan etmek için zikredilmiştir (Enbiya, 21/104; Zümer, 39/67). Hadislerde hem kıyamet gününe atfen hem de gündelik bir fiil olarak yer almıştır (Buhari, Rikâk, 44; Müslim, Zühd, 72). Hazreti Peygamberin (sav)  Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, oradan da semaya yaptığı yolculuk, Hazreti Süleyman’ın veziri Âsaf b. Berahyâ’nın bir anda Belkıs’ın tahtını Yemen’den Süleyman’ın önüne getirmesi (Neml, 27/38-40), Ashâb-ı Kehf’in yüzyıllarca uyduğu halde bu süreyi bir gün kadar hissetmesi (Kehf, 18/9-26) tay kavramının en meşhur örnekleri arasındadır.

Böyle bir hâdiseye ilk defa şahid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifadelerini kabul etmedi. Bunun üzerine adam:

 -“Kadı efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.

Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde yaptığı araştırma sonucunda meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde eşinin şikayetini iptal etmek zorunda kaldı.

Fakat, yüreğine bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ne yapacağını düşünürken gönlüne gelen bir ilhamla derhâl Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakîkat ve esrâr deryâsına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede:

-“Kadı Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamanın mürşid-i kâmili Muhamme Üftâde Hazretleri’ndendir.” dedi.

Bu defa Kadı Mahmûd, aynı niyetle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi. Meşhur Bursa kadısı Mahmûd Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr şöyle cevap verdi:

-“Gidin Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir hayâtınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zâten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?” 

Bir yandan şeyhin manevi câzibesi, diğer yandan da gördüğü açık kerâmetler karşısında hayret içinde kalan Kadı Mahmûd Efendi, hakikati anlamıştı. Kararı kesindi. Zira nefis engelini aşıp Allah’a vasıl olabilmesi için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zaruri idi. Hemen şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve “Efendim! İrâdesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Âdeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçâreyi talebeniz olmakla şereflendiriniz!” dedi.

Bunun üzerine Üftâde Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyâzata girmesi gibi üç büyük şart koştu. Çünkü nefsini tanıyıp terbiye etmesi çok önemliydi. Kadı Mahmûd Efendi’nin cân u gönülden teslim olması ile  onu talebeleri arasına dâhil eyledi.

 

Celvetiyye Tarikati

Bayramiyye tarikatının Aziz Mahmud Hüdayî tarafından kurulan bir koludur.  Tasavvufta ilk dönemlerde bir meşrep ve makam adı olan “halvet” ve “celvet”, daha sonra birer tarikat adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bir Celveti şeyhi olan İsmail Hakkı Bursevî (1653,1715) Celvetiyye'nin ilk defa İbrahim Zahid-i Geylani'den (ö 690/1291) zuhur ettiğini söyler. Ancak Celvetiyye tarikat olarak Aziz Mahmud Hüdayî zamanında teşekkül etmiştir. Bazı müellifler Celvetiyye'nin İbrahim Zahid-i Geylani'nin devrinde "hilal", Üftade (ö 988/ 1580) zamanında "ay", Hüdayî döneminde "dolunay" durumunda bulunduğunu ifade ederler (Bursevî, Silsile-i Celvetiyye, s. 63)

Esas itibariyle Halvetiyye'nin bir kolu olan Celvetiyye'nin silsilesi, İbrahim Zahid-i Geylani'de aynı tarikatın kollarından Zahidiyye, Safiyyüddin-i Erdebili'de (ö. 735 /1334) Safeviyye, Hacı Bayram-ı Veli'de (ö. 833 / 1429-30) Bayramiyye ile birleşmektedir. Tarikatın kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi'nin şeyhi Üftade'nin Sünbül Sinan'a, kendisinin de Nureddinzade ve Kerimüddin Halveti gibi Halveti ricaline mensup olmaları, Celvetiyye'nin Halvetiyye ile ilgisini ortaya koymaktadır. Nitekim Hüdayi de, "Bizim tarikimiz hem Halveti hem Celveti'dir" diyerek tarikatının Halvetiyye ile iç içe olduğuna işaret eder. Öte yandan Celvetiyye'nin Bayramiyye ile doğrudan ilgisi vardır. (TDV İslam Ansiklopedisi)

 

Aziz Mahmud Hüdaî’nin Sultanlarla Dostluğu

Bu konuda TDV İslam Ansiklopedisinde şunlar yazılıdır:

“Hüdayî Hazretleri, halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir halkası meydana getirmiştir. Devrin padişahlarıyla yakın ilgi kurmayı başarmıştır. lll. Murad, I. Ahmed ve ll. Osman gibi padişahlara mektuplar yazmış, öğütler vermiştir. IV. Murad'a saltanat kılıcını kuşatmıştır. Ferhad Paşa ile Tebriz Seferi'ne katıldı.

Zaman zaman padişahların davetlisi olarak saraya gitmiş ve onlarla sohbetlerde bulunmuştur. Evliya Çelebi, "yedi padişahın Hüdayî'nin elini öptüğünü, 170.000 müride iradet (el) verdiğini" belirtir. Aziz Mahmud Hüdayî'nin dergahı her zümreden insanlarla dolup taştı. Devlet ricalinden Sadrazam Kayserili Halil Paşa, Dilaver Paşa, ilmiyeden Hoca Sadeddin Efendi, Sun'ullah Efendi, Şeyhülislam Hocazade Esad Efendi, Okçuzade Mehmed Şahi Efendi, Sarı Abdullah Efendi,  meşhur süfî Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi ve benzerleri onun dergahının müntesip veya müdavimleri arasındaydı. Vefat ettiğinde altmışa yakın halifesi bulunduğu rivayet edilen Aziz Mahmud Hüdayi, halifeleri ve yazdığı otuz kadar eseriyle Anadolu ve Balkanlar'daki dini-tasavvufî hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş ve bu şekilde şöhreti günümüze kadar ulaşmıştır.

Tekkesi, İstanbul'un en önemli tasavvuf ve kültür merkezi olarak hizmet görmüş, bu dergahtan pek çok ilim ve fikir adamı, şeyh ve müsikişinas yetişmiştir. Hüdayî Dergahı’na bağlı müelliflerin en meşhuru, şüphesiz , Ruh’u-l  Beyân sahibi  Bursalı İsmail Hakkı'dır. Eserlerinde sık sık Hüdayî'den nakiller yapan Bursalı İsmail Hakkı onu Gazneli Sultan Mahmud ile mukayese ederek sevgisini şöyle dile getirir:

"Ey gürüh-ı Muhammedi biliniz,

Geldi bu aleme iki Mahmüd

Biri Mahmüd-i Gaznevi meşhûr

Biri Mahmûd-ı ma'nevi ma'hûd".

 

Aziz Mahmud Hüdaî’nin Sultanlara Nasihatları

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı tahtında 3. Murad Han bulunmaktaydı. Bu padişah, başlangıçta gerek Devlet-i Aliyye’nin geniş sınırlarına ve ihtişamına, gerekse yaşının gençliğine ve zindeliğine aldanarak aşırı bir güven ve rahatlık içinde hareket ediyordu. Bu sebeple birtakım noksanlıklar da hâliyle yaşanıyordu. İşte bunu fark eden Hüdâyî Hazretleri, hiç kimsenin cür’et dahî edemeyeceği bir vazifeyi, yani sultanı irşad vazifesini  üstlendi. 3. Murad Han’a, onu Hak ve hakikate yönlendirici mektuplar yazdı. Bu mektupların, mahiyetlerine göre, gerektiğinde yumuşak, gerektiğinde sert bir üslûba sahip olması, Hazret-i Hüdâyî’nin bu irşad vazifesinde ne kadar salâhiyet, tasarruf, nüfûz ve tesire malik olduğunu göstermesi bakımından  önemlidir. Zira celâdeti sebebiyle 3. Murad’a bu ikazların, yüksek seviyede bir manevî tasarrufu bulunmayanlar tarafından yapılması mümkün değildi. Muhtelif zamanlara ait mektuplardan bazı bölümler aşağıda verilmektedir:

“Sultânım! Şerîat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk’a muhabbet rüzgârıyla îtidâl ve istikâmet üzere yol al! Zâhirin ve bâtının şartlarını, yani şerîat ahkâmı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak yerine getir! Adâlet dedikleri, işte budur!..”

“Saâdetli Pâdişâhım! Sizin saltanatınız zamanında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır… Ancak biliniz ki, Allah ve Rasûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikàmesidir. Bid’atlerin atılıp Sünnet’lerin icrâsıdır.”

“Sultânım! Allâh’ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihânet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler…”

“Sultânım! Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murâd etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zira ihtiyaç çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka bununla ziyâfet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.”

“Sultânım! Bizim işimiz ashâb-ı gurur ve gaflet olanları nasihat ve vaaz ile îkaz ve irşâd eylemektir. Takvâ yoluna girip amel-i sâlih işlemeye teşviktir. Böylece ıslâh edici sâlihlerden olmak, Cenâb-ı Allah’tan murâdımızdır. Müfsid ve müstedriclerden olmaktan Allâh’a sığınırız.”  (Mektubat, Süleymaniye Kütüphanesi)

 

Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerinin Talebeleri

Hüdâyî Hazretleri’nin ilmî kişilği sâyesinde birçok mürîdi olmuştur. Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi, oğlu Es’ad Efendi gibi zâtlar, onun irşad halkasına katılanlardandı.  Tasavvufa girdikten sonra

İlâhî çün halâs ettin müderrislik kazâsından
Visâlin lûtfedip kurtar bizi varlık azâbından

demekle birlikte bizzat şeyhinin emriyle vâizlik vazifesine devam etmiştir. Ayrıca kendisinden önceki büyük sûfîler gibi tefsir ve hadis derslerini de sürdürmüştür. Hüdâyî Hazretleri’nin yapmış olduğu bu tefsir ve hadis derslerine iştirâk edip de icâzet alan bir hayli talebesi vardır. Halîfelerinden Saçlı İbrahim Efendi ve Filibeli İsmail Efendi de bunlardandır.

Bu bağlamda İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle der:

“Velîler arasında kalem ehli olanlar, peygamberler arasında “resul” olanlar gibidir. Hazret-i Hüdâyî de, yazmış olduğu eserleriyle bu rütbeyi haiz olarak şeyhi Üftâde Hazretleri’ne bir ayna vazifesi görmüştür.”

 

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Duası

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan I. Ahmed Han’ın talebi üzerine yaptığı şu duâsı ne kadar mânâlı ve güzeldir:

 “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensub olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; imanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..”

Bütün ulemâ ve evliyâ, bu duanın kabul olduğunu, bu yola mensub olanların denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin vefat günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirmişlerdir.

 

Aziz Mahmud Hüdayî Hazretlerinin Eserleri

Arapça ve Türkçe otuz kadar eseri bulunan Aziz Mahmud Hüdayî, devrinin anlayışına uyarak eserlerinin çoğunu Arapça yazmıştır. Başlıca Arapça eserleri şunlardır:

Nefa’isül' mecalis:  Tasavvufî bir tefsirdir. Ancak Kur'an ayetlerinin tamamı değil seçilen bazı ayetler açıklanmıştır. Yazmalarının bir kısmı iki, diğerleri üç cilt halinde olup en düzgün ve en eski nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir. (Şehid Ali Pa şa, nr. 172- 174).

Cami’u'l-feza’il ve Kami’ur-reza’il: İlmi, ameli ve ahlâki faziletleri anlatan bu eser, Hüdayî'nin en meşhur ve en yaygın eserlerinden biri olup en eski nüshası Köprülü Kütüphanesindedir. Eser H. Kamil Yılmaz tarafından “İlim, Amel ve Seyr ü Süluk” adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir.

Miftahu-s salat ve mirkatü'n-necat: Namazın fazilet ve hikmetlerini anlatan risalede Muhyiddin İbnü'l Arabî ve Şehabeddin Sühreverdî gibi büyük mutasavvıfların fikirlerine de yer verilmiştir. 101O ( 1601) tarihli en eski yazma nüshası Murad Molla Kütüphanesi'ndedir (nr 1314/ 4). Bu risale de H. Kamil Yılmaz tarafından tercüme edilerek “İlim, Amel ve Seyrü Süluk” adlı eserin sonunda yayınlanmıştır.

Hulâsatü'l-ahbar fi ahvali'n-nebiyyi'l-muhtar: Hüdayî'nin hilkat, varlık ve hakikat-i Muhammediyye gibi tasavvuffi konuları işlediği yaklaşık altmış varaklık bir eseridir. En eski yazma nüshası 1037 ( 1627) tarihli olup Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'ndedir (Hüdayî, nr. 258).

Habbetü'l mahabbe:  Allah, Peygamber ve Ehl-i beyt sevgisini anlatan küçük bir risaledir. Ahmed Remzi Akyürek tarafından “Mahbubü'l-ahibbe” adıyla tercüme edilen bu risaleyi Rasim Deniz yeni harflerle yayınlamıştır.

Keşfü’l-kınâ an vechi's- sema:  Semâın meşruiyetini müdafaa için yazılmış olan bu risalenin 1O16 ( 1607) tarihli nüshası Köprülü Kütüphanesi'ndedir (nr 1583/7). Eser H. Kamil Yılmaz tarafından tercüme edilerek neşredilmiştir (Hüdayî' nin Sema Risalesi).

Bunlardan başka Hayatü'l-ervah ve necâtü'l-eşbâh, el Fethu'l-ilahî, Tecelliyat, et-Tarikatü'l-Muhammediyye, Fethu'l-bâb ve ref’u'l-hicâb, el-Mecalisü'l-va’ziyye adlı Arapça eserleri vardır. Şeyhi Üftade'nin sohbetlerinde tuttuğu notlardan meydana geten Vâkı'at adlı eser de genellikle Hüdayî'ye nisbet edilmiştir. Yazmaları genellikle üç cilt halinde tertip edilmiş olan eserin, üzerinde Hüdayî'nin hattı olduğuna dair bir kayıt bulunan nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'ndedir.

Hüdayî'nin belli başlı Türkçe eserleri de şunlardır:

Divan: Divan-ı İlahiyyat olarak da bilinen eserde Hüdayî'nin 255 kadar ilahisinden başka rûbaî ve kıtalar da vardır. Divan Kemaleddin Şenocak ve Ziver Tezeren tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır (İstanbul 1970, 1986).

Necâtü'l-garik fi'l-cem'i ve't-tefrik: Tasavvuf terimlerinden olan cem' ve farkın manzum olarak anlatıldığı bir risaledir.

Tarîkatname: Cetvetiyye tarikatı âdâbını anlatan bir risaledir. Bu üç eser Nüri adlı bir kişi tarafından “Külliyyat-ı Hazret-i Hüdayî” adıyla yayımlanmıştır (İstanbul, I287). Bu neşrin sonunda Hüdayî'nin kısa bir hal tercümesiyle tarikat silsilesine de yer verilmiştir. Aynı eserleri, Hüday’ı Asitanesi'nin son postnişinlerinden Mehmed Gülşen Efendi (ö 1925), başına daha geniş bir hal tercümesi ve Hüdayî'nin Arapça et-Tarikatü'l-Muhammediyye adlı eserini de ilave ederek yeniden neşretmiştir (İstanbul 1338).

Mektubat: Hüdayî'nin lll. Murad'a ve diğer padişahlarla bazı devlet erkanına gönderdiği mektuplardır. Çoğu lll. Murad'a yazılan 152'si Türkçe, yirmi iki kadarı da Arapça mektuptan oluşan bir nüsha Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir (Fatih, nr. 2572).

Nesâih ve Mevâiz: Hüdayî'nin vaaz ve nasihatlarını ihtiva eden eser 237 varak olup kırk üç bölümden oluşur. Bilinen tek yazma nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'ndedir (Hüdayî, nr. 266).

Mi'râciyye: Mi'rac hadisesini ayet ve hadislerin ışığı altında anlatan bir risale olup bir nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'ndedir (Hüdayî, nr. 262).

 

Aziz Mahmûd Hüdaî Hazretleri Külliyesi

Doğancılarda Ahmet Çelebi Mahallesi'nde, bugün Hüdaî Mahmud, Aziz Mahmud ve Aziz Efendi Mektebi sokaklarının kuşattığı bir arsa üzerinde 997-1003 (1589 -1595) yılları arasında kurulmuştur. Aziz Mahmud Hüdayî'nin tekke ve türbesi etrafında teşekkül eden bu külliye, asitane ve pir evi sıfatları ile. Cetvetiyye tarikatının merkezini teşkil etmiş olan büyük ve önemli bir tekkedir. Nitekim Osmanlı kaynaklarında Hazret-i Hüdayî Asitanesi, Hüdayî Mahmud Efendi Asitanesi, Pişvây-ı Tarikat-ı Aliyye-i Cetvetiyye, Aziz Mahmud Hüdayî Efendi Hankâhı, Hankâh-ı Cetveti, Hazret-i Hüdayî Aziz Mahmud Efendi Dergahı ve Hüdayî Aziz Mahmud Efendi Tekkesi gibi adlarla anılmaktadır.

Külliyenin çekirdeğini oluşturan tekkenin bânisi Aziz Mahmud Hüdayî tekkenin arsasını 1589'da satın almış ve aynı yıl inşaatı başlatmıştır. Muhtemelen mensupları ve muhiblerinin de katkıları ile 1003'te (1595) tamamlanan ilk tekke aynı zamanda tevhidhâne olarak kullanılmıştır. Burası 1007'de (1598-99) bizzat bânisi tarafından minber ilavesiyle camiye çevrilmiştir. Külliye bu tevhidhâne ile bunun etrafında yer atan derviş hücreleri, aşhane- imaret niteliğinde büyük bir mutfak, taamhâne, biri kendisine, dördü de kızlarına tahsis edilmiş toplam beş meşrutahâne ve cümle kapısı ile yanındaki iki çeşmeden meydana gelmekteydi. Bu yapılara, bâninin hayatının sonlarına doğru inşa edilen türbesini de ilave etmek gerekir.

Hüdayî Külliyesi'nin kuruluşundan XIX. yüzyıl ortalarına kadar çeşitli tamirler geçirdiği, zaman zaman bazı eklerle büyütüldüğü ve kalabalık bir derviş zümresini besleyebilecek güçte maddi kaynaklarla bunları barındırabilecek ölçüde mekanlara sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak 1850'de Üsküdar Çarşısı’nda çıkan ve külliyenin bulunduğu yamaca doğru yayılan bir yangın sonucunda Hüdayî Türbesi dışında katan binalar ortadan kalktığından türbe kısa bir müddet tevhidhane olarak kullanılmıştır. 1272'de (1855-56) Sultan Abdülmecid tarafından türbe de dahil olmak üzere külliye yeni baştan inşa ettirilmiştir. Külliyenin bu ikinci inşasında geniş mimari programı ve yerleşim düzeni hemen hemen aynen korunmuş, ancak cami-tevhidhaneye hünkâr mahfili ile arsanın güney kesimine bir sıbyan mektebi ilave edilmiştir. Yine bu dönemde Sultan II. Abdülhamid'in yakın adamlarından Lutfi Bey 1317'de (1899-1900) cami-tevhidhanenin karşısına, içinde bir kısmını kendisine ve aile fertlerine türbe olarak tahsis ettiği müstakil bir kütüphane binası yaptırmıştır. Bundan bir yıl sonra külliye, masrafları hazine-i hâssadan karşılanmak suretiyle tamir ettirilmiş ve halen ayakta olan harem bölümü (şeyh dairesi) inşa edilmiştir. 191O yılında yıldırım isabetiyle yıkılan minare türbenin önüne, türbedarlara mahsus bölümün üzerine devrilerek burayı tahrip ettiğinden minare yeniden inşa edilmiş, ayrıca Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın kızlarından Prenses Fatma Hanım tarafından 1912 yılında türbenin şimdiki camekanlı giriş bölümü yaptırılmıştır. Bu haliyle, kapatıldığı 1925 tarihine kadar gelen külliyenin cami-tevhidhânesi bu tarihten sonra sadece cami olarak hizmete devam etmiş, meşrutahâneler ise cami görevlileri ve vakıfların kiracılarına mesken olmuştur. Mutfak, hazire, çeşmeler, türbe ve cümle kapısı gibi unsurlar günümüze aynen gelemedikleri gibi, derviş hücreleri ve selamlık gibi kullanımlarını kaybeden bazı bölümler de tarihe karışmıştır. Başta cami olmak üzere ayakta kalan binaları 1975'te Vakıflar Genel Müdürlüğü tamir ettirmiştir. Son yıllarda kurulan Aziz Mahmud Hüdayî Vakfı tarafından külliyenin bakımı hususunda büyük gayret sarf edilmekte, ayrıca talebelere ve muhtaçlara dağıtılmak üzere her gün aşhanesinde yemek pişirilmektedir. (TDV İslam Ansiklopedisi)

 

Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa       Tasavvuf Sohbetleri

 

 

 

 

Aziz Mahmud Hüdaî (ks)

Hazretleri

Yayınlanma Tarihi : 23.05.2024