Şerîat ve onunla aynı kökten gelen kelimeler Allah'ın insanlar için koyduğu bütün hükümleri kapsamaktadır. Bu hükümleri vazedenin bizzat Allah olması itibarıyla O'na "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği gibi, aynı isimler Hz. Peygamber için de kullanılır. Çünkü o da bir peygamber olarak, yeni hükümler koymuş veya Kur'an'ın hükümlerini tamamlayıcı esaslar getirmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed de "Şâri" dir. Ancak O'nun koyduğu hükümler vahyin kontrolü altındadır. O'ndan vahye aykırı bir söz, fiil veya takrir zuhur ederse, Allah bunu düzeltir. Yanlış olan veya değişmesi gereken hükmün yerini vahiy alır. Kur'an'da şöyle buyurulur:

"O, kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir." (Necm, 53/3, 4)

İslâm Şerîatı temelde Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delillerine dayanır. Bir hükmün İslâmî nitelik taşıması bu kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in 12 yıl Mekke, 10 yıl da Medine dönemi olmak üzere toplam 22 yıl ve birkaç aylık peygamberlik süresinde tamamlanmıştır.

"…Bugün size dininizi tamamladım. Size olan nimetimi de tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak seçtim…" (Mâide, 5/3).

Bu dinin tamamlanması iki devrede olmuştur. Mekke'de Müslümanların sayısı az ve henüz kendilerini savunacak düzenli bir güce sahip olmadıkları için, bu devrede şerîatın dünyaya ve devlet düzenine ait hükümlerini uygulama imkânı yoktu. Bu yüzden Mekke'de inen sûrelerde daha çok inanç, ibadet, ahlâk ve fazîlet konuları yer almış ve geçmiş milletlere ait ibret verici kıssalar anlatılmıştır. Medine döneminde ise artık evlilik, boşanma, nafaka, miras, ticaret, tarım, cihad, ceza hukuku müeyyideleri gibi devlet düzeni içinde yaşayan bir toplum için gerekli olacak bütün şer'î hükümler gelmiştir. Bunların bir bölümü Kur'an'da, daha geniş bölümü de hadislerde yer almıştır. Artık Müslümanların Şer'i hükümlerin uygulanmasını gerektiğinde zor kullanarak sağlayabilecek bir güce kavuştukları, Bedir, Uhud, Hendek gibi düşmanla yapılan savaşlarda kendilerini savunabildikleri ya da düşmanı yenilgiye uğrattıklarında görülür. Böylece şer'î hükümler ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal bir sistem olarak bir bütünlük içinde uygulanmaya başlanmıştır. Bu arada ekonomik alanda faiz, karaborsacılık, aldatmaya dayalı fâhiş kâr yasaklanmıştır. Altın, gümüş gibi ölçü ya da tartı ile satılan standart malların kendi cinsleriyle eşit ve peşin, farklı cinsle peşin olarak mübadele edilmesi prensibinin getirilmesi, özellikle altın ve gümüş paranın enflasyona karşı satın alma gücünü korumasını sağlamıştır.

“Şere’a”  kökünün günlük Arap dilindeki temel anlamı “doğrusal şekilde uzanan bir şeyin başlangıcı”dır. Buna göre “şere’a” kelimesi, insanların gidecekleri yolun başlangıcını belirtmektedir. Bu esasa dayanarak “eşşeri’a” ve  “el-meşre’a” kelimeleri çöl ikliminin hakim olduğu yerde su - hayat ilişkisini anlatmak için kullanılmaktadır. Bu bağlamda “şeriat” kelimesi suya giden yol, insanların veya hayvanların su içmek için gittikleri yol, ağız ile su içmek, hayvanların su içmesi için hazırlanmış yer, hayvanların suya yönelmesi veya suya girmesi, develerin suya gitmesi veya götürülmesi ve su içmesini anlatmak için kullanılır. Araplar kaynağı kesilmeksizin devamlı ve görünür bir şekilde akan aynı zamanda doğrudan ağızla içilen suya “Şeria” ismini verirler.

 

Şeriat Kavramının Ayetlerde Kullanılması


Şeriat kelimesi, “suya giden yol” anlamında Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın gösterdiği yol için benzetme yapılarak kullanılmıştır. Bu benzetme su kaynağının tatlılığı, berraklığı ve güzelliği bakımından yapılmıştır. Şeriat kelimesinin temel anlamı ile ayetlerdeki kullanımları arasında çok güçlü bir anlam ilişkisi vardır. Ancak bu anlam ilişkisini belirlemek için, ilgili surelerin ve ayetlerin nüzul sırası, nüzul sebebi, ayetlerin sure içindeki akışta bulundukları yer, konu ile bağlantılı başka ayetler ve onları açıklama maksadıyla Peygamber (sav), sahabe ve ilim adamlarının  sözleri ve yorumları da yardımcı olmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'de “şere'a” kökünden türemiş kelimeler beş  ayette geçmektedir. Bu ayetler (Araf, 7/163), (Şurâ, 42/13,21), (Casiye, 45/18), (Maide, 5/48) dir.

Araf suresinin 163. ayetinde geçen “şürrean”  kelimesinin şeriat ile sadece aynı kökten gelmesi ile ilgisi vardır. “Şürrean” sözcüğü “Şâriun” sözcüğünün çoğuludur.  Bu ayetteki “şürrean” kelimesinin anlamı, balıkların birkaç koldan gelmesi, sahile yaklaşıp iyice görünür olmasıdır. Bu ayet İsrail oğullarına getirilen balık yasağı hakkındadır. Aynı kökten gelmenin dışında bu kelimenin şeriat konusuyla bir ilgisi bulunmamaktadır.

Şura suresinin 13. ve 21. ayetlerinde “şerea” fiili iki defa yer almaktadır. Burada şerea fiili yol belirlemek, yol göstermek anlamında kullanılmıştır.

“Allah dinden Nuh'a tavsiye buyurduğu şeyi, sizin için de bir kanun yaptı ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki dini doğru tutun ve ondan ayrılığa düşmeyin. Fakat senin kendilerini davet ettiğin şey müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şura, 42/13)

“Yoksa onların Allah'ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabın ertelenmesini dair kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, işleri bitirilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır.” (Şura, 42/21)

Her iki ayetteki “şerea” fiili kök anlamıyla ilişkili biçimde “açıkladı, ortaya çıkardı, açığa kavuşturdu, yol olarak belirledi, seçti” manalarına gelir. Dolayısıyla şerea’yı “belirledi, açıkladı” diye çevirmek sözün gelişine daha uygun olacaktır.

Casiye suresinin 18. ayetinde “şeriat” kelimesi “şere’a” kökünün isim halidir. Bu ismin geçtiği tek yer bu ayettir.

“Sonra seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.” (Casiye, 45/18)

Casiye suresinin bu 18. ayete kadarki kısmında Şura suresindekine benzer şekilde Yüce Allah'ın yarattığı harikalar ve insanın hizmetine sunduğu faydalar, O’nun yüceliği ve kudretinin delilleri olarak anlatılır. Bununla beraber bazı insanlar Allah'ı ve onun gönderdiği vahyi kabul etmemekte nihayetinde Cehennemi hak etmektedirler. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'den önce İsrail oğullarına kitap, nübüvvet ve hüküm gibi bir din ile ilgili çeşitli konuları açıklamış, fakat onlar ayrılığa düşerek dinin aslını ve asaletini koruyamamışlardır. İşte bunun sonunda, 18. ayette belirtildiği üzere Hz. Muhammed'e İslam dini hakkında açıklamalar yapılmıştır. Din, üzerinde yürünecek açık bir yol, yani yaşanacak hayat biçimi olarak anlatılmıştır. Bu ayetteki şeriat kelimesi yol, tarikat, hidayet, minhâc, din ve millet kelimeleri ile karşılık bulmuştur.

Maide sueresinin 48. ayetinde  geçen “şir’at” kelimesi de Kur’an’da tek olarak bu ayette geçmektedir. “Şir’at” kelimesi de “şere’a” kökünün isim halidir.

“Sana da geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kur'an'ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak sana gelen Haktan sapma. Biz her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyle ise iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.” (Maide, 5/48) 

Maide suresinin tamamı Medeni olup, 48. ayeti Kur'an vahyinin tamamlanmasına doğru en son inen ayetlerdendir. Maide suresinde Yahudi ve Hristiyanlara dinin gönderildiği, fakat onların Allah'a verdikleri sözü tutmadıkları, imanda zafiyet gösterdikleri ve dini hükümleri uygulamadıkları anlatılmaktadır. Adem'in iki oğlunun hikayesine değinilmekte, bu arada yer yer Kur'an'da vahiy ile gelen bir takım düzenlemelerden bahsedilmektedir.

Casiye suresinde geçen “şeriat” ve Maide suresinde geçen “şir’at” isimleri dil alimleri ve müfessirler tarafından genelde aynı anlamda oldukları kabul edilmiş ve bu kelimelere şu karşılıklar verilmiştir: yol (tarîk), gidişat (sünnet), takip edilen yol (mezheb) ve millet. Bu karşılıkların şeriat kelimesinin Arap dilindeki orijinal lügat anlamı olan “suya giden yol” anlamına dayandığı açıktır ve doğru bir belirlemedir.

Maide suresinin 48. ayetteki “şir’at” kelimesinin peşinden gelen “minhâc” kelimesine de çoğunlukla sünnet denilmiştir.  Bu anlamları ilk yorumlayan  kişi İbn Abbas ve onun öğrencileridir. Bu anlamda sünnet kelimesinin anlamı, bir peygamber tarafından gerçekleştirilen uygulamalar olduğu ifade edilmektedir.
Maide suresinin 48. ayetinde önce Kur'an'ın Tevrat karşısındaki konumu belirlenmiş ardından Hz. Muhammed (sav)'e Yahudilerle ilgili doğru kararlar vermesi ve onların heves ve nefislerinin isteklerine uymaması konusunda uyarılmıştır. Bu ayette asıl dikkat çeken husus,  “
Sizden her birinize bir yol (şir’at) ve davranış biçimi (minhâc) belirledik” ifadesidir. Taberî’nin “Cami’ul-Beyân” adlı kitabında bu cümlenin anlamı şöyle ifade edilmektedir: “Sizden her biriniz için Hakk'a götüren bir yol (tarîk) ve kendisiyle amel edilen açık bir yol (sebîl) belirledik.” Burada “şir’at” ve “münhâc” kelimelerinin her ikisinin de yol manasına geldiğini belirtilmekle birlikte, aralarında ince bir anlam farkı görülmektedir. Taberî’ye göre  “şir’at” kelimesinde mutlak anlamda Allah'ın gösterdiği yol anlamı varken, münhâc kelimesinde yolu benimseyenlerin yolda yürümeleri gösterilen yönde olacak şekilde amel etmeleri kastedilmiştir.

Minhâc kelimesinin içeriğine benzeyen başka kelimeler de vardır. Örneğin Hac Suresi 22-34. ayetlerinde Allah'ın her ümmete bir ibadet, kurban zamanı, yeri (mensek) belirlediği, ilahın tek bir ilah olduğu, O’na teslim olunması gerektiği bildirilmiştir. Aynı surenin 67. ayetinde şöyle buyurulur: “Biz her ümmete bir ibadet yolu (mensek) gösterdik. Bu işte seninle asla çekişmesinler. Sen Rabbine çağır. Kuşkusuz sen doğru yol üzerindesin.” Bu ayette insanlara, din konusunda Hz. Muhammed ile tartışmamaları uyarısı yapılmıştır. Çünkü o doğru bir yol üzerinde bulunmaktadır.

Bu ayetlerde sanki her ümmete başka ibadetler emredilmiş gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Ancak buradaki anlam her ümmete ibadet etme yolunun gösterildiği anlatılmasıdır. Ümmetlere ayrı ayrı ibadetler emredilmiş olsa bile esasta değişen bir şey yoktur. Benzer birçok ayette beyan edildiği üzere, insanların asıl amacı ve vazifesi olan kulluk ve kulluğun Allah'a yapılması vurgulanmaktadır.

 Maturidi, Te’vîlât’ul-Kur’an adlı eserinde, bu ayetteki “her ümmete bir mensek kıldık” cümlesine “her ümmet tek bir dine çağrılır. O da İslam dinidir” der. Maturidi bu anlamı Hasan Basri'ye dayandırarak, mensek kelimesinin şeriat  olduğu görüşünü ifade eder. Ayrıca ayetin sonundaki “Sen doğru bir yol üzeresin” cümlesini açıklarken Hasan Basri'nin görüşünün doğruyu yansıttığını belirttir.

Bunlara göre Kur'an'da peygamberlerin ve onların hem yürüdüğü hem de insanlara takip etmeleri için gösterdiği yol şeriat kelimesi ile ifade edilmektedir. Fakat her halükarda şere’a fiili ve şerîat/şir’at kelimeleri Yüce Allah'ın fiillerinden bir fiilini ve O’nun egemenliğinin bir çeşit yansımasını ifade etmektedir.

Peygamberler hakkında Hadid Suresi 25-27. ayetlerde bahsedilen hakikatler (Nisa, 4/163-170) ve (Bakara, 2/213) ayetlerde de dile getirilmektedir. Bu ayetlerde vurgulanan bir başka husus Allah'ın peygamberler aracılığıyla dinini duyurmaktaki maksadının insanın hür iradesi ile doğru yolu seçmesi, yine kendi iradesi ile ahirette kurtuluşa ermeye çalışma fırsatını tanımasıdır. Şayet O dileseydi, bunların hiçbirine gerek duymaz, bütün insanların tek bir din etrafında buluşmasını, tek bir yol üzere yaşamasını, tamamının hidayete ermesini sağlardı. Böylece ahirette insanların tamamı kurtuluşa ermiş olurlardı. Ancak bu durumda dünyanın imtihan yeri olması mümkün olmazdı.

Râgıb el-İsfahani (ö.540/1145), “Müfredat” adlı kitabında Maide suresinin 48. ayetinde geçen  “… her biriniz için bir şeriat yaptık, bir de minhâc.” ifadesi için  iki hususa işaret etmiştir:

1) Kulların maslahatlarına ve ülkenin imar edilmesine ilişkin Yüce Allah'ın her bir insanı teshîr buyurduğu: belirli bir amaç ya da amaçlar doğrultusunda boyun eğdirip sevk ettiği, (her bir ferdin) taharri (araştırma) edip ardına düşeceği yol. Şu sözüyle işaret edilen budur:

“… bir kısmını diğerinin derecelerle üstüne çıkardı ki bazısı bazısını tutsun çalıştırsın.” (Zuhruf, 43/32)

2) Yüce Allah'ın insan için takdir ettiği ve ihtiyarı olarak aradığını düşünüp taharri etmesini emrettiği şeriatların farklı farklı olduğu ve neshin gerçekleştiği din. Yüce Allah'ın şu sözü buna delalet etmektedir:

“Sonra emirden bir şerîat üzere seni memur kıldık.” (Casiye,45/18)

 

İbni Abbâs şöyle demiştir: Ayetteki “şeriat” sözcüğü Kur'an'ın getirdiklerini, “minhâc” sözcüğü ise sünnetin getirdiklerini ifade eder.

Şura suresinin 13. ayetindeki Yüce Allah'ın sözünde, üzerinde neshin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı usule, temellere işaret edilmiştir. Örneğin, “Yüce Allah'ın bilinmesi” ve benzeri şekilde Yüce Allah'ın şu sözünün delalet ettiği hususlar gibi:

“Her kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, Resullerini ve ahiret günü inkar ederse uzak pek uzak bir dalâl ile sapmış gitmiştir.” (Nisa, 4/136) 

Çağımızın tefsirlerinde de, Ragıb el-İsfahani’nin  yaklaşımına benzer yorumlama rastlamak mümkündür. Örneğin Seyyid Kutub (ö. 1386/1966) şeriatı önce evrene hakim yasalara, sonra da insanların doğasında var olan yasalara yormuştur.

Sonuç olarak şeriat, insana yol gösteren Allah'ın dünya hayatında takip etmesini istediği yoldur. O halde vahyin insana gösterdiği yol şeriattır. Her peygamber belli bir şeriatı ümmetine farz kılmıştır. Ancak Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği şeriat diğer dinlerdeki şeriatı ortadan kaldırmıştır. Tek geçerli şeriat, onun getirdiği şeriattır. Diğer dinlerin şeriatları artık geçerli değildir. 

Günümüzde sık sık dillendirilen din ve şeriat konusunda şunları söyleyebiliriz: Din kendi içinde sabittir, yaşanan bir olgu olarak dinamiktir. Peygamberler tarihi boyunca bu böyleydi. Hazreti Muhammed (sav) ile birlikte din vahiy ile belirlenmiş, yani sabitleri tespit edilmiş, dinamik bir olgu olarak insanın yaşamına sunulmuştur. Kur'an'ın muhtevasından anlıyoruz ki din ve şeriat iç içedir. Buradan hareketle din ayrı şeriat ayrı denilmemesi gerekir. Bu nedenle İslam dini Peygamberimizin getirdiği şeriat ile belirlenmiştir.

Bütün peygamberler silsilesinde, hatta Hazreti Muhammed'in peygamberliği devrinde yani Kur'an'ın vahyedildiği zaman aralığında olsun, dinin bazı uygulamalarındaki değişim vahyin kesilmesi ile bitmiştir. Bu saatten sonra dinin özü ve talimlerinde bir değişimden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü o zamana kadar değişim dinin kaynağı olan Allah tarafından gerçekleştiriliyordu. Buradan çıkan sonuç şudur: Hz. Muhammed ile birlikte son şekline ulaşmış olan din ve şeriatta bulunan temel hükümlerin sonraki tarihlerdeki sosyal zemindeki ihtiyaçlara cevaben değiştirilmesi mümkün değildir. Ancak zamanla insanların bazı yeni ihtiyaçlarına göre şer’i hükümlerin yenilenmesi, Allah tarafından görevlendirilen müceddidler tarafından yapılmaktadır.

Bu amaçla Allah Teâlâ her yüz yılda bir insanlara, İslam dininin o günkü ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlayacak olan müceddidler göndermektedir. Müceddidler İslam dininin temel esaslarını değiştirmeden, İslam dininin o zamanına göre yeni yorumunu yapmaktadırlar.  Bu yenileme işini her İslam alimi yapamaz. Gerçek müceddid Allah'ın tayin ettiği kişilerdir. Yapılan yenilikçi yorumlar Allah tarafından onlara ilham edilmektedir. Bu da vehbi ilimlerdendir. Müceddid olmak kişinin kendi kesbi ilmiyle gerçekleşmez. Yenileme olayı Allah'ın ilham ettiği kişiye bağlı olmayan bir yorumdur. Dolayısıyla bugün kesbi ilimlerle yapılan yenilik tekliflerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Geçen asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleridir. Ondan önceki asrın müceddidi ise  Garibullah Hazretleridir. 

Bazı ilahiyatçılar, ilim adamları ve filozoflar dindeki bu yeni yorumlamayı herkesin yapabileceğini iddia etmektedirler. Onlara göre insan yaşamı değişen ve gelişen bir olgudur. Bu değişimleri ve gelişimleri fark eden ve İslam dininin esaslarını bilen insanlar yeni yorumlarla dini geliştirebilecekleri iddia edilmektedir. Bu iddia doğru değildir.

Çünkü aslında insan yaratıldığından beri aynı yaşamı sürdürmektedir. Biyolojik yaşam ve ruhsal yaşam aynı şekilde devam etmektedir. Çünkü biyolojik yaşam insanın maddi hayatının devamı için gerekli gıdalara ve havaya ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç aynı şekilde devam etmektedir. Ruhsal yaşam ise Allah'a iman edip etmemekle belirlenmektedir. Çünkü kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olurlar (Rad, 13/28). Her devirde bu iman şarttır. Dolayısıyla ruhsal yaşamda da bir değişiklik yoktur.

Zamanla değişen husus insanın bilgi hazinesidir. İnsan zamanla kendi iç dünyasını ve alemi inceleyerek bilgisini arttırmaktadır (Fussilet, 41/53). Bu ayet gereği insanın kendi iç alemini ve dış alemi inceleyerek elde ettiği bilgiler, onun düşüncesinde ve akıl yürütmesinde etkilidir. Bunu sonunda insanın ya imanı artar ve perçinleşir veya imanını kaybederek küfre düşer. Bu olgu insanın yaratılışından beri aynı şekilde devam etmektedir.

 

İnsan devamlı değişmekte ve gelişmekte iddiasıyla İslam inanışı bir dereceye kadar çürütülmeye çalışılmaktadır.  Onlara göre insan değiştiğine göre İslam şeriatı da zamana göre değişmesi ve yeniden yorumlanması gerekir. Bu düşünce son derece yanlıştır ve İslam dininin düşmanlarına hizmet etmektedir. Bunun sonunda insanlar bazı hükümleri yok saymakta ve kendilerine göre yeni hükümler vaaz etmektedirler. Örneğin tesettür, nafile ibadetleri gibi hususlarda aksi görüşler ileri sürerek İslam inancı yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlar  insanları İslam şeriatını inkar etmeye götürür. Buna karşı Müslümanların uyanık olması gereklidir.

 

Sonuç

 

Bu türlü fikirlerle, Ilımlı İslamcıların yaptıkları gibi Hristiyanlık ve Yahudilik  dinleri İslam'a eşit hale getirilmektedir. Böylece bugünkü Hristiyanların ve Yahudilerin de cennete gideceği iddia edilmektedir. Oysa bu çıkarımlar İslam'a aykırıdır. Bu faaliyetler İslam dinine düşman olan küresel emperyalistlere hizmet etmektedir. Çünkü emperyalistler, sömürü düzenlerinin devam etmesini engelleyecek tek gücün İslam olduğunu bilmektedirler.  Bu nedenle  İslam’ı yıpratmak ve dejenere etmek için, bu yorumlar güçlü Medya kanalları ile yayınlanmakta ve insanları kolayca etkileyebilmektedirler. Bu hesaplarının bir gün iflas edeceği muhakkaktır. Çünkü Allah dinini tamamlayacaktır (Saff, 61/8).

Ey iman edenler! İslam'a tamamen girin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizi apaçık bir düşmandır.” (Bakara, 2/208)

Kurtubî bu ayeti şöyle açıklamaktadır: “Bu ayeti celile İslam'a girmelerine rağmen Tevrat'ın bazı emirlerine uymak için izin isteyen bir kısım ehli iman hakkında nazil oldu.” İslam şeriatı diğer şeriatları neshetmiştir. Dolayısıyla diğer Hristiyan ve Yahudi gibi dinlerin şeriatları artık geçerli değildir.

Bu ayetin bir başka yorumu da, “İslam'a tümüyle girin ve İslam'a bir başka şeyi karıştırmayın” şeklindedir. Buradaki hitap, kitap ehlinin müminleridir. Çünkü bunlar eski dinlerinin bazı hükümlerine riayet ediyorlardı. Örneğin cumartesi gününe saygı gösteriyorlar, deve etini ve sütünü haram sayıyorlardı, ancak diğer hükümleri de terk ediyorlardı. (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân)

Bu ayete göre, bugün için diğer semavi dinlerin şeriatından hiçbir hüküm geçerli değildir. Onların şeriatı tamamen terk edilmek zorundadır. Ancak İslam düşmanları bu duruma itiraz ederek, neshedilmiş bazı şeriatların bugün de geçerli olduklarını iddia ederek İslam'daki Tevhid inancını yıkmaya çalışmaktadırlar. Onlar her dine ait şeriatın da geçerli tarafları olduğunu ileri sürerek İslam'a aykırı iddialarda bulunmaktadırlar. Yukarıdaki ayet bu düşünceyi ret etmektedir. 

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa      Makaleler

 

 

Kur’an Ayetlerinde Şeriat

Yayınlanma Tarihi: 14.08.2024