Akıl cevherinin yaratılması konusunda çeşitli görüşler vardır. Hz. Peygamberin (sav) bir hadisinde şöyle buyurduğu bildirilmektedir: “Allah'ın ilk yarattığı kalemdir. Allah'ın ilk yarattığı akıldır. Allah'ın ilk yarattığı benim ruhumdur.”

Başka bir rivayete göre Allah Teâlâ önce kalemi yarattı. Sonra kalemi ikiye ayırarak bir parçası Peygamberimizin ruhu diğer parçası da akıl oldu. Bu rivayetlerin hepsi aynı olgunun farklı ifade şekilleridir. Temelde aynıdırlar. Kalem, Peygamberimizin ruhu ve akıl üçü de aynı şeyi gösterir. Buna insanların bir kısmı şaşırsa da, bunlar doğrudur.

“Allah'ın ilk yarattığı kalemdir” ifadesinde zikredilen kalem bizim anladığımız anlamda bir kalem değildir. O Allah'ın kalemidir ve O’nun azâmet ve celâline uygundur. Aynı zamanda o Ruh-i Muhammedî’dir. Allah Teâlâ bu ruhu yarattığı sırada ona muhabbet nazarı ile bakmış, ondan haya meydana gelmiştir. Ruh bu hayadan dolayı ikiye ayrılmış ve parçalardan biri akıl olmuştur. Buna göre kalem, akıl ve ruh üç ayrı şey gibi görünse de, hepsi ruh ve akıldan oluşan kalemdir.

Allah Teâlâ elinin kudreti ile mülk ve meleküt aleminde kalem vasıtasıyla yazmaktadır. Bunun için Allah kaleme yemin ederek şöyle buyurmaktadır: “Nun, kalem ve onunla yazılanlara ant olsun ki” (Kalem, 68/1). Allah Teâlâ bu kudretini ortaya koyduğundan dolayı Kendisini sena ederek şöyle buyurmaktadır: “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir, elbette kadirdir. Çünkü o her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir. O’nun emri, bir şeyi dileyince, ona sadece “ol” demektir. O da hemen oluverir. O halde her şeyin mülkü ve tasarrufu elinde bulunan Allah'ın şanı ne yücedir. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz” (Yasin, 36/81-83).

Ruhun ikiye ayrılması hayadan dolayı olup, aklın ortaya çıkmasına neden olduğundan aklın bulundu her şeyde haya da vardır. Aklın olmadığı yerde hayadan söz edilmesi mümkün değildir. “Haya imandan bir şubedir” hadisinin sırrı budur.

Hz. Peygamber bir hadisinde insanlardaki akılların ilk akıldan insanlara, buğdayların taksim edildiği gibi bölüştürülmüş olduğunu ifade etmiştir. Böylece insanların akılları farklı derecelerle ortaya çıkmıştır.

İlk akıldan akılların oluşumuna en uygun benzetmeyi, kendisinden bütün kandillerin tutuştuğu ilk kandile benzeterek yapabiliriz. Bu durumda fitillerin sayısınca kandillerin de sayıları artar. Fitilleri ise o kandilin ışığından kabiliyetler kadar kabul ederler. Işıklar arasındaki farklılık, fitillerin farklılıklarına göre gerçekleşir. Bununla beraber, ilk kandilden bir şey eksilmez. O bulunduğu ilk kemal halini devam ettirir. İlk kandil asıl ve öncelik olması bakımından diğer kandillerden üstündür. Ayrıca ilk kandil bir maddede bulunmaz. İlk akıl yaratılan alemden değildir. O kendi başına var olup mekanı olmayandır.

İlk kandil ile Rabbin arasında bir vasıta yoktur. Diğerleri ise varlığını ancak ilk kandil vasıtasıyla ve kendisindeki tutuşmayı kabul ettiği maddeler vasıtasıyla alır. Böylece akılların dış varlıkları ortaya çıkmış olur. Fakat insan akılları bu yapıyı farkında değillerdir. Yani akıllar, kendisinden çıktıkları ilk akıllı algılamaktan acizdirler. Aynı şekilde ilk aklı yaratan Allah Teâlâ'yı da algılamaktan daha acizlerdir.

 

Aklın Özellikleri

Akıl, insan ruhunun bir parçasıdır. İrfan ehlinin kalplerinin hayatıdır. İnsan aklı ile Allah'ı bilir. Bu nedenle de Allah Teâlâ kainatı insanın emrine vermiştir. Bütün alem Peygamberimizin yüzü hürmetine yaratılmıştır. İlk yaratılan akıl öyle bir cevherdir ki, alemin bütün parçalarını çevrelemiştir. Alemdeki bütün varlıklar, felekler, melekler bu ilk (küllî) akla hizmet ederler. Kalbi masivadan ve nefsi heva ve hevesinden koruyan bu küllî akıl insanlarda  zuhur edince onu sevgi şarabı ile yıkar ve mest eder. Alemin bütün varlıkları ve insanların her biri istidadı (kabiliyeti) kadar küllî akıldan pay alır. İnsanın hayvani ruhu (nefsi) ölünce, bu ilahi akılla (ruhla) diridir ve bakî olur. Bütün varlıkların hakikatlerini bilerek kâmil insan olur. Kâmil insanın, müminin ruhu ölmez,  ebedi saadete ulaşır. Her mümin kemal ve marifetinin sevgi ve güzelliğini (cemâl ve muhabbet) feyzini bu külli akıl (ruh) tan alır. O insanları terbiye ederek Allah'a ulaşmalarını sağlayan bir vasıtadır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı (ks) Hazretleri Marifetname adlı kitabında şunları yazmaktadır:

“Akıl sadık bir dosttur, her şeyden ibret alır. Olgun insanın aklı çok, konuşması azdır. Allah sevdiğine temiz kalp, iyi ahlak, doğru akıl ihsan eder. Akıl Allah'a hitap vasıtasıdır. Dünya ve ahiret mutluluğunun sermayesi ve bir fitrî nurdur ki, hikmet nurlarını aldıkça ışığı artar. Akıl odur ki, nefsi şehvetlerden, kalbi şüpheli şeylerden, gözü harama bakmaktan meneder ve hepsini Allah'ın huzurunda toplar. Akıl odur ki, işlerin sonunu görebilsin, kainatın defterini okusun. Akıl, insanî ruhtur ve hayvanî ruhun binicisidir. Hayvanî ruhsa, şehvani nefistir ve bedenin binicisidir.  Akıl ve kalp, melekût ve sema, gök alemine mensuptur, nurlu ve yüksektir. Beden ve nefis yer alemine (dünya) mensuptur, karanlık ve alçaktır. Akıl, yaratıcısının kulu, güzel ahlakın sultanıdır. Akıl, kalpten nurlu bir gözdür. Ona muhalefetin sonu pişmanlıktır. Az konuşan, doğruyu söyleyen, Hakk’ı bilen, halka iyilik eden akıllıdır. Kalbinde Allah sevgisinden başkasını bulundurmayan, nefsini bırakıp huzura giden akıllı ve Allah'ın sevgilisidir. Aklın belirtisi, güzel ahlak ve Allah'ı anmaktır. Akıl Allah'tan gelmiştir. Bütün işlerin düzeni ona bağlıdır. Aklın doğuşu ezelî nurdan, batışı da ona varıştır. Akıl kudretli bir padişahtır. Çünkü Allah'ın dünyadaki gölgesidir. Hiç gölge aslından ayrılır mı? Akıl hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran, gönlü parlatan bir nurdur. Akıl, alemin özünde Allah'ın rahmeti, her iki cihanın işlerini idare eden bir veziridir. Akıl hayır ve şerri ayıran bir sultan, insan kalbinin hayatıdır. Tabiatın dört unsuru mürit, akıl pirleri (yönetici), duyu organları asker, akıl onların kumandanıdır. Bunlardan emrine uygun hareket etmeyenler perişan olur. Beden uyur, akıl uyanık ve kendi aleminde gezer. Şehvetini mağlup olanın hali, akıl nuru sönmüş bir göze benzer. Yüzü güzel, aklı azdır. Onun budalalığı fena yaratılışına delildir. Akılsız güzelin kalbi kinle doludur. Akıl, öyle suretlere bakmaz, sahibini ateşte yakmaz. Gönülde seyreden (gezen) akıl, marifet devletine erer, sevgi şarabıyla kendinden geçer ve Allah'ın huzurundan muradını alır.”

Akıl ilk var olduğu için varlıktaki bütün ilahi yardımların sebebidir. Çünkü bir şeyin süreklilik sebebine ve dıştaki varlığının zuhuruna ilave her şey, başka bir sebepten kaynaklanır.

Akli düşüncenin gerektirdiği hikmet doğru olmayabilir. Allah'ın eşyadaki hikmeti ise, bilinmeyen doğru hikmettir. Bu hikmet, akıl yoluyla bilinmese de tamamen bilinmeyen bir şey değildir.  Ancak söz konusu hikmetin fikir gücü ile veya teorik araştırma ile tam tespiti mümkün değildir. “Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, çok iyilik verilmiştir ona” (Bakara, 2/269).

İbn Arabi (ks) Hazretleri Fütûhâtı Mekkiyye adlı kitabında, akıl ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Allah'ın yarattığı ilk şey kalem olan akıldır. Akıl örneksiz yaratılan ve Allah'tan zuhur eden ilk edilgendir. “ O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir” (Bakara, 2/117). Allah Teâlâ aklı Amâ’da, Rahman'ın nefesinin ilk derecesinden var etti. Bu ilk derece yaratılmış insan nefesinde hemzeye karşı gelir. Hemze, insan nefesinden oluşan harflerden örneksiz yaratılan ilk harftir. Aklın tümel nefisteki hükümlerine benzer olarak hemzenin de bir takım yönleri ve hükümleri vardır. Bunlardan bir tanesi “Şükrederseniz, artırırım” (İbrahim, 14/7) ayetinde belirtilen ilahi yardımdır. Başka bir ayette de, “İyilik yapanlar için ilave vardır” (Yunus, 10/26) denilir.”

 

Mülk Aleminin Oluşunda Aklın Payı

Allah Teâlâ mülk alemini yaratmak istediğinde bir cevher yarattı. Bu cevherin yarısı Ruh-î Nur-î Muhammedî’nin güneşinden, diğer yarısı da akıldan ayrılmışlardır. Allah Teâlâ yarattığı bu cevhere heybet nazarı ile baktı. Cevher Rahman'ın heybetinden eriyerek yarısı ateş diğer yarısı su olmak üzere iki parça oldu. Ateş su üzerinden akınca ondan duhân (buhar) meydana geldi. Bu buhardan gökler ve akan suyun yüzündeki/köpükten de yerler yaratılmıştır. Bu yaratılış ile ilgili Peygamberimizin bir hadisi şöyledir: “Allah yeryüzünü bir günde yarattı. O cihandaki ilk gündür. Gün zamanın neticesindendir. Zaman ise feleklerin hareketi ile olur. Gökleri yaratıp hareket verdiğinde ilk gün meydana geldi ve ona cumartesi adını koydu. Pazar günü dağları, pazartesi günü bitkiler ve ağaçları yarattı. Salı günü zorluk ve kerih şeyleri, çarşamba günü nurları var etti. Perşembe günü bütün türleri ile hayvanları, cuma günü namaz vaktinden sonra günün son bölümünde ise Adem’i yarattı.”

Mülk aleminin yaratıldığı cevherin yarısı Ruh-î Muhammedî’nin güneşinden ayrılan parçadır. Bu parça Hakk’ın nazarında beslenme ve yükselmeyi ister. Cevherin diğer yarısını oluşturan donuk akıldan meydana gelen parça ise aşağıda kalmıştır. Akıldaki bu özellik Ruh-î Muhammedî’nin bazı sıfatlarından dolayıdır. Bu sıfatlardan birisi muhabbet/aşk, diğeri ise nur sıfatıdır. Aşk yakıcı bir ateş iken nur donuktur. Ruh-î Muhammedî’den ayrılıp ruhların mertebelerini dolaşan latife aşktan; akıldan ortaya çıkan ve nefislerin mertebelerinde dolaşan latife ise nurdandır. Akıl ve aşk arasında sürekli bir ihtilaf ve çekişme vardır. Bu nedenle de asla bir araya gelemezler.

Bir yere aşk girerse orada akıl bulunmaz. Eğer bir yere akıl girerse oradan da aşk uzaklaşır. Bunun örneklerini Hakk aşıklarında görmekteyiz. Bu kişiler dışarıdan meczup görünürler. Çünkü kendilerini ilahi aşk kaplamıştır. O zaman akıl onları terk etmiştir. Normal insanlar gibi düşünmezler. İlahi aşkın ateşi kalbe düşünce orada ne varsa yakar. Orada ne akıl kalır ne de başka bir sevgi. Her şeye akıl ile yaklaşanların kalpleri ise akıl ile kaplı olduğundan, onların kalplerinde aşk ateşi bulunmaz. Bu kişiler aşk ateşini tatmamış olduklarından aşıkların hallerini anlayamazlar.

Mülk aleminin yaratıldığı cevherin Hakk’ın heybetiyle ikiye ayrılmasından ateş ve suyun oluşmasını şöyle de anlayabiliriz. Akıldan kopan parça korkak olduğu için, bu korkunun etkisiyle eriyip suya dönüştü. Ruhtan kopan parça ise sevgilinin nazarında beslendiğinden onda şevk galip oldu. Muhabbet ışığı alevlenince ateş meydana geldi. Su ile ateş arasındaki zıtlık aynı şekilde akıl ile aşk arasında da mevcuttur. Bu nedenle de aşk ile akıl birbirleriyle anlaşamazlar.

Bu konuda Necmeddîn-i Dâye (ks) Hazretleri  Mirsâdü’l-İbâd adlı kitabında şunları ifade etmektedir:

“İşte bu nedenle felekler ve yıldızlar gibi yükseklik özelliği olan ne varsa  muhabbet/ateşten yapılmıştır. Aşağılık özelliği bulunan yeryüzü, dağlar, denizler ve zikrettiğimiz diğer türler de aynı şekilde akıl/sudan yaratılmışlardır. Hz. Muhammed'in muhabbet sıfatından meydana gelen latife, öncelikle melekût ruhlarını dolaşmış, daha sonra mülk ve melekûtun sıfat ve suretlerine cevher kapısından erişme iznine sahip olmuştur. Bu nedenle mülk ya da melekût bütün kainatta, muhabbetin sırlarından bir sırra tabi olmamış hiç bir zerre yoktur. Aynı şekilde hiçbir zerre - istidâdı ölçüsünde - kendi yaratıcısının muhabbetinden uzak kalamaz. Bu duruma kendisine hâl diliyle senâda bulunan Allah Teâlâ şöyle dikkat çekmektedir; “O’nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tespihini anlamazsınız” (İsra, 17/44).”

Bütün varlık tespih ve takdislerini Ruh-î Muhammedî’nin aynası vasıtasıyla gerçekleştirir. Çünkü bu aynada kainatın bütün zerreleri gözükürler. Allah'ın mânâlar aleminde oluşturduğu her varlığın, görünür alemde de bir sureti yaratılmıştır. Melekût aleminin sureti  Hz. Muhammed'in şahsıdır. Ehadiyet güneşinin nurunun sureti “La ilahe illâllah/Allah'tan başka ilah yoktur” cümlesidir. Peygamberlerin gönderilmelerinin sırrı gönüllere tevhid tohumunu ekmektir. Bu nedenle de “Dünya ahiretin tarlasıdır” buyurulmuştur. Yine Peygamberimiz, “La ilahe illâllah deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi.” buyurması tevhid tohumunun gönüllerin topraklarına saçılmasına işaret eder. Bu durum Allah Teâlâ’nın şu ayetinde dile getirilmektedir:

“Görmedin mi Allah nasıl bir misal verdi? Güzel bir söz, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller verir.” (İbrahim, 14/24,25)

 

Akıl ve Keşif

Alemde belirsiz olan şeyler vardır tıpkı fizikteki belirsizlikler gibi. Çünkü alemdeki her şeyin aslı ilahi bir hakikattir. Hakk, aklın onu tenzih ettiği birtakım özelliklerle kendisini nitelemiştir. Akıl söz konusu hususları ancak iman ve teslimiyet yoluyla kabul edebilir veya akıl bu hususları kendi düşüncesine layık bir tevil yoluyla kabul edebilir. Keşif sahibi insanlar ise onu sıradan insanların anladığı gibi bilir. Onlar “O’nun benzeri bir şey yoktur” ifadesi ile münezzeh olsa bile, Hakk’ın bu niteliği niçin kabul etmediğini de bilirler. Bu keşif bilgisinin sonucudur. Keşif ise aklın gücünün ötesindedir. Bu nedenle de kendi düşünceleriyle meseleye bakan akılların anlayabileceği bir konu değildir.

Allah Teâlâ'nın güzel isimleri iki kısımdır. Birincisi aklın kabul ettiği ve  algılayabildiği isimlerdir. Akıl bu isimleri Allah'a nispet eder ve Allah'ı onlarla isimlendirir. Diğerleri de ilahi isimlerdir. Eğer şeriat onları bildirmeseydi akıl onları kabul etmeyecekti. Böylece akıl onları inanarak kabul ederken kendisi bakımından anlamlarını bilemez. Hakk bu isimlerin kendisine nasıl nispet edildiğini Nebi ve velilerin bildirdiği gibi bildirince akıl da onları öğrenebilir.

Allah bilinmeyi sevmiş, peygamberler vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu bilinme onlara gönderdiği kitaplarda ve sayfalarda belirtilmiştir. Böylece akıllar da Allah'ı tanımış olurlar. Allah akla fikrî araştırma gücü verdiği için, onlar delil ve kanıtlarla olumsuzlayan bir bilgi ile Allah'ı bilmiş olurlar. Ancak akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez.

Akıl herhangi bir şekilde Hakk’a ait olumlu zati bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce delili ile hareket ettiği için aklın şeriattan payı sadece “O’nun benzeri bir şey yoktur” ifadesinden ibarettir. Bu nedenle Allah, aklın kendi başına algılayamayacağı bilgileri tebliğ etmesi için peygamberler göndermiştir. Bu söz konusu bilgiler Allah'ın zatı ve ona yaklaştırıcı amelleri ve nispetleri gösterir. “Kime hikmet verilirse kuşkusuz ona büyük iyilik verilmiştir. Sadece akıl sahipleri öğüt alır” (Bakara, 2/269)

 Allah'ın varlıklarla arasında özel bir yüzü (vechi) vardır. Bu yüzdeki bilgi, insanı sebep ve illetle sınırlamaktan uzaklaştırır. Akılcıların (filozofların) bu özel yön hakkında bilgisi yoktur. Bu özel yönü bilmek doğal kimyadaki iksiri bilmek gibidir. Bu ariflerin iksiridir. Buna göre varlıkların Hakk'a bakan yüzünde, zahire bakan yüzlerinde olduğu gibi bir sebep ve sonuç ilişkisi söz konusu değildir. Orada ne olup bittiğini zahiri taraftan bakanların anlamasına imkan yoktur. Bu müspet bilimcilerin madde ve fiziksel olgular hakkındaki teorileri ve zanlarının neden daima eksik ve kısmen belirsiz kaldığını açıklamaktadır. Maddenin Hakk’a bakan yüzünü akıl ve duyularla anlayamadığımız için maddenin mutlak hakikati hakkında teoriler ve modeller inşa etmek daima eksik ve belirsiz kalacaktır.

Allah'tan başka ilah yoktur. Hakk’ın zatının kendiliğindeki birliği hakkında hüküm vermek için mahiyeti hakkında bilgi mevcut değildir. Çünkü o alemdeki bir şeye benzemediği gibi hiçbir şeyde ona benzemez. Dolayısıyla akıllı insan O’nun nezdinden bir haber olmaksızın Allah'ın zatı hakkında konuşmaya kalkmaz. Haber gelse bile haberde bildirilen hükmün O’nun zatı ile ilişkisini bilemeyiz. Bunun nedeni onu bilemeyişimizdir.

Bazıları akıl nuruna ilave olarak iman nuru ile Allah'ı “bir” lerler. İman nuru mutluluğa ulaştıran şeydir ve o kesinlikle delilden gerçekleşmeyen bir nurdur. Bu nur, ilahi inayetten meydana gelmiştir ve verdiği haberler doğrudur.

Allah'tan sana bir bilgi geldiğinde onu fikir terazisinin altına sokma ve aklının o bilgiye ulaşacağının bir yol kabul etme. Yoksa helakına sebep olursun. Çünkü ilahi bilgi terazi altına girmez. Teraziyi koyan ilahi bilgidir. Onu koyanın onun hükmü altına girmeyeceği aşikârdır. Allah'tan gelen bilgi akılla çelişebilir. Çünkü bu bilgi alametten gerçekleşmemiştir. Bir şey hakkında en güçlü alamet o şeyin kendisidir. Ondan başka hangi alamet olursa olsun o alamette  isabet tesadüfidir.

Şeriat ve ilahi nebevi haberler olmasaydı Allah hakkında bilgi edinemezdik ve akıldan hareketle onları Allah'a veremezdik. Allah hakkında hüküm veren onun kendi sözüdür: “O’nu benzeri hiçbir şey yoktur” (Şuara, 42/11).

 

Allah’ın Zatı Akılla Bilinemez

Hakk Teâlâ'nın zatının ve sıfatlarının bilinmesi konusunda ruhun akılla istişare etmesi gereklidir. Bilinmelidir ki Hakk’ın zat ve sıfatları hakkında aklın ulaştığı her anlayış ve bilgiden Cenab-ı Hakk münezzehtir ve idrak edilen şeyin hilafınadır. Çünkü Hakk’ın zatı ancak kendisi ile bilinebilir. Bu nedenle Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Rabbimi Rabbimle bildim. Şayet Rabbimin fazlı olmasaydı Rabbimi bilemezdim.” Bütün bunlar bize, Allah'ın zatına akıl ile ulaşmanın ve onu bilmenin imkanının olmadığını göstermektedir. Çünkü akıl sınırlı olarak yaratılmıştır. Bu nedenle Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde, insanların Allah'ın zatı hakkında akıl yürütmemelerini emretmiştir.

Resuller vasıtasıyla Allah'ın nitelikleri konusunda bildirilen hususlar, aklın müfekkire gücünün kendisine vereceği bilgilerle olumsuzlanacağı bilinmektedir. Akılcılar söz konusu özellikleri kanaatlerine göre reddederler. Bu durumda imansızlığa düşer ve ebedi bedbaht olurlar. Bu nedenle Allah, Peygamberine kendi zatı hakkında düşünmeyi insanlara yasaklamasını emretmiştir. İman sahibi insanlar buna uydular. Fakat bazı akılcılar uymadılar. Onların Allah'ın zatı hakkındaki görüşleri birbirlerinden farklıdır. Hepsi kendi düşüncesine göre konuşur. Birisi diğerinin ileri sürdüğünü olumsuzlar. Onlar Allah'ın zatı konusunda bir görüşte uzlaşamamışlardır. Böylece Allah'a ve peygamberine asi olmuşlardır.

Bu insanların durumu hakkında İbni Arabi Hazretleri Fütûhâtı Mekkiyye adlı kitabında şunları ifade ediyor:

“Onların halini anlatan bir darb-ı mesel, “Gürültü duyuyorum, ama bir şey görmüyorum” der. Sonra şeriat gelerek akılların gösterdiği şeyin zıddını söylemiştir. Şeriat, (Allah hakkında) gelmek, inmek, sevinmek, istiva etmek, el, ayak gibi ifadeleri zikretti. Bunlar sahih rivayetlerde (Allah'a izafe edilen) bize aktarılan yaratıkların nitelikleridir. Ardından Şâri, “O’nun benzeri bir şey yoktur” buyurdu. Bununla birlikte bu nitelikler de sabittir. Bunları Allah'a vermek aklın iddia ettiği gibi imkansız olsaydı, Allah onları kendisi için kullanmaz, doğru haber yalan olurdu. Çünkü Allah peygamberini “kavminin diliyle kendilerine açıklasın diye” gönderdi. Allah, onlara anlamaları için vahiy indirdi. Hz. Peygamber açıklamış, tebliğ etmiş, Allah'ı tebliğini yaptığı hakkında ümmetine şahit tutmuştur. Dolayısıyla “O’nun benzeri bir şey yoktur” ayetindeki özel nispeti bilemedik. Zikredilen sözlerin anlamını ise kavradık ve bunlardan anlaşılan şeyin konuma göre bir olduğunu öğrendik. Onların nispetleri, nispet edilen şeyin değişmesi ile değişir, yoksa hakikatlere göre değişmez, çünkü hakikatler değişmez.”

Selameti ermek için şeriatın getirdiği şeye göre davranmalıdır. Çünkü Allah kendisini en iyi bilen ve sözünde en doğru olandır. Biz O’nu olduğu hal üzere öğrendik. O’ndan başka ilah yoktur. O aziz ve hakimdir.

Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir. Peygamberlere selam olsun. Hamd alemlerin Rabbi Allah'adır.” (Saffat, 37/180-182)

İnsanlar sadece duyu ve akla sahiptirler. Allah ise duyuyla algılanamadığı gibi akılla da algılanamaz. Çünkü o perdesinin ardındadır. Her şeyi ihata etmesine rağmen biz onun perdesinin önündeyiz. Peki bu perdeler niçin vardır? Bunun cevabını şu ayet veriyor: “Bunlar, ancak bir fitnedir. Onunla dilediğini şaşırtır ve dilediğine hidayet edersin. Sen bizim Veli’mizsin. Bize mağfiret et ve bizi bağışla.” (Araf, 7/155)

 

Allah’ı Akılla Tenzih Etmenin Sakıncaları

Allah'ı aklınla tenzih etmekten sakınılmalıdır. O’nun kendi kelâmı olan Kur'an ile tespih ve tenzih edilmelidir. Bu durumda bidatçı olmaktan kurtulunur. Böylece zarar veren bir şey söz konusu ise ondan uzak durulmuş olur.

Hz. Peygamber (sav), “Sen kendini övdüğün gibisin” der. Öyleyse insan, şeriatta Allah'ın niteliği olarak yer alan bir şeyden O’nu tenzihten sakınmalıdır. O’nu akılla tespih etmemek gerekir. Çünkü akli deliller, çoğunlukla ilahiyat konularında dini delillerle çelişir. Bu nedenle Allah Teâlâ, fikrî ve teorik araştırmalarla çıkarılan hükümler ile tespih edilmez. Çünkü fikir ile elde edilen şeylerin çoğu bilgisizliktir. Allah'ın kınadığı ile kınamak, övgüsüyle övmek, rahmeti ile merhamet etmek, laneti ile lanetlemek. Bu şekilde davranılırsa kesin bilgiye ulaşılır ve insanın elleri hayırla dolmuş olur.

Tespih, alemdeki her varlığın övgüsüdür. Bu akıl sahiplerini şaşırtan ilahi bir tuzaktır. Allah “Her şey O’nun hamdini tespih eder” (İsra, 17/44) buyurur. Burada “hamd eder” veya “tekbir eder” veya “tehlil eder” denmedi. Çünkü bunların hepsi, varlığını ispatlamak için yapılan övgülerdir.
Tespih  olumsuzlayıcı bir övgüdür. Bu ilahi bir tuzaktır. Çünkü bu tuzak düşünce gücü ile hareket eden akılları etkilemiştir. Arifler, Allah'ın her şeyin tespihini kendisine izafe edilen hamdiyle  sınırladığını görmüş, O’nu kendisini övdüğü nitelikle tespih etmişlerdir. Akıllarıyla tespih edenler ise, O’nun övgüsünü unutmuşlar, akıllarına gelen kanıtları kullanmışlardır. Allah bunu, fikirlerini perdeleyerek kendilerinden gizlemiştir. Bu fikirler istiva, beraberlik, mekanda bulunmak, binmek gibidir. Bu fikirler Allah'ın kitabında ve peygamberlerin sözlerinde dile getirilip Allah'ın onayladığı hususlardır. Akıllarıyla ilahiyat konularını araştıranlar bu hususlarda yanlış yorumlar yapmışlardır. Allah'ı övdüklerini zannederek, O’na karşı saygısızlık yapmışlardır. Fakat Allah Teâlâ “
Allah, halîm ve bağışlayandır”(İsra, 17/24) ayeti ile onları cezalandırmamıştır.

Aklın eşya hakkındaki araştırma ve inceleme ile anlamlarını öğrendiği bütün keyfiyetler Allah hakkında imkânsızdır. Bu keyfiyetler sadece keşif verileri ile öğrenilebilir. Bununla beraber, anlamlarına olmasa da, isimlerine inanmak gerekir. Bu keyfiyetlere örnek olarak inmek, beraberlik, yerleşmek, gülmek, şaşırmak, razı olmak, öfkelenmek gibi sözleri verebiliriz.

Akıllı insan Allah'ı bilmek istediğinde kitaplarda ve peygamberin dilinde kendisinden bildirdiği haberlerle Allah'ı taklit etmelidir. Eşyayı bilmek istediğinde ise, kendi güçlerinin ve duyularının verileriyle onların hakikatini hakkıyla öğrenemez. O zaman, ibadetlerini çoğaltarak Hakk’ın onun duyması ve bütün güçleri haline gelmesine çalışmalıdır. Bu durumda insan bütün işlerini Allah ile bilir, onunla bildiğinde bu konuda bir bilgisizlik veya bir kuşku veya bir tereddüt ortaya çıkmaz.

Bunu elde etmek için Allah'ın emirlerine bağlanmak gerekir. Bunlar, sana emrettiği itaatler, kalbine gelen şeyler de kalbini gözetmek, Allah'tan utanmak, O’nun sınırlarında durmak, kendini ona tahsis edip mertebesini tercih etmek gibi ibadetlerdir. Böylece Hakk senin bütün güçlerin olur, sen de yaptığın iş hakkında basiret sahibi olursun.

Hakk, kendi hakkında akli kanıtların ve doğru fikirlerin reddettiği bir takım şeyler bildirmiştir. Bununla birlikte akıl, kanıtlar ortaya koymuş ve onlara inanmanın zorunlu olduğunu belirtmiştir. Taklit kaçınılmaz olduğundan sen Rabbini taklit etmelisin. Ayetleri tevil ederken aklını taklit etme. Onu söyleyen Allah'tan bilgisini öğrenmeye çalış. Sonra onu bilmede O’nun gibi oluncaya kadar amel et. Bu durumda arif olursun. İşte amaçlanan marifet ve doğru bilgi budur. “Ona batıl, önünden veya ardından giremez” (Fussilet, 41/42)

 

Akıl Cevherinin Sınırlı Olması

Allah Teâlâ “akıl” diye isimlendirilen bir cevheri yaratarak, kendisiyle doğal şehvete karşı koysun diye onu nefs-i nâtıka (düşünen nefs)’e yerleştirmiştir. Doğal şehvet, Şâri’nin kendisi için belirlediği yerlerin dışında nefsi yönlendirmek üzere nefse hakim olunca, akıl ona karşı durur. Akılda hem Allah Teâlâ'nın ve hem de düşünme gücünün verdiği şeyleri kabul etme özelliği yerleştirilmiştir. Allah düşünme gücüne hayalden elde ettiği verilerle, varlıklarda tasarruf ve hüküm sahibi olma gücü vermiştir. Ancak Allah kendi zatının düşünülmesini istemez, “Allah kendinden sizi sakındırır. Allah kullarına çok şefkatlidir” (Ali İmran, 3/30).

Allah'ın kendi zatını bilmesinden Allah'ı bilenler, akılların doğru fikirleri yönünden öğrenemedikleri şeyleri Allah'tan öğrenirler. Bu bilgi, sufilerin hakkında “aklın bilme yeteneğinin ardında” dedikleri bilgidir. Allah Teâlâ  Hızır Aleyhisselam için şöyle der: “Ona katımızdan bilgi öğrettik” Başka bir ayette “Ona beyanı öğrettik” buyurur. Burada Allah, öğrenme işini - düşünceye değil - kendisine izafe etmiştir. Buradan fikrin üzerinde başka bir makamın mevcut olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bu makam kula çeşitli konularla ilgili bilgi verir. Bu bilgilerin bir kısmı fikir gücü ile algılanabilirken bir kısmı, akıl fikir yönünden elde edemese de fikrin onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı ise fikrin tanımlaması imkansız olsa bile onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı ise aklın fikir gücü yönünden kabul edemeyeceği bilgilerdir. Bunların akıl ile delillendirilmesi mümkün değildir. Akıl onları doğru bir vaka olarak ancak Hakk’ın nezdinden öğrenir. Bunlardan imkansızlık kaybolmadığı gibi bu hüküm akla göre de ortadan kalkmaz.

Bu konuda peygamberimiz bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Bilginin bir kısmı hazine gibidir. Onu sadece Allah'ı bilenler bilebilir. Onu dile getirdiklerinde ancak Allah ile aldananlar onu inkar eder.” Her bilgi ibareye dökülmez. Bunlar kişisel tecrübeye dayanan zevk ilimleridir. Buna göre akıldan daha bilgili birisi  olmadığı gibi akıldan daha cahili de yoktur. Akıl sürekli bilgi alır. O halde akıl, bilgisi bilinmeyen alim iken, aynı zamanda bilgisizliğinin sonu bilinmeyen cahildir.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :   oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa       Tasavvuf Sohbetleri

Akıl Cevheri

Yayınlama Tarihi :  20.02.2021