Şeb-i Arus, Türkçe: Düğün Gecesi, (Farsça şeb: gece, Arapça arus: düğün), Mevlevilikte Mevlânâ Celâleddin-i Rumi’nin öldüğü gecedir. Mevlânâ Celâleddin-i Rumi, bu geceyi Rabb’ine, sevgiliye kavuşma gecesi olarak düşündüğü “Düğün Gecesi” olarak adlandırır. Rumi’nin ölüm yıl dönümlerinde 17 Aralık tarihlerine denk gelen haftalarda yapılan ve Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri olarak isimlendirilmeye başlanılan törenler, halk arasında “Şeb-i Arus” olarak da anılmaktadır.

 

Mevlânâ (ks) Hazretlerinin Ölümü

Mesnev-i Şerif bitmişti ve Mevlânâ artık yorulmuştu. Üstelik gönül dostlarını, Şems ve Selahattin’i yitirmesi, en yakınından oğlu Alaattin Çelebi'den gördüğü hürmetsizlik, bazı kişilerin onu kınamaları, kulağına kadar gelen dedikodular, mütemadi çalışmalar, ibadetler, riyazatlar Mevlânâ'yı yıpratmıştı. Son demlerini daimi bir tefekkürle geçirmekteydi. Bu büyük Veli kendi içine gömülüyor, dilediği ebedi sükunu, iç huzurunu kendi gönlünde buluyordu.

Hz. Mevlânâ'nın yorgun bedeni son hastalığının pençesine düştü. Hararet onu bir türlü terk etmiyordu. Etrafında bütün sevdikleri yanından ayrılmıyorlardı. Ancak hastalığının ne olduğunu bir türlü anlayamıyorlardı. Mevlânâ'nın mübarek vücudu hararetten yanıyor gibiydi. Yanımdaki su dolu kabı ellerini sokuyor, yüzüne alnına sürüyordu.

Hasta yatağına düştüğü bu sıralarda yedi gün yedi gece şiddetli depremler oldu. Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı. Dünya birbirine girdi. Yedinci depremde halk korku ve dehşet içinde Mevlânâ'ya geldiler. Ondan dua etmesini niyaz ettiler. Hz. Mevlânâ tebessüm ederek, “Korkmayın, zavallı toprak açıkmış, yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lazımdır” diye buyurdu ve yanında bulunanlara şöyle vasiyet etmeye başladı:

“Ben size gizli ve aşikar olarak Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yemek yemenizi, az uyku uyumanızı, az konuşmanızı, günahlardan çekinmenizi, oruca, namaza devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, bütün insanlardan başınıza gelecek eziyetlere ve cefalara sabır ve tahammül göstermenizi, cahil insanlarla, zevklerine düşkün olan sefihlerle oturup kalkmaktan kaçınmanızı, kerem sahipleri ile salih ve iyi kişilerle sohbet etmenizi, beraber bulunmanızı vasiyet ederim. Çünkü insanların en hayırlısı insanlara faydası dokunandır, sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Heva ve hevesten yüz çevirmek, şehvetten kaçınmak kahramanlıktır. Heva ve hevesi bırakmak da peygamberliğe has bir kuvvettir.”

Mevlânâ ölüm döşeğindeydi. Şu fani dünyayı şereflendirirken aldığı ilk nefesini Konya'da vereceği son nefesle tamamlayacaktı. Feyizlerle, aşkla, imanla geçen sayılı nefesler bitmek üzereydi. Hâlâ aklı başında, hafızası yerindeydi. Emaneti sevdiği ve sevildiği Allah'ına teslim etmek üzere iken bile, vezinli, kafiyeli, derin manalı, çok duygulu beyitler söylüyordu. Mevlânâ'nın ölüm döşeğinde söylediklerini, sonra Çelebi Hüsamettin Hazretleri elindeki kağıda herhalde gözyaşları dökerek gönül kanıyla yazmıştır.

Hz. Mevlânâ 17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken şu fani dünyaya gözlerini kapattı.

Ertesi günü Hz. Mevlânâ'nın cenaze namazını kıldırmak üzere Sadrettin Konevi Hazretleri çağrıldı. Çünkü Mevlânâ böyle vasiyet etmişti. Sadrettin Konevi Hazretleri namaz kıldırmak için kalabalıktan ayrıldı, tabutun önüne geldi. Tekbir alır almaz heyecana kapıldı, hıçkırıklarla kendinden geçti, yere yığılıp kaldı. Kadı Siraceddin ilerledi ve namazı o kıldırdı. Şeyh Sadrettin Hazretlerinden, neden kendinden geçerek yere düştüğünün sebebi sorulduğu zaman şöyle buyurdu: “Namaz kıldırmak için tabutun önüne vardığım zaman meleklerin saf bağlayıp tabutun önünde durduklarını gördüm. O halin heybetinden, dehşetinden aklım başımdan gitti” buyurmuştur. Namazı kılındıktan sonra, tabut yine başlar üzerinde taşınarak babası Sultan-ı Ulemanın mezarının ön tarafında hazırlanan yere defnedildi. Güneş batmak üzereydi. Konya'da hüzünlü bir akşam yaşanıyordu.

Mevlânâ'nın maddi varlığı gözler önünden çekilmiş fakat manevi varlığı gönüllerdeydi. Ve gönüllülerde kalacaktı. Zaten kendisi de bu hakikati çok iyi bildiği için “Öldükten sonra bizim mezarımızı yeryüzünde aramayınız, bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” diye buyurmuştur.

Yine bugünlerde ev halkını biraz daha ağlatan, onu sevenleri biraz daha üzen bir vakıa olmuştu. Mevlânâ'nın kedisi onun vefatından sonra bir şey yemedi, içmedi, yedi gün yaşayabildi. Kızı Melike Hatun o vefalı kediyi kefenledi, ağlaya ağlaya türbenin civarına gömdü. Helva pişirdi, Mevlânâ'yı sevenlere dağıttı. Hazreti Mevlânâ'nın vefatından az bir zaman önce bu kedi, Mevlânâ'nın önüne gelip hazin bir şekilde miyavlamış. Mevlânâ gülümseyerek, “bu zavallı kedi ne dedi biliyormusunuz?” diye buyurmuş, orada bulunanlar “Hayır” demişlerdir.  Mevlânâ o: “Bugünlerde siz selametle yükseklere, öz vatanına gideceksiniz. Ben zavallı ne yapacağım? dedi” diye buyurmuş.

Mevlânâ Celâleddin Rumi’ye göre, ölüm ile ruhun özgürlüğüne kavuşup gerçek bir ölümsüzlük kazanması şöyle ifade edilebilir:

“Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünya derdi var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme! Sakın ola ki öldüğüm için ağlama; yazık, vah, vah deme! Beni toprağa verdiklerinde de veda, veda deme! Bilesin ki o vakit benim ayrılık vaktim değil, Rabbimle buluşma, yani vuslat vaktimdir! Mezar bir perdedir ki onun arkasında cennetin huzuru vardır! Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki güneşle ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nuruna bir ziyan gelir mi? Bu hal sana batmak, kaybolmak gibi görünse de aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır! Tohum toprağa düşse onun için öldü denilebilir mi? Bil ki ölüm ruhun bir başka aleme doğmasının sancısıdır. Yani bu fani alem için adı ölümdür ama baki ve edebi olan alem için adı doğumdur!”

Mevlânâ'nın ölüm hakkındaki bazı şiirleri şöyledir:

“Ey bu dar ten kafesinden uçan kuş! Sen varını yoğunu aldın, göklerin üstüne yücelttin!

Bundan sonra yepyeni, taze biri zindelik, bir dinçlik gör, ne zamana kadar, bu yer yeryüzündeki serseri zindeliği, dağınık, zevksiz hayatı sürdüreceksin?

Şu dünya yüzündeki hayat aslında bir ölümden ibarettir. Bizi korkutan ölüm de hakikatte hayattır. Bunu ters düşünmek yani ölümü bir başka bir aleme doğmak değil de yok olup gitmek gibi sanmak imkansızlıktır.

Eğer Hakk, ten hanesini yıkarsa, inleme, şikayet etme. Şunu iyi bil ki, aslında sen ten zindanında mahbussun. Ölüm gelip de orası yıkılınca kurtulacaksın.” (Divan-ı Kebir)

“Bütün kainatın ve varlıkların yaratıcısından, o Celâl ve Cemâl sahibinden, ruha çok tatlı bir hitapla “Haydi kulum, gel!” denilince ruh, nasıl olur da kanatlanıp uçmaz.

Berrak denizden ayrılmış, kurak yere düşmüş bir balığın kulağına dalga sesleri gelirse, balık nasıl olur da hemen sıçrayıp asıl yurdu olan denize atılmaz .

Ruhunu yok olmaktan kurtaran ebediyet güneşinin ışığında, her Sufi nasıl olur da zerre gibi titremez, oynamaz? Bu kadar latîf, güzel, sevimli ve can bağışlayan olan eşsiz varlığı bulamayan, tanıyamayan ve sevemeyen kimse, cidden ne zavallı, ne kötü, ne sapık bir kimsedir?

Ey ruh kuşu, ihtiraslarından, günahlarından temizlendin, nefsinin kafesinden kurtuldun, mana kanatların açıldı, haydi! Geldiğin yere, kendi öz vatanına doğru uç, uç!”  (Divan-ı Kebir)

Mevlânâ'nın sandukası üstünde yazılı olan şiirleri:

“Ölüm günümde tabutum götürülürken bende bu dünyanın derdi, gamı var, dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum sanma, bu çeşit şüpheye düşme. Sakın öldüğüm için bana ağlama, yazık oldu, yazık oldu deme, eğer nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme, o vakit benim ayrılık vaktim değil, buluşma, kavuşma vaktimdir. Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın veda, veda deme, çünkü mezar, öteki alemin, cennetler mekânının perdesidir. Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya. Bir de doğmayı gör. Düşün, güneşle, aya, gözden kayboldukları zaman bir ziyan geldi mi? Bu hal sana, batmak, kaybolmak gibi görünmese de, aslında bu hal, doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır. Mezar, insana hapishane gibi, zindan gibi görünürse de orası, ruhun kurtulduğu yerdir. Hangi tohum yere atıldı, ekildi de tekrar bitmedi, topraktan baş kaldırmadı? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin? Hangi kova kuyuya sarkıtıldı da, dolu çıkmadı? Can Yusuf'u neden kuyudan ziyan görsün, niçin feryat etsin? Bu dünyaya ağzını yumunca, öte tarafa aç! Artık senin hây huyun, uğraşmaların mekansızlık alemindedir.”
Mevlânâ'nın sandukasının alt kısmında da şu gazel oyularak yazılmıştır:

“Benim mezarımın toprağından buğday biter de, sen o buğdaydan ekmek yaparsan, onu yiyince sarhoşluğun artar. O buğdayın hamuru da, deli olur, o ekmeği yapan da. O ekmeği pişiren tandırda yanarken aşka gelir de sarhoşça beyitler söyler. Eğer sen benim mezarımı ziyarete gelirsen, üstümdeki toprak yığınının neşe ile oynadığını görürsün. Kardeşim, benim mezarıma sakın defsiz gelme, çünkü Allah'ı sevenlere, O’nun huzurunda olanlara, dertli olmak, kederli olmak yaraşmaz. Çenemi bağlamışlar, mezardan yatıp uyumuş gibiyim amma, ağzım sevgilinin lütfettiği mezeleri çiğnemededir. Kefeninden bir parçacık yırtar da, göğsüne bağlarsan, canından sarhoşluğa bir kapı açılır da her yandan Hakk sarhoşlarının çalıp çağırmasını duyarsın, işin iş olur. Sana her işten mutlaka uğurlu, hayırlı başka bir iş doğar. Allah, beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem de, çürüsem de, ben yine o aşkım. Ben Hakk sevgisinin şarabıyla öyle kendimden geçmişim, öyle bir mest haldeyim ki, zaten benim aslım aşk şarabıdır. Söyle bakalım, şaraptan, sarhoşluktan başka ne doğar? Ruhum beni terketti, Tebrizli Şemseddin'in ruhunun bulunduğu burca gider de, artık bir daha geri gelmez.”
Mevlânâ'nın sandukasının ayak cephesinin beyzî kısmının kenar kuşağında Mevlânâ'nın bir gazelinden şu beş mısra konulmuştur:

“Canı Sen aldığın için ölmek, şeker gibi tatlıdır. Seninle beraber olunca ölüm, tatlı candan daha tatlıdır. Bu mukayeseyi, bu benzetişi bırak, çünkü ölüm, ateş bile olsa, Hakk’ın Halil’ine bağdır, bahçedir, âb-ı hayattır. Dünyayı bırakıp gitmek, bu cihanda ölüm görünür, fakat o yanda öteki âlemde doğumdur.”

 

Tasavvufta Ölümün Anlamı

Önce tasavvufun ne olduğunu anlamaya çalışalım.

Tasavvuf, kişinin zahiren ve bâtınen İslâm edebiyle edeplenmesi  ve ilâhî ahlâk ile ahlâklanmasıdır.  Tasavvuf, Hakk’a karşı sadakatli, halka karşı güzel ahlâklı olmaktır.  Tasavvuf, şerîatın, en üst seviyesi olan ihsân makamında yaşanmasına verilen isimdir.  Tasavvuf, nefsin bütün zevklerini terk etmektir. Tasavvuf, hallerin, işlerin ve huyların en iyisini alıp uygulamaktır. Sûfî, gelenin ve gidenin kendisini megul ve rahatsız etmediği insandır. Sûfî, yakın görünen fakat erişilmesi güç olan insandır.  Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufu, içinde sulh ve sükûn olmayan bir harptir diye tarif etmektedir.  Hz. Mevlânâ’ya göre ise tasavvuf, billurlaşmış belli kaide ve akideler mecmuası değil, duyulan, yaşanılan bir vakıadır ki, öyle aklî ve hissî muhakemelerle değil, ancak keşif, ilham ve aşk ile anlaşılabilir. 

Tasavvufun başlıca gayesi, bedenin ve maddî isteklerin odaklandığı “nefs”in kemâle ermesini, bir bakıma onun ruh seviyesine çıkmasını sağlamaktır. Bu da sonuç olarak gafletten uzak bulunmak, uyanık olmak, manevî hayatla diri olmak demektir. Bir başka ifadeyle Rable birlikte olmaktır. Tasavvuf düşüncesinin temelini teşkil eden “ihsan” derecesini yakalamak, her an kendini Allah’ın huzurunda hissetmek, “O’nu görüyormuş gibi” kullukta bulunmaktır.

Tasavvufun tariflerinden biri de şöyledir: “Tasavvuf, Hakk’ın seni senlikten öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.” İşte bütün sır buradadır. Bu noktada çelişkiler yok olmakta, ölümle hayat birleşmekte, bir bakıma ölüm gerçek hayatın sebebi olmaktadır. Bu tarifte geçen “ölüm” ve “hayat” kavramlarının maddî ölüm ve hayatla bir ilgisi yoktur. Buradaki ölüm kibrin, gururun, enaniyetin, hasedin yok edilmesi; kısacası nefsin hakimiyet altına alınması, sanki ölmüşcesine etkisiz hale getirilmesidir. Tasavvuf terimiyle söylersek bu zühddür, terktir, nihayet “fenâ fillâh”tır.

Tasavvufî düşüncede ölüm, sadece bedenin ölümüdür. Ruhun ölümü diye bir şey yoktur. Ölüm, Allah Teâlâ’dan gelen ruhun tekrar ona dönmesi, karanlıklardan kurtulup aydınlığa kavuşması, gerçek ve sonsuz bir hayata başlamasıdır. Ölüm, dosta giden geminin demir aldığı bir limandır. Zira ölümle yeni bir yolculuk, yeni bir hayat başlar. Hz. Peygamber vefat etmeden önce son söz olarak “Allahümme’r-refike’l-alâ” (Yüce Dost’a), yani “Hak Dost”a buyurmuştur.

Gazzâlî şöyle der:  “Arifler ölümü devamlı olarak hatırlarlar, çünkü ölüm onlar için sevgilisi ile buluşma zamanıdır. Seven sevgilisi ile buluşacağı günü asla hatırından çıkarmaz. Hatta bu yüzden ölümün geç gelmesine üzülür. Bir an önce bu dünyadan kurtulup Allah Teâlâ’ya dönmeyi arzular.

İbn Arabî ölümü üçe ayırır: “Fucaten ölüm, ızdırarî ölüm ve ihtiyarî ölüm. Fucaten ölüm, hiçbir belirtisi olmadan aniden gelen ölümdür. Izdırarî ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır ve bütün mahlûkat bunda birbirine eşittir. İhtiyarî ölüm ise sadece insanlarda meydana gelebilecek bir ölüm halidir. Bu ölüm, bilcümle nefsin arzu ve hevasından, cismanî lezzetlerden, tabiat ve şehvetin gereklerinden fanî olmaktır. Yani Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şeye iltifat etmemektir. Bu ölüm yeniden doğuşun ve ahiretin ilk menziline giriştir. Böyle bir ölümün sonu hayattır. Zira kalbin hayatı nefsin ölümündedir. Bu mevt-i ihtiyariye, bir insan-ı kâmilin eteğine yapışıp onun terbiyesi ile yetişmekle ulaşılır.

 Mevlânâ Hazretleri şöyle buyuruyor: “Bedenin ölümü, sır ehline bir armağandır; hâlis altına makastan ne zarar gelir?”

 

Yüce Dosta Kavuşma

Sâlih kula ölüm bir vuslattır, “En Yüce Dost”a kavuşma vesîlesidir. Mevlânâ Hazretleri’nin ifadesiyle “şeb-i arûs”tur, yani bir “düğün gecesi”dir. Dolayısıyla Hak âşıkları nazarında ölüm, dünya gurbetinden sılaya dönüş sevincidir.

Hazret-i Mevlânâ, Allah ve Rasûl’ünün sâdık bir âşığı olan Hazret-i Bilâl (ra)’ın vefâtını, bu hakîkatin bir misali sadedinde, Mesnevî’sinde geniş geniş tasvir eder. Hazret-i Bilâl’in zevcesi ağlayıp “âh vâh” ederken, Bilâl  (ra) sevdiklerine kavuşmanın hasret ve iştiyâkıyla, huzurlu bir hâlde can emânetini gerçek sahibine teslim eder.

İşte hazırlığından gafil kalanlara soğuk ürpertiler getiren ölüm; sarsılmaz bir îman, ihlâslı bir kulluk hayatı ve aşk-ı ilâhî ile yoğrulan gönüller için güzelleşir, âdeta sevdiklerine vuslat heyecanına dönüşür.

Bu ise kuru bir muhabbet iddiâsıyla olmaz. Gerçek mânâda seven biri, sevdiğine kavuşmaktan haz duyar. Sahte bir sevgi dâvâsı güdenler ise, Cenâb-ı Hakk’a vuslattan fersah fersah kaçarlar.

Bu bakımdan sâlih mü’minlerin değil, asıl gaflet ve bâtıl içinde ömür tüketip âhiretini mahvedenlerin ölümüne acımak gerekir. Kalbi îman nûruyla dolu olan kimseye ölümün dahî zararı yoktur. Zira herkes vâdesi dolunca zâten ölecektir. Fakat kalbi ölü kimse, zâhiren bir müddet daha hayat sürse bile, aslında yaşayan bir cenâze hükmündedir.

Velhâsıl nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmiş sâlih bir mü’minin ölümü, ebedî saâdete doğuştur. Mânevî terbiyeden mahrum gafillerin tenlerinin diri olması, kalplerine bir meziyet kazandırmaz. Âhirette ise kula fayda sağlayacak olan, ancak selîm bir kalptir.

Bunun içindir ki İmâm Gazâlî Hazretleri: “Şahsiyetini ikmâl et, fazîletlerini kemâle eriştir. Zira sen, cisminle değil, rûhunla insansın.” buyurmuştur.

 

Ölmeden Önce Ölmek

Hayat kadar gerçek olan ölüm, insanların tamamını ilgilendirmektedir. Birçok insan için ölüm, endişe, hüzün ve ümitsizlik arz ederken, tasavvufî düşüncede, “Şeb-i arûs” (Düğün Gecesi) sevgili ile kavuşma ve vuslat anı olarak değerlendirilmiştir. Tasavvufî düşüncede ölüm olgusuna gereken değer verilmiş, “ölmeden önce ölmek” sırrına eren Allah dostları onu düğün gecesi olarak telakki etmişlerdir. Onlara göre ölüm, ikinci ve ebedî bir hayatın başlangıcıdır. Bu sebeple, mutasavvıflar iradî ölüm dedikleri, insanın tabiî istek ve arzularının disipline edilmesi şeklinde tanımlanan ölüme ehemmiyet vermişlerdir. Dolayısıyla, yaptıkları bütün faaliyetlerde nefislerini değil bütün insanlığın yararını düşünmek gibi bir erdemin sahibi olmuşlardır.

Tasavvufta ölüm; nefsin isteklerini gidermek, nefsin heva ve hevesinin kökünü kazımak anlamında kullanılır. Nefsi maddî haz ve bedenî zevklere sürükleyen heva ve hevesin yok edilmesi, nefsin ölümü demektir. İşte mutasavvıfların, “ölmeden evvel ölmek” şeklinde formüle ettikleri hedef budur. Nefsin ölümü için yapılan çalışmalara da “cihad-ı ekber” denir. Zira Hz. Peygamber, “mücahid nefsiyle cihad edendir” hadisi ile, iç düşman olarak tanımlayabileceğimiz nefse karşı verilecek mücadelenin, dışarıdaki düşmanlara karşı verilecek mücadeleden daha zor olduğunu ifade etmiştir. “Ölmeden evvel ölmek” olarak tanımlanan riyazî ölümün tasavvufta, insan-ı kamil olma yolunda büyük önemi vardır. Kuşeyrî; “Ölüp de rahata kavuşan ölmüş sayılmaz, sağ iken ölen ölmüştür” sözüyle huzur ve rahatta bulunmanın ölmeden ölmekle gerçekleştiğini belirtiyor.” Şakik Belhi de, Allah’ın, kendisine itaat eden kimseyi ölümünde ihya ettiğini; asi olanı ise hayatında öldürdüğünü söylemiştir.

Tasavvuf ehlince tefekkür-i mevt, seyr-i süluke girecek salik için vazgeçilmez bir araç olarak görülmüştür. Böylece “ölmeden evvel ölmek” hedefine ulaşmak için tefekkür-i mevt’te bulunan kişi her nefesini son nefesi bilecek, ölüme her an hazırlıklı olmaya çalışacaktır. Necip Fazıl da bu duygu ve düşünce içinde bulunmayı şöyle dile getirmiştir:

“Suâl: Ey veli, insan nasıl olmalı, söyle!

Cevap: son anda nasıl olacaksa hep öyle”

Ölümü düşünmek, cenazeyi hayal etmek; fanilik fikrine kuvvet verir.  Ölümü düşünmek, can ile cananı buluşturan kutsî bir rabıtadır.

Tasavvufta “ölmeden evvel ölünüz” tavsiyesi adetâ bir zaruri emirdir. “Mûtû kable en temûtû” (Ölmeden önce öl) sırrına mazhar olanlar için gerçek hayat ondan sonra ulaşılacak hayattır. Çünkü Hakk’la dirilmek; ağırlıklarını atmış ve hür olarak, adeta ilâhî bir kişilikle hayata devam etmektir. Bunun adı “Bekâ billâh”tır.

“Hayât-ı câvidânı şeyh-i kâmilden suâl ettim,

 Ölmeden evvel ölmektir deyince intikal ettim”

Hayat ve ölüm iç içedir ve insanoğlunun nihaî mutluluk yolunun köşe taşlarıdır. Ölümü iyi düşünüp sırlarını idrak etmek, ölümün, öldürülenlerin, ölmeden evvel ölenlerin huzurunu insanoğluna sağlayabilir. Hayat pınarların her dem kurumaya devam ettiği, yoktan gelenin yoka gittiği ve bu kuralın hiç değişmediği ortadayken, yeniden dirilmek ve yeniden doğmak için ölüm, tefekkür edilip, idrak edilmelidir.

“Zaman gelip, vâde doluyor,

Damarlardan usul usul kan çekiliyor.

Soluk bir renk kaplıyor bütün çehreyi.

Eller tutmaz, gözler görmez oluyor.

Suskun dudaklardan bir tek kelime dökülmüyor.

Ne bir soluk ne bir nefes.

Hayat pınarı kuruyor. Derin bir sükût kaplıyor her yanı. “Öldü” diyorlar.”

Tasavvuf anlayışında dünya hayatı olumsuz bir özelliğe sahiptir; o geçicidir, hazırlanma yeridir. Ahiretin aksine dünya hayatı maddenin ve bedenin hâkimiyetinin geçerli olduğu âlemdir. Bu nedenle dünya ruhun hapishanesidir. Dünyanın kârı bu olumsuz bakışla değerlendirilmemelidir. Sûfilere göre dünya: “Seni Rabbinden alıkoyan şeydir.” Dolayısıyla kötülenen dünya arz, yeryüzü, alışveriş, karşı cins değildir. “Hakk’tan gafil olan insan manen ölü sayılır.”, “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” sözü hem maddî hem manevî ölüm hakkında geçerlidir. Gaflet tuzağına düşmemek için, “Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol!” tavsiyesine uymak gerekir.

İsa Çelik, “Türk Tasavvuf Düşüncesinde Ölüm” adlı makalesinde şunları söylemektedir:

“Ölüm, yeni bir doğumun sancısıdır. İnsan her şeyle sürekli alaka halindedir. Ölümle bile. Ölümle, o gelmeden çok önce ilgi kuran tek varlık insandır. İnsan ölümle her an beraberdir. Çünkü insanın yapısı, var olan hiçbir şeyden ilgisini kesmesine müsaade etmez. O halde insanın bütün varlıkla ünsiyet haline girmesi gerekir. Hayat bir bütündür. Hep neşvünema bulup gelişen ve hiç durmadan yürüyüp giden bir bütün. Her doğum kadar her ölüm de hayat cümlesindendir. Çünkü her ölüm yeni bir doğumun başlangıcıdır. Ölüm bir tükeniş değildir. Esasen vahdet prensibi tükenişi kabul etmez. İslâm, hayat-ölüm, ruh-madde ikiliğini kabul etmez. Bu demektir ki, mistik anlamda “birliğe ermek” bir birleme değil, var olan birliğin şuuruna varmaktır.

Ölüm konusunda insanoğlu, ne yazık ki, çok yanlış bilgilerle doludur. Her şeyden önce ölümü bir bitiş, bir karanlığa ve hiçliğe geçiş olarak görmek gibi bir hatanın içinde olmamalıyız. Ölüm her gün farkında olmadan parça parça olaylar halinde yüzlercesini yaşadığımız bir oluşun biraz daha fark edilebilir şeklinden başka bir şey değildir. Ölüm bir yok oluş değil, bir boyut değiştirme olayıdır. Varlıkta en değersiz maddeler bile yok olmuyor; sadece şekil ve boyut değitiriyor. En mükemmel şekilde yaratılmış olan insanın yok olmasını düşünmek abesle iştigaldir. Çamura karışmış bir çekirdeğin bile kaybolmasına müsaade etmeyen ilahî düzen, özünde evrene sımayan bir özellik taşıyan insanın nasıl yok olmasına seyirci kalır? Demek ki ölüm, ruhun bedeni terk etmesi olayıdır. Hayvanî yönünü zayıflatmak, melekî yönünü güçlendirmek için çalışmaya devam eden kul, Rabbine kavuşma haline iştiyak duyar. Bu nedenle kuvvetle Allah’a inanan insanlar arasında ölüm, en yüksek seviyede sakin bir ruh hâli içerisinde hatırlanmaktadır.”

Ölüm karısında sergilenen tavırların izafîliğini ifade etmesi açısından Hz. Mevlânâ’nın şu beyitleri önemlidir:

“Herkesin ölümü kendi rengindedir. Düşmana karşı düşmandır ölüm, dosta karşı dost.”

“Ölümde, adalet ve din ehline bir beka hayat vardır. Ölümden temiz ruhlara huzur ve sükûn gelir. Ölüm Hakk’a kavuşmadır, cefa etmek ve kin gütmek değildir.”

 “Ben ölürsem sakın bana ölü demeyin. Aslında ben ölü idim dirildim, beni dost aldı götürdü.”

 “Ey bengisu, senin ak şerbetinden kim tattıysa ömrüne, ömür kattı. Ölüm geldi, beni kokladı, senin kokunu bende bulunca, o günden beri ecel, benden ümidini kesti.”

 “Eğer senin uğruna can verirsem sevinerek ölürüm. Senin kölenin kölesi olursam neşe ile can veririm.”

Hiç şüphesiz Hz. Mevlânâ, adı ölüme yüklediği mana ile özdeleşmiş bir zattır. Onun anlatımında artık ölüm “başa çıkılması zorunlu” bir kavram olmaktan çıkmış, özlenen, hasretle beklenen bir “dost” olmuştur. Aslında ölümü bu şekilde anlamlandıran ilk zat Mevlânâ değildir. Özellikle tasavvuf erbabı için bu algılayış çok bilinmektedir. Bu, ölümden sonra dirilişe kesin bir imanın ve çok sevilen Allah’la aradaki perdelerin kalkması özleminin tabii neticesidir. 

Hz. Mevlâna şöyle der: “Cemadlıktan öldüm ve nebat oldum. Nebatlıktan öldüm ve hayvan mertebesinde zahir oldum. Hayvanlıktan öldüm âdem oldum. Hal böyle olunca niçin korkayım, ne vakit ölmekten dolayı noksanlaştım ki? Ölümde noksanlık değil kemâl vardır. Diğer bir hamlede de beşerlikten ölür ve melekler arasında yer alırım. Melek mertebesinde de kurban olur ve nihayet Allah’a rucû ederim. Yani Hakk’la bâkî olurum.”

Annemarie Schimmel, Hz. Mevlânâ’nın dilinden ölümü şöyle ifade eder: “Her ölüm daha yüksek bir kademede yeniden dirilmeye götürür. O yüzden insan ölümden neden korksun? Burada dertlerin zindanında esir olan dilenci orada padişah köşküne geri dönecektir. Doğan sahibine, bülbül bahçesine geri dönecektir. O yüzden mümin bir gül gibi tebessüm ederek can verir. O bilir ki, şeker kamışı idim, ölümle şeker olacağım.” Bu inanca sahip insan ölmeden evvel öldüğüne göre, daha dorusu ölümle birlikte yok olmayan bir hayatı seçtiğine göre, o ebedîdir.

Şöyle diyor Yunus Emre:

“Ko ölmek endişesin âşık ölmez bâkîdir

Ölmek senin nen ola çün canın ilâhîdir

Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın

Çün kim işe yararsın bu söz fasid davîdir.” 

Böyle bir anlayışta fizikî ölüm korkulacak bir şey değildir. Çünkü olgun insan hayatı boyunca seyahate hazırlanmaktadır. Zühd bu hazırlığın temelini tekil eder. Böyle bir hazırlık tasavvufun temel taşıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Eğer sadıksanız ölümü temenni ediniz” (Bakara, 2/94) buyrulur. Tasavvuf düşüncesinde ölüm, sevgili ile karılaşma (lika) ve vuslat ânıdır. O bakımdan korkulan değil belki arzu edilen bir şeydir. İlâhî aşk ne kadar kuvvetli olursa, karşılama arzusu da o kadar şiddetlidir. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Her kim, Allah’a kavumayı arzu ediyorsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği ecel mutlaka gelecektir.” (Ankebut, 29/5) Ayrıca “Herkes ölümü tadacaktır” buyrulur. Âyette zikredilen sadece ölüm değildir, sonrasında “Daha sonra bize döneceklerdir” (Ankebut, 29/57) denir. Demek ki ölüm sebeb-i rücû, rücû ise sebeb-i mülâkat (kavuşma sebebi)’dir. Âyette hem ölüm, hem de o çok özel kavuşmanın müjdesi vardır.

Bir Hadîs-i Kutsîde şöyle buyrulmaktadır: “Kulum benimle karşılamayı severse ben de onunla karşılamayı severim. Benimle karşılaşmaktan hoşlanmazsa, Ben de onunla karşılaşmaktan hoşlanmam.”

Yine bir Hadis-i Şerîfte müminin ölümü şu şekilde ifade edilmektedir:

“Mümine ölüm hali gelince, Allah’ın o kulundan hoşnutluğu, Allah’ın ikram ve ihsanı ona müjdelenir. Bu müjde üzerine artık mümine, önünde ölüm gibi kendisini karşılayacak hallerden daha sevimli bir şey olamaz. O anda mümin Allah’a kavuşmayı şiddetle arzu eder. Zaten Allah Teâlâ da o mümine kavuşmayı murad etmiştir.”

 

İlahi Aşk ve Ölüm

Ölüm ve hayat ilişkisi, en açık biçimde sûfilerin “aşk” konusunişlemeleri sırasında kendisini gösterir. Allah aşkı tasavvufî düşüncenin odak noktasıdır. Bu nedenle hangi türü olursa olsun ölüm, kavuşmanın yegane vasıtasıdır. Ölümü “vuslat gecesi” sayan Hz. Mevlânâ şöyle der:

“Canı sen aldıktan sonra ölmek, şekere benzer. Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan da tatlıdır.”

İlâhî aşk ve ölüm konusunu en güzel işleyen sûfilerden biri de Yunus Emre’dir. Yunus kendi şahsında çevresini ikaz eder; ona göre iradî ölümle ölmeyenin aşkın diriltici sırrından nasibi olmaz.

“Âşıklara yoldaş olup sâdıklara yâr olmadın,

Ölmezden öndin ölmedin aşk neylesin senin ile”

Hakk âşıkının ölümsüzlüğü yakaladığını belirtir:

“Ben aşksızın oılmazam, aşk olıcak ben ölmezem.

Aşktır hayatın hasılı aşktan gayrısın bilmezem”

Yunus’a göre ölümü tadacak olan, insanın bedenî yani hayvanî tarafıdır.

“Âşık öldü deyu sala verirler

Ölen hayvandürür âşıklar ölmez”

Yûnus Emre’ye göre mâsivayı terk edenler, mânevî yönünü geliştirenler, bir beka deyişle “diri iken mecâzen ölmesini bilenler”, ebedî hayatta gerçek dirilişe nail olanlardır:

“Hey Yunus Emre ölünce var yürü doğru yolunca,

 Dünyasını terk edenler yarın hazrette ölmeye.”

“Mânâ eri bu yolda melûl olası değil

 Mânâ duyan gönüller hergiz ölesi deil.”

“Kişi Hakk’ı bilmek gerek, Hak haberin almak gerek.

Zindeyiken ölmek gerek varıp anda ölmez ola.”

“Al gider benden benliği doldur içime senliği

Bundayiken öldür beni varıp anda ölmeyeyin.”

“Ne gam bu dünyada bir kez ölürsem,

Anda ölüm olmaz ölmezem ayruk.”

 

Ölümün Hikmetleri

Ölüm, Allah’ın yaratmış olduğu sayısız kelimelerden sadece birisidir. Günümüze kadar, ölümden korkarak uzaklaşmaya, onu unutmaya çalışanlar olmuştur. Bununla beraber bir realite olarak kabul edip anlamlandırmaya çalışanlar da olmuştur. Ancak seküler kültürün hiçbir zaman düşünmek istemediği bir şeydir ölüm.

Ölümün de bir hikmeti olduğu muhakkaktır. Onu aşağıdaki hadis ve sözlerle anlamaya çalışalım. 

Hz. Aişe (rah)’ye gelen bir kadın, ona, kalbinin katılığından dert yanar ve yardım ister. Hz. Aişe de ona, sık sık ölümü düşünmesini tavsiye eder. Kadın bir süre sonra gelir ve yumuşak kalpliliği elde ettiğini söyler, Hz. Aişe’ye teşekkür eder.

Hz. Peygamber (sav) de: “Dünyevî hazları gözden düşüren ölümü sık sık hatırlayınız” hadisiyle ölümün niçin yaratıldığını açıklıyor. İmam Gazzâlî, bu hadisi, “ölümü sık sık hatırlayarak dünya hazlarına karşı hevesinizi kırınız ki, Allah’a yönelesiniz, ölüm sizi dünya hazlarından uzak tutsun” şeklinde açıklar.  Buna göre ölümün hikmeti olarak şunu söyleyebiliriz: “Ölümü bilen insan dünya saadetine kapılmaz; öleni gören insan da uzun müddet avunmaz.”

Yunus Emre, dünyaya gelişin ve sonunda ölümle gidişin sebebini sormuş, bunlarda ince bir hikmetin varlığını bulmuştur. Düşünenler için ölüm, içinde pek çok hikmetler gizlenmiş, nimetler yüklenmiş bir fenomendir. Necip Fazıl da ölüme karşı bu nimet-hikmet yaklaşımını ve bundan mahrumiyetin düşünülemeyeceğini şöyle ifade ediyor:

“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber;

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”

“Bu dünyada renk, nakış, lezzet, ne varsa küstüm;

Gözümde son marifet, Azrâil’e tebessüm…”

 Necip Fazıl’a göre; “Allah için yaşayanların” ölümü de büyük bir nimettir. Ahiret onlar için sayısız güzelliklerle donatılmıştır.

“Ölüp de ölmeyene ölüm cana minnettir;

Ey Hak için can veren, ölümün ne nimettir!”

Allah dostları Allah Teâlâ’dan uzak bir yaşamı gerçek ölüm olarak ifade ederler. Hz. Mevlânâ öyle der: “Tevbesiz ömür, baştanbaşa can çekişmedir. İnsanı yaşayan ölü haline getiren ölüm ise, Allah Teâlâ’dan gafil olmaktır. Hak’la birlikte olunca ölümde ömür de hoştur. Fakat ilahî rahmete kavuşmadıktan sonra âb-ı hayat bile ateştir.”

Yine Necip Fazıl ölüm karısındaki insanların tavrını şöyle dile getirir:

“Minarede ölü var diye bir acı salâ

 Er kişi niyetine saf saf namaz…

Ne âlâ böyledir de ölüme kimse inanmaz

Hâlâ ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan…”

Ölüm, yok olma korkusunun baş kaynağıdır. Ölüm korkusu sürekli bir korku değildir. İnsan, ölüme sebep olabilecek olaylarla karşılaşınca bu korku insanı sarar, kaybolduğunda bu korku da gider.  Ölüm korkusunu, iyi işlerin ortaya çıkmasına vesile oluşturacak şekilde kanalize etmesini bilmeli. Aslında ölüm de doğum kadar normal ve bu hayatın gerçeklerindendir. Ölümü kabullenmemekten ve ölüm korkusundan bazı ruh hastalıkları ve davranış bozuklukları ortaya çıkar. Ölüm korkusu aslında bir denge unsurudur. Ölüm korkusu olmasaydı, sosyal düzeni sağlamak, kötü niyetlilerin kötülüklerine engel olmak mümkün olmazdı.

İbn Arabî, “Bütün insanlar (bu âlemde) uykudadırlar; ancak öldüklerinde bu uykudan uyanırlar” mealindeki hadis-i şerife dayanarak: “Hz. Peygamber bu hadisle bir kimsenin bu âlemdeki bütün gördüklerinin rüya gören bir kimsenin rüyası mesabesinde olduğuna ve tevil edilmeleri lazım geldiğine işaret etmiştir” demektedir.  Rüyada görülen bizzat gerçek değil fakat onun var olduğu sanılan bir şeklidir. Bütün yapacağımız iş de bunu, orijinal ve hakiki durumuna rücu ettirmektir. Tevil de işte budur. Hadis-i şerîfteki “ölmek ve uyanmak” ibareleri de, İbn Arabî’nin anlayışına göre, böyle bir tevil icra etmekten başka bir şey değildir. 

Ölüm, fânî âlemden ebedî âleme bir geçiştir. Mümin için en çok arzu edilen an Allah ile karşılaşmaktır. Bu nedenle mümin, ölümü ve ahireti düşünerek dinî hayata, yani Allah’a yönelir. Böylece ölüm, vücud tarafından hapsedilen ruhun hürriyetine kavuşmasıdır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre ölüm, bu dünyadan ve belalarından kurtulup sevgiliye kavuşma, aslî vatana dönüştür. Kâmil ruh, ölümle ebedî alemde Allah’a yakın ve onun sevgisiyle mest olur. Nitekim Hz. Ali (r.a) “Uzun ömür ruha azaptır. Ölüm ise ruha rahat ve sevinçtir” buyurmuşlardır. Erzurumlu İbrahim Hakkı  şöyle söylemektedir:

“Halk ölüm sandığı hoş-vuslat imiş ey Hakkî, İd-i ekberdir o, sanma ki mematım geldi.”

Ölüm, insanların tamamını ilgilendirmektedir. Birçok insan için ölüm, endişe, hüzün ve ümitsizlik arz eder. Fakat tasavvufî düşüncede, “Şeb-i arûs” (Düğün Gecesi) sevgili ile kavuşma ve vuslat anı olarak değerlendirilmiştir. Tasavvufî düşüncede ölüm olgusuna gereken değer verilmiş, ölmeden önce ölünüz sırrına eren Allah dostları onu düğün gecesi olarak telakki etmişlerdir. Onlara göre ölüm, ikinci ve ebedî bir hayatın başlangıcıdır. Bu sebeple, mutasavvıflar iradî ölüm dedikleri, insanın tabiî istek ve arzularının disipline edilmesi şeklinde tanımlanan ölüme ehemmiyet vermişlerdir.

Mutasavvıflar ölümü dünya hayatından ahiret hayatına bir geçiş olarak değerlendirmiştir. Bu sebeple ölümü korkulan bir olgu değil, aksine özlenen dosta kavuşma, aslî vatanına ulaşma, nefsin, şeytanın ve masiva muhabbetinden kurtulmanın bir aracı olarak algılamışlardır.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Tasavvuf Sohbetleri

Şeb-i Arus

(Düğün Gecesi)

Yayınlanma Tarihi: 03.05.2023