Tasavvuf  DilAllah'tır. Yani Allah'ın gönlüdür. Buna Allah Teâlâ'nın Gönül Bahçesi de diyebiliriz. Her işin amacının hedefi bu gönül bahçesine girmek olmalıdır. Sloganımız olan “İman, İlim, Tasavvuf” bu yolu tanımlamaktadır. Yani önce iman ve ilim sahibi olunmalı sonra da tasavvufa girilmelidir. İslam'ın bütün yükseldiği devirlerde tasavvuf merkezi bir rol üstlenmiştir.

İslam, Asr-ı Saadet'te Peygamberimiz (sav) zamanında ve dört halife zamanında her yere yayılmıştır. Bu başarının temelinde tasavvuf vardır. Çünkü tasavvuf Allah Teâlâ'nın tecellilerinin ve rahmetinin insanlara ulaşmasıdır. İnsanların bu tecellileri algılamaları ve ona göre davranmaları tasavvufun temelini teşkil eder. Bu tecelliler ledün ilmi (manevi ilimler) ile insanlara aktarılmıştır. Hazreti Peygamber (sav) bir hadisinde, “Benim kalbime ne geldiyse hepsini Ebubekir’in kalbine koydum” demiştir. İşte kalbe gelen bu manevi ilim tasavvuftur. Bu bilgiler ashab arasında gizli olarak yayılmıştır ve halktan saklanmıştır. Çünkü İslam'ın ilk yıllarında halkın bu ilmin verilerini kolay olmazdı.

Bu nedenle Ebu Hureyre (ra) bir ifadesinde şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın Resulünden iki dağarcık dolusu ilim öğrendim. Onlardan birisini dağıttım. Ötekine gelince eğer onu da dağıtsaydım benim şu boynum kesilirdi.” Bu hadis Sahih-i Buhari’de mevcuttur. Buradaki ikinci dağarcıktaki ilim manevi ilimdir. Ancak insanların bunu idrak edemeyeceklerinden korktuğundan bu ilmi herkese açıklayamamıştır.

Aynı şekilde İbni Abbas (ra) Talak suresi 12. ayeti hakkında şöyle söylemiştir: “Eğer ben bu ayetin tefsirini söyleseydim mutlaka beni recmederdiniz, taşa tutup öldürürdünüz, (veya başka bir nakilde) kesinlikle benim kafir olduğumu söylerdiniz.”

Hazreti Ali (ra)'ın şu şiiri de de bu bağlamdadır:

Nice ilim cevheri vardır ki eğer ben onu açıklasaydım,

Kuşkusuz bana “Sen putlara tapanlardansın” denilirdi;

Ve Müslüman adamlar helal sayarlardı benim kanımı;

Yaptıkları bu en çirkin işi de güzel sayarlardı.

Bu hakikati kuşkusuz çoğu insan inkar eder, kabul etmez. Arif olan akıllı insan ise onların inkarı konusunda aleyhte bir tutuma girmemelidir. İslam'ın gelişmesi ve temel fikirlerinin yerine oturması ile tasavvuf Hicri 3. asırdan itibaren insanlara açıklanmaya başlanmıştır. Bu asırdan sonra manevi ilimler yine ehlinden ehline aktarılarak bugüne kadar gelmiştir. Kıyamete kadar da devam edecektir.

Tasavvuf, yani manevi ilimlerin uygulandığı ve eğitildiği yer tarikatlardır.  Tarikatlar bu eğitimi tekke ve zaviyelerde vermektedir. Tekke ve zaviyelerin oldukları yerlerde İslamiyet insanlara daha kolay ve yaşanabilir bir biçimde anlatılmıştır. Böylece insanlar severek ve isteyerek İslam'a girmişlerdir. Bu insanları İslam'a çeken kuvvet tasavvufun içindeki manevi sırlardır. Bu sırlar asırlarca insanları etkilemiş ve İslam'ı onlara sevdirmiştir. Bu durum günümüze kadar devam etmiş, kıyamete kadar da devam edecektir.

Zaman zaman tarikatların içine sapkın fikirler ve davranışlar girmiş ve doğru yoldan sapan gruplar ortaya çıkmıştır. Fakat daima doğru tasavvufu bilen ve uygulayan sufiler var olmuşlardır. İslam karşıtları sufilerin önünü kesmek ve onları yok etmek için tarih boyunca çok çaba harcamışlardır. Bu çabalar kısmen cehaletten kısmen de kasıtlı olarak yapılmıştır. Fakat bu çabalar gerçek sufileri hiçbir zaman ortadan kaldıramamıştır. Çünkü gerçek sufiler Allah'ın velileri ve askerleridir. Allah onları daima korumuştur. Onlara ne dünyada ne de ahirette üzüntü ve korku vardır. (Yunus, 10/62)

Türklerin İslam'a girmeleri de tasavvuf sayesinde olmuştur. Horasan, Nişabur gibi yerlerdeki Allah dostları buralarda kurdukları tarikatlarla insanlara İslam’ı sevdirmiştir. Burada yetişen müritler bütün dünyaya yayılarak İslam’ı tasavvuf yolu ile anlatmışlar ve sevdirmişlerdir. Onların gönüllerine maneviyatla girmişler ve kalplerini içeriden fethetmişlerdir.

Bu eylemler sayesinde birçok İslam devletleri kurulmuştur. Devletler gerçek tasavvuf erbabının ikaz ve nasihatlarına uydukça yükselmişler ve kuvvetlenmişlerdir. Ne zaman sufilerin ikaz ve nasihatlarını terk etmişler, o zaman yıkılmışlardır. Bunu tarihte bütün İslam devletlerinde görmekteyiz. Buna en güzel örnek Osmanlı Devleti’dir. Osmanlı'nın nasıl tasavvuf ile yükseldiğini “Osmanlı Devleti ve Sufiler” adlı yazımızdan anlattık. Osmanlı ne zaman manevi ilimleri kendisine yol gösterici olarak görmüşse yükselmiş ve kuvvetlenmiştir. Ne zaman bu konuda gevşemiş ve yanlış yönlere sapmışlarsa işleri ters gitmiştir. Sonunda gerilemiş ve yıkılmıştır.

Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra kurulan Cumhuriyet yönetimi yıkılmanın gerçek sebebini göz ardı ederek, tasavvufu hedef tahtasına oturtmuş ve onu ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Bu nedenle tarikatlar, tekkeler ve zaviyeler kapatılmıştır. Allah dostlarının türbelerinin ziyaret edilmesi yasaklanmıştır. Tasavvuf eğitimi men edilmiştir.

Böylece İslam dışı bir yaşam tarzı tercih edilmiştir. Ancak yaptıkları hiçbir zaman bu toplumu düzlüğe çıkarmamış ve zenginleştirmemiştir. Tam bir demokrasi getirememiştir. Gerçeğe taban tabana zıt uygulamalar sonuçta toplumu bir çıkmaza sokmuştur. Türkiye halen üçüncü dünya ülkesi olup ekonomik ve siyasi olarak birçok devletin gerisindedir.

İslam’ın ve tasavvufun bu toplumdan kalkması için yapılan bütün çabalar sonuç vermiş ve toplum bireyleri günümüzde gerçek İslam inancını kaybetmiştir. İnsanların inançları çeşitli formüllerle saptırılmaya çalışılmıştır. Bunda da başarılı olmuşlardır. Müslümanım diyen halkın büyük bir kısmı gerçek İslam'ın ne olduğunu anlamaktan ve uygulamaktan aciz durumda kalmıştır.

Tasavvufun ortadan kaldırılma çabaları gerçek sufilere etki etmemiştir. Çünkü gerçek sufiler yine Allah yolunda çalışmakta ve Allah'ın emirlerini yerine getirmektedirler. Bunları insanların tanıması ve fark etmesi mümkün değildir. Bu Allah dostlarının amacı da bilinip şöhret sahibi olmak değildir. Bu insanlar ancak Allah Teâlâ tarafından bilinir ve O’nun koruması altındadır. Allah'ın askerleri olan bu insanlar vasıtasıyla Allah Teâlâ kainatı idare etmektedir.

 

Her Yüzyılda Bir Müceddid Gelir

Hazreti Peygamber (sav) son peygamberdir, (Ahzab, 33/40). Ondan sonra artık peygamber gelmeyecektir. Ancak diğer ümmetlerde olduğu gibi İslam ümmeti arasında da zamanla bid’at ve hurafeler baş göstermiştir. Bunun sonucunda Müslümanlar İslam'dan ve peygamberin sünnetinden uzaklaşmışlardır. Her gün değişen hayat şartları, İslam toplumunda bir takım yeni soruların ortaya çıkmasına neden olmuş ve bu konularda hüküm verme ihtiyacı doğmuştur. Artık tekrar bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu görev peygamberin yolunu takip eden İslam alimlerine düşmüştür. Bu alimlere müceddid (yenileyen) adı verilir.

Peygamber Efendimiz (sav)’in bir hadis-i şerifinde şöyle buyurulmaktadır: “Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında bu ümmetin dini işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” (Ebu Davud, Melahim)

Birçok İslam alimine göre bu hadiste yer alan “men yüceddidü” sözünden maksat bir zattır. Salih ve alim bir kişi olan bu zat Allah Teâlâ tarafından Müslümanların dinini tazelemek için gönderilir. İlk yüz senenin müceddidi olarak Ömer ibn Abdülaziz, ikinci yüz seneninki İmam Şafiî, üçüncü yüz seneninki Ebul Hasan el Eşarî, dördüncü yüz seneninki Ebu Hamid el-İsfiraini, beşinci yüz seneninki İmam Gazali ve ikinci binin  müceddidi İmam Rabbani olduğunu İslam alimleri ifade etmişlerdir.

Bazı İslam alimlerine göre hadiste geçen “men yüceddidü” sözünden maksat bir zat değil, bir cemaat, bir kadrodur. Çünkü “men” kelimesi tekil için kullanıldığı gibi, ikili ve çokluk için de kullanılır. Buna göre hadisin manasını şöyle ifade edebiliriz: “Şüphesiz ki Allah Teâlâ her yüz sene başında, bu ümmetin dinini tazeleyen alim ve yetiştirici bir kadro, bir cemaat gönderir.”

Bu yoruma göre zaman içinde gerçek İslam alimleri, bid’atlar ve saptırmalara karşı çıkarak ehl-i sünnet itikadını müdafaa etmişlerdir. Bu yönde yazılan kitaplarla ve verilen vaazlarla Müslümanları doğru istikamete yöneltmeye çalışmışlardır. Her birinin tecdid (yenileme) hareketinde bir hissesi vardır.

Müceddidlerin hepsi tasavvuf ehlidir. En önemli eserlerini manevi ilimleri tahsil ettikten sonra ortaya koymuşlardır. Çünkü bu eserlerindeki birçok kısım kendilerine Allah tarafından ilham yoluyla bildirilmiştir. Bazen bu kişi kendisinin müceddid olduğunu fark etmeyebilir. Ancak kendisi vefat ettikten sonra bu özelliği fark edilir.

Bununla beraber dinde reform yapmak isteyenler müceddid ile ilgili hadisin kapsamına girmez. Dinde reform yapmak isteyenler aslında temel iman esaslarını bozarak İslam’ı saptırmaya çalışmışlardır. Bunların bir kısmı kendi cehaletinden bir kısmı da menfaat karşılığı insanları gerçek dinden uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Dinde reform yapmak isteyenlere hiçbir zaman müceddid denemez. Bunlarla ilgili web sitemizde yayınladığımız şu yazılarımıza bakılabilir: “Dinde Reformistler 1”, “Dinde Reformistler 2”.

Bir müceddid bazı özel vasıflar taşımalıdır. Bunlar: berrak ve doğru bir düşünce kabiliyeti, keskin bir basiret, orta yolu takip etme, dini nefsine tercih etme, mücadele cesareti, Allah tarafından bağışlanmış bulunan liderlik ve önderlik kabiliyetidir. Bunların yanı sıra iman ve ilimde en kemal noktada bulunarak tasavvufa girmiş olmalıdır.  Tasavvuf her müceddidin kalesidir. O kalede, Allah'ın Gönül Bahçesinde açıklanması gereken hususlar kendisine bildirilir.  O da bu bilgileri halka duyurur. Bu bilgiler yeni bir din değildir. Çünkü bu bilgiler asla Kur'an ve sünnete aykırı değildir. Bu bakımdan tasavvuf İslam'ın tekrar dirilmesinde ve yükselmesinde en önemli bir vasıtadır.

Müctehid (içtihat eden) ile müceddid (yenileyen) arasında fark vardır. Müctehid ayet ve hadislerle açıkça bildirilmiş olan dini bilgileri toplayan, kitaplarda telif eden; açıkça bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan bilgileri de nassın (Kur'an ve sünnet) ışığı altında açıklayan kişilerdir. Ashab-ı Kiramın hepsi müctehid idi. Bu bağlamda Peygamberimizin şu hadisi rivayet edilmektedir: “Ashabımın hepsi birer yıldız gibidir. Hangisini takip ederseniz kurtuluşa erersiniz.”

Müctehid alimler mezhepleri meydana getirmişlerdir. Bu mezheplerden yalnız 4 tanesi kitaplara geçmiş ve günümüze kadar yaşamıştır. Diğerleri unutulmuştur. Bütün mezhepler iman konusunda ortaktırlar. İmanda ayrılık caiz değildir. Bu dört mezhebe ehl-i sünnet denir. Bu dört mezhepten hiçbirine uymayana mezhepsiz denir.

Hicretten dört yüz yıl sonra artık yeni müctehid yetişmemiştir. Çünkü yeni müctehide ihtiyaç kalmamıştır. Allah Teâlâ ve O’nun resulü Hz. Muhammed (sav) kıyamete kadar hayatta ve fende yapılacak değişiklikleri ve yeniliklerin hepsine şamil olan ahkamın hepsini bildirmiştir. Müctehidler de bunların hepsini anlayarak açıkladılar. Sonra gelen alimler ise bu ahkamın yeni olaylara nasıl tatbik edileceklerini tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirdiler. Müceddid olan bu alimler  kıyamete kadar mevcut olacaklardır.

 

Türklerin Tasavvufla Ortaya Çıkışları

Türklerin İslam’ı kabul etmeleri Miladi 9. ve 10. yüzyıl başlarına denk düşmektedir. Bu yüzyıllarda tasavvufi düşünce filizlerini yeni vermeye başlamıştır. Türklerin İslam'a girmelerinde tasavvuf ve erbabının, özellikle Horasan erenleri adı verilen Türkistan gönüllülerinin katkısı büyüktür. Hicri ikinci yüzyılda zühd mekteplerinden biri olan Horasan, sıdk, doğruluk ve tevekkül esaslarına dayanan tasavvuf anlayışı ile ön plana çıkmıştır. Daha sonra bu tasavvufi birikim Nişaburla birleşerek “fütüvvet ve melâmet” özellikleri ile tanınan önemli bir merkez haline gelmiştir. Horasan'da başlayan Nişabur'da devam eden bu tasavvuf anlayışı, buradan İslam dünyasının hemen her yerine yayılmıştır. Türkler bu anlayışı, bu irfanı medeniyet düzeyine çıkarıp cisimleştirilmiş bir yapı haline getirmiştir. Bu yapı gerek Osmanlı'nın ve gerekse Osmanlı öncesi Türk devletlerinin olmazsa olmaz mayasını oluşturmuştur. İslam ülkelerinin hemen hepsinde bir tasavvufi hareketlilik ön plana çıkmış, Mısır, Nişabur Şam ve Bağdat bu asırlarda büyük mutasavvıfları yetiştiren tasavvuf mekteplerinin oluştuğu merkezler haline gelmiştir.

Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071 Malazgirt zaferi ile Anadolu'nun kapılarını Türklere açmasından sonra Türkistan'da yaşayan Türk nüfus Anadolu'ya göç etmiştir. Yörük ve Türkmenler Diyar-ı Rum dedikleri bölgeye gelerek buralarda tekke, zaviye ve dergahlar açarak İslam'ı yaymaya başlamışlardır. Hem dini hem de mesleki özelliği olan Ahi Zaviyeleri Anadolu'da çeşitli bölgelere hızla yayılmıştır. Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar ulaşılmıştır. Selçuklu ve beyliklerin takip ettiği bu siyaset Osmanlı beyliğinde de aynen takip edilmiştir. Alperen ruhu ile gaza ve cihad eden Müslüman Türkler, bu faaliyetlerine Osmanlı devleti yıkılana kadar devam etmişlerdir.

Anadolu'nun fethinden itibaren her yerde faaliyet gösteren tarikatlar, onların kurup geliştirdiği tekke, zaviye ve dergahlar İslam ve Türk kültürünü yayarken diğer taraftan toprağı işleterek ekonomik faaliyetlerde bulunmuşlardır. Savaş zamanları dervişler şeyhleri ile birlikte İslam ordusuna katılmışlardır. Bu tarikatlar devletin bekası ve İslam dininin yayılması için idareciler, bilim adamları ve ordu mensupları ile işbirliği içinde çalışmayı ibadet saymışlardır. Böylece Osmanlı döneminde tasavvuf ferdi cihattan çıkıp toplumsal cihad haline sokulmuştur. Tekke anlayışını müessesleştirirek bunu toplumun her ferdine ve her ihtiyacına uzanan bir yol haline getirmişlerdir.

Bu dönemde tekkeler gönül terbiye mektepleri, güzel sanatlar akademisi, bilgi ve iletişim merkezi, spor sahası, şifahane, siyasi, askeri, sosyal ve ekonomik ahlakın, birlik ve beraberlik ruhunun ilmek ilmek işlendiği yuvalardır. Tekkelerin bu çalışmaları Anadolu'da İslam ve Türk kültürünün pekişmesinde, kurulan devletin yaşamasında en önemli etkiye sahiptirler. Bu etkiler, bu topraklarda bin yıl boyunca Türk halkının hakim olmasının başlıca nedenidir. Prof.Dr. Ömer Yılmaz, “Osmanlı Devleti'nde Padişah Sufi İlişkileri” adlı kitabında şunları söylemektedir:
“Madde ve mana planında nefis ve ruhlarını eğiterek, ahlakî ve ruhî üstünlüğe ulaşan, gönül zenginliğine kavuşan, cömertlik ve menfaat endişesinden azade olmuş, kendi nefsini unutmuş, herhangi bir bozgun ve hüsran karşısında sabır ve sükunete sahip, başkalarının kusurlarına karşı müsamaha gösteren Müslüman derviş grupları yaşadıkları bölge insanın ilgisine layık olmuştur. Bu ilgi bunların gerek savaş meydanlarındaki insanüstü kahramanlıkları ile gerek barış zamanlarındaki insanca yaşama gayretleri ile gerçek hayatın ve yaşamanın örneği olarak devam etmiş, böylece bu gruplar İslamlaştırma ve Türkleştirme hareketlerinin Anadolu'da en güzel görünen temsilcileri olup çıkmışlardır. Kanaatimizce tasavvuf ve onun benimsediği hoşgörü gerek geçmişte gerekse günümüzde hem farklı din mensuplarının Müslüman olmalarına hem de farklı mezheplere mensup Müslümanların kendi aralarındaki kardeşliğe daha fazla katkı sağlayacak potansiyele sahiptir.”

 

Dünyada Tasavvufa Yöneliş Artıyor

Türkiye'de olduğu gibi dünyada da İslami tasavvufa yöneliş artmaktadır. Uzun bir süre yer altında bulunan tasavvuf günümüzde görünür olmaya başlamıştır. Bu nedenle 21. Yüzyıl İslam Tasavvufu yüzyılı olacaktır. Tasavvufa her yerde yöneliş ile İslam dini dünyanın her yerinde gündem konusu olmaya başlamıştır. Bu gerçeği büyük kitapçıların mistisizm bölümlerindeki tasavvufla ilgili kitapların artmasında görebiliriz. Son yıllarda Mevlana, İbn Arabi, Yunus Emre, Hallac-ı Mansur'un kitapları en çok talep edilen mistik kitaplar arasındadır. Tasavvuf kitaplarında anlatılanlar, sufilerin menkıbeleri, seyri süluk esnasındaki yetkinleşme öyküleri kitaplarda yer almakta ve bunlar da insanların merakını tasavvufa karşı daha da artırmaktadır. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi'nin bir tasavvuf tarihi özeti mahiyetindeki benzersiz eseri “Amak-ı Hayal” ülkemizde yükselen tasavvuf merakını temsil etmektedir. Bu kitabı hemen hemen her kitabevi basmıştır. Son yıllarda tasavvuf dergilerinin çoğalması da toplumdaki tasavvuf merakının ve eğilimin yükseldiğinin bir göstergesidir.

Bugün tasavvuf konferans ve sohbetlerine her yerde rastlanmaktadır. Tasavvufun cazibesi hem Türkiye'de hem de dünyada artmaktadır. 1925'te kanun ile kapatılan dergahlar, tekkeler ve zaviyeler aslında birer irfan ve sanat ortamı idiler. Bugün dünyada bunların yeniden dirildiğine şahit oluyoruz. Çünkü dünyada genelde metafizik akımlara bir yöneliş var. Özellikle fizikteki kuantum teorisinin ortaya çıkmasıyla evrenin algılanması değişmiş, metafizik ile fizik birbirine daha da yakınlaşmıştır.

Dünyadaki İslam'a yöneliş müftüler ve din adamlarının eli ile olmuyor. Gerçekte tasavvuf yolu ile oluyor. İnsanlar sufizme ve mevleviliğe karşı ilgi duyuyor. Özellikle İngiltere'de sufizm Mevlevilik biçiminde yayılıyor. Bu yönelişin sebebini şöyle açıklayabiliriz: Modernizm ve pozitivizmin kurduğu dünya insanları vicdanlarından uzaklaştırmış ve yalnız nefislerini, kendilerini düşünen, maddeci insanlar haline getirmiştir. Bugün insanlar bu duvara tosladıklarından artık vicdan, sevgi, kalp ve rahmet arıyorlar. Bunu da tasavvufun insanlara verdiği mesajlarda buluyorlar. Bu bakımdan tasavvuf bugün dünyada büyük bir kabul görmüş ve insanları kendisine cezbetmiştir.

Ülkemizdeki tarikatlardan, örneğin Cerrahi, Nakşi, Mevlevi ve Rufai tarikatlarının birer dergahları Londra, Mexico, Toronto, New York, Buenos Aires gibi merkezlerde görmek mümkündür. Bu dergahlarda Amerikalı, Fransız, Meksikalı ya da Avusturalyalı dervişlerin diz çöküp beraberce  oturduklarına şahit oluyoruz.

Cerrahi şeyhi Muzaffer Ozak'ın Amerika'daki faaliyetleri binlerce batılının İslam tasavvufu ile tanışmasına vesile olmuş ve Kanada'dan ABD'ye, Meksika'dan Arjantin'e kadar pek çok yerde cerrahi dergahların açılmasına neden olmuştur. Şeyh Nazım Kıbrisî, bir anglikan manastırını 80’li yıllarda satın alarak, burayı bir dergaha çevirmiştir. Bu dergahta birçok kesimden, gerek asil ve gerekse halk tabakalarından gelenler aynı safta ibadet ederek İslam'ın ve tasavvufun tadına varmışlardır. Bu zümre içinde İskoçya'daki şatosunu ve aristokrat ailesini terk ederek Kıbrısî'nin peşinde, yamalı hırka ile dolaşan Celalettin gibi Lord çocuklarına da rastlamak mümkündür. Bugün Celalettin şeyh olarak görev yapmaktadır.

Mevlevilik ve Mevlana'nın eserleri, esnekliği ve hoş görüşü ile batılılara en çok hitap eden tasavvuf yoludur. Bugün dünyada mevleviliği referans gösteren birçok tasavvuf topluluğu vardır. Bunların içinde önemli biri de The Treshold Society’dir. Bu topluluk mevleviliği inceleyip tanıtmaktadır. Böylece batılı mevleviliği hem tanımakta hem de uygulama imkanı bulmaktadır. Bu insanların temel uğraşılarının başında büyük İslam mutasavvıfları tarafından anlaşıldığı ve yorumlandığı şekli ile Kur'an'a yönelmek gelmektedir.

İbn Arabî Society, akademik tasavvuf elitidir. Bu topluluğun Oxford ve Berkeley’de iki merkezi vardır. Bünyesinde birçok uluslararası şöhretli araştırmacıyı barındırmaktadır. İslam'ın batıda popüler olmaya başladığı 1970'li yıllarda kurulan bu topluluk İbn Arabî'nin eserlerinin ve takipçilerinin derinlemesine anlaşılması için faaliyet göstermektedir. Tamamen bağımsız ve akademik olan bu topluluğun 40'ı aşkın ülkede, çoğunluğu tasavvuf alanında uzman akademisyen olan üyeleri mevcuttur. Bunlar batıda metafiziğin, sufizmin yayılmasına katkıda bulunmaktadırlar. Böylece tasavvuf özellikle Avrupa'da ve ABD'de elit zümreler tarafından itibar görmektedir. İbn Arabî'nin kitapları 12 dilde tercüme edilerek yayınlanmıştır. Bu kitaplarla genelde İslam tasavvufu, özelde ise İbn Arabî'nin anlaşılıp yayılmasına hizmet edilmektedir.

 

Batıda Tasavvufi Yönelişlerin Saptırılması

Batıdaki tasavvufa yönelişlerin bir kısmı kaygı ile karşılanmaktadır. Batıdaki insanlar manevi boşluklarını doldurmak için New Age akımıyla Doğu dinlerine yönelmektedirler. Ama bu çoğunlukla Doğu dinlerinin karikatürleştirilmiş versiyonları şeklinde yapılmaktadır. Bu bağlamda tasavvufun da yer yer karikatür haline getirildiğini görüyoruz. Burada, her şeyi tüketen kapitalist dünyada tasavvufun da heves alınıp tüketildikten sonra bir kenara atılacağı beklenebilir. Çünkü bu kesimlerin kullandığı sufizmde tasavvufla İslam ayrı tutulmaktadır. Halbuki dünyada algılanan sufizm tasavvufu İslam'dan ayrı olarak algılıyorsa, orada tasavvuf hiç algılanmamış demektir.

Örneğin şimdi batıda İslam dışı Nakşibendilik gibi şeyler ortaya çıkmaktadır. Oysa İslam'dan bağımsız bir Nakşilik, Mevlevilik veya Bektaşilik algısı saçma ve imkânsızdır. İtalya'da kendilerine “Nastro Giallo” adı veren bir grup, Hristiyan kalarak Mevlevi olduklarını iddia ediyor. Bu Mevlevilikte kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü, “Ben peygamberin ayağının tozuyum” diyen Mevlana'ya intisap etmek için evvela Hz. Muhammed (sav)'in dinine girmek gerekir. ABD'de kurulan “Sufi Ruhaniat Society” adlı bir toplulukta Müslüman olmayan farklı din mensupları da vardır. Bazen ormanda bazen kiraladıkları kiliselerde kendilerince zikir ayinleri yapmaktadırlar. Bir kilise ile anlaşıp haftada bir gün ezan okuyarak ibadet yapıyorlar.

Ancak İslam'ın batıdaki negatif imajının etkisiyle bu insanlar sufizmin İslam'la mutlak olarak bağlantılı olmasının gerekmediğini düşünmektedirler. Bu da onları İslam dışı bir topluluk haline getirmektedir. Böyle bir tasavvuf anlayışını yaymaları aslında İslam'a ve gerçek tasavvufa zarar verir mahiyettedir.

 

Emperyalistlerin Tasavvufa Karşı Mücadelesi

18. yüzyıldan itibaren oryantalistler, İslam coğrafyası üzerinde yaptıkları çalışmalarda, toplum yaşantısında ve bölgesel iktidarın kullanımında tarikatların önemli olduğunu görmüşlerdir. Bu gözlemlere göre, İslam coğrafyasında Müslümanlar tarikat üyesi olmasalar da, tarikat liderlerinin etkisi altındadır. Tarikat liderleri halkı istedikleri noktaya yönlendirebileceklerin dolayı iktidara karşı bir çevre gücü oluşturabiliyordu.

Bu durumu ilk gören İngilizlerdir ve Osmanlı coğrafyasında tarikatların çıkarları doğrultusunda kullanmayı çok iyi bildiler. İngilizler için toplumun bütünü yerine tarikat liderlerini etki altına almak, onlar aracılığı ile halkı siyasi ve askeri iradeye yönlendirmek daha kolay ve daha ucuz oluyordu. Bu yapıların içine kendi yandaşlarını ve casuslarını yerleştirerek bu grupları etkisi altına alabiliyorlardı. Bu durum 19. yüzyıl Osmanlı yönetiminde ve Osmanlı ordusunda da vardı. Casus Lawrence’ın Osmanlı Devleti'ndeki faaliyetlerini rahatlıkla sürdürebilmesinde bu durumun büyük katkısı vardı.

Batı emperyalizmi bu tarikat gruplarıyla ilişkilerini hiç kesmediler ve bu ilişkilerini oryantalizm adı altında bilimsel bir hüviyet kazandırdılar. Oryantalizm, İslam ve Batı medeniyeti arasındaki mücadelede Batı uygarlığı lehine veriler elde etmeye çalışan bir akımdır. Bunu dünya kamuoyuna sunan Edward Said bu düzeni şu cümlesi ile özetlemektedir: “Oryantalizm gerçek doğuyu değil şarkiyatçıların (oryantalistlerin) görmek istedikleri bir şark’ı aksettirir.” Buna göre oryantalizm doğuya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için batının bulduğu yoldur. Yani oryantalizm bir sömürü doktrinidir. Bir çeşit Doğu kültürü ve medeniyetlerinin mühendisliğidir. Oryantalizm emperyalizmin keşif koludur. Doğu milletlerini araştırırlar, onların tarihi ve dinini öğrenerek batılı insanlara anlatırlar. Batılı insanlara doğulu milletler hakkında nasıl düşünmeleri gerektiğini salık verirler. Bu  bağlamda demokratik İslam, ılımlı İslam, dinler arası diyalog, medeniyetlerin buluşması gibi terim ve kavramlar bize hediye ve yardım olarak sunulur.

19. yüzyıl ile ABD öncülüğünde oryantalizm yeniden doğmuştur. Bu süreçte İslam'ın Müslümanlar ve İslam coğrafyasının ABD çıkarlarına göre dizayn edilmesi hedeflenmiştir. Bu amaç için Kur'an tahrif edilmiştir. İncil, Tevrat ve Kur'an'ın karışımından oluşan 77 sureli “Gerçek Furkan” adlı kutsal kitap oluşturulmuştur. Amerikalı kadın profesör Amina Wadud New York'taki Saint John The Divine Katedrali'nde cuma namazı kıldırmış ve yeni bir İslam öncülüğüne soyunmuştur. İslam ülkelerinde İslam ve demokrasi sempozyumları organize edilmiştir.

Günümüzde de batı bu çalışmalara yoğun bir şekilde devam etmektedir. Örneğin İslam dünyasında bazı tasavvuf uleması El - Ezher Şeyhi Prof.Dr. Ahmed et - Tayyib'in öncülüğünde “Uluslararası Sufi Alimler Birliği” adı altında bir oluşum meydana getirmişlerdir. Bu oluşumun amacı şöyle açıklanmıştır: tarikatları ıslah etmek, bid’atlara karşı mücadele etmek, İslam tasavvufuna haksız yere nispet edilen uygulamalara karşı durmak ve aşırı uçlara karşı mücadele etmek. Bu çalışmaların kendiliğinden yapıldığını düşünmek zordur. Dış güçlerin etkileriyle mi yapılıyor? Nitekim Batı sömürgeciliği tasavvuf gücüne ve tarikatlara son yıllarda büyük ilgi göstermektedir. CIA’ya bağlı çalışan araştırma kuruluşu Rand Corporation tarafından 2003'te yayınlanan “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı raporda “Sufiler” başlıklı bir bölüm vardır. Bu bölümde Afganistan ve Irak gibi köklü tasavvufi geleneklere bağlı ülkelerde, tasavvufun gücüne ve entelektüel potansiyeline dikkat çekilmiş ve “Sufizmi güçlendir. Sufi geleneğinin tarihlerinin parçası olduğuna inandır. Sufi öğretilerini müfredatlarına sok.” denilmiştir. Yaklaşık 40 yıl boyunca Türkiye'de tarikatlar ve cemaatler ile yakından ilgilenen Fuller’in  “40 senedir tesbih çekiyorum” sözü meşhurdur.

Bütün bunları ABD tasavvufu sevdiğinden yapmıyor. Onların amacı Müslümanların sufi anlayışını dejenere etmektir. Yanlış ve sapık sufi anlayışların propagandasını yaparak, sufiliğe inanmış Müslümanları doğru inanıştan saptırmaya çalışmaktadırlar. Çünkü şunu iyi biliyorlar ki, Müslümanlar doğru inanış içinde oldukları sürece, Allah’ın onları koruması altında bulundurması nedeniyle, onları yenemeyecek ve sömüremeyecektir. Tarih emperyalistlere bu gerçeği öğretmiştir. 

Bilindiği gibi ABD ordusunun Irak'ı işgali sırasında Saddam'ın ordusundan herhangi bir direniş görülmemiştir. İşgalci güçler elini kolunu sallayarak işgali gerçekleştirmişlerdir. Irak ordusundan neden ciddi bir direniş ve savunmanın görülmediği daha sonra bir araştırma ile ortaya çıkmıştır. Araştırmaya göre “Kesnizani” tarikatı Saddam'ın tüm güvenlik ve savunma sistemini felç etmiştir.

Ülkemizde de tarikatlar içine yerleştirilen bazı kimseler tarafından tarikatlar amacından saptırılmaktadır. Tarikatlar siyasete bulaşmakta ve bununla maddi menfaat elde etmektedirler. Tarikat mensuplarına İslam'ın bazı temel iman hakikatleri saptırılarak öğretilmektedir. Halk, İslam ve tasavvuf hakkındaki bilgisinin yetersiz olması nedeniyle, oynanan bu oyunu farkında olamamaktadır. Birçok suni tarikatlar oluşturulmakta ve bunlara maddi destek sağlanmaktadır. Gönlünü paraya ve menfaate kaptıran kişiler bu tarikatlarda baş olabilmek için kıyasıya çaba göstermektedirler. Bu kişiler halkı İslamiyet ve tasavvuf konusunda yanlış bilgilendirerek kendilerine menfaat temin edenlere hizmet etmektedirler.

Ancak bu, gerçek tarikat ve sufiler için geçerli değildir. Gerçek sufiler keşifleri açık olduğu için gerçekleri görmekte ve bu türlü menfaat ilişkilerinden uzak durmaktadırlar. Hatta faaliyetlerini kısıtlayarak  tabiri caiz ise bir uyku dönemine girmektedirler. Hepsinin inancı şudur ki zamanı gelince Allah Teâlâ İslam'ı tekrar güçlendirecek ve İslam düşmanlarını etkisiz hale getirecektir. O zamana kadar beklemek onlara telkin edilmektedir.

Bütün bunlar bir kader-i ilahidir. Allah Teâlâ müsaade etmese İslâm düşmanları yukarıda anlattığımız faaliyetlerini yapamazlar. Ancak bütün bunlar Müslümanlar için bir imtihandır. Herkes bu durumdaki düşünce ve davranışına göre imtihandan başarılı olacak veya olamayacaktır. Bu nedenle Müslüman kendisini sorgulamalı ve gerçek bir Müslüman inancına ve hayatına sahip olup olmadığını belirlemelidir.

Bizim inancımız ve ümidimiz şudur ki, zamanı gelince İslam tekrar yükselecektir. Bu yükselmede en etkili rolü yine tasavvuf sahip olacaktır. Bunun için sabırla tefekkür ve ibadetlerimizi yapıyoruz. Hiçbir güç Hakk’ın kaderinin önüne geçemez. Kader tahakkuk edecektir. Korkunun ecele faydası yoktur. Bizim görevimiz “Bakalım Mevlâm neyler, Neylerse güzel eyler” ifadesinde sabit durmaktır. Allah Teâlâ'nın İslam dünyasına hayırlar nasip etmesini dua ve niyaz ediyoruz.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :     oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Yorumlar

İslamiyet Tekrar Tasavvufla

Yükselecektir

Yayınlama Tarihi:  07.04.2021

Allahu Ekber

(Allah En Büyüktür)