İslamcılık, geleneksel İslami teolojik söylemden türetilen bir kavram değildir. Kur'an'dan, hadislerden ya da sahabe sözlerinden de alınmamıştır. Aynı şekilde ortaçağın büyük kelamcılarının hiçbirinin dağarcığında da bulunmaz. Aslında  Arapçada kullanılan İslamiyya kavramına, Siyasi İslam hakkında yazan Müslüman yazar ve entelektüel tarafından İslamcılık anlamı kazandırılmıştır. Klasik ve modern anlamıyla İslamiyya, İslam’la ilişkili olana ya da Müslüman olma haline işaret eder. Bu durumda da yalnızca bir sıfattır. Yani İslamcılık Arapçada dahi şeriat, ibadet ya da cihat gibi klasik anlamda siyasal veya dini bir İslami terim değildir.

İslamcılık kelimesi özellikle batılı oryantalistlerin kullandığı bir terimdir. 1970'lerden sonra Müslümanlar da aynı terimi kullanmaya başlamışlardır. Bu terimin yerini daha önce İslamiyya, Vahdet-i İslam (İslam Birliği), Siyasal İslam gibi terimler kullanılmıştır.

İslamcılık kavramı çok yaygın bir şekilde kullanılmasına rağmen ortak bir tanımı bulunmayan bir kavramdır. Genel olarak İslamcılık kavramı Osmanlı devletinin çöküş döneminde aydınların savundukları kurtuluş yöntemlerinden birini tanımlar. 1850-1920 yılları arasında Osmanlı'da hakim olan ideolojiler İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık olarak ortaya çıkmıştır. Bu ideolojiler arasında en tesirli ve kuvvetli olan İslamcılıktır. İslamcılıkla ilgili verilmiş bazı tanımları aşağıda ifade ediyoruz:

“İslamcılık, kültürel, politik ve sosyal önder zümresinin - ki bunlar belli iddia ve taleplerle farklı etkinlik alanlarında ortaya çıkarlar - İslamiyet’in manevi, ahlâki, kültürel ve sosyal değerlerine uygun bir dünyanın kurulmasını sağlamaya çalışmaları ve bu uğurda çeşitli alanlarda ve düzeylerde cehd göstermeleri olarak tanımlanabilir” (İsmail Kara, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi)

“İslamcılık, İslam'ın temel kaynaklarına dönüşü, zamanın gereklerine göre dinin yeniden yorumlanmasını ve İslam'ın özüne uymayan kavram ve güçlerle mücadeleyi amaçlamaktadır.” (Ali Bulaç, İslam'ın Üç Siyaset Tarzı)

Bu tanımlara göre İslamcılık, Müslümanların içinde bulundukları zor şartlardan çıkış yolunun İslam’ın esaslarından alınması gerektiğini öngören bir siyasi, sosyal ve kültürel fikir hareketlerinin adıdır. Aynı dönemde Panislamizm (İttihad-ı İslam, İslam Birliği) fikri de ortaya atılmıştır. İslam Birliği bütün Müslümanların üzerinde anlaştıkları bir politikadır. Bazı kaynaklar İslamcılık tanımı olarak İslam Birliği kavramını kullanmıştır.

 

Osmanlıda İslamcılığın Ortaya Çıkışı

İslamcılık akımının ilk ortaya çıkışı ile ilgili çeşitli görüşler vardır. Bu görüşler şunlardır:

 

1) Kuleli Vakası

18 Şubat 1856 tarihinde Islahat Fermanı ilan edilmiştir. 1856 yılındaki Paris Antlaşması öncesinde yabancı devletlerin salık vermesi üzerine, Sultan Abdülmecid Islahat Hatt-ı Hümayun’u yayınlamıştır. Bu ferman özellikle Hristiyan uyrukluların hukukunu genişletmektedir. Bu yeni durum Hristiyan nüfusun konumunu güçlendirmiştir. Hristiyan orta sınıf güçlenirken Müslüman orta sınıf ise zayıflamıştır. Bunun üzerine bu sürece İslami kesimde tepkiler oluşmaya başlamıştır.

Bilinen ilk örgütlü tepki Kuleli Vakası (Kuleli Olayı) olarak tarihe geçen harekettir. Kuleli Vakası adı, örgüt üyelerinin Kulelide yargılanması dolayısıyla verilmiştir. Örgütün adının ne olduğu konusunda bir fikir birliği yoktur. Kimilerine göre gizli örgütün adı Muhafaza-i Şeriat Cemiyeti (Şeriatı Koruma Cemiyeti), kimilerine göre ise Fedailer Cemiyetidir. Bu cemiyetin ne zaman kurulduğu, ne kadar ömürlü olduğu şimdiye kadar belli olmamıştır. Birkaç din adamı ve subayın kurduğu gizli bir örgüt olarak düşünülmektedir.

Kuleli Vakası gerçekten İslami endişelerle yapılmış bir hareket midir? Bu soruya henüz kesin olarak “Evet” cevabı verilememiştir. Çünkü sanıkların sorgulamaları gizli olarak yapılmıştır. Böyle olsa bile, bu hareket geniş toplumsal bir tabanı olmayan hareket görünümündedir. Bu nedenle İslamcılık akımının çıkış tarihi olarak görülmesi mümkün değildir.

 

2) Yeni Osmanlılar

İslamcılığın Yeni Osmanlılar tarafından başlatıldığını, “İslamcılığın Doğuşu” adlı kitabında Mümtazer Türkönü tarafından ileri sürülmektedir. Türkönü, “İslamcıların Siyasal Görüşleri” adlı kitabında bu konu ile ilgili şunları söylemektedir:

“Çok yakın zamanlara kadar, II. Meşrutiyet sonrasının siyasi ve kültürel akımlarından biri olarak ele alınan İslamcılığın, Osmanlı Devleti tarihi içinde bir ideoloji olarak ortaya çıkışının en az kırk yıl daha geriye götürülebileceği artık ortaya konmuştur. Bir siyasi ideoloji olarak İslamcılık hareketinin mayalanma dönemini, Yeni Osmanlılar hareketine kadar getirmenin doğruluğunu kabul etsek bile, bu II. Meşrutiyet Dönemi üzerindeki vurguyu hafifletici ve azaltıcı bir şey değildir. Çünkü yeni Osmanlılar özellikle Namık Kemal ve Ali Suavi, İslamcıların olduğu kadar, belki onlardan daha fazla milliyetçilerin - Türkçülerin, batıcıların hatta dünyevileşmenin ve laisizmin de öncüleri sayılırlar… İslamcıların, Yeni Osmanlılardan ve Jöntürklerden strateji ve muhteva olarak önemli bir miras devraldıklarında şüphe yoktur.”

Şerif Mardin'e göre, İslamcılık akımı 1840'lardaki beri, Müslümanların bir tepkisi olarak, bir arka plan unsuru olarak ortaya çıkmıştır. Ona göre bu akımın önderleri arasında Cevdet Paşa, Şirvanizade Rüştü Paşa zikredilebilir. Ancak bu kişilerin hareketin teorisini oluşturduğunu söylemek kolay değildir.

Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset adlı kitabında, İslamcılık akımının Genç Osmanlılardan doğduğunu ifade eder. Genç Osmanlılar Osmanlı milleti teşkili siyasetine kısmen iştirak eden bir fırkadır.

Yeni Osmanlıların İslamcılık anlayışlarındaki İslami söylem bir amaç değil bir araçtır. Örneğin Yeni Osmanlıların önderlerinden olan Namık Kemal Osmanlı Sarayına karşı mücadelede halkı yanlarına alabilmek için İslam'a müracaat etmiştir. Namık Kemal'in sorunu saray bürokrasisi ileydi, padişah ile değildi. Ancak aynı grupta olan Ali Suavi'nin padişahla da bir sorunu vardı.

Buna göre, Yeni Osmanlıların İslamcılık söylemleri İslami bir ideoloji değildir. Dolayısıyla İslamcılık akımının bir ideoloji olarak doğuşunu, II. Meşrutiyet sonrasında aramak daha doğru olur.

 

3) İslamcılık akımının II. Meşrutiyet ile doğuşu

İslamcılığın II. Meşrutiyet ile başladığını İsmail Kara ileri sürmektedir. Kara’nın “Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi” adlı kitabında şunlar yazılıdır:

“İslamcılık, İttihad-ı İslam adı altında 1870 yılından itibaren; Osmanlı Devleti'nin hakim siyasi düşüncesi olmakla beraber, bir fikir hareketi olarak ortaya çıkışı yaklaşık 40 sene sonra II. Meşrutiyet sonrasında Sırat-ı Müstakim’in 14 Ağustos 1908'de yayın dünyasına girişi ile başlamaktadır.”

İslamcılık akımının II. Meşrutiyet ile doğduğu genel olarak kabul edilmekle birlikte, bu akımın öncüllerinin Yeni Osmanlılara kadar geri getirilebileceği ileri sürülmüştür.

İslamcılık akımları 19. asrın sonunda ve 20. asrın başında diğer Müslüman ülkelerde de ortaya çıkmıştır. Bu ülkelerdeki akımların birbirlerini tetikledikleri düşünülebilir. Çünkü 1850'den sonra İslam alemi batıya karşı bir çözülme ve gerileme sürecine girmiştir. Bu süreçte birçok kişi fikir ileri sürmüşlerdir. Bunlar arasında Türkiye'de Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, Mehmet Ali Ayn, Muhammed Hamdi Yazır, Ahmet Naim, Said Nursi gibi isimleri zikredebiliriz. İran'dan Cemalettin Afgani, Mısır'da Muhammed Abduh, Hindistan'da Seyyid Ahmet Han, Seyit Emin Ali zikredilebilir.

İslamcılar arasında tam bir fikir birliğinin bulunduğu söylenemez. Hatta Afgani ve öğrencisi Abduh için bazı şüpheler olduğu ve bu kişilerin aslında Mason localarına bağlı olarak İslam'ın temellerini saptırmaya çalıştıkları söylenmiştir. Örneğin Cemalettin Afgani İstanbul'da yaptığı bir konuşmada peygamberlik makamının özel bir makam olmadığını ve herkesin peygamber olabileceğini ileri sürmüştür. Bunun üzerine İslam uleması Afgani’yi padişaha şikayet ederek, göz altına alınmasına neden olmuştur. Afgani ölümüne kadar İstanbul'da gözaltında kalmış ve İstanbul'u terk etmesine izin verilmemiştir.

Yabancı güçler nasıl Osmanlı Devleti'nin yıkılması için içeriye Müslüman alim kılığında ajanlar soktuysa, İslamcılık akımını dejenere etmek ve onu gerçek İslam'dan uzaklaştırmak için çeşitli ajanlar fikirler üreterek İslam'da reform hareketleri ortaya çıkmasını teşvik etmişlerdir. Cemalettin Afgani de İslam reformistlerinden biridir. Afgani’nin nereli olduğu, kime hizmet ettiği, nereden finanse edildiği bilinmez olarak kalmıştır. Bütün bu şüpheli durumlar, İslamcılık hareketinin yabancıların yönlendirmelerinden bağımsız olamayacağı fikrini vermektedir. Buna mukabil gerçekten İslam'ın güçlenmesi ve İslam'ın temel ilkelerinin tekrar hakim olmasına çalışan aydınlar ve alimler de mevcuttu.

Sadık Albayrak, “Türkiye'de İslamcılığın Doğuşu” adlı kitabında bu konu ile ilgili şunları söylemektedir:

“Bir kısım yabancı yazarların etkisinde kalan yerli araştırmacılar, İttihat-ı İslam hareketinin 1870'lerde başladığını ve bunun öncüsü olarak da Mısır Maşrık-ı Azamlığına (Mısırın En Büyük Mason Üstadı) getirilen Cemalettin Afgani'yi göstermeleri, kişisel önder propagandasından başka bir özellik taşımasa gerektir. Çünkü 19. yüzyılın ortalarından itibaren İslam dünyasında şerri ve tasavvufi hareketler kendini göstermeye başlamıştır. Bütün bunlar, batılı sömürgecilerin işgal ettiği İslam topraklarının, İslam dünyasında doğurduğu tepkilerin sonucudur.”

İslamcılık akımının batı karşısında duyulan kompleksten kaynaklandığı ve adeta batıya karşı özür beyan etme gayreti içerisinde bulunduğu yönünde kimi tepkiler olsa da, doğrusu İslamcılık akımının bir kompleksten kaynaklanmamış, aksine kendine ve İslam'a duyulan güvenden kaynaklanmıştır. Çünkü yukarıda adını saydığımız kişiler, hem İslami ilimlere vakıf idiler hem de geri kalmanın nedenlerini dinden değil, dinin yanlış anlama ve uygulanmasından kaynaklandığını düşünmüşlerdir.

Bu dönemdeki İslamcılar için şu tasnifi yapabiliriz:

> Bağımsız İslamcılar: Bu grubun en önemli temsilcisi olarak Sait Halim Paşayı verebiliriz. Çünkü kendisinin şahsına münhasır kişiliği ve analitik yorumculuğu ile dikkat çekmektedir.

> Türkçü-Modernist İslamcılar: Ziya Gökalp, Halim Sabit, Mustafa Şeref bu grubun önemli temsilcileridir.

> Gelenek ile Modernliği Birleştiren İslamcılar: Mehmet Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, Elmalılı Ahmet Hamdi bu grubun önemli temsilcileridir.

> Muhafazakar İslamcılar: Bu gruba dahil olanlar arasında önemli olanlar Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Musa Kazım Efendi ve Babanzade Naim’dir.

> Batıcı İslamcılar: Bu grupta M. Şemseddin Günaltay ve Şerafettin Yaltkaya gibi isimleri sayabiliriz.

 

4) Panislamizm ve II. Abdülhamid

Panislamizm veya İttihad-ı İslam fikri, bütün Müslümanların tek bir siyasi oluşum içinde bir araya gelmesini savunan bir görüş olup, II. Abdülhamid’in bunu bir devlet politikası olarak kabul etmesi ile revaç bulmuştur. Buna göre Sultan Abdülhamid, İslamlık ideolojisini bir devlet politikası haline sokan kişidir.

Bu konu ile ilgili Sultan Abdülhamid'in “Siyasi Hatıralarım” adlı kitabında şunlar yazılıdır:

“İmparatorluğumuz din ve iman ülkesidir ve öyle kalacaktır. Eğer din anlayışı yıkılırsa imparatorluğumuzun sonu gelmiş demektir. Dindaşlarımızla meskun olan memleketlerin büyük devletlerin elinde olması pek acıdır. Osmanlı imparatorluğuna 20 milyon Müslüman kalmıştır. Buna rağmen bütün Müslümanların gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddi kudretimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi manevi kudretimiz baki kalacaktır. Müslümanların bulunduğu yerlerle irtibatımız daha sıklaşmalı, birbirimize daha fazla yaklaşmalıyız. İstikbal için yalnız bu birlikte ümit vardır. İslamiyet’in Birliği devam ettiği müddetçe İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda elimde sayılır. Çünkü tabiiyetlerinde bulunan Müslüman memleketlerinde halifenin bir sözü cihadı meydana getirmeye kafidir ve bu Hristiyanlar için bir felaket demektir. Henüz zamanı gelmiş değil ama bir gün bütün Müminler birden kalkınacaklar ve tek bir insan gibi hareket ederek gavurun boyunduruğunu kıracaklardır. İngiliz idaresinden 85 milyon, Hollanda kolonisinden 30 milyon, Rusya'da 10 milyon vesaire ceman 250 milyon Müslüman kurtuluş için Allah'a yalvarmaktadırlar ve Hazreti Muhammed'in vekili olan halifeye ümitlerini bağlamışlardır.”

Sultan Abdülhamid İttihad-ı İslam politikası ile İslam toplumları üzerinde halifelik makamının etkisini güçlendirmek ve bunu batı karşısında koz olarak kullanmak istemiştir. Bu politika önemli bir oranda meyve vermiştir. Bilhassa Avrupa emperyalizminin sömürge idaresinden bunalan 100 milyonlarca Müslümanın kabesi İstanbul ve padişahtır. Yıldıza binlerce bağlılık telgrafı yağmıştır. Abdülhamit döneminde. İslam alemiyle sıkı bir irtibata geçilmiştir. Bazen sembolik bile olsa diplomatik temaslar kurulmuştur. Java, Japonya, İran, Türkistan, Çin, Hindistan ve Kuzey Afrika'ya özel görevliler gönderilirken, Hicaz demiryolu projesi ile Hicaz ve Hindistan gibi kalabalık İslam nüfusunun yaşadığı merkezlerin birbirine bağlanması hedeflenmiştir. İslamcılık faaliyetlerini tarikat şeyhleri Ebu'l Hüda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid Hüseyin el Cisr ve Muhammed Zafir yürütürken din alimleri de büyük destek vermişlerdir. İslam Birliği politikası batılı devletleri ürkütmüştür. Bu nedenle Fransa devletinin Müslümanların yaşadığı sömürgelerdeki valilere gönderdiği  28 Ekim 1897 tarihli bir uyarıda, İslam Birliği Siyasetini yaymak maksadıyla ajanların gönderildiğini ve bunlara karşı dikkatli olmaları emredilmiştir.

Sultan Abdülhamid'in ajanları Cezayir, Mısır, Hindistan ve hatta Japonya'da faaliyete geçip İslam kamuoyunu harekete ve şuurlandırmaya çalışmışlardır. Bu konuda önemli ölçüde de başarılı olmuşlardır. Nitekim 1897 Türk-Yunan Savaşı'nda elde edilen zafer tüm İslam aleminde sevinçle karşılanmıştır. Osmanlı’nın bu zaferi birçok ülkede kutlanmıştır. Bunu, Hindistan, Batı Hint Adaları, Türkistan, Madagaskar ve Cezayir'deki karışıklıklar ve sömürgecilere karşı ayaklanmalar izlemiştir.

Osmanlılardan İran'a karşı yumuşama ve dostluk eli uzanırken, buradan da müsbet haberler gelmiştir. 93 Harbi sırasında daha önce hiç görülmeyen bir tarzda aleni olarak Osmanlı’nın zaferi için dua edilmiştir. Bâb-ı da Âli’nin ricası üzerine sünnileri rencide edici Şii tören ve kutlamalar yasaklanmıştır. İran Şahı da iki ülke arasında iyi münasebetlerin geliştirilmesini arzulamıştır.

II. Abdülhamit Hacc müessesesinin İslam toplumları üzerindeki etkileme gücünü bildiği için bu konuya özel önem vermiştir. Mekke'de toplanan binlerce Müslüman hacı vasıtasıyla kendi fikirlerini dünya Müslümanlarına ulaştırmak gayesiyle İstanbul-Hicaz ulaşımına önem vermiş ve Hicaz demiryolunu Medine'ye kadar uzatmıştır. Alman siyasetçisi Carl Heinrich Becker, “Panislamizm” adlı kitabında bu konuda şunları söylemektedir: “Mekke'ye her yıl hac zamanında dünyanın her yanından binlerce kişi akıyor ve birlikte ibadet ediyorlar. Tamamen kendiliğinden, hacılar burada İslam'ın muhteşem birliğinin ve büyüklüğünün nuruna erişiyor; dünyanın dört bir yanından akan halkları görünce. Propaganda değil - zaten propaganda yapılmıyor - hayır sadece bir bakış, onun için panislamist düşünceyi canlandırıyor…Görkemli bir birleştirici güç var bu dini merkezde.”

Yukarıdaki açıklamalar  İngiliz hükümetinin Lozan Antlaşması'nı kabul etmek için neden Halifeliğin kaldırılmasını şart koştuğunu açıklığa kavuşturuyor. Çünkü onlar için Müslümanların halifelik makamı İslam'ın birliğini temsil ediyordu. İslam birliği de batılıların korkulu rüyasıydı. Lozan anlaşmasından sonra İngiltere, Ankara hükümetinin halifeliği kaldırmasını ve son halife Abdülmecid Efendi’nin ülkeden çıkarılmasını bekledi. 3 Mart 1924 de halifeliğin kaldırılması ve son halifenin ülkeden çıkarılmasına çok memnun olan İngilizler, bir hafta sonra Lozan anlaşmasını meclislerinde onaylayarak büyük bir zafer elde ettiklerini açıkladılar.

Batıyı son derece sevindiren halifeliğin kaldırılmasını, maalesef bizim Cumhuriyet aydınlarımız sevinçle karşılaşmışlardır. Böylece İslam’ı ülkemizden sileceklerini düşünmüşler ve kendilerinin batı medeniyetine katıldıklarına inanmışlardır. Ancak ümit ettikleri gerçekleşmemiştir. Çünkü İslam dininin bir sahibi vardır. İslam dinin sahibi olan Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ı Biz indirdik, elbette onu yine Biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9)

Batının zaferi daima Müslümanlar için hüsran, Müslümanların zaferi ise batı için hüsran olmuştur. Bu gerçeği görmemek gerçekten büyük bir gaflettir.

Sultan Abdülhamid'in halifelik hakkındaki ileriyi görmesini bugünkü sonuçlar teyit etmektedir. Çünkü halifeliğin birleştirici unsuru ortadan kalkınca, Müslüman ülkelerin birliği dağılmıştır. Her biri, kısmen veya tamamen batının boyunduruğu altına girmiştir. Ülkeler şeklen kendilerini idare ediyorlarmış gibi gözükseler de, arka planda daima batılı emperyalistlerin emirleriyle yönetilmişlerdir. Bu da onların bugünkü güçsüz ve geri kalmış durumlarını ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, İslam ülkelerinin bugünkü güçsüz ve geri kalmışlığının arkasındaki gerçekleri görmek ve bunları açıklamak Müslüman aydınlarının görevidir.

 

Diğer İslam Ülkelerinde İslamcılığın Ortaya Çıkışı

 

Mısır

Yavuz Sultan Selim 1517 Ridaniye Savaşları ile Memlük Sultanlığına son vermiştir. Bunun sonunda Mısır Osmanlı Devleti'nin bir eyaleti olmuştur. 1798'de Napolyon Mısır'ı işgal etmiş, ancak Mısır'a gelen takviye kuvvetleri Mısır'ı Fransızlardan temizlemiş ve III. Selim 1805 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı Mısır valisi olarak atamıştır. Ancak Mısır tamamen Osmanlı'ya bağlı kalmamış ve kendi başına ayakta kalmaya çalışmıştır. Fakat yapılan yanlışlıklar sonucu, ekonomisinin çökmesi ve batılı devletlere fazla borçlanması nedeniyle Mısır'da Düyûn-ı Umûmiye kurulmuş ve sonrasında da İngilizler tarafından 1882'de işgal edilmiştir. İngilizlerin işgaline karşı yer yer ayaklanmalar olmuşsa da, bunları ise İngilizler kanlı bir şekilde bastırmıştır.

Bu konuda Amerikalı tarihçi Bernard Lewis şunları söylemektedir: Osmanlı Devleti'nin 400 yıldır birçok güçlüye rağmen ayakta tuttuğu siyasi ve kültürel yapının çökmesi ile Birinci Dünya Savaşı sona erdikten ve savaşın dumanları, diplomasi sisi ortadan kalktıktan sonra bölgede emperyalist devletlerin emellerine göre şekillenen “Modern Mandater” bir yapının ortaya çıktığı görülmektedir.

Mısırdaki Müslümanlar, Mısır'ın işgaline hem de İslam’ın saptırılması faaliyetlerine bir tepki olarak 1928'de İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) teşkilatını kurdular. Bu teşkilatın başında Hasan El-Benna ve altı arkadaşı vardı. Bu teşkilatın amacı Müslümanlara gerçek İslam’ı öğretmek ve uygulatmaktı. Çünkü Benna, İngilizlerin empoze ettiği aşırı özgürlüklerin getirmiş olduğu ahlaki çöküşe şahit olmuş, modernizm adı altında insanların gün geçtikçe dinden uzaklaştıklarına tanıklık etmişti.

Konuşmalarında Benna şunları söylemektedir:

“Asıl olan Müslüman bireyin inşasıdır. Bireyler Müslüman aileleri, onlar da Müslüman bir toplumu meydana getireceklerdir. Müslüman toplum İslami bir hükümeti, O da İslami bir devleti doğuracak, İslam devletleri birleşip dünyada İslam hakimiyetini kuracaklardır.

Kardeşlerim! Siz ne bir hayır kurumu, ne bir siyasi parti, ne de sınırlı amaçları bulunan yerel bir teşkilatsınız. Aksine sizler bu milletin kalbinde, ona Kur'an'la hayat verecek yeni bir ruhsunuz ve peygamberin mesajını hatırlatmak için yükselen güçlü bir sessiniz.”

Müslüman Kardeşler, İslami değerler üzerine inşa ettikleri teşkilat yapısını, batı işgalinin altındaki Müslüman halka anlattılar. Böylece İslami bir yaklaşım içinde problemlerinin çözümü için modeller oluşturdular. Onlara göre sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlar ve geri kalmışlığın nedeni İslam'ın temel ve ilkelerinden uzaklaşmasının bir sonucudur. Benna'ya göre Müslümanların yaşadıkları siyasal sıkıntıların toplumu olumsuz etkilemekte, toplumu kendi öz benliğinden yani Müslüman kimliğinden uzaklaştırmaktadır. Benna insanlar arasında Avrupa'ya özenme gibi bir felaketin yaygınlaştığını görmüş ve toplumun acilen ıslah edilmesi gerektiği düşünmüştür. Ona göre bu ıslah ancak toplumun Kuran’a ve sünnete dönmesi ile mümkün olacaktır. Kur'an'ın lafzını okuyup ezberleyip akabinde hükümlerine sırt çevirmek Kur'an'ın gerçek anlamında anlaşılmadığını gösterir. Benna Kur'an'a dönüşten kastının, Kur'an'ın hükümleri ile hükmedilmesi olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Ona göre Kur'an bir rehber, bir öğretmen ve bir arkadaş gibi algılanmalıdır.

Böylece Mısır'da İslamcılık akımı görünür bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bundan evvel Cemalettin Afgani ve arkadaşlarının Mısır'da yapmış oldukları İslami faaliyetler aslında gerçek bir İslamcılık anlayışı değildir. Onlar işgalci kuvvetlerle anlaşarak emperyalizmin istediği şekilde İslam dinini değiştirmeye çalışmışlardır. Bu çalışmaları dinde reform olarak ifade etseler de, bu batılıların güdümünde İslam'ı dejenere etme faaliyetidir. Çünkü onların hareketleri Mason locaları tarafından destekleniyordu. Masonlar hiçbir zaman gerçek İslam’ı desteklemezler. Bu nedenle Afgani ve arkadaşlarının faaliyetleri İslamcılık hareketi olarak anlamak yanlıştır. Mısır'da gerçek İslamcılık Benna’nın liderliğindeki Müslüman Kardeşler hareketiyle ortaya çıkmıştır. Benna 12 Şubat 1949'da devlet tarafından düzenlendiği sonradan ortaya çıkan bir suikastle öldürülmüştür.

 

Pakistan

Pakistan'da İslamcılık görüşünün esaslı bir şekilde ortaya çıkışı Cemaat-i İslami hareketiyle olmuştur. Cemaat-i İslami örgütü Pakistan'da Mevdudi tarafından 1941 yılında kurulmuştur. Bu örgüt 20. yüzyılın İslam düşüncesinde etkisi olmuş bir harekettir.

Mevdudi 1921 yılında itibaren gazetelerde yazılar yazarak, İslami cihadın, güçsüzlerin sömürüden, baskı ve zulümden kurtuluşunu sağlayan olumlu ve ahlaki yönlerini ifade etmiştir. Kendisi gibi düşünen 75 alim ve aydınla 25 Ağustos 1941'de Lahor’da Cemaat-i İslami teşkilatını kurmuştur. İslami bir anayasa için ulema ve diğer Müslüman gruplarla iş birliğine girişmiştir.

Mevdudi bir taraftan sömürge düzenine, diğer taraftan Hinduların baskın kültür olarak yükselişine karşı çıkmıştır. En büyük gayesi Pakistan'ı dünyaya örnek teşkil edecek modern bir İslam Devleti olarak yapılandırmaktı. Cevaplamaya çalıştığı ilk soru, Müslümanların niçin sömürge durumuna düşmelerinin anlaşılmasıydı. Batı medeniyetini birçok yönden eleştiren Mevdudi’ye göre batılılar ilim ve kılıç gücünü, yani bilim ve teknolojiyi kullanarak dünya hakimiyetini ele geçirmişlerdir. Bu süreçte pek çok medeniyet batı medeniyetinin bünyesinde kolayca erimiş ve kaybolmuştur. Müslümanlar ise tam ve kamil bir medeniyete sahip oldukları için, batı karşısında ayakta durmayı başarmışlardır. Mevdudi’ye göre bu iki medeniyetin çarpışması hâlâ devam etmektedir.

Mevdudi’nin düşündüğü İslam Devleti aslında Müslüman Kardeşler ile aynıdır:  “Şûra tarafından yorumlanan, İslam hukukunun (şeriat) uygulandığı bir İslam Devleti.”

Cemaat-i İslami Pakistan siyasetinde aktif bir rol oynamıştır. İktidarı sürekli eleştiren tutumu ile İslami Devlet taleplerini tekrarlayan siyasal bir parti olarak çalışmıştır. Mevdudi ve örgüt taraftarları iktidarı eleştiren söylem ve eylemlerinden dolayı zaman zaman tutuklansalar da, siyasetin büyük çapta belirleyicisi oldular. Örgüt 1977-1978 General Ziyâ ül Hak döneminde uluslararası bir yaygınlık kazanarak, Pakistan ve Hindistan dışında Bangladeş, Afganistan ve Keşmir'de aktif siyaset içerisinde  yer almıştır.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa       Yorumlar

İslamcılık Nedir?

Yayınlanma Tarihi: 21.08.2022