Yarım asırdan beri İslâm dünyasında “Bilginin İslâmlaştırılması” konusu tartışılmaktadır. Bu tartışmalar İslâm ülkelerinde yeni bir selefilik akımını meydana getirmiştir. Birçok mütefekkir batının gelişmiş ve zengin, buna mukabil İslâm ülkelerinin geri kalmış ve fakir oluşunu, batıdaki bilim ve teknolojinin İslâm ülkelerine göre daha ileri olmasının sebep olduğunu ileri sürmüşlerdir. Müslümanların batının bilim anlayışını aynen benimsemeleri halinde kendilerine bir kurtuluş yolu açılabilecek midir? Bu sorunun cevabı tartışılmaktadır. Bu tartışmada mantıklı bir sonuca ulaşabilmek için İslâm'da ve batıdaki bilgi anlayışlarının ne olduklarının ve aralarındaki farkın belirlenmesi gerekir. Bu amaçla bu yazımızda “İslâm'da Bilgi Anlayışı”, bir sonraki yazımızda da “Batının Bilgi Anlayışı” konularını ele alacağız.
Bilgi Nedir? Bilgi nedir? sorusu eski Yunan filozoflarına kadar götürülebilir. Günümüze kadar bütün filozoflar bu konuda görüş bildirmişlerdir. Ancak konunun “Bilgi Teorisi” veya “epistemoloji” olarak sistemli bir felsefe konusu haline gelmesi 19. yüzyılın başlarında olmuştur. İslâm dinine göre bilgi, insanı mutluluğa götüren bir yoldur. Çünkü kendini, Allah'ı, dünyayı, ahireti, Allah yolunda nasıl yürüyeceğini, Allah'a yaklaştıran veya uzaklaştıran şeyi bilen kişi bedbahtlıktan korunur ve mutlu olur. Bu nedenle, bilgi teorisi, dini ilimlerin de zorunlu bir esası ve dayanağıdır. Türkçede “bilgi” kelimesi “ilm” kelimesinin karşılığıdır. “İlm” kelimesinin esas anlamı, bir kimsenin bir şey hakkında bir şey bilmesidir. Bununla beraber İslâm kültüründe “ilm” çok geniş bir kavram olup önemli bir yeri haizdir. Hatta ilmin İslâm'da fikri, dini, politik ve günlük hayattaki fonksiyonu göz önüne alınarak, “ilm” le “İslâm” birbirine eşit bile sayılmış ve “İlm İslâm'dır” denilmiştir. Türkçede “bilgi” kelimesinin sözlük anlamı bilmek, tanımaktır. Bilgi kavramında iki unsur vardır. Birisi onu bilen insan (süje) unsuru, diğeri de bilinen (obje) unsuru. Var olmaları bakımından süje de obje de birbirinden bağımsızdırlar. Aralarındaki ilişki sadece bilme yönündendir. Bu bilme sonunda, ne süje, ne de obje var olur. Her ikisi de varlık bakımından önce ne iseler sonra da aynıdırlar. Süje objeyi bilse de bilmese de obje var olmaktadır. Bu nedenle aralarında bir nedensellik ilişkisi yoktur. Süje objeyi bilmekle varlıklarda bir değişme olmaz. Ancak süje bilgi edilmekle başka bir duruma girer. Obje her zaman objedir, süje durumuna düşmez. Obje süjenin kendisini bilmesine ilgisizdir. Fakat süje objeyi bilmekle onun çeşitli özelliklerini anlamaya çalışır. Objenin varlığının süjenin bilmesine bağlı olmadığını şu örnekle anlatabiliriz: Önümüzde aşılamayan dağlar gibi engeller varsa da, onun arkasındaki tabiatın, denizlerin varlığını yok sayamayız. Bugün yeni yeni keşfedilen gezegenlerin varlığı daha önce de vardı, fakat bilinmiyordu. Matürîdî, bilen (süje) ile bilinen (obje) arasında şöyle bir ayrımı ele almaktadır. Eğer süje obje ile doğrudan ilişki kurar ve obje süjeye bizzat açılırsa (tecelli ederse) orada “ilm” kelimesi kullanılmalı ve “ilahi bilgi”den söz edilmelidir. Eğer süje ile obje arasındaki ilişki, bir vasıta ve bir zihin faaliyeti neticesinde kurulursa, orada da “ilm” değil, “fıkh”, “irfân”,”ikân” gibi istidlâlî bilgi ifade edildiği için bu da “beşeri bilgi” demektedir. Mâturîdî, bilgiyi şöyle tanımlar: Bilgi öyle bir niteliktir ki, kendisinde bulunan kimseye, zikri mümkün olan her şey onunla görünür. Matürîdîye göre, bilen insan ile bilinen eşya arasında irtibat kurulabilir. Bu irtibat gerçektir ve bunun sonunda meydana gelen bilgi arızi, hayali veya izafi olmayıp hakikati yansıtır. Çünkü eşyanın sabit bir gerçekliği vardır. İnsanın Allah ve gayp hakkındaki bilgilerini de kainatın bizzat kendi varlığını temin eder. Çünkü gözlenebilen kainat görünmeyen bir aleme ve nihayet Allah'a delalet etmektedir. İslam alimleri genellikle “bilgi” kavramından, “ilm” kelimesi ile kastedilen mânâyı anlamaktadırlar. “İlm” ve “marifet” kelimeleri genellikle eş anlamlı olarak kullanılsa da, farklı anlamlarda da kullanıldığı olmuştur. “Bilgi” kavramı tek başına bir kavram değildir. Tam aksine “bilgi” kelimesi akıl, akıl yürütme (nazar, istidlâl), duygu, deney, anlama, doğru haber, ilhâm gibi olumlu mahiyetteki kavramları içine almakta, diğer taraftan bilgisizlik, zan, şüphe, dalgınlık, unutma, uyku gibi olumsuzluk içeren kavramları da dışlamaktadır. Kur'an'da “bilgi” kelimesi zannın karşıtı olarak ele alınmıştır. Bunu şu ayetten anlıyoruz: “Onların kesin bir bilgileri yoktur, onlar sadece zannediyorlar.” (Casiye, 45/24) Kur'an'da zannın nefsin hevâsından kaynaklandığını belirtilerek şöyle açıklanmaktadır: “Hayır zulmedenler (kafirler) bilgisizce kendi hevâlarının (istek ve arzularının) peşinden gittiler.” (Rum, 30/29) Eşâriler, Kur'an'da gerçeğe götüren sağduyu ve sağlam düşünce yolunun akıl, kalp, göz ve kulak yetenekleri ile de bilinebileceğini şu ayete dayanarak ifade ederler: “Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.” (Kaf, 50/37) “Onların yürüyecek ayakları, tutacak elleri,görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var?” (Araf, 7/195) İmam Gazali hakikati anlamak ve bilmek için, önce bilginin hakikatini araştırır. O, kendinden hiçbir şekilde şüphe edilmeyecek olan sağlam bilgiyi, yani yakîn hasıl edecek bilgiyi arar. Çünkü ona göre bilgi, insanı mutluluğa götüren yoldur.
İslâm’da Bilginin Mahiyeti İslâm'da ilim bir bütündür. Her mevzuu ve her keyfiyeti içine alır. İlmin İslâm'da aldığı çeşitli anlamlar şunlardır: vahiy, şeriat, sünnet, din ve ilmihal, iman, ilm-i ledün (batın bilgisi), hikmet (gizli bilgiler, sebepler bilgisi), marifet yani ilâh bilgisi, tefekkür, bilim (ilim) ve terbiye bilgisi (eğitim). Kur'an tam bir bilgidir. Sünnet ile şeriatın tevilinde (izahında) ilk kaynaktır. Sünnette manevi alan bilgisi ve hikmet (gizli bilgiler) vardır. Kelâm ve fiil cepheleri ile kâmil olan şeriat, sünnetteki sessiz mutabakat (takrir) ile bütünleşmektedir. Buna göre ruha nefes olan bilginin has öğeleri vahiy, Kur'an, sünnet, şeriat, ilm-i ledün ve hikmettir. Hikmete giden yol ibadettir. Zevk-i zikir ile keşfe gidilecektir. Bu şekilde elde edilen bilgi ariflerin bilgisi (marifet) dir. İbn Abbas'a göre kulluğa ve bilgiye açılan kapı aynıdır. Çünkü o tür bilgiye keremsiz vasıl olmak söz konusu değildir. Önce İslâm ve iman, sonra ihsan, yani dini davranış mükemmelliği, erkân-ı dinin (dinin icaplarının) yerine getirilmesi, ondan sonra kelâm, tevhit ve sünnettir. Bu konularda şaşanın o kapıda ne işi, ne nasibi olabilir ki? İlim, pratik değeri olan, çaba ile mücadele, takip, araştırma (tahkik) ve gözlem (dikkat) ile elde edilen bilgiyi ihata eder. Bu bilgi için duyu organları ve uzuvları yeterlidir. Bu bilgiye kesbi bilgi (kazanılan bilgi) de denir. Burada bir çeşit amel söz konusudur. İslâm'da iman bilginin bir cüzüdür ve hayır hasıl etmeyen bilgi istenilen bilgi değildir. Bilginin iyi insanı yaratması İslâmi bir gerekliliktir. Bu asla göz ardı edilemez. Bilgi ruhun hayat suyudur, has gıdasıdır. Edebe giden yolda ruhu ve aklı terbiye eder. Biz bilgi ile doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırt ederiz. Bilgi insanı zilletten korumalı ve kurtarmalıdır. Yüz karası hallerden uzak tutmalıdır. İslâmi bilginin mahiyeti budur. İbn Mesut'tan rivayet edilen bir hadis şöyledir: “Derim ki, bu Kur'an Allah'ın size bahşettiği ziyafettir; o halde yiyin.” İslâmi eğitimin amacı iyi insan yaratmaktır, o da edeple olur. Bu hususta Peygamberimizin (sav) bir hadisi şöyledir: “Rabbim beni edep sahibi kıldı, edebimi de çok muhkem kıldı.” Eğitim insanı dünyaya olduğu kadar ahirete de hazırlamalıdır. Edep boyutu olmayan hiçbir eğitim sistemi bunu başaramaz.
Tasavvufta Bilgi Kaynağı İslâm'da bilgi kaynağı sorunu, mutlak gerçeği hangi vasıta ile bilebiliriz olduğunun belirlenmesidir. Bu vasıtalar duyular, akıl, ilham, sezgi, mükâşefe ve şuhûddur. Tasavvufta, akıl ile de bilginin oluştuğu inkar edilmiyorsa da, gerçek güvenilir ve sağlam bilginin ancak keşf yolu ile elde edileceği kabul edilir. Onlara göre marifet dediğimiz bilgi hiçbir şüphe kabul etmeyen, görülmüş, bilinmiş ve içten yaşanmış olan bir husustur. Yakîn (kesin bilgi) keşf ile başlar. Bu, dünyada görülmeyen, üstleri örtülü olan hükümler ve onlarla ilgili sırların anlaşılmasıdır. Yakîn halinde, tecellilerin birbirini takip etmesiyle, insanın kalp gözüyle algıladığı şeyler delil düşünmeyi gerektirmez. Bu nedenle hiç değişmeyen ve daima aynı kalan bu bilginin kalbe yerleşmesine yakîn hali denir. Bu nedenle İbn Arabi şöyle söylemektedir: “Akıl anlar, keşf ise müşâhede ve temâşâ eder.” Sadrettin Konevi’ye göre keşf yolu, ruhun temizlenmesi ve zihnin şüphelerden arınması ile mümkün olur. Ona göre insan nesnelerin ancak sıfat ve arazlarını bilebilir, onların hakikatini ise yalnız Allah öğretir. Bu da Hakk’ın insanlara yaptığı tecellilerle oluşur. İmam Gazali bilgi konusunda duyulara pek güvenmez. Şöyle ki onların en sağlamı olan görme duyumuz bize gölgeyi hiç hareket etmiyormuş gibi bildirir. Fakat akıl onun yavaş yavaş hareket ettiğine hükmeder. Bu, göz ile elde edilen algının yanlış olduğunu gösterir. Bunun nedeni bütün duyguların idrak alanları sınırlıdır. Fakat bu sınırlar dışında da olgular mevcuttur. Bu olgular ancak deneylerle ortaya çıkar. Gazali şöyle düşünür: duyulara güvenim akıl tarafından yıkıldıysa, aklın verdiği bilgiye nasıl güvenebilirim? Ancak aklın verdiği bilgilerin bazılarının doğru olduğu açıktır. Örneğin “beş üçten büyüktür”, “bir şey hem var hem yok olamaz” gibi önermelerin doğruluğu bize akla güvenebileceğimizi söyler. Fakat acaba aklında ötesinde bize bilgi verebilecek bir yol daha var mıdır? Bazı olgular bize akıldan da öte yol olduğunu gösteriyor. Örneğin uykudayken gördüğümüz rüyaların gerçekliğine inanırız. Fakat uyanınca onların hayal olduğunu anlarız. Bu türlü şüphelerden İmam Gazali, Allah'ın kalbine attığı bir nur ile kurtulduğunu söyler. Ona göre bu nur birçok bilgileri insana bildirir. Bu bilme keşf olayıdır. Yani soyut delillere bağlanmadan, vasıtasız olarak Allah tarafından ilham edilen şeylerdir. Sufilere göre güvenilebilir tek sağlam bilgi türü, keşf ile elde edilen bilgidir. Bu bilgi, hakikatin doğrudan doğruya vasıtasız olarak idrak edilmesidir. Bu bilgide varlıklar oldukları gibi görülürler. Bu bilgiye “zevk” (vasıtasız idrak), ilahi bilgi (ledünni bilgi), sırların bilgisi, gaybın bilgisi, peygamberlerin, velilerin bilgisi de denir.
Kelâmda Bilginin Kaynağı Kelâm ilminde bilgi kaynağı olarak üç esas kabul edilir. Bunlar duyular, doğru haber ve akıldır. Duyular: Bu bilgiler günlük yaşantımızı düzenlemek için başvurduğumuz, duygularımızı kullanarak elde ettiğimiz bilgilerdir. Bu bilgilerden şüphe edilebilir mi? Her ne kadar bazen duyumlarımızla idrakte yanlışlıklar olsa da, bunlar diğer duyular veya akılla kontrol edilerek düzeltilebilir. Bu nedenle, dışarıdaki eşyanın görünen kısmının duyularla algılanabileceği mümkün görünüyor. Ancak bunlar tümel değil tikellere ait bilgilerdir. Kelâm ilmi kusursuz duyuları bildiğimiz beş duyu ile sınırlamaz. Örneğin gözün yanında kalp gözü vasıtasıyla da bazı şeyler görülebilir. Bazı kelâmcılar bilgi tanımı yaparken, duyuların algısının tikellere ait olduğu ileri sürerek duyularla elde edilen algılamaları bilgi olarak kabul etmezler. Ancak duyularla da bazı zorunlu bilgilerin elde edilebileceği düşünülmüştür. Hatta dış duyular olan beş duyunun yanında bir de iç duyuların olduğunu ileri sürmüşlerdir. İç duyulara örnek olarak, insanın neşe ve elem duymasına ait bilgiyi vermişlerdir. İnsandaki dış duyular işitme, görme, koklama, tatma ve dokuma; iç duyular ise hiss-i müşterek, musavvire, muhayyile, vehmiyye ve hafızadır. Doğru Haber: Bu objeye (vakıa) uygun olan haber demektir. Bu da ikiye ayrılır: tevatür haber, Resûl'ün haberi. Tevatür Haber: Eğer bir topluluğun yalan üzerinde birleşmelerini akıl kabul etmiyorsa, bu topluluğun sözleri kesin bilgi olarak kabul edilir. Örneğin Mekke, Bağdat gibi şehirleri görmediğimiz halde, onları gören toplulukların sözlerine dayanarak bu şehirlerin mevcut olduklarını kesin olarak kabul ederiz. Tarihteki birçok kişiler ve olaylar, bu şekilde topluluklara güvenilerek bilinir. Örneğin Nuh tufanı gibi. Böyle bir tevatür haber kesin bilgidir. Bir tevatür haberin kesin bilgiyi göstermesi için şu şartların gerekli olduğunu İslâm alimleri ileri sürmüştür: 1) Haber veren topluluğun yalan üzerine birleşmelerinin aklen imkansız olması, 2) Haber verenlerin haber verdikleri olayı veya kişiyi gözlem ve duyularına dayanarak bilmiş olmaları gerekir, 3) Haber verilen şeyin mümkün olması ve akla aykırı olmaması gerekir, 4) Haberin başının, sonunun ve ortasının eşit derecede bilinmesi gerekir. Böyle bir haberin her asır için tevatür derecede olması gerekir. Tevatür olma özelliği taşımayan bir haber örneği olarak Hristiyanların, Hz. İsa'nın öldürülmesi ile ilgili nakledilen haberleri verebiliriz. Çünkü Hz. İsa'nın öldürülmesi hususunda ihtilaf vardır. Ayrıca onların yalan üzerinde birleşmiş olabilecekleri aklen imkansız değildir. Bu hususun yalan olduğu Kur'an'da şöyle beyan edilmektedir: “Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat kendilerine İsa gibi gösterildi.” (Nisa, 4/157) Peygamberin Haberi (Haber-i Resûl): Peygamberimizin (sav) peygamberliği mucizelerle doğrulanmıştır. Vahiy ve Kur'an onun mucizeleridir. Haber-i Resûl’den maksat, ya doğrudan peygamberin kendisinden işitilen haber veya peygamberin kendisinden işitildiği tevatür yoluyla sabit olan haberdir. Peygamberin kendisinden işitilen haberler, onun sağlığında sahabenin işittiği haberlerdir. Bu haberler bize sahabelerin aktarması ile geldiğinden, tevatür haber olurlar. Kur'an ve hadisler peygamberimizden zamanımıza kadar bu şekilde tevatür yoluyla gelmiş olan Resûl'ün bildirdiği haberlerdir. Peygamberimizden tevatür yolu ile gelen haberlere itikat ve amel etmek vaciptir. Farz namazların kaç rekat oldukları haberi bize böyle bir tevatür ile gelmiştir. Bu nedenle bu şekildeki tevatür haberler inkar edilemez. İnkar eden kafir olur. Ancak belirli bir tek kişiden nakledilen haber kesin bilgi değil, zan ifade eder. Bu nakledilen habere “âhâd denir. Böyle âhâd (bir kişi) yoluyla gelen haber iman konusunda ölçü olmaz. Nakledilen hadis metni kesin de olsa senedin rivayeti bir kişiye dayandığı için kesin bilgi olarak düşünülmez ve zan olur. Bunu inkar eden tekfir edilmez. Çünkü inançta zan değil, kesinlik değer taşır. Ancak bu çeşit bir haberle amel edilebilir. Peygamberimizin (sav) haberlerinin dünya ötesi bir kaynakla irtibatlı olduğuna inanılır. Bu kaynak Allah Teâlâ'nın vahiyleridir. Peygamberimiz insani yeteneklerinin yanı sıra, ilahi bilgiden kaynaklanan vahiy ile de takviye edilmiştir. Bu ilahi vahiy ile gelen bilgiler kesindir. Bunları insanın sınırlı olan aklı ve duygularıyla algılamaları imkânsızdır. Akıl: Kelâm ilminde akıl da bir bilgi kaynağı olarak kabul edilir. Bununla beraber kelâmcılar arasında aklın tanımı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Akıl kelimesi Arapça olup çeşitli anlamları vardır. Bu anlamları şöyle sıralayabiliriz: hayvanın ayağına vurulan bağ, köstek; maddeden soyulmuş cevher; anlama ve bilme yeteneği; zeka, us; nefs-i natıka, ruh, idrak yeteneği, rey ve fikir. Akıl insanın hayvanlardan üstün olmasını ve bu üstünlüğünden de haberdar olmasını sağlayan bir melekedir. Nazar eden kişi kendisinin Allah'a kul olduğunu bilir. Ceza gerektirecek şeylerden kaçınıp dünya ve ahirette mutlu olur. Fakat bunun tersi de olabilir. Nazar onu doğruya değil inkara götürebilir. O da ahiret hayatında bir hüsrandır. Eşârilere göre akıl, dinin bildirdiği emir ve yasakları anlamak için bir vasıtadır. Ancak güzel ve iyi olanlarla çirkin ve küfür olan şeyleri tespitini akıl yapamaz. Bunlar ancak şeri hükümlerle belirlenir. Maturîdîlere göre, aklın bazı şeyleri idrak edebileceği kabul edilir. Örneğin Allah'a imanın gerekli olduğu, küfrün çirkin olduğu akılla bilinebilir. Buna göre akıl ile Allah'ı bilmek gereklidir. Kelâmcılara göre akıl ile elde edilen bilgi ya zorunludur veya akıl yürütme (muhakeme) ile iradeye dayalı olur. Örneğin “bütün parçasından büyüktür” önermesi akıl ile elde edilen zorunlu bir bilgidir. Tümevarım, tümdengelim, analoji (benzetme) gibi yöntemlerle elde edilen bilgiler ise akıl yürütme ile elde edilen bilgilerdir. Kur'an'da da aklın bir anlama, kavrama yeteneği olduğu haber verilmektedir: “Gökten bir yağmur indiriyor da, onunla arza ölümden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum, 30/24) Kelâm ilmi bilgi kaynağı konusunda, insanların her türlü yeteneklerini dikkate alarak diğer görüşlerden daha kapsamlı bir yol izlemektedir. Oysa rasyonalizm, ampirizm, pozitivizm gibi görüşler, bilgi kaynakları olarak daha dar çerçeveler çizmektedirler. Bunlara mukabil kelâmcılar bu konuda daha gerçekçi bir yol izlemişlerdir.
Bilginin Türleri Bilgi türleri ikiye ayrılır. Birincisi Allah'ın kadim bilgisi, diğeri insana ait olan hadis bilgidir. Allah'a ait olan bilgiler onun sıfat ve isimlerinin bilgisidir. Kadim bilgi, öncesi olmayan yani bir başlangıcı olmayan bilgi demektir. Bu Allah'ın bilgisidir. Buna Mutlak Bilgi adı da verilir. Allah bilgisi (Mutlak bilgi) hiçbir sınırı olmayıp, hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan gizli ve açık her şeyi kesin ve değişmez biçimde kavrayan bir bilgidir. Sınırlı olan insan bilgisinin böyle bir özellik taşıması mümkün değildir. İnsan bilgisi birtakım kayıt ve şartlara bağlı olduğu için mutlak değildir, izafi bir bilgidir. Kadim bilgi yani Allah'ın bilgisi kazanılmış bir bilgi değildir. Sebebe dayanan, sebebe bağlı bir bilgi de değildir. Ancak yaratıkları bir sebeple bilir ve onların bilgileri bir sebebe bağlı olur. Ayrıca Allah'ın bilgisi insanlarda olduğu gibi birisi tarafından öğretilmiş bir bilgi de değildir. O kendiliğinden bilir. Bu bilgi hadiste değildir. Bununla beraber insanın bilgisi hadistir. Çünkü insan yarını ancak yarın olduktan sonra bilebilir. Yarını, olduktan sonra bilmek de kadim bilginin değil hadis bilginin bir özelliğidir. Buna göre insan bir şeyi ancak olduğu anda bilir. Allah ise o şeyi olmadan önce de bilir. İnsana ait olan hadis bilgi ise zaruri (zorunlu) ve iradeye dayalı (kesbi) olmak üzere ikiye ayrılır. Zaruri (Zorunlu) Bilgi: Zorunlu bilgi insanın elde etmek için akıl yürütmesine imkan olmayan bilgi demektir. Yani insanın bu bilgiyi elde etmek için herhangi bir güce sahip olmasına gerek yoktur. Dış duyularla ilgili bilgiler böyledir. İşiterek, görerek, koklayarak, tadarak veya dokunularak elde edilen bilgiler için herhangi bir akıl yürütme, düşünme gerekli değildir. Bunları insan zorunlu olarak algılar. Aynı şekilde iç duyularla ilgili, insanın sevinç ve keder duyması da zorunlu bilgidir. Zorunlu bilgi kavramı bazen apaçık (bedihi) kavramı ile eş anlamda kullanılır. Bazen de iç ve dış duyulara ait hissi bilgilerin bedihi olmadığı düşünülür. Ancak bu bilgilerin de zaruri olduklarına hükmedilir. İradeye dayalı (kesbi) bilgi: Bu bilgiler insanın iradesi ile elde edilen bilgilerdir. Yani bütün bilgilerimiz zorunlu değildir. Bazıları iradeye dayalıdır. Eğer bütün bilgiler zorunlu olsaydı insanlar arasında fikir ayrılıkları olmazdı. Akıl yürütme ile elde edilen bilgiler iradeye dayalı bilgilerdir. Ancak her iradeye dayalı bilgi akıl yürütme ile elde edilmeyebilir. Örneğin dinlemek veya bakmak ile elde edilen bilgiler öyledir. Bu iki sınıf bilgi türleri kelâmcılar arasında bazen farklı görüşlerle ifade edilmişlerdir. Örneğin bazıları bütün meydana gelen bilgilerin zorunlu olduğunu, insanın iradesine bağlı olmadığını iddia etmişlerdir. Bazılarına göre Allah'ın zati sıfatları ve gerçek inançlarla ilgili bilgiler zorunlu olup akıl yürütme ile ilgili değillerdir (Câhız ve arkadaşları bu görüştedir). Bazılarına göre bütün bilgiler akıl yürütme ile olup zorunlu değildir. Bazı kelâmcılara göre tasavvur (tasarım) ile ilgili bilgiler zorunludur. Tasdik ile ilgili bilgiler ise zorunlu ve akıl yürütme olmak üzere iki kısımdır (Fahreddin er Râzî bu görüştedir). Bu konuda Amidî, Ebkâr el-Efkâr adlı kitabında şunları söylemektedir: İslam düşünce tarihinin büyük sentezcilerinden İmam Gazali, kelâm, felsefe ve tasavvufun temel epistemolojik yaklaşımlarını tek bir sistem halinde birleştirmiş görülmektedir. Bilgi için güvenilir bir kaynak bulma, bilgiye konu olan alanların birbirine karıştırılmaması için bilgiye bir sınır tayin etme, nihayet akıl, duyu ve ilham gibi bilgi kaynaklarını tenkit etme çabası en güçlü ve sistemli bir şekilde bu düşünür tarafından gösterilmiştir. “İçinde şüphenin asla bulunmadığı bilgi” diye nitelendirdiği kesin bilgiyi arayan Gazali'nin meseleye daha ziyade bilginin değeri açısından yaklaştığı görülmektedir. Gazali'nin ortaya attığı, sonraki mantıkçılar tarafından bazı küçük farklarla benimsenen bir tasnife göre, bütün bilgi türleri “kesin bilgiler, kanaat ve zanni bilgiler” olmak üzere üç esaslı terim altında toplanırlar. Bunlar da kaynağı ve değeri bakımından 7 kategoriye ayrılır: 2)İç gözlemler: İnsanın kendi açlık, susuzluk, sevinç, kader gibi beş duyudan kaynaklanmayan psikolojik idrakları. 3) Dış dünyaya ait duyumlar: Duyu organlarından edinilen intibalar. 4) Tecrübi bilgiler: Birbirini takip eden iki olayın defalarca tekrarlanmasından sonra ortaya çıkan zihni alışkanlıklara dayalı tecrübeler. 5) Tevatür yoluyla edinilen bilgiler: Algı ile ilgisiz olan, çok sayıda güvenilir kişinin verdiği haberin akıl tarafından benimsenmesi ile edinilen bilgiler. 6) Varsayımlar: Gerçekte var olup olmadığı bilinmeyen şeylerin var sayılması ile oluşan bilgiler. Örneğin “her varlığın mekânı vardır” gibi. 7) Yaygın kabuller: Doğru kabul edilecek kadar üzerinde ittifak edilmiş bilgi ve önermeler. Örneğin “yalan kötüdür” hükmü gibi. Bilgi konusunda gerek Gazali gerekse ondan önce ve sonra ortaya konan fikri birikim, İbn Rüşd ve İbn Arabi gibi düşünürlerin de katkılarıyla, hâlâ bütün yönleri ile tahlile muhtaç ve bütün farklılıkları ile modern epistemoloji için dahi ilham kaynağı olabilecek önemli doktrinlere sahiptir.
İslâm’ın Bilgi Anlayışındaki Ana Unsurlar Allah Teâlâ insanı beden ve ruhun birleşmesi ile yaratınca ona isimlerini öğretmiştir (Bakara, 2/31). Bu isimlerden murat bilgidir, ilimdir. İnsana verilen bilgi araz (görünen özellik) ve sıfatlara (mantık ile izlenebilir özellikler) dair bilgilerdir. Duyulara ve kavrayış yetisine dair bir anlayıştır. Böylece insan eşyalar arasındaki farklar ile alâkaları (bağıntı, ilişki) takip edebilir ve sebeplere inerek bu fark ve alâkaları belirtebilir, ifade yani formülü edebilir. İnsana yaratıcı hakkında da bilgi verilmiştir: “Bir de Rabbin, Ademoğullarından, bellerindeki zürriyetleri alıp da onlara kendi nefislerini şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değilmiyim?” dediği vakit, “Pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz” dediler. Bunu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz diye yapmıştık.” (Araf, 7/172) “Allah şehadet eyledi şu gerçeğe ki, başka ilah yok, ancak O vardır. Bütün melekler ve ilim uluları da dosdoğru olarak buna şahittir ki, başka ilah yok, ancak O Aziz, O Hakim vardır.” (Ali İmran, 3/18) İnsan Allah'ı Bir ve Hakk olarak bildiğinde bu ikisi (Rab ve kul) arasında bir akit (anlaşma) gündeme gelir. Bu sözleşme ile insan kendi gayeleri için kulluğun icabı olan ameller arasında dengeyi bulur (Araf, 7/172-183). İnsanla ilgili ilk düşünülecek ve birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde olan iki kavram “din ve İslâm” dır. O zaman ibadet insanın gayesi ve itaat de görevi olur. “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) “O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına dönder. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30) “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan gerçekten bu emanetin hakkını gözetmediğinden çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab, 33/72) Bu sözleşmenin özü, yeryüzüne Allah'ın istekleri (Hak olan emirleri) paralelinde bir manevi şekil verilmesidir (Ahzab, 33/72). İnsan aynı emirler çerçevesinde nefs-i natikasının (akleden, ifade eden cephesinin) nefs-i hayvaniyesine (ihtiyaç ve arzular içinde çırpınan cephesine) üstün kılınmasıdır. Nefs-i hayvaninin nefs-i natıkaya engel olmayıp susması da esleme, yani teslimiyet, yani İslâm'dır.
İslâm’da Akıl Yürütmenin Önemi İslâm'da bilgi ile iman birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Bu nedenle akıl yürütme ile bilgi edinilmesinin dinimizde önemi büyüktür. Kur'an'da akıl yürütme (nazar ve düşünme) ile ilgili beş yüzden fazla ayet vardır. Bu ayetler insanı düşünmeye ve akıl yürütmeye çağırır. Böylece bilgi edinmemiz temin edilmiş olur. Akıl bir bilgi kaynağı olduğuna göre doğru düşünmek ve doğru akıl yürütmek onun görevidir. İslam dini bize Allah'ı bilmeye götüren akıl yürütmeyi emretmiştir. Çünkü akıl ile Allah'ın bilinebileceği İslâm alimlerinin çoğu tarafından kabul edilmiştir. Matürîdî, insanın aklını kullanmasının Allah tarafından emredildiği söyler. Kur'an'da insanın aklını kullanmaya davet eden birçok ayet vardır. Bu ayetler bilgi edinmede aklın ve düşüncenin gerekliliğine ve önemine işaret eden nakli delillerdir. Ona göre gerek dış dünyada gerekse iç dünyamızda bulunan düzen ve incelikler ancak akıl ve nazar ile kavranabilir. Aşağıdaki ayet ve hadisler akıl yürütmenin gerekli olduğunu bildiriyorlar: “De ki, göklerde ve yerde olup bitenlere dikkatle bakın. Fakat o uyarmalar ve o ayetler iman etmeyen bir kavme fayda vermez ki!” (Yunus, 10/101) “Şimdi bak Allah'ın rahmetinin eserlerine, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O mutlaka ölüleri diriltir. O her şeye kadirdir.” (Rum, 30/50) “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, selim akıl sahipleri için gerçekten açık ibretli deliller vardır.” (Ali İmran, 3/190) Allah'ı bilmek akıl yürütmenin dışında olan yollarla da mümkündür. Bu, Allah'ın kişide tecellisi ile, Peygamberimizin haberiyle, bir mürşit yoluyla, nefsin temizlenip olgunlaştırılması ile olabilir. Ancak bu kişinin akıl gücünü ve imkânlarını kullanmasına engel değildir. Aksi halde sorunlar ortaya çıkabilir. Matürîdî aklı değil de nazarı (akıl yürütmeyi) bilgi kaynağı olarak gösterir. Aklın bir şeyi bile bilmesi için mutlaka nazar ve tefekküre başvurması gerektiğini söyler. Ona göre nazar zaten aklı da içine almaktadır. Bu bakımdan nazardan bilgi kaynağı olarak bahseder. İslâm'da, gerçeği ortaya çıkarmak için mücadele ve ilmi tartışmalara müsaade edilmiştir. Bu nedenle, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Resûlüm! Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et…” (Nahl, 16/125) “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla en güzel yoldan mücadele edin…” (Ankebut, 29/46) Bu türlü tartışmalara Peygamberimiz ve sahabe döneminde de rastlamaktayız. Şu ayeti kerime indiğinde Peygamberimiz Abdullah b. el-Ziba’râ ile münazarada bulunmuştur: “Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz.” (Enbiya, 21/98) İşte bu ayet üzerine Abdullah b. el-Ziba’râ, Peygambere gelerek şöyle bir itirazda bulundu: “Melekler ve Hazreti İsa da insanlar tarafından tapılan varlıklardır. Onların da azap göreceklerine mi inanıyorsunuz? Peygamberimiz ona şöyle cevap verdi: “Seni kavminin lisanında bilgisiz yapan nedir? Bilmiyor musun Ma harfi Arapçada akıl edemeyen nesneler için kullanılır.” Peygamberimiz bu sözleriyle meleklerle Hz. İsa'nın ayetin kapsamına girmediğini Abdullah b. el-Ziba’râ’ya anlatmış oldu. Mekkeli müşrikler peygamber ile mücadele ederek şüphe ve tereddütler ortaya atmak için ondan, tevhid ve peygamberlikle ilgili deliller getirmesini istiyorlardı. Onların bu tutumları Kur'an tarafından şöyle nitelendirilmiştir: “Daha doğrusu onlar çok kavgacı bir kavimdir.” (Zuhruf, 43/58) İşte bu konularda peygamberde, sahabede onlar ile münazara etmişlerdir. İnsan, hayatının bağlı bulunduğu Mutlak Varlığı her zaman bilmeye çalışmıştır. Bu bütün dinlerde ortak bir konudur. Ancak insanların bilmek istediği Mutlak Varlığı deneye dayanan ve gözle görülen fiziksel dünya ile açıklanması güçtür. Ancak insanın Mutlak Varlığı açıklamak için, onun âlemdeki eserlerinde akıl yürüterek delillere ulaşması tabiidir. Bununla beraber mutasavvıflar Allah’ı binmenin dolaylı yoldan değil de doğrudan olmasını tercih ederler. Fakat bu her bir insan için mümkün olmayabilir. Ancak özel bir çaba ile elde edildiğinden genel bir bilgi olmaz. İbn Arabi bu konuda şunları söylemektedir: Bazı İslâm alimlerine göre Allah'ı bilme insanda zaruri ve fıtridir. Bu durumda Allah'ın varlığına kanaat getirmek için delilerle akıl yürütmeye gerek yoktur. Fıtratı (yaratılış) bozulmamış, ruhen hasta olmayan her insan bu bilgiyi kendiliğinden bilir. Allah'ı ispat için getirilen deliller, insanları uyarmak ve zaruri bilgiyi geliştirmek ve düzeltmek içindir. Peygamberlerin gönderilmesinde ki hikmet budur. Bu kişilerin dayandıkları Kur'an ayetleri şunlardır: “Ant olsun ki, onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan elbette Allah diyecekler. “Allah'a hamd olsun” de. Fakat onların çoğu bilmezler.” (Lokman, 31/25) “Denizde başınıza bir felaket geldiği zaman Allah'tan başka yalvardığımız bütün putlar kaybolur. Allah sizi tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirseniz. Zaten insan çok nankördür.” (İsra, 17/67) Mutasavvıflara göre Allah'ı bilmenin yolu birtakım öncüler sıralayıp akıl yürütmek ile olmaz. Bu ancak, nefsi boş arzulardan temizleyip istenilen şeye kalben, fikirle yöneldiği zaman nefse tecelli eder. Müslümanlar için asıl gaye Allah'ı bilmektir ve insan bunu hangi yolla elde ederse etsin geçerlidir. Burada önemli olan kişinin bu inancını en kısa delille açıklayabilecek bilgiye sahip olmasıdır. Kelâmcılar İmam Gazali ile başlayarak, mantık kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır. Bu kurallarla akıl yürütmeye önem vermişlerdir. Bununla beraber bütün fikri çabalar gösterildikten sonra kesin neticeyi Allah'ın mutlak iradesine bırakırlar. Böylece meselelerin çözümünde insanın mutlak determinizm düşüncesinden hareket etmesi uygun bulunmaz. Bu fikir Allah'ın bilgi probleminin tümünde hakim bir durumda olmasını gösterir. Bu durum müspet bilimcilerin belirsizlik prensibi ile uyum halindedir. İnsan, aklının Allah'ın hakikatini zatı ile kavrayamayacağını bilmelidir. Allah Teâlâ'nın bütün eksik sıfatlardan uzak, bütün yetkin sıfatlara sahip, ezeli ve ebedi bir varlık olduğunu bilmelidir.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com
|
İslâm’da Bilgi Anlayışı |
Yayınlama Tarihi : 16.01.2022 |