“Radikalizm” kelimesi, Latince olan “Radikal (Kökten)” kelimesinden türetilmiştir. Radikalizm kelimesi “köklü değişim, aşırılıkçı, aşırı yenilikçi, aşırı tutucu, fundamentalist” anlamlarına gelmektedir. Bizim burada radikalizmden kastımız İslam etiketli radikalizmdir.

İslam radikalizmi, günümüzde yaygın bir akım olarak dünya gündeminde bulunmaktadır. Çağımızın egemen güçleri bu kavramı, kendi egemenliklerine yönelik bir tehdit olarak tanımlamışlardır. Ancak İslami radikalizm incelendiğinde, bu tehdit algısının yapay olduğu kolaylıkla anlaşılır. Çünkü bu radikal hareketleri aslında küresel güçlerin kendi elleriyle yönlendirdikleri tespit edilmiştir. Bu hareketlerin küreselleştirici güçlerin kendi siyasi ve ekonomik küresel hakimiyetlerini gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç olduğu bilinmektedir.

İslami radikalizm diye nitelendirilen bu dini ve siyasi hareketlerin yöneticileri, amaçlarının İslam’ı ihya etmek, hakim güçlere baş kaldırmak ve bağımlılıktan kurtulmak olduğunu ifade etmektedirler. Ancak bu hareketler yukarıdaki amaçlara hizmet etmekten çok İslam'a ve suçsuz insanlara zarar vermektedir. Bu da küresel güçlerin işine yaramaktadır.

Bu tip hastalıkla hareketler, küresel güçlerin sömürme eylemlerini gerçekleştirmek için bile bile üretilmekte olup, bu hareketler bahane edilerek emperyalistlerin insanlık dışı eylemlerine zemin hazırlanmaktadır.

 

Radikalizmin Sebepleri

Batılılar tarih boyunca girdikleri yerlerde, o bölgenin iktidar düzenini bozarak orada kendileriyle ittifak kurabilecek belli azınlık gruplarını iktidara getiriyorlar. Seçtikleri  iktidarda batı ile daha iyi ilişkiler içinde olabilecek küçük bir elit yaratıyorlar. Bu elit üzerinden siyasi düzeni tanzim ediyorlar ve kendilerine daha uygun bir çerçeve oluşturuyorlar. Bu gruplara daha sonraki dönemlerde uluslararası sistem açısından devam ettirecek desteği veriyorlar. Çoğu zaman sömürge sonrası topluluklarda kendi işlerine yarayacak tarzda siyasi elitler oluşturuyorlar ve bu elitler de kendi ülkelerinde batının işine yarayabilecek tarzda kurumsal çerçeveler oluşturuyorlar. Ancak bu siyasi yapıyı savunacak çatı ortadan kalktığında, Ruanda'da, Güney Afrika'da, Afganistan'da olduğu gibi soykırım, etnik temizlik gibi yani hınçlarını bir şekilde çıkarıyorlar. Dolayısıyla bir şiddet ve baskı ile oluşturulan bu yapısal şiddet mekanizması bir şekilde doğrudan şiddete dönüşebiliyor.

Annesi babası Pakistanlı bir genç neden Londra'dan Suriye'ye gidip radikal örgütlere katılıyor? Afrikalı gençler niye muhalif hareketlere katılıyor? Bunların nedeninin, o toplumdaki gençlerin maruz kaldıkları yapısal şiddet ve dışlanma  olduğu aşikardır. Gittikçe batı toplumlarında da bu dışlanmanın arttığını görüyoruz. Aynı şekilde Müslüman topluluklarda da, ekonomik ve siyasi olarak karar alma süreçlerinde dışlanan yeni bir kitle var. Bu ayrım ve dışlanma çok ciddi bir sıkıntıdır. Bu radikal hareketlere katılımın önünü açıyor.

Yapılan araştırmalarda, radikal düşüncelerin güçlendiği zamanların ekserisi kaotik ortamların oluştuğu dönemler olduğu belirlenmiştir. Örneğin Hariciliğin ortaya çıkışında, İbn Hanbel'in olayında, İbn Teymiyye tecrübesinde, 19. asırda başlayan İslamcılık akımının güçlenmesi gibi olgular hep kaotik ortamlarda gelişmiştir. İslam dünyası kendi iç problemleri ile mücadele etmenin yanında, batılı küresel güçlerin İslam dünyasına yönelik politik, kültürel operasyonları da radikalizmi canlandırmıştır. Çünkü batı ülkeleri Müslüman coğrafyasının önemli ve hassas merkezlerini hedef alan ve uzun süre boyunca yerleşmiş olan toplumsal dengeleri bozan müdahalelerde bulunmuştur.

Alman profesör Kai Hafez, “Radikalizm ve Siyasi Reform” adlı kitabında, dünyanın kaynaklarını ve siyasi hakimiyetini ele geçirme yarışında ipi batının göğüslediğini net bir dille ifade eder. Buna karşılık geçmişin muzaffer imparatorluklar serisi batının üstünlüğü ele geçirmesi ile birlikte sonlanan İslam dünyası, sömürge döneminin hemen ardından siyasi şiddet ve tahakküm uygulayan modern otoriter devlet yapılarına mahkum olmuştur. İslam dünyasındaki krizlerin önemli bir sebebi bu otoriter yönetimlerdir. Otoriter devletin zafiyet sergilediği veya çöküşe geçtiği bölgeler terör yapılanmaları için elverişli mekanlar olmaktadır.

Radikalizmi besleyen kaynakları iki kısımda inceleyebiliriz:

1)Siyasi olaylar:

Geçmişte ve günümüzde ortaya çıkan radikal hareketlerin sebeplerine bakıldığında, siyasi kargaşa ve belirsizlik önemli bir neden olmaktadır. Buna mukabil siyasi istikrarın hakim olduğu yerlerde ve zamanlarda, siyaset kurumunun toplumdan kopmadığı ve siyasetçilerin sorumluluktan kaçmadığı ortamlarda ise radikal eğilimler daha az olmaktadır.

İslam tarihinde, Peygamberimizin (sav) döneminden Hz. Osman (ra) dönemine kadar, Müslümanlar arasında radikal eğilimler neredeyse yoktu. Hz. Osman'ın şehadetinden sonra baş gösteren siyasi boşluk ve kargaşa, Haricileri ortaya çıkardı. Bunun gibi İslam tarihinin birçok safhasında siyasi istikrarsızlıklar ve kargaşalar farklı isimler altında radikalizmin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Günümüzde de İslam dünyasında aynı şey söz konusudur. Radikal hareketlerin meydana geldiği coğrafyaların tamamında siyasi istikrarsızlık ve belirsizlik vardır. Afganistan, Irak, Suriye ve Libya bunun en iyi örnekleridir. Bundan dolayı radikalizmden zarar gören toplumların ilk yapmaları gereken şeylerden biri siyasi istikrarı sağlamak ve belirsizliği ortadan gidermektir. Bu yüzden birçok ehl-i sünnet alimi, haklı gerekçelere dayansa bile siyasi istikrarı bozacak isyana cevaz vermemişlerdir. Çünkü istikrar bozulduktan sonra toplumun farklı kesimleri radikalizmin etkisiyle yıkım ve anarşi ile yüz yüze kalmaktan kurtulamamaktadır.

2)Sosyolojik ve Ekonomik Durumlar

Radikalizmin ortaya çıkmasına neden olan sebepler arasında sosyolojik ve ekonomik durumlar da vardır. Eğer bir toplumda sağlıklı bir aile yapısı, sağlıklı bir devlet yapısı bulunmuyorsa, iş fırsatları yeterli ve adil değilse, gelir dağılımı haksız ise orta sınıfın zayıf olduğu bölgelerde yaşayan bireylerin radikalizme sapmaları olasılığı daha yüksektir. Bunun nedenleri psikolojik, sosyolojik ve ekonomik sıkıntıların akıl, vicdan ve düşünmeyi ortadan kaldırmasıdır. Bu sorunlarla muhatap olan insanların sağlıklı düşünmelerini beklemek mümkün değildir. Bu insanların ılımlı yöntemlere başvurarak mücadele etmeleri ve doğru kararlar vermeleri beklenemez. Çünkü bu sorunlar bireyin ve toplumların akıl, ruh ve düşünme dünyalarında ciddi bir baskı oluşturmaktadır.

Radikalizm ise bunun dışa vurumu ve yansımasıdır. Araştırmalar şunu göstermiştir ki, İDİŞ ve benzeri örgütlere katılan belli bir kesim psikolojik sorunlar yaşamaktadırlar. Onlara katılan üyelerin önemli bir kısmı Afganistan gibi savaşın yaşandığı ve on yıllardır çocukların bomba sesleri ile uyandıkları bölgelerdendir. Bundan dolayı sosyolojik ve ekonomik sorunların hakim olduğu coğrafyalar her zaman radikal hareketlere müsait ortamlar oluşturur.

Radikalizm bir dünya sorunudur. Bunu İslam ve Müslümanlara has kılmak bir çeşit kara propagandadır. Dünyada İslami radikallerle mücadele ettiklerini iddia edenler birinci derecede radikalizme sebep oldukları görülmektedir. İslam ve Afrika'nın ülkelerinde yapılanlar, bu ülkelerde radikalizmin ortaya çıkışı için uygun bir ortam hazırlamaktadır.

Radikal grupların yöneticilerinin siyasi ve dini söylemleri İslam’ı savundukları yöndedir. Ancak bu ifadeler İslam'a zıttır. İnsanları kolayca tekfir etmek ve katletmek için İslam'da kolayca bir destek bulamazsınız. Bazı ayetleri tek yönlü ve sadece lafzı ile yorumlayarak eylem yapmak, akıllı ve dini bir davranış olmadığı aşikârdır. Peki bu kişiler bunları neden yapmaktadırlar? Bunlar bu kadar akılsız mıdırlar? Tabii ki değillerdir. Ancak onları gizli olarak yöneten küresel güçler olunca, İslam’ı karalamak için bütün bu eylemlerin yapıldığını anlamak kolaylaşmaktadır. Bu radikal gruplardan İslam ümmetinin hafızasını temsil eden kütüphanelerin, tarihi eserlerin yakıp yıkılmasını kim istiyor? Birçok İslam alimini kâfir diye yaftalayarak, onları itibarsızlaştırmak kime fayda getiriyor? Bunların cevabı bizi şuna götürmektedir ki, bu eylemleri yapanların elebaşları da, yaptıran da aynı kişilerdir. Ancak arada kandırılmış Müslümanlar kullanılmaktadır.

Asırlarca batının güçlerinin İslam toplumu içinde nasıl bir casus teşkilatı kurduğunu biliyoruz. Bu teşkilatlar zamanla İslam'a aykırı eylem yaptırmak suretiyle toplumları zayıflatmakta ve onların bütün dengelerini alt üst etmektedir. Bunun ile ilgili tarihte birçok örnek vermek mümkündür. Bu nedenle bugünkü radikalizm de, hak ile batılın çarpıştığı bir olgudur. Sonunda hakkın galip geleceğine inanıyoruz.

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl (mahiyeti gereği) yok olup gitmeye mahkumdur.” (İsra, 17/81)

 

Arap Baharı ve Radikal Hareketler

2010 yılından sonra ortaya çıkan Arap baharı esnasında İslami hareketler hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Önceleri bu hareketin başlangıcı itibariyle kendi iç dinamikleri ile ortaya çıktığı zannediliyordu. Ancak hareketin geldiği nokta itibari ile sanki daha çok sevk ve idare edildiği bir projeymiş gibi bir durum arz etmektedir. Bu hareketlerin başta masum olduğu ancak sonradan manipüle edilmeye başlandığı şeklindeki yorumlar yapılmış olsa da, bu hareketleri başından itibaren sevk ve idare edilen bir projenin olduğu kanaati pekişmiştir.

Mısır'daki Mursi yönetiminin Körfez'de başarısızlığa uğraması batı tarafından sağlanmıştır. Onun yerine askeri darbe ile Sisi'nin getirilmesi de yine batı tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu da batının İslami hareketleri istedikleri gibi yönlendirdikleri gerçeğini ortaya koymaktadır. Çünkü o ülkelerde kendilerine hizmet edecek geniş kadrolara sahiptirler.

Batı kesinlikle İslam ülkelerinin normalleşmelerini istemiyor. Bu nedenle oralarda siyasi çalkantılar, terör gibi olayların gelişmesi onların işine gelmektedir. Böylece İslam'ın ekonomik ve askeri güç olarak ortaya çıkmasına mani olunmaktadır. Bu da İslami radikal hareketlerin oluşmasını bir yerde açıklayabilmektedir. Batı dünyası ve küresel güçler Müslüman dünyada ve Orta Doğu’da, özellikle köklerinden kopartılmış hareketleri desteklemektedirler. Buna mukabil dinsel, yerli, milli, tarihi kökleri olan kültürel ve medeni derinliği bulunan bütün hareketlere karşı çıkılmaktadırlar. Buradaki asıl amaç Müslüman toplumlarının ve halklarının köksüzleştirilmesi, tarihlerinden ve geleneklerinden koparılmasıdır. Bu nedenle batılı ülkeler Ortadoğu'da İŞİD, El-Kaide gibi örgütler her zaman için İhvan ve benzeri ana akım hareketlere tercih ederler. İŞİD ve El-Kaide gibi örgütleri toplumsal ve dinsel olmaktan ziyade, siyasal ve ideolojik hareketlerdir. Batı dünyası bu hareketleri ötekileştirerek, gayri meşru ilan ederek İslam medeniyetine karşı küresel bir mücadele yürütmektedir. Bu onlar için daha kolay bir yöntemdir.

Batı ülkeleri ısrarla İŞİD ve El-Kaide gibi örgütleri Müslümanları temsil ettiğini iddia ederek siyaset yapmaktadırlar. Bunlar üzerinden diğer İslam gruplarının hareketleri de ötekileştirilmekte ve şeytanlaştırılmaktadır. Böylece bütün dünyada bir İslam karşıtlığının oluşmasına neden olmaktadır. Böylece batıdaki İslam korkusu, İslamofobi derinleştirilmektedir.

İslam düşünce tarihinde radikal dini hareketlerin tarihi Hazreti Peygamberin (sav) vefatının sonrasına kadar gitmektedir. Bilindiği gibi ilk radikal dini hareketler Raşit halifelerden Hz. Ali (ra) dönemindeki siyasi hareketlere dayanmaktadır. O tarihten günümüze kadar aşağı yukarı her dönemde bazı radikal dini gruplar ortaya çıkmıştır. Ancak dönemin devletlerinin siyasi, askeri, kültürel ve ekonomik durumlarına bağlı olarak etkili olmuş, ya da fazla seslerini çıkaramamışlardır.

Bu konuda Prof. Dr. Mustafa Köylü, “Radikal Dini Hareketlerin Önlenmesinde Eğitimin Rolü” (Küreselleşme, Radikalizm ve İslam, Marifet Mektepleri, 2017, s. 123-148) adlı makalesinde şunları söylemektedir:

“Günümüz İslam dünyasında daha pek çok nedene bağlı olarak bazı radikal dini hareketler varlıklarını devam ettirmekte, hem kendi ülkelerinin siyasi ve ekonomik varlıklarını tehdit etmekte, hem de bir bütün olarak batı dünyasında zaten geçmişten beri var olan bir İslam düşmanlığına neden olmaktadır. Özellikle günümüz İslam dünyasındaki radikal dini hareketlerin önlenebilmesi için bir kere dış tehditler ya da meydan okumalar diye adlandırabileceğimiz sorunları çözmek, ikinci olarak da İslam ülkelerinin kendi tarihi kültürü ve dini temellere uygun eğitim sistemleri oluşturmak gerekmektedir. Yoksa sadece basit bazı eğitimsel düzenlemelerle bu sorunu çözüme kavuşturmak pek mümkün gözükmemektedir.”

 

Selefilik

“Selef” kelimesinin anlamı “önce gelmek, geçmek, geçmişte kalmak”tır. Bu kelimeden türetilen “Selefiyye” kelimesinin anlamı da “geçmiş insanlar, soy, fazilet ve ilim bağlamında önce gelip geçenler” demektir. Selef terim olarak ashâb ve tabiîn için kullanılır. Selefin üstünlüğü şu hadise dayanmaktadır:

En hayırlınız benim zamanımda yaşamış olanlar. Sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler.”

Buna göre Selefiyye, sahabe ve tabiîn mertebesinde bulunan fakih ve muhaddislerin yolu olarak tanımlanır. Bu ekolün mensupları kendilerini ehl-i sünnet, ehl-ül hadis ve sünne, ehl-ül hak” olarak anarlar.

Selefilik, İslam düşünce tarihinde kelam, felsefe ve tasavvuftan farklı özellikler taşıyan ayrı bir damardır. Selefiliğin selef anlayışı ile gerçek selef olan Selef-i Salihin’in arasında büyük farklar vardır. Selefilik akımı, her ne kadar Selef'in anlayış ve uygulamalarını esas aldığını söylüyorsa da, hakikatte Selef-i Salihin’in anlayış ve uygulamalarıyla bağdaştırılamayan birçok fikir ve görüşler benimsemişlerdir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” dediğimiz Selef’te, ne de “Ehl-i Sünnet-i Amme” dediğimiz Halef'te görülür.

Selefiyye isminde, İslam tarihinde belirli bir mezhep yoktur. Selefilik bir mezhepten çok bir yöntem, yaklaşım tarzı ve anlayışıdır. Bu ekolün, Selef-i Salihin’in ümmetin geneline ait olan mirasına konmak ve kendileri gibi düşünmeyenleri bu mirastan mahrum bırakmak gibi bir eğilim ve dışlamacılık üzerinde olduğu görülmektedir.

Selefiyye’nin Selef-i Salihin ile aynı görülmesi mümkün değildir. Çünkü Selef-i Salihin içine Ehl-i Rey’de  Ehl-i Hadis’te girer, ancak Ehl-i Rey selefiyye ile asla bağdaşmaz. Hz.Ömer (ra), Hz. Ali (ra), Abdullah b. Mesud (ra) herkese göre salih selefidirler. Fakat fırka anlamında Selefiyye’ye  asla sığmayacak kadar cesur ve özgür içtihatlar yapmışlardır. Aynı şekilde İmam Hanefi ve İmam Muhammed Selef-i Salihin’den olmakla birlikte Selefilik akımına mensup sayılmazlar.

Selefilik, Eş’arilerin kuvvetli oldukları bölgelerde ortaya çıkmıştır. Her iki grup ta Selef-i Salihin yolunda olduklarını iddia ettiler. Ancak aralarında anlaşmazlık ve şiddetli tartışmalar olmuştur.

Selefiler Hanbeli mezhebine ait olduklarını ve görüşlerinin İman Hanbeli’ye ait olduğunu söyleseler de, Hanbeli mezhebinin bazı alimleri onların görüşlerinin İmam Hanbeli’ye ait olduğunu kabul etmezler. Çünkü Selef-i Salihin’in ve İmam Hanbeli’nin ehl-i sünnet çizgisinde olmasına karşılık, selefiyyenin küfre giden bazı görüşleri vardır.

I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla, İslam ülkelerin ekonomik ve sosyal şartları giderek ağırlaşmıştır. Batıya bağımlılık artmış, din ve inanç özgürlüğü üzerindeki baskı artmış, selefilik hareketi sertleşme eğilimine girmiştir. Çeşitli siyasi örgütler oluşmuştur. Mısır'da Hasan El Bennâ' nın önderliğinde İhvan-ı Müslimin, daha sonra Pakistan'da Ebül Ala el Mevdudi ve onun öncülüğündeki Cemaat-i İslam gibi örgütler selefiliği dini bir ideoloji haline getirmiştir. Böylece 1970'lerden itibaren politik yönü ağır basan aksiyonel gruplar ortaya çıkmıştır. Filistin sorununun kronikleşmesi, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi, bu grupların Arap ve Hint dünyasında yayılmasını hızlandırmıştır. Bunlar arasında İhvan-ı Müslimîn gibi nispeten ılımlı politik hareketlerle başlayıp, İslami Cihad gibi şiddet yanlısı grupların ortaya çıkmasına kadar varmıştır. Bundan sonra artık Selefilik hareketi bile temsil edemeyecek kadar radikalleşen gruplar dinin ruhundan ve hedeflerinden ziyade lafzını ve şeklini vurgu yapan, ahlak boyutunu göz önünde bulundurmayan, tarihi tecrübeli birikimleri kültürel ve folklorik zenginlikleri reddeden bir söylem geliştirmiştir. Politik dünyada göze çarptıkları için çağdaş dünyada İslam topluluklarının genel karakterleriyle bağdaşmayan bir Müslüman imajı oluşmasına neden olmuştur.

Selefiyye’nin Kullandığı Yöntem

Selefiyye itikatta İmam Hanbeli mezhebindendir. Kitap ve Sünneti delil olarak kabul eder. Ayrıca sahabenin icmasını kabul eder, kıyasa pek başvurmaz. İtikadi konularda akla fazla yer vermez. Selefiyye hadis rivayetini ön plana alır ve iman konusunda tek otoritenin yalnızca vahyedilmiş metni, Peygamberin ve seleflerin sözleri olduğunu kabul eder.

Kuran ve Sünnet’teki müteşabih ayet ve hadisleri lugat anlamında esas olarak olduğu gibi kabul ederler. “el”, “yüz”, “gelme”, “oturma”, “inme”, “arşa istiva etme”, “gazaplanma”, “gülme” gibi sıfatlar mahlukat hakkında ne ifade ederse Allah Teâlâ hakkında da aynı şeyi ifade ettiğini kabul ederler.

Fıkhi meselelerde herhangi bir müctehid imamın taklit edilmesine karşı çıkarlar. Bunun şirk ve küfür olduğunu iddia ederler.

Selefiyye felsefi bir metot kullanmamıştır. İnanç meselelerinin sahabe-i kiram'ın ve tabiinin zamanında anlaşıldığı şekilde anlaşılmasını istediler. İtikadi meselelerde yalnızca Kuran ve Sünnete dayanan delilleri kabul etmişlerdir.

Selefilere göre akli metotların İslam'dan sonra icat edilen, sahabe ve tabiinin bilmediği hususlar olduğunu iddia ederler. Onlara göre aklın otoritesi sadece inanmada, boyun eğmede, naklen bilinen şeyleri akla yaklaştırmak ve nakille çelişmemekte görülür. Akıl şahittir, hakim değildir. Akıl ikrar eder ve destekler. Kuran'ın kapsadığı delilleri ancak açıklayabilir. Akıl naklin arkasında yürür ve onu destekler. Fakat hiçbir zaman kendi başına delil olmaz.

İmam Gazalî, “İlcâmü’l Avam”  adlı kitabında ilk dönem Selefiyye’nin yöntem açısından temel özelliklerini şöyle ifade eder:

“Allah'ın ve Peygamber’in bildirdiği her şeyi tam bir teslimiyetle tasdik etmek, kavranması zor olan konularda acziyet  ve eksikliği kabullenmek, kühnüne  vakıf olunamayacak konularda gereksiz sorular sormamak, manaları anlaşılmayan lafızlar üzerinde tasarruf ve yorumlar yapmamak, bu türlü meselelerle ilgili araştırmalara girişmemek ve daha çok ilimde derinleşmiş kimselerin rehberliğine güvenmektir.”

Ancak bu yöntemin istidlâl (akıl yürütme) metodunu kullanan ilim sahiplerini tatmin etmesi zordur. Bu açıdan Kuran'da tefekkür ve akletmeye  sıkça vurgu yapılmış, insanlar Allah'a inanmaya yöneltilirken tabiattaki nesne ve olaylar üzerinde düşünmeleri öğütlenmiştir:

“Allah, sizin için, o su ile ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve her çeşit meyveleri bitirir. Şüphesiz ki, bunda düşünecek bir topluluk için büyük bir ibret vardır.” (Nahl, 16/11)

“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki, bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (Nahl, 16/12)

“Size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.”(Rum, 30/24)

H. 5. ve 6. yüzyıllarda Selefiyye ekolünün temsilcileri arasında kelam metodunu kısmen benimseyip tevili bazı konularda uygulayan yeni bir akım gelişmiştir. Bu anlayış ilk dönem selefiyye ekolü içinde yöntem anlamında bir yeniliktir. El Ferrâ, İbn Akîl ve İbnü'l-Cevzî ile bu yeni görüş belirgin hale gelmiştir. Ancak bu alimler selefiyyenin yolundan ayrıldıkları için kendi ekol mensupları tarafından eleştirilmişlerdir.

Selefiliğin Tasavvufa İtirazları

Selefiyye  bazı bakımlardan tasavvufa cephe almıştır. Onlara göre Vahdet-i Vücûd Hint düşüncesidir ve uluhiyetin bir kısmının eşya veya insanlara hulûl etmesi anlayışıdır. Bu görüşün tasavvuftaki, özellikle İbn-i Arabi anlayışındaki Vahdet-i Vücûd ile ilgisi yoktur. İbn-i Arabiye göre evrendeki bütün var olan şeyler vücudu teşkil ederler ve bunlar Allah'ın tecellileridir. Var olan şeyler aslında Bir’dir, fakat görünüşte çokluk şeklindedir.

Sufinin fena ve beka makamlarına yolculuk yaparak birçok tecellilere muhatap olmasını Selefiyye kabul etmez. Onlara göre bunlar bir aldatmacadır. Onların, bu düşüncelerinin nedeni olarak gösterdikleri deliller, bu yoldaki bazı sahtekarların davranışlarıdır. Bu sahtekarları bahane ederek tasavvufu aşağılamak ve itibarsızlaştırmak çok yanlış bir iştir. Her konuda suistimaller olabilir. Bunun nedeni halkın bu konulardaki cehaletidir. Ancak Selefiyye bu konuda haksız bir eleştiri yaparak, bütün sufileri aynı başlık altında toplamaları büyük bir iftiradır.

Selefiyye, tasavvuf adı altında Müslüman toplum, şahıs veya nesnelere kutsiyet atfeden uygulamalardan halkı uzaklaştırma çabalarını gösterdiklerini ifade ederler. Bu görüş yanlıştır. Çünkü tasavvufta ne bir topluma ve ne de bir şahsa kutsiyet atfedilemez. Tasavvuf, Sırlar İlmini inceleyen bir bilim dalıdır. Bu ilmi elde etmenin yöntemleri vardır. Bu yöntemlerin farklılaşması sonucu çeşitli tarikatlar oluşmuştur. Ancak bütün tarikatlar ehl-i sünnet ve’l cemaat itikadındadırlar.  Tasavvuf konusu olan sırlar ise aslında Kuran’da zikredilen Hikmet ile özdeştir. Bu anlamda Peygamberimiz de bir mutasavvıftır. Çünkü hikmeti Müslümanlara öğretmiştir.

Bize göre Selefiyye’nin tasavvuf aleyhinde olan görüşlere sahip olmasının nedeni, kendi ekolleri içinde gerçek tasavvufu bilen insanların olmayışıdır. Eğer içlerinde gerçek tasavvufu yaşamış ve idrak etmiş insanlar olsaydı, bu düşüncelere sahip olmazlardı. Ayrıca gerçek sufiler onların itikadî görüşlerine katılmamışlar ve Ehl-i Sünnet çizgisinde olduklarını ifade etmişlerdir.

 

Yeni Selefilik

Yeni Selefilik, Suud krallığının resmi mezhebi olan Vehhabiliğin bir çeşidi olarak İslam dünyasında yayılmıştır. 18 asırda İngilizler gerçek İslamı bozmak için İbni Abdülvehhab ve Suud Ailesi arasında bir işbirliği sağlayarak Vehhabilik denilen yeni bir akımın çıkmasını sağlamışlardır. 1744 de Suud Krallığı İngilizlerin desteği ile kurulmuş ve bu devletin siyasi iktidarı Suud ailesine ve dini liderliği de İbni Abdülvehhab’a verilmiştir. İbni Teymiyye'nin sapık fikirleri üzerine inşa edilen Vehhabilik, Hicaz bölgesindeki Müslümanlara silah zoruyla kabul ettirilmeye çalışılmış, karşı koyanlar ise katledilmiştir. Vehhabilerin Mekke ve Medine’yi işgal etmeleri üzerine Osmanlı Devleti harekete geçmiş, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa vasıtasıyla Hicaz’ı onlardan geri almış ve Suud devletinin merkezini de ele geçirerek Vehhabiliğe  son vermiştir. Ancak  I. Dünya harbinden sonra bu bölgeyi Osmanlı terk etmek zorunda kalınca, burada 1936'da İngilizler tekrar vehhabiliği resmi ideoloji olarak kabul eden Suud Krallığını kurdurmuştur.

19. yy.’ın sonlarında Arap ve Müslüman ülkelerde bazı ıslahatçı gruplar ortaya çıkarak, İslam'ı batı modernitesine uygun olarak yeniden dizayn etmeye çalışmışlardır. Reformistler dediğimiz bu kişilerin başında, Cemaleddin Efgani, Reşit Rıza, Muhammmed Abduh ve Fazlurrahman gibi kişiler gelmektedir. Bunlar İslam'ı modern batı ülkelerinin sosyal ve ekonomik yapısına uyarlamaya çalışmışlardır. Bu akıma bu nedenle islahatçı selefiler de denilmiştir. Ancak bu çalışmaların dış destekli oldukları bilinmektedir. Çünkü mensuplarının Mason localarına kayıtlı oldukları yaygın bir kanaattir.

1970'lerden itibaren Selefilik çok önemli ve çevresine çok tesir eden bir gelişme göstermiştir. Bağdat'tan, Şamdan Kahire, Tunus ve Rabat’a kadar belli başlı Arap şehirlerinde yukarıda zikredilen islahatçı hareketlerin mirasçıları İslam anlayışlarını Selefilik esasları etrafında şekillendirilmişlerdir.  Onlar islahatçı selefi düşünceleri ile değil de, siyasi  yönelişlerle ortaya çıkmışlardır. Bunun sonunda 70'li yıllar siyasal İslam ve enerjisinin bölünmesi ve fikir birliğini düzenleyen çerçevenin yok olması ile temayüz etmiştir. Öte yandan Arap ve İslam dünyasında İhvan-i Müslimin (Müslüman Kardeşler), Hizbu’t-Tahrir ve Cemaat-i İslam gibi  ana akım siyasal gruplar 50'li ve 60'lı yıllar boyunca baskıya, zulme ve dışlanmaya maruz kalmaları yeni selefiliğin desteklenmesine neden olmuştur.

70'li yıllarda gelişen Selefi hareketin kaynaklarından en önemlisi Suudi Arabistan’dır.  Bu devlet Yeni Selefilik akımına beşiklik etmiştir. Çünkü bu dönemde Suudi Arabistan yüzlerce ve hatta binlerce Arap öğrencisini Suud üniversitelerinde ilahiyat eğitimi almak üzere kabul etmiş ve bu öğrenciler bu süreçte vehhabi öğretisinden etkilenmişlerdir.

İslam dünyasının şahit olduğu yeni selefi cemaatlerin sürekli artan bir şekilde etki alanlarını genişletmesi ve yaygınlık kazanması, İslam tarihinde daha önce hiç yaşanmamış bir olgudur. Bu olgu büyük çapta geleneksel siyasal İslami hareketlerden farklılık arz eder.

Yeni Selefilik bugün iki ana gruba ayrılmıştır: Geleneksel Selefilik ve  Cihadi Selefilik. Geleneksel Selefilik davet ve tebliğ ile ilgilenmiş ve devlete karşı gelinmez demiştir. Diğerleri ise silahla karşı durmuşlardır. El Kaide, El Nusra, İşid bu çeşit selefi hareketlere örneklerdir. Bu hareketlerin tamamında İslam'ı kötülemek için ne kadar eylem varsa yapılmıştır. Davetçiler tasavvuf ve kelamcıları kafir saymışlar ve böylece İslam’ın temel kaynaklarını zayıflatmak istemişlerdir. Bugün Türkiye'de de geleneksel selefi hareketleri uygulanmaktadır. Bazı ilahiyatçılar İslam'ı saptırmak için kitaplar yazmakta ve sohbetler yapmaktadır. İslam’a hizmet etmiş alimler tekfir edilmekte ve Kuran ayetlerine kendi kafalarına göre anlamlar verilerek yanlış algılar yaratılmaktadır. Son 20 yılda bu faaliyetler artmıştır. Hadis inkarcılığı ve bazı ayetlerin geçersiz olduğu iddiaları her geçen gün artmaktadır.

“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler hoş görmese de  Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8)

İslam, Selefiliğin politik taleplerinin ardındaki, bu talepler için bir araç olarak görülmektedir. Selefilikteki yeniden İslamileştirme konuları dini olmaktan çok politiktir. Selefilik bir hayat tarzından ziyade bir protestodur. Zaten selefiliğin tarihi hep dünyevi olayların dinleştirilmesi tarihidir. Muhammed Bin Abdül vehhabın İslam'ı ihyası için ileri sürdüğü ilkeler bunun çok güzel bir örneğidir. Ona göre dini aslına irca etmek gerekir. Dini bid’atlardan temizlemek gerekir. Bunun için İslam'ın saf halinde yaşadığı ilk döneme dönmek gerekir. Bütün bu ilkeler Osmanlı medeniyetine yöneltilen inkarlardır. Onlara göre Osmanlı medeniyeti dinin bozulmuşluğunu temsil etmektedir. Bunun için halife dinin değil, bu bozulmuşluğun lideridir. Ona isyan etmek vaciptir.

Cihadi selefilik  önce ideolojik düzeyde kendini göstermiş ve sonradan gerçek hayatta da test edilmiştir. Sovyetlerin 1979'da Afganistan'ı işgal etmesi ile cihatçı selefilik uygulama alanı bulmuştur. Pakistan'ın Afganistan'a komşu olan Peşaver kentindeki medreselerde, vehhabi ekolde eğitilen gençler Afganistan'a geçerek cihada başlamışlardır. Bu medreselere Suudi Arabistan'ın destek verdiği ve silahlı eğitiminin de ABD tarafından yapıldığı bilinmektedir. Afganistan’a Türki cumhuriyetlerden de birçok mücahidin gittiği tespit edilmiştir. Çeçenistan'da 1990'larda yapılan iki savaşta da cihatçı selefiler yer almışlardır. 2003'de Irak'ta Saddam Hüseyin'in devrilmesinin ardından cihatçı selefilik burada uygun bir zemin bulmuştur. Burada kurulan İŞİD örgütü daha sonra Suriye'ye geçerek 2011'de Suriye'deki iç savaşa katılmıştır.

Reşit Halidi, “Sykes-Picot’un yüzüncü yılında Ortadoğu'nun sınırları yanıyor” adlı yazısında şunları söylüyor:

“İŞİD'in Baasçı fikirlerle İslamcı fikirler arasında oluşan tuhaf bir simya bulunmaktadır. İŞİD gibi selefi şiddet hareketleri aslında yüzyıllar önceki bir İslam'a dönme iddiasında olsalar bile, üyelerinin sürekli olarak karşı çıktıklarını yapmaktadırlar; yani bidat ve ilhad (gerçek inançtan yüz çevirme). Onların “İslam Devleti”nde, tarih boyunca olanlara benzeyen hiçbir şey yoktur. Ama aynı zamanda, sadece muayyen bir İslamcılığın ya da muayyen bir Baasçılığın çocukları olmadıklarını, hatta bilhassa, sosyal ağların teknolojik modernliği ile daha önce Nazizim’de görülmüş olan bir şiddet, dehşet ve gaddarlık propagandasını birleştirebilen 21. yüzyıl çocukları olduklarını da gösterir.”

Özellikle Arabistan destekli eğitim kurumlarının oluşmasına izin verilmiş yerlerde selefi ekolün güçlenmesi mümkündür. İslam dünyasında toplumsal antlaşmanın derinleştiği, mezhep çatışmalarının yaşandığı, emperyalist müdahalelerin ardından çatışmaların yaşandığı bölgelerde cihatçılığın kök salması kolaylaşmaktadır.

Yeni Selefiliğin Temel Görüşleri

● Selefiler bir mezhep imamını taklit etmeyi reddediyor ve her Müslümanın içtihat etme hakkı olduğunu ileri sürüyorlar. Fakat bir yandan da ameli konularda Hanbeli mezhebine uyuyorlar. Bir yandan içtihada davet etmek ve bir yandan Hanbeli mezhebini taklit etmek bir çelişkidir.

● Vehhabi - Selefi düşüncenin  temel esaslarından biri yöneticiye her halükarda itaat fikridir.  Yönetici şeriatı tatbik etmeyen fasık biri de olsa, yöneticiye kesin itaat etmenin gerekli olduğu savunulur. Bu bakımdan Bunlar Seyyid Kutup, Yusuf el-Karadavi ve Gazali gibi İslam düşünürlerini sert olarak eleştiriler. İhvan-ı Müslimin ile savaş halindedirler.

Yeni Selefiliğin Hedefleri

Yeni selefilik, gerçek İslam'ı ortadan kaldırıp onun yerine İslam’la ilgisi olmayan bir din algısını yerleştirme çabası içindedir. Bu akımların tek merkezden yönetildiği aşikârdır. Çünkü söylemleri ve dayandıkları fikirler aynıdır. Bu akımlar içinde başı çeken ilahiyatçıların Suud Krallığı tarafından yetiştirilerek bu ülkelere gönderildiği tespit edilmiştir. Ayrıca bu akımların Suud Krallığı tarafından finansal olarak desteklendiği de tespit edilen bir husustur. Bütün bunlar gerçek İslam'a karşı planlı ve küresel bir eylemin söz konusu olduğunu göstermektedir. Bu eylemlerin asıl amacı, gerçek İslam’ın temel iman esaslarını zedelemek, böylece gerçek İslam’ı bilmeyen ve uygulamayan Müslüman toplumları meydana getirmektir. Böylece İslam ülkeleri gerçek İslam'ın manevi rahmet ve yardımından mahrum edilmiş olarak, kolaylıkla sömürülebilir topluluklar haline getirilmiş olacaklardır.

Yeni selefilik adıyla anılan bu akımlar vehhabiliğin isim değiştirmiş bir halidir.  Onların silahı “şirk” ve “kafirlik”tir. Bu iki silahı kullanarak, düzenlenen oyun kolaylıkla oynanabilmektedir. Kullandıkları yöntem  tıpkı 18. yy. da İngilizlerin kurduğu Vehhabilik akımının kullandığı yöntem gibidir. O zamanki Suud Kralları Vehhabilik adına müşrik olarak suçladıkları Müslüman köylerini yağmalamışlar ve İslam alimlerini kılıçtan geçirmişlerdir. Bu tekfircilik akımının amacı, kendilerine biat etmeyen Müslümanları öldürmek için meşruluk kazanmaktır.

Bu akım emperyalizmin kurduğu tezgah ile Suudi Arabistan'ın finansörlüğünde İslam ülkelerinde kurulan vakıf ve dernekler ile faaliyet göstermektedir. Burada hedef gençlerdir. Bu akıma hizmet eden hoca ve ilahiyatçılar, kendi felsefe ve ideolojilerine göre yorumladıkları ayetlerden deliller getirerek Müslümanların temel inançlarını saptırmaya çalışmaktadırlar. Böylece Müslüman toplumlarda terör ve anarşinin ortaya çıkmasına hizmet etmektedirler. Bu oluşumun kukla olduğunu, emperyalist emellere hizmet ettiklerini insanlara anlatılmalıdır. Bunun için bu selefi akımları devlet tarafından denetlemeleri ve Müslümanlar bu konularda uyarılmalıdır.

Küresel düzen ve Batı’nın İslam dünyası ile olan ilişkileri üzerinde büyük etkiye sahip bir takım siyasi olaylar ile selefiliğe olan ilgi eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır. Yapılan birçok araştırma selefiliğin tam anlamıyla ne olup olmadığını açıklığa kavuşturacak katkıyı henüz sağlamamıştır. Sadece tek bir selefilik mi vardır yoksa selefilikler mi vardır? Selefi cemaatleri ile  cihatçı  olduğu iddia edilen silahlı direniş gruplar arasında nasıl bir bağlantı vardır?  Örneğin  Mısır selefiliğin ve Nur Partisi'nin kökleri üzerine bilgilenmemize yardımcı olacak veya Tunus'ta selefi cemaatlerinin ortaya çıkış sebepleri hakkında bilgi verecek çok az şey söylenmiştir.

Selefiliğin İslami söylemlerine aldanıp harekete katılan birçok Müslüman genç vardır. Çünkü Müslüman gençlere fikir bakımından cazip gelmektedir. Ancak bu hareketlerin asıl amacı, İslam ülkelerini fikir bazında ve sonuçta siyasi olarak parçalamak, temel İslami inanışlarını zayıflatmaktır.  Bu plan yıllardır bütün Müslüman toplumlarda uygulanmaktadır. Bu plan gereği selefi düşüncelere sahip din adamları İslam'ı saptırmaya ve Ehl-i Sünnet anlayışını geriletmeye ve hatta yok etmeye çalışmaktadırlar.

Onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında tuzaklarını boşa çıkarır. Allah tuzaklarına karşılık verenlerin en hayırlısıdır.” (Enfal, 8/30)

Şeyh El Halebî, Arap devrimlerini fitne ve İslam ülkelerini parçalamak için dış güçlerin planları olarak değerlendirmektedir. El Halebî şunları söylemektedir:

“Göstericilerin bizzat kendileri, onları yönlendiren gizli elleri genellikle görememektedirler. Bu gizli eller onları sosyal medya üzerinden yönlendirmekte ve onları harekete geçirmektedir. Sen sosyal medyanın ne olduğunu bildiğini zannediyorsun. Bu gizli eller bugün Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmektedir.”

El-Halebî bu konu ile ilgili telif ettiği kitapta protesto gösterilerini reddetmiş, selefiliğin siyasetten uzak durmasını tavsiye etmiş, tasfiye ve terbiye ilkelerini müdafaa etmiş, siyasetin içinde bulunmayı reddetmiştir.

Bu konuda web sitemizde yayınlanan “Selefiyye (Selefilik) Ekolü” ve “Yeni Selefilik” adlı yorumlarımıza bakılabilir.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa      Yorumlar

 

İslam  ve  Radikalizm

Yayınlanma Tarihi : 24.07.2022