İslam devletinin temel ilkeleri, İslam toplumlarının her türlü sorunlarının çözümü ve işlerin düzgün gitmesi için Müslümanların takip etmeleri gereken hususlardır. Devlet denilince bütün halkın ortak hayatına yön veren, uygulaması zorunlu, tüm halkın saygı duyduğu hükümlerin toplamı kastedilir. Bu hükümler insanlar tarafından konulunca buna “beşeri sistem” denir. Bu hükümlerin tümü Allah tarafından vahiy yoluyla geliyorsa, adı “ilahi sistem” olur. İlahi sistem sabittir, asla değişmez. İnsanların uygulamaları İslam'ın genel prensipleri doğrultusunda oldukça, sistemin ilahi oluşu devam eder. Prof. Dr. Abdullah El Arabi, “İslam'da Yönetim Sistemi” adlı kitabında şöyle diyor: “Bugün insanlığın içine düştüğü şaşkınlıktan onu kurtarabilecek olan sadece bu İslam nizamıdır. Bugün beşeriyet çeşitli, birbirine zıt sistemler ve birbiriyle çarpışan felsefi ekollerin esiridir. Bunlar insanlık için birer sahte ışıktır. Gerçi, insanlığın vicdanına, onun özüne nüfuz edemediği ve bundan aciz kaldığı iyice belli olmuştur. Bir de bu sistemler batıl ve bozuk olmalarına rağmen insanlığa yol göstermeyi maddî baskıyla hala elinde tuttuğu da anlaşılmıştır. Bütün bu acı durumlardan insanlığı ancak ebedi ve tek nizam olan İslam kurtaracaktır. Bunu ilk söyleyen ben değilim. Bunu benden önce de, İslam'ı araştırıp sonra da ona içten bağlanan pek çok ilim ve fikir adamı itiraf etmişlerdir. Onlara göre de İslam’ın içtimai nizamı - ister siyaset, iktisat ve isterse devletler arası ilişkileri gösteren sahalarda olsun - insanlığın içine düştüğü çözülme, bölünme ve varlığını yok etmeye yönelik kanlı kavgalardan, evet sadece ve sadece o nizam kurtaracaktır.” İslam devlet sistemi ile kastedilen Kur'an ve sünnetin toplum yönetimine dair emrettiği külli esaslar ve bu iki kaynaktaki temel hususlardır. Bu temel ilkeler İslam'ın başlangıcındaki toplum ölçüleri ile en doğru uygulanması yaşanmıştır. Daha sonraki devirlerde, bu temel ilkelerin uygulanmasında eğrilikle doğruluğun iç içe olduğunu görmekteyiz. Sonra iş daha da karmaşık hale gelmiş ve bu temel ilkeler yanlış anlaşılarak veya yorumlanarak aslı ile ilgisi olmayan yanlış uygulamalar yapılmıştır. Böylece bugünkü İslam aleminin durumu ortaya çıkmıştır. İslam devletinin aşağıda anlattığımız temel ilkeleri, İslam’ın ilahi sisteminin toplum yönetimindeki temel özellikleridir. Bu özelliklerin Müslümanlar tarafından bilinmesi ve uygulanması, İslam devletinin güçlenmesi ve gelişmesinin her bakımdan sigortasıdır. Böylece İslam devleti eski yanlış uygulamaları terk edecek ve istenilen ilahi sisteme dönmüş olacaktır.
Fert ve Toplumun Uyum İçinde Olması İslam dininde fert ile toplum arasında bağların ve ilişkilerin sınırları belirlenmiştir. Yönetim ve diğer uygulamalarda – iktisat, sosyal vs gibi – fert ve toplumun ortak olarak çalışması öngörülür. “Onların işleri daima aralarında şura (istişare) iledir.” (Şura, 42/38) “Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridir.” (Tevbe, 9/71) Bu durum fert ile toplum arasındaki boğuşma ve düşmanlıkların önlenmesini sağlar. Bu husus toplum hayatının huzuru ve güveni açısından son derece önemlidir. Çünkü insan, nefsinin arzularına kapılıp giderse o toplumda zulüm ve haksızlık yayılır. Bunların önlenmesi fert ve toplumun karşılıklı bir denge içinde olması ile mümkündür. Bu dengeyi devlet Kur'an ayetleri ve Peygamberimizin sünnetine dayanarak temin eder. Oysa insan aklıyla oluşturulan felsefi ve beşeri yönetim sistemlerinde, bazen ferdin üstünlüğü bazen de toplumun üstünlüğü savunulur. Ferdiyetçi felsefelerde ferdin üstünlüğü öne çıkar. Bu görüş insanı, hayat içinde kavga veren ve tek başına uğraşan biri olarak kabul eder. Toplumu da dışarıdan fert üzerine musallat olan bir varlık olarak kabul eder. Toplumun ferdin iradesini sınırladığı ve ferdin kişiliğini hiçe saydığını ileri sürer. Bu durumda fert, toplumun önüne geçmek için mücadele etmeye hak kazanır. Burada ferdi kendi şahsi çıkarından başka bağlayan bir şey yoktur. Bu durumda ferdin toplumun haklarına riayet etmesi söz konusu olmayacaktır. Bu görüşü Kapitalizm ve Liberalizm temsil etmektedir. Toplumcu tezi savunan felsefi görüşlere göre, insanı yaşatan toplumdur. Bu nedenle insanın kişi olarak değeri yoktur. Fert büyük bir makinanın küçük bir parçasıdır. Görevi ve hakkı, o parçanın makinedeki görevi kadardır. Bu görüşleri Komünizm ve Nazi Faşizm rejimleri temsil etmektedir. Her iki sistemde de insanın nasıl ve ne için yaratıldığının anlamı yoktur. İnsanın yaratılıştan gelen özellikleri görmezlikten gelinmektedir. Oysa İslam dini kişi ile toplum arasındaki bu boğuşmayı kabul etmez. Onların menfaatlerinin çakışmasına müsaade etmez. Bu nedenle İslam bu iki felsefi teoriyi de reddeder. Fert ve toplum bir uyum ve denge içinde beraber olmalıdır. Bunun için gerekli tedbirleri devlet alır. Fert ve toplumun bölünmez bir bütün halinde oldukları ve birbirlerine karşı ortak sorumluluk taşıdıkları bildirilir. “Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” (Necm, 53/39) “Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onun sevabını görecek; kim de zerre ağırlığınca bir şer yaparsa onun cezasını görecek.” (Zilzal, 99/7,8) “Asra yemin olsun ki, bütün insanlar gerçekten ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (Asr, 103/1,2,3) “İnsanların en hayırlısı aile halkına en faydalı olanlardır.” (Hadis) El Arabi, “İslam'da Yönetim Sistemi” adlı kitabında Asr suresini şöyle yorumlamaktadır: “Üç ayetten meydana gelmiş olan bu kısa sure, kişiyle toplum arasındaki ilgiyi, İslam'ın olmasını istediği şekilde ve en parlak biçimde çerçevelendirmektedir. Bu sure açıkça Müslümanın sahip olduğu imanın kemale ermiş olması lazım geleceğini beyan eder. Müslümanın yapmış olduğu salih amellerin, bu imanın tercümanı olduğunu açıklar. Kişinin çalışması ile cemiyetin gayreti müşterek olmazsa, Müslümanın iman ve ameli, insanın ve insanlığın içinde bulunduğu ziyandan kurtulmasına yetmez. Mümin hakkı tavsiye ve hakkın bayrağını yüceltmede toplumla beraberdir. Bu işlerin ifasında ikisinin de ortak hakkı vardır. Toplumu tehdit eden zorluklar ve ciddi sorunlar karşısında, hakkın istediği şekilde Müslümanın içinde bulunduğu toplumu desteklemesi ve hak uğrunda cihadın gerektirdiği her konuda bütün müminlere sabır ve sebatı tavsiye etmesi şarttır.” İslam dini, ferdin toplum içinde olumsuz, sorumsuz bir durumda olmasını istemez. “Ben selamette olayım da, başkalarını boş ver” demesine müsaade etmez. Bu durum Maun suresinde açıkça belirtilmektedir: “Dini yalan sayanı gördün mü? İşte yetimi kovan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. (İşte bu vasıflarla beraber namaz kılan) münafıkların vay haline ki, onlar namazlarından gafildirler. Onlar riyakarların ta kendileridir. Onlar yardım etmeyi de men ederler.” (Maun, 107/1-7) Allah Teâlâ, bu surede yetimi azarlayanı, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyeni açıkça kınanmaktadır. Toplumdaki zayıfların iyilerin durumuna yükselmesi için çalışmayan, bu sureye göre dini yalan sayan kimse gibidir. Onlar “Veyl-vay haline” kelimesi ile uyarılmaktadır. Müslüman duasında daima kendisi için değil, toplum için de namazlarda, her rekatta okunan Fatiha Suresinde “Beni doğru yola ilet” demez, aksine “Bizi doğru yola ilet” der. Burada dua bütün Müslümanlara genelleştirilmiştir. Bir hadiste Peygamberimiz(sav), “Kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemeyen bizden değildir” buyurmaktadır. Bu bilinç Müslümanların toplum içinde manevi bir bağ ile kenetlenmelerini ve onların tek bir varlık olarak davranmalarını temin etmektedir. İşte bu ilke toplumu huzur ve güvene kavuşturan bir husustur. Aynı husus şu hadislerde de açıkça belirtilmektedir: “Hepiniz çobansınız ve her çoban da mahiyetinden mesuldür.” (Hadis) “Müminler parçaları birbirine bağlayan ve takviye eden bir yapı gibidir.” (Hadis) Bu yapı hiçbir beşeri felsefi sistemlerinde sağlanamamıştır. Ancak İslam'ın manevi olguları İslam toplumunda bu birliği temin eder. Hayat bir gemidir. Gemiye binenlerin hepsi de geminin selametinden sorumludur. Özgürlük adına hiçbir kimsenin, bu gemide istediği bir yeri delmeye hakkı yoktur. “Müminler sevgileri ve birbirine karşı merhametleri bakımından bir vücut gibidir. O vücudun bir uzvu hastalanırsa bütün uzuvlar o hastalığın acısını duyar.” (Hadis)
İnanç Esasları Bu esaslar Allah Teâlâ'ya iman prensibine dayanır. İmanın ilk ve en önemli şartı Allah'ın birliğine, O’ndan başkasına kulluk edilmeyeceğine, putun her türlüsünün ve nefsin arzularının put edilmesinin caiz olmayacağına inanmaktır. Ancak bu şekilde insan aklı, başka saplantılardan kurtulur ve özgürleşir. Çünkü insanın çevresi birçok sapık ve şaşkın olgularla çevrilmiştir. Bunlar arasında doğru olanı, hak yolunu bulmak ancak Allah'a iman etmekle mümkündür. Aksi halde insanın çevresinin etkisiyle yoldan çıkması çok kolaydır. İnsanın aklı ve ruhunun özgürleşmesi, ancak bu iman ile mümkündür. Bununla yeryüzünde Allah'ın halifesi olma özelliğine erişir, doğru istikamete girer, daima iyiliklere sahip çıkarak kemâle doğru koşar. Bu da halifeliğin mantıki bir sonucudur. Kişi yalnız bununla yetinmez, ruhun olgunlaşması için ameli yön de gerekir. Bu nedenle ibadetleri harfiyen yerine getirir. Bu onun olgunlaşması için gerekli eğitim ve talimlerdir. İmanın ikinci esası Hz. Muhammed'in (sav) risaletini tasdik etmektir. İnsan onun hayat örneğine bakarak kendisini yönlendirmesi gerekir. Çünkü Peygamberimizin hareketleri insanlar için güzel örneklerdir (Ahzab, 33/21). İslam'ı yaşamak için Hz. Peygamber’in yolunu takip etmekten başka bir yol yoktur. O bütün insanlara örnek olan bir yaşam tarzını ümmetine göstermiştir. İmanın üçüncü esası da, hesap gününe ve ölümden sonra dirilmenin hak olduğuna inanmaktır. Müslüman bu inançla Allah'ın kendisini her işinde görüp gözettiğini bilmesidir. Ahiret ve hesap gününe inanan Müslüman, dünyanın ahiretin bir ekim tarlası olduğuna inanmış olur. Dünyada yapacağı her salih amelin, yarın ahirette kendisini selamete eriştireceğinin bilincindedir. “O hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür bağışlayandır.” (Mülk, 67/2) Bu konuda El Arabi söz konusu ettiğimiz kitabında şunları söylemektedir: “Müslümanın güzel ameller işlemesi bu dünyadaki varlığının ilk ve son hedefidir. Ayrıca o bu dünyada ebedi kalacakmış gibi çalışmakla da memurdur. Çalışır ve güzel sonuç alır. Yaptığı işi en güzel şekilde yapar. Sonra da sonucunu bekler. Bu çalışmalarında sanıldığı gibi sadece kendini değil, bilhassa gelecek kuşakları düşünerek hareket eder. O devamlı, çalışmalarında hem kendisinin hem de toplumun iyiliklerini ister. Buna son derece dikkat sarf eder. Kötülükten ve günahtan sakınır. Çünkü o dünyaya ait çalışmalarında ahireti unutmaz. Günlük çalışmalarının hesabını Rabbinin huzurunda Yüce hesap gününde vereceğini daima hatırlar.”
İktisadi İlkeler İslam'a göre bütün mal ve servet Allah'ın mülküdür. Allah Teâlâ bütün alemlerin, yer ve göklerinin sahibidir. Her türlü eksiklikten münezzehtir. Her şeyi O yaratmış ve her şeyin sahibidir. İnsanın bir mala ve servete olan nispeti, onun mal ve servete bir vekil olmasından ibarettir. Kula, Allah tarafından bu maldan istifade etmesine müsaade edilmiştir. Ancak kulun elde ettiği mal ve servetin karşılığında bazı sorumlulukları da vardır: 1) Eldeki mal ve servetin zekatını vermek, 2) Allah yolunda sadaka vermek, 3) Sahip olduğu mülkü işletip üretim yapmak. Çünkü bu üretim mülkün servete katkısıdır. Eğer Müslüman bunu yapmazsa, yani gelir kaynaklarını atıl bir vaziyette bırakacak olursa, toplumun onun elinde tuttuğu bu kaynakları ondan geri almaya hakkı vardır. Çünkü İslam, Müslüman'ın malını toplumun zararına yol açacak şekilde kullanmaktan uzak durmasını emreder. Bunun içine, toplum menfaatine zarar verecek olan ihtikar ve faiz de dahildir. 4) İslam çalışmaya değer verir. Herkesin ciddi ve düzenli bir şekilde çalışmasını emreder. Çünkü İslam açısından, her ferdin topluma ve kendine faydalı olmaya yönelik verdiği her emek ve yaptığı her iş bir ibadettir. Bu hususlar İslam toplumunun diğer çağdaş toplumlardan farkını ortaya koymaktadır. Ancak diğer beşeri sistemlerle yönetilen toplumlar, bu hususları farkında olmalarına rağmen nefs ve egolarının kendilerini istila etmelerine karşı duramadıkları için, içinde bulundukları maddi bağımlılıktan bir türlü kurtulamamaktadırlar. Bu da o toplumları zamanla bir boğuşma, çalkantı ve huzursuzluk içine itmektedir. Hatta daha ileri safhalarda aralarında savaşlara neden olmaktadır. Dünya üzerinde savaşlar daima mevcut olmuş ve insanlık hiçbir dönemde birbirini öldürmekten kurtulamamıştır. Bunun nedeni insanların kendilerine seküler (dünyevi) hedeflerle donatmalarıdır. Bu durumun ilerki zamanlarda da devam edeceğinin beklenmesi normaldir. Seküler toplumların kabul etmedikleri, ancak Allah Teâlâ’nın İslam toplumları için istediği hususları şöyle özetleyebiliriz: 1) Mal mülkiyetinin kayıtsız şartsız caiz olması, maldan faydalananın hakkıdır. Ancak bunlarla ilgili İslami emir ve yasakların, sorumlulukların da yerine getirilmesi gereklidir. İnsanın böyle bir sorumluluk içinde meşru kazanç yoluyla servet edinmesi tabii ve en uygun durumdur. Doğal olarak ailenin çocukları da kendisinden sonra bu mala sahip olmaya devam edeceklerdir. İslam, insanların Allah yolunda harcamak ve bundan da ahirette mükafat elde etmek için servet ve mal kazanmayı teşvik eder. Bu teşvikle İslam ümmetinin servetleri artar ve ürünleri çoğalır. Bunlar İslam tarihinde görülmüş şeylerdir. 2) Servetin toplum içinde en güzel şekilde dağılması garanti edilmelidir. Servetin belli bir azınlığın elinde birikmesi ve çoğalmasına İslam izin vermez. Çünkü aksi halde toplumda huzursuzluk ve kargaşa başlar. Bu toplumu çökmeye kadar götürebilir. İslam'ın getirdiği miras kanunu da malın toplumda en güzel şekilde dağıtımını temin eder. Miras olan mal en yakınları için belli bir oranda taksim edilmiştir. Geride kalan miktar ise bu paylaşmada hazır bulunan fakirlere verilmesi emredilmiştir. Çünkü toplumda fakirlerin ve güçsüzlerin her halükarda gözetilmesini İslam emretmektedir. 3) İslam toplumunda fertler yardımlaşmaya dair sorumluluklarını yerine getirmelidirler. Bunun gerçekleştirildiği toplumlarda iktisadi denge sağlanır. Böylece mal ve servet toplumun her kesimini zenginleşmesi için kullanılmış olur. Bu yardımlaşma kuralları uygulanmazsa toplumda bunaltıcı iktisadi problemler ortaya çıkar. Bu problemler bugün dünyada her ülkede mevcuttur. Bunun nedeni, toplumda dayanışmanın olmaması, mal ve servetin topluma faydalı olacak şekilde çoğalmamasının sonucudur. Milli gelirin dengeli ve adil olarak kişilerin arasında dağılmaması bütün toplumsal sıkıntıların sebebidir. İnsanlar sahip olduklarını başkalarıyla paylaşmaktan nedense hep geri durmaktadır. Oysa bu paylaşma Müslümanlar için ahirette kendilerinin kurtuluşu için birer yatırımdır. Fakat insan nefsi ve egosu buna mani olmaktadır. Bu da kişinin dünya hayatının amacı olanın imtihanı kaybetmesi demektir. Bu konudaki en doğru bilinci, ancak gerçek Müslümanlar imanları gereği sahiptir. Onların sayıları da maalesef çok azdır. Bu durumu aşağıdaki ayetlerde açıkça ifade edilmektedir: “Size verilen herhangi bir şey sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. O iman edenler büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Onlar öfkelendikleri zaman da kusurları bağışlarlar. Onlar Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar. Onlar bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşırlar.” (Şura, 42/36-39)
Kuvvetin Kanunda Toplanması İslam devleti, halkın kaderini yöneticinin elinde bulunduranların kararsızlığından kurtarmıştır. İnsan nefsi kötülüğe meyillidir. Bu nedenle kararsız bir insan yönetimi elinde bulundurursa, ortaya sıkıntılı ve tehlikeli durumlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle İslam bazı konularda kesin hükümler getirerek yöneticilerin davranışlarını sınırlandırmıştır. Örneğin kısas gibi cezaların azami sınırları belirlenmiş ve yönetenlerin davranışları bu hükümlerle sınırlanmıştır. İslam devletinin asıl görevi kanun yapmak değil, Allah'ın hükümlerini tatbik etmektir. Çünkü ayet ve hadislerde belirtilen hususları yönetimin değiştirmesi mümkün değildir. Bunlar dışında kalan konularda kaynaklardan hukuk normları çıkarmak ise uzmanlık isteyen bir iştir. Bu, liyakat ve ilim sahibi insanların işidir. Bu nedenle İslam hukukçuları, devlet başkanlarının veya yöneticilerinin asıl görevlerinin “Şeri’âtin tenfizi” (Şeriatı uygulamak) olduğunu belirtmişlerdir. Emevi halifesi Ömer Bin Abdülaziz şöyle diyor: “Hiç kimsenin Kur'an'da beyan edilmiş hususlar üzerinde şahsi görüş serdetme hakkı yoktur. Halifelerin şahsi görüşleri, hakkında Kur'an ayeti ve Peygamberin sahih sünneti bulunmayan konularla ilgilidir. Yine hiç kimsenin Peygamber tarafından işlenen bir sünnette yer almış bulunan hususlar üzerinde şahsi rey ileri sürme hakkı yoktur. Ve bizim Peygamberimizden sonra hiçbir peygamber yoktur ve bizim kitabımızdan sonra kutsal hiçbir kitap da yoktur. Peygamberimiz vasıtasıyla Allah'ın mübâh kıldığı veya yasakladığı şey daima öyle kalır. Ben karar veren bir kişi değilim, ancak tatbik eden kimseyim. Ben yenilikçi birisi değilim, ancak öncekilere tâbi olan bir kimseyim.” Kur'an ayetleri ve hadisler, İslam hukukçularını hem bağlayacı ve hem de onlara yol göstericidir. Çünkü vahiyler, birkaç istisna hariç, büyük bir elastikiyeti de beraberinde getirmiştir. Bunlar hayatı düzenlemekten ziyade, hayatı düzenleyecek hukuka kaynaklık etmektedirler. Özel hukuk, devleti yönetenlerin dışındaki uzmanlara bırakılmıştır. Böylece ciddi bir kuvvetler ayrılığı gerçekleşmiş olur. Bu da devlet hayatının ihtiyacı olduğu dengeyi sağlar. Toplumdaki denge sürdüğü sürece, hukuk da fonksiyonunu icra eder. Ancak dengeler bozulursa, hukuk sistemi de beraber bozulur. Örneğin Roma İmparatorluğu ve Roma hukukunda, güçlenen imparatorluk makamını ele geçiren diktatörler birçok masum insanın kanlarını akıtmaktan çekinmemişlerdir.
Devlet Başkanlığı İslami devletin başkanlığı işinde “Şura” biricik yoldur. Devlet başkanının meşruluğu da ancak bu yolla olur. Veraset yoluyla yahut da mevcut başkanın yerine birisini nasbetmesi usulü ile işgal yahut da cebir yoluyla ortaya çıkan devlet başkanlığı İslam'ın devlet anlayışı ile bağdaşmaz. Peygamberimizin (sav) vefatından sonra devlet başkanı olan dört halifenin seçimi çeşitli şekillerde olmasına karşın, sonuçta halkın biat etmesi ile kesinleşmiştir. Bu nedenle devlet başkanı seçiminde halkın çoğunluğunun onay vermesi, yani onu desteklemesi önemlidir. Peygamberimizin (sav) vefatını kesin olarak öğrenen Medine Müslümanlarının ileri gelenleri Sakife’de toplanarak devlet başkanı seçimini tartışmışlardır. Sonunda Hz. Ebubekir (ra)'ın adaylığını desteklemişlerdir. Hz. Ebubekir'e yapılan umumi biat ikinci günü Medine mescidinde tamamlanmıştır. Aynı gün mescidde Hz. Ebu Bekir kendine biat edenlere şöyle hitap etmiştir: “Ey insanlar! En hayırlınız olduğum için başınıza getirilmiş değilim. İyilik üzerine olursam bana yardımcı olunuz. Eğri iş yaparsam beni doğrultunuz.” Hz. Ebubekir son günlerinde Hz. Ömer (ra)’ı yerini namzet olarak göstermesinden önce ashabın büyükleriyle istişare etmiştir. Seçkin sahabe efendilerimizin kendisini destekleyince de adayını ilan etmiştir. Ancak Hz. Ömer'in devlet başkanı olması, insanların kendisine biat ettikleri göstermesi sonunda olmuştur. Hazreti Ömer vefatına yakın, yerine bir aday göstermek yerine ashabın büyüklerinden altı kişi tayin etmiş ve bunların Hz. Ömer’in vefatından sonra bir araya gelerek aralarından birini devlet başkanlığı için aday gösterilmesini istemiştir. Hazreti Ömer vefat edince bu altı sahabe toplanarak ve uzun istişareler sonunda, Hazreti Osman'ı aday göstermiştir. Hazreti Osman (ra)’ın adaylığının ilanından sonraki günde kendisini mescitte halkın umumi biat etmesiyle devlet başkanı olmuştur. Hazreti Osman'ın öldürülmesinden sonra fitnenin ortaya çıkması ile, bir kısım halk Hazreti Ali (ra)'a giderek hilafet için onu aday göstermişlerdir. Hazreti Ali adaylığı karşısında başka bir aday çıkarılmamış ve ashab da mescitte Hazreti Ali'ye biat ederek onun devlet başkanlığını onaylamıştır. Altın çağ dediğimiz bu süreçte devlet başkanlarının seçimi farklı şekillerde olsa da, sonuçta halkın çoğunluğunun biat etmesiyle devlet başkanı meşruluk kazanmıştır. Bu dönemdeki devlet başkanı seçiminin temelinde istişare ve halkın genelinin kabul etmesi vardır. Bu esası zamanla İslam dünyası terk etmiştir. Başka yollarla iş başına gelen devlet başkanları zamanında İslam toplumu çeşitli çalkantılar ve sıkıntılar yaşamıştır. Halkın bu sıkıntıları yaşaması devlet başkanı seçimiyle yakından ilgilidir. Bugün için dört halife dönemindeki uygulamayı genelleştirirsek, devlet başkanı olacak kişinin iki şartı yerine getirmesini isteyebiliriz: 1) Reşit ve Müslüman bir kişi olması, 2) Müttaki bir insan olması. Birinci şartı şu ayet teyit etmektedir: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şey de anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 4/59) Ayette geçen sizden kelimesi, İslam devlet başkanlığının rastgele, liyakatsiz ve ehil olmayan kişilere teslim etmemek gerektiğini anlatmaktadır. Bu vazife ancak Allah katından gelen ilahi kaynağa ve İslam şeriatına inanan ve onu içten benimseyen Müslüman bir kişiye verilebilir. Buna göre gerçek bir Müslüman olmayan kişiye devlet başkanlığı verilmez. Devlet başkanının takva sahibi olması gerektiğini de aşağıdaki ayetten anlayabiliriz: “Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır.” (Hucurat, 49/13) Takva sahibi olan kişiler ancak Allah'ın emir ve yasaklarını harfiyen uygulayabilirler ve işlerinde adil olabilirler. “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 5/8) Devlet başkanlığı önemli ve hassas bir görevdir. Bu nedenle bu göreve aday gösterilecek kişinin belirlenmesi bir takdir ve tercih komisyonu tarafından yapılması gerekir. Bu komisyon aday olma kriterlerini İslami naslarla belirler ve adaylar üzerinde bu kriterleri uygulayarak seçimini yapar. Devlet başkanına itaat, Allah'ın dinine aykırı bir husus emretmedikçe, her Müslüman üzerine bir borçtur. Devlet başkanının icraatı İslam ilkelerine uygun olduğu sürece bu itaat şarttır. Ancak şeriatın esaslarına ters düşen durumlar bu itaatin şümulüne girmez. Devlet başkanının biat eden çoğunlukla seçilmesine karşı çıkan azınlığın aynı şekilde itaat etmeleri şarttır. Bunu teyit eden Peygamberimizin şu hadisleri mevcuttur: “Allah'ın rahmet ve inayeti cemaattedir.” (Hadis) “Cemaatten ayrılan ateşe ayrılmış olur. Cemaatten bir karış ayrılan üzerinden İslam hil’atını çıkarmıştır.” (Hadis) İslam ilkelerine aykırı hareket eden devlet başkanlarına gerekli hatırlatmaları yapmak gene Müslümanın görevidir. Devlet başkanına “emr bil maruf” ile yaklaşması ve ona öğütler vermesi gerektiği konusunda hadisler mevcuttur. “Allah katında amellerin en makbulü, zalim imama karşı hakkı söylemektir.” (Hadis) “Kardeşine, ister zalim isterse mazlum olsun yardım et.” Dediler ki “Ey Allah'ın resulü, mazlum kardeşimize yardım edelim, fakat zalim olana yardımımız nasıl olur?” Efendimiz, “Onu zulmünden çevirmenizdir” buyurdu.
Danışma (İstişare) Devlet hayatında İslam dininin üzerinde önemle durduğu hususlardan birisi de danışma (istişare) dir. “Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir.” (Şura, 42/38) Peygamberimiz (sav) Kur'an'da bahsedilmeyen hususlarda daima ashabıyla istişare ederdi. Bu nedenle ashab arkadaşlarına, “Resulullah'tan daha çok danışan kimse görmedim” demişlerdir. Peygamberimiz istişare konusunda aşağıdaki ayete muhatap olmuştur: “…İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan. Allah kendisine güvenip dayananları sever.” (Ali İmran, 3/159) Bazı savaşların uygulanmasında da Peygamberimiz ashabıyla istişare ederek karar vermiştir. Bununla beraber istişarenin kimlerle ve nasıl yapılacağına dair Kur'an'da bir açıklama yoktur. Ancak Peygamberimiz ashabının ileri gelenleri ile istişare etmiştir. Yani bu konuda liyakata dikkat etmiştir. Yapılan bir işte görüşleri kabul edilmeyenler, karar verildikten sonra diğer çoğunluk ile birlik ve beraberlik içinde hareket etmelidir. “Onların vazifesi itaat ve güzel söz söylemekti. Sonra iş kesinleşince Allah'ın emrine sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.” (Muhammed, 47/21) İstişare siyasi, askeri, amme düzeni ve genel menfaatleri ilgilendiren hususlarda yapılır. Hakkında Kur'an ve sünnette açık olarak hüküm bulunan hallerde istişare yapılmaz. Müslüman alimlerin büyük bir kısmı icma ve içtihadın bulunduğu hususlarda da istişare yapılamayacağını kabul etmişlerdir. Bunun nedeni İslam'ın doğruluğa ve ihtisasa önem vermesidir. Çünkü içtihat hukuk alimlerine ait bir husustur.
Liyâkat Devletin ayakta kalması, işleri seviyeli ve hizmet ehli insanların yapması ile mümkündür Çünkü devlet bir hizmet yeridir. Bu hizmetin hakkıyla yerine getirilmesi için, ehliyetsiz insanların devlet işlerinde görevlendirilmemeleri ile mümkün olur. Devlette kişiler ancak liyâkatlarına göre mevki sahibi olmalıdır. “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (Nisa, 4/58) Devlette görevi ehline vermemek büyük bir sorumluluk gerektirir. Bunu Peygamberimiz (sav) şu hadisinde dile getirmektedir: “Bir kimse bir cemaat veya bir kavmin üzerine âmil, vali, ya da müdür, ya emin, ya kumandan nasb olursa, o cemaat ve kavmin razı olacağı evsafı mutazammın bir başkası bulunursa, o ehliyetsiz nasb eden zat, Allah ve Resulü’ne ve cümle-i mü’minine hıyânet etmiş olur.” (Hadis) “Dinî ve dünyevî işler ehliyetsiz adamlara verildi mi kıyameti bekle.” (Hadis) “On kişinin başına birini tayin eden kimse, bu tayini yaparken, bu on kişi arasında tayin ettiği kimseden daha iyisinin var olduğunu bildiği halde (liyakatı nazar-ı dikkate almaksızın şu veya bu mülahaza ile), bu tayini yapan kimse kesin olarak hem Allah'a hem de Resulüne hile yapmış olur.” (Hadis) Peygamberimiz bazı devlet görevlerini, çok istekli ve yakın olan sahabelerine vermemesi, buna mukabil işin ehli olanlara verilmesini tercih ettiği İslam tarihinden biliniyor. Bu husus dört halife döneminde de titizlikle uygulanmıştır. Bu konuda Hazreti Ömer'in şu sözleri en güzel örneklerdir: “ Sizin mesuliyetinizi taşımak için, içinizden sizlere en faydalı, en güçlü ve uzuvca en kudretli olacağımı umut etmeseydim, bu vazifeyi kabul etmezdim.” Aynı husus İmam Maliki (ra)’nin hadis kitabı olan “el Muvatta” da şöyle geçmektedir: “Bu mesuliyeti taşımakta benden daha muktedir birinin bulunduğunu bilsem, halife seçilmektense (yapılmaktansa) öldürülmek benim için kabule şayan olurdu.” Halife seçildiğinde Hz. Ali (ra) da aynı mealde şunları söylemiştir: “İçinizde bu işi deruhte etmeye benden daha liyakatli bir kimse bulunduğunu bilsem, gidip ona boynumu vurdurmam benim için daha kolay olur.” Diğer esaslarla beraber liyakata da, ilk Müslümanların gerektiği değeri vermelerindendir ki, çok kısa bir zamanda hudutları milyonlarca kilometre kareye ulaşmış, ilimde de Müslümanlar, insanlığın yol göstericileri olmuştur.
İkinci bölümü okumak için tıklayınız
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com |
İslam Devletinin Temel İlkeleri 1 |
Yayınlama Tarihi : 14.01.2023 |