İnsanlardan oluşan toplumlarda bir düzenin olması bir ihtiyaçtır. Çünkü insan yapısı ancak düzenli ortamlarda rahat eder ve mutlu olabilir. Düzensiz ortamlar insanlar için rahatsız edicidir. Bu nedenle insan topluluklarında düzeni sağlayacak bir yönetimin olması zaruridir. Bu yönetime devlet adı verilir. 

İslam dini bütün alemlere rahmet olarak geldiğinden bütün insanlara hitap etmektedir. Bu nedenle İslam'da devlet anlayışı da evrenseldir. İslam Devleti anlayışı sadece kültürlere, coğrafyaya açık değil, aynı zamanda kıyamete kadar geçerli olmakla zamana da açıktır. Bu nedenle İslam'ın devlet anlayışı diğer devlet anlayışlarından çok farklı özelliklere sahiptir. Bu özellikler İslam Devleti anlayışını ortaya çıkarmaktadır.

İslam devlet anlayışı, temelde Kur'an ayetleri ve Peygamberimizin (sav) hadislerine dayanır. Diğer önemli kaynaklar da icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ’dır. Bu kaynakların sonucu olarak İslam Devlet anlayışı dört halife döneminde şekillenmeye başlamış ve daha sonralarda adaletli ve sorumluluk bilincine sahip olan Müslüman devlet adamları sayesinde gelişmiştir. Bu devlet anlayışını destekleyen birçok dini eserler, tefsirler, siyasetnâmeler, nasihatnâmeler, tarih ve sosyoloji kitapları, şiirler, fermanlar ve fetvalar ortaya atılmıştır.

İslam insanın yalnız Allah'a karşı olan görevlerini esas almamıştır. Aynı zamanda insanların bir arada yaşamalarını temin eden ilişkilere de belirlemiştir. İnsanın mutlu olması, haysiyetli ve şahsiyetli bir toplumun oluşmasını temin için gerekli ahlâki ilkeleri de ortaya koymuştur. Bu ilkelerin sadece ahlâki nasihatlerle hükmü icra edemeyeceklerinden, onlarla ilgili müeyyideler de tanımlanmıştır. Bütün bunları uygulayacak olan da İslam Devletidir.

İslam'da, insanın yalnız üstün yetenekleri ve duygularını hesaba katılmamış, onun tabii olan zayıf noktaları da hesaba katılmıştır. İslam’ın bu gerçekçi insan anlayışı, diğer din anlayışlarından ve felsefi düşüncelerden farklıdır. Örneğin Hristiyanlar, insanın kötü bir mayadan geldiğini, Adem ve Havva'dan ilk günahı miras aldığını, asla değişmeyeceğini kabul ederler. Hinduizm ise insanın başlangıçta kötü daha sonra iyiye doğru geliştiğini kabul eder. Rousseau gibi bazı filozoflar da, aslında insanın iyi olduğunu sonradan bozulduğunu düşünürler. Bu konuda İslam'da farklı düşünülmüştür. İslam'da insan tam ve temiz olarak yaratılmıştır (Tin, 95/4,5). Fakat sonradan aşağıların aşağısına indirilmiştir. Bundan ancak iman eden ve salih ameller işleyenler müstesnadır.

İnsanın iyi ve kötü taraflara sahip olabilmesi nedeniyle, insan toplumlarını düzenleyecek bir otoritenin olması zorunludur. Bu otorite de devlettir. Çünkü insan nefsine uymakla hüsran, fesat ve fitne sahibi olabilir. Bu özellikler aşağıdaki ayetlerde açıklanmaktadır:

“Muhakkak ki insan hüsrandadır.” (Asır, 103/1)

“Halbuki insan mücadeleyi çok sever oldu.” (Kehf, 18/53)

Biz insanı şiddet ve meşakkatte yarattık.” (Beled, 90/4)

“Hakikat insan hırsına düşkün (ve sabrı kıt) yaratılmıştır.” (Meâric, 70/19)

Bu özellikler, insanı nefsinin ve hırslarının elinde oyuncak olabilmesini mümkün kılar. Hatta diğer insanları da amansız bir düşman görebilir.

“İhtirasları kendisine Tanrı kılan kimseyi gördün mü?” (Furkân, 25/42)

İnsanın bu özellikleri toplumları isyan ve düzensizliğe iteceği aşikârdır. Buna karşı İslam düzensizliğe karşı koymakta ve düzenli olmayı tavsiye etmektedir.

Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Bir şey hakkında çekiştiğiniz takdirde - eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız - hemen onu Allah'a ve Peygamberine götürün; bu hem hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)

İsra suresi 80. ayetinde Cenab-ı Hakk, Peygamberinin şöyle dua etmesini istiyor:

“Bana katından yardım edecek bir kuvvet ver.” (İsra, 17/80)

Bu ayeti İbni Kesir şöyle yorumlamıştır:  “İslam Kur'an'ın nasihatları, vaazlarıyla yok edemediği kötülükleri, fenalıkları yok edebilmek için devlet otoritesine muhtaçtır.” Hazreti Enes (ra)'dan rivayet edilen şu hadiste de, devletin ne kadar gerekli olduğu anlaşılmaktadır: “Devlet başkanı Allah'ın yeryüzündeki himayesidir. Sizden birisi bir ülkeye varır da orada devlet başkanı olmazsa, oturmasın, çıksın.”

İnsanın yaratılışından gelen nefsi arzuları ve kötülüğe meyil edebilmesi, insanların toplum halinde yaşamalarının ancak bir devlet otoritesi altında mümkün olacağı anlaşılmaktadır. Bu devletin İslami karakterde olması zorunludur. Bu İslam Devleti, Allah'ın emir ve yasaklarına ve Peygamberin sünnetine göre yönetilmek zorundadır. Ancak bu şekilde toplumda her bakımdan istenilen huzur ve güven sağlanmış olur.

 

İslam Devletinin Doğuşu

İslam devletinin doğuşu Miladi 620 ve 622 yıllarında yapılan Akabe biatları ile başlar. 620 yılında 12 Medineli Müslüman Mekke surlarının dışında gayet gizli bir şekilde ellerini Hazreti Peygamberin (sav) avucuna koyarak biat etmişlerdir. Bu biat yemini şöyledir: “Gerek sıkıntı ve müzâyaka ve gerekse sevinç ve sürûr halinde (söz) dinlemek ve itaat etmek (başta gelir) ve (sen) bizzat bizim üzerimizde bir tercihe sahip olacaksın. Ve biz emretme yetkisini taşıyan âmire - bunu kim elinde bulundurursa bulundursun - itiraz ve muhalefette bulunmayacağız. Allah yolunda, bizi küçük gören ve horlayan kimsenin bizi ayıplamasından çekinmeyeceğiz. Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayacağız, aramızda hiçbir iftirada bulunmayacağız ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz.”

Bu biatla sağlam bir devletin doğuşu için gerekli ortam hazırlanmıştır. İki yıl sonra 72 kişi gene Akabe'de Hazreti Peygambere (sav) biat etmiştir. Bununla Medineli Müslümanlar, ihtiyaç olunca her hususta Peygamberi savunacaklarını ifade etmişlerdir. İslam devletinin temelinde bu sosyal mukavele yer almıştır.

Hazreti Peygamber (sav) Medine'ye hicret ettiğinde, Medine'de müşrik Araplar, Yahudiler ve Hristiyan Araplar vardı. Hazreti Peygamber Mekke'den göç eden Müslümanları Medineli Müslümanlarla kardeş yaptı. O günlerde Medine'de kabile anlayışı hakimdi. Her kabile kendi hukukuna bağlı idi. Başka siyasi otorite tanımazlardı. Bu durum daima çatışmayı da beraberinde getiriyordu. Bu durumunu çözmek için Hz. Peygamber sahabeler, müşrik, Yahudi ve Hristiyanlarla görüşerek, bir metin etrafında anlaştılar. Bu metin yeryüzünün ilk yazılı anayasası idi.

Bu anayasadaki esaslara göre, fert ve kabilelerin haklarının korumaları merkezi bir otoriteye bırakılıyordu. İşte bu devlet anlayışıdır. Aynı şekilde hükümlerin infazı da bu merkezi otoriteye bırakılıyordu. Gayrimüslimlerin yargılanmaları konusunda kendilerine muhtariyet tanınmıştı. Suçlular kendi dinlerine göre cezalandırılacaktı. İki taraf anlaşarak İslam mahkemesine müracaat edebileceklerdi. Eğer toplumlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, Hazreti Peygamber bu anlaşmazlığın çözülmesinde tek yetkili merci kabul edildi. Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı beraberce karşı konulacağı kararlaştırıldı. Ancak Müslümanlara dinleri sebebiyle bir saldırı olursa, gayrimüslimlerin yardım konusunda serbest idiler.

Bu anlaşma yumuşak bir üsluba sahipti. Bu anayasa başlangıçta sadece Medine şehri için vaaz edilmiş ise de, bu anayasa İslamlaşmış bir başka bölgeye veya Medine'ye ilave olunan bir araziye de uygulanıyordu. Bu anayasa gayet açık ve yumuşaktı. Bu nedenle Müslümanlar üç kıta üstüne yayılmalarına rağmen, bu ilk anayasayı değiştirme veya lağvetme ihtiyacı duymadılar. Sadece yeni bazı idari kaide ve nizamlar ilave edildi.

Hazreti Peygamber (sav) bu devletin başkanıydı. Gayrimüslimler de Hz. Muhammed'in insan olarak doğruluğuna ve adaletine inanıyorlardı. Zaten gençliğinde beri ona “Muhammedü’l-Emîn” diyorlardı. Peygamberin devlet başkanı olması her bakımdan tabii idi. Çünkü vahiyler bir yandan devam ediyordu. Peygamber ayrıca İslam'ı en iyi bilen kişiydi. Herkes ona güveniyordu. Çünkü o Allah'ın insanlara gönderdiği bir elçiydi. Gösterdiği mucizeler Müslümanları kendisini iyice bağlamıştı. Onun başkanlığından başka hiç bir kimsenin başkanlığını zaten kabul etmezlerdi.

 

İslam Devletinin Mahiyeti

İslam Devleti hukuk esasına göre teşekkül etmiştir. Devletin başında bulunan başkan ve diğer görevliler yetkileri istedikleri gibi keyfi olarak kullanamazlar. Onlara verilen yetki, İslam'ın temel kaynaklarından doğmaktadır. İslam'ın temel kaynakları, hakimiyeti insanın zaaf ve isteklerinden kurtarmış ve onları sağlam esaslara bağlamıştır.

“Şüphesiz ki, biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gönderdiği şekilde hak ile hüküm vermen için indirmiş bulunuyoruz.” (Nisa, 4/105)

“Kendinde ihtilafa düştüğün herhangi bir şeyin hükmü (nü vermek) Allah'a aittir.” (Şura, 42/10)

İslam'da devlet başkanları başına buyruk değillerdir. Hatta Hazreti Peygamber bile sıradan bir Müslüman gibi Kur'an'ın emir ve yasaklarına harfiyen uyuyordu. Zaman zaman Peygamber de vahiyle uyarılmıştır. Örneğin bazı münafıklar Tebük seferine katılmamak için mazeretler uydurmuş ve Hz. Peygamber’den izin almışlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazreti Peygamberi şöyle uyarmıştı:

“Hay Allah afiyet veresice, şu (özründe) sâdık olanlar, besbelli oluncaya ve sen o yalancıları bilinceye kadar, neden izin verdin onlara!” (Tevbe, 9/43)

İslam hukukunda sünnet de uyulması gereken bir kaynak olduğuna şu ayetler delildir:

“De ki Allah'a ve Peygambere itaat edin! Eğer aksine giderlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez.” (Ali İmran, 3/32)

“Kim Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse Biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (Nisa, 4/80)

“Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şey de anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)

“Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kimde Allah ve resulüne isyan edecek olursa açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzab, 33/36)

“Hayır Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil. Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa, 4/65)

Bu ayetler Hazreti Peygambere uyulmasını Müslümanlara kesin olarak vecibe haline getirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bazı hususları Peygamberine sözle ve fiili sünnetleriyle açıklamıştır.

“Biz o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da Kur'an'ı indirdi ki insanlara vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.” (Nahl, 16/44)

Sahabe, Hazreti Peygamber’in hayatında ve ölümünden sonra sünnetine riayet etmenin şart olduğu bilincindeydi. Muâz bin Cebel’in Yemen valisi olarak giderken Peygamberin nasıl hükmedeceği sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Allah'ın kitabında verilmiş bir hükmü bulamazsam, Allah'ın elçisinin sünneti ile hüküm veririm.” Hazreti Peygamberin vefatından sonra Müslümanlar Kur'an'da bir hüküm bulamadıkları zaman sünnete başvururlardı. Hz. Ebubekir (ra)  bir olay hakkında ezberinde bir sünnet yoksa, bu iş hakkında bir sünnet bilen var mı diye Müslümanlara sorardı. Diğer halifelerin ve sahabelerin, onların yolunda giden Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn de aynı yolu takip ettiğini biliyoruz. Ahmet Hamdi Akseki, Riyâzü’s – Salihin’in önsözünde şunları yazmaktadır:

“…Söylediklerini ve yaptıklarını yalnız Allah'ın bir Resulü olması bakımından söylemiş ve işlemiş olması. Bu itibar ile o, Allah'tan aldığını nasıl almış ise öylece ve Allah adına ümmetine tebliğ etmiştir ki, bu şer’-i münzeldir (bağlayıcıdır)… Dini sorulara fetvâ vermek, onları cevaplandırmak suretiyle tebliğ-i ahkâm etmesi, bu yukarıda da işaret ettiğim gibi, bir taraftan da şer’-i münzelin, yani Kur'an'ın bir beyan ve tefsiri oluyordu. Burada Peygamber, Kur'an-ı Kerim'den anlamış olduğu hükmü haber veriyor, bunu böyle alacaksınız demek istiyordu. Çünkü Peygamberin vazifesi sadece Kur'an'ı tebliğ etmek değil, onu tebliğiyle beraber îcâbından beyân, tafsil ve tefsir etmek, âyetlerinin delâlet ve işâretlerinden anlaşılan hükümleri aydınlatmaktır.”

Peygamberimizden ortaya çıkan her şey ümmeti için hukuki bağlayıcı değildir. Bir kısmı hukuka bağlayıcıyken, bir kısmı ise hukuki sayılmaz. Bu nedenle hukuki olup olmamak bakımından sünnetinin değerlendirilmesini İslam hukukçusu Abdülkerim  Zeydânî şöyle anlatmaktadır:

“Nebî (sav)’den sâdır olan her şey, ümmeti için hukuki değildir. Bir kısmı hukuken bağlayıcıdır, bir kısmı ise hukuki sayılmaz. Bu sebeple hukuki olup olmaması bakımından sünnet iki kısma ayrılır. Birinci kısım, Nebî'nin Allah'tan aldığı emirleri yayıcı olması itibariyle kendisinden sâdır olan sünnetlerdir. Bu kısım sünnetler ihtilâfsız, hukuki sayılır. Örneklerden bazıları kavlî (söylemesi), fiilî (yapması) ve takrirî (susuşu) şekilde olabilir. Nebi'nin susuşunun daima o fikrin mübâhlığını gösterdiği düşünülür. Bu sebeple o da ümmet için hukukidir. İkinci kısım, Allah'tan haberci, emirleri tebliğ edici olarak değil de, insan olması veya dünyaya ait bazı işlerde tecrübe sahibi olmasıyla kendinden sâdır olan şeylerdir.”

Sahâbi, Hazreti Peygamberin bu vasıflarını bildiğinden bunları birbirinden ayırmıştır. Bazı beşeri konularda kendisine itirazlar edilmiş ve halifeler tarafından farklı uygulanmıştır. Buna ait İslam tarihinde birçok örnekler vardır. Hatta Hazreti Peygamber kendisinin verdiği kararlarda sonradan vazgeçtiğini bizzat kendisi açıklamaktadır: “Erkeklere; zevcelerine, çocuklarını emzirdiği müddetçe yaklaşmalarını yasak etmeyi arzu ediyordum. Sonradan Bizanslılar ve İranlılarda böyle bir yasak olmadığını dikkate alarak bu fikrimden vazgeçtim.” Benzer bir örnek de şudur: “Ümmetime meşakkat vermeyeceğini bilsem her namazda misvak kullanmalarını emrederdim.”

Peygamberimizin aşağıdaki hadisi de konuya ışık tutmaktadır:

“Size dininizle ilgili bir emir verirsem onu kabul ediniz. Kendi görüşümü söylediğim zaman (unutmayınız ki) ben de beşerim.”

Aşağıdaki ayetlerde de Peygamberimizin bir insan olduğu ifade edilmektedir:

“Biz senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekler dışında elçi göndermedik. Bilmiyorsanız zikir ehli olanlara sorun.” (Enbiya, 21/7)

“De ki ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki bana İlahınızın ancak bir İlah olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 18/110)

Sahâbeler daha önce benzeri geçmemiş olan bazı hükümleri “hayırlı” olması bakımından kabul etmişlerdir. Örneğin Kur'an-ı Kerim'in mushaf halinde toplanması, fiyatların kontrolü ve Hazreti Osman (ra) devrinden itibaren Cuma namazı için minareden ezan okunmasını zikredebiliriz.

Kur'an ve sünnetten sonra İslam hukukunun bir kaynağı da icmâdır. İcmâyı meşrulaştırmak için şu hadisleri ifade edebiliriz:

“Allah'ın eli birlik olan topluluğun (cemaatin) üzerindedir.” (Hadis)

“Benim ümmetim aslâ hatâda ittifak etmeyecektir.” (Hadis)

Bununla beraber icmâ, ayet ve kutsi hadisler gibi dokunulmaz değildir. Bazı yorum ve anlayışlar her zaman tartışma konusu olmuştur.

Herhangi bir meselede icmâlarda da çözüm bulunamazsa kıyâsa başvurulur. İslam hukukçuları kıyâsın şer’i bir delil olduğunu aşağıdaki ayet ve hadislere dayandırıyorlar:

“İşte biz bu temsilleri insanlar için getiriyoruz. Fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.” (Ankebut, 29/43)

“Ben bana vahiy gelmediği hususlarda re’yimle hüküm veriyorum.” (Hadis)

Hazreti Peygamber’in Yemen valisi Muâz’a verdiği, “Kur'an ve sünnete göre hareket et, bunlarla çözülmemiş meselelerde de kendi re’yinle hareket et” emri de kıyas için bir delildir.

Kıyas konusunda Mehmet Niyazi, “İslam Devlet Felsefesi” adlı kitabında şunları söylemektedir:

“Kıyas mahiyeti bakımından nakil ve sentezdir, şahsîdir. Kıyâsta da yanılmazlık niteliği yoktur. Devamlı aynı konu üzerinde kıyâs çalışmaları yapılabilir, daha iyisi bulunabilir. Kıyâsın iki şartı vardır: 1) Kur'an ve hadislerde bulunmayan durumlarda kıyâs söz konusudur. 2) Eldeki konu ile kendisinden hüküm istidlâl edilecek konu arasında müşterek bir illet bulunmalıdır. İslam hukukunda kıyâsın önemli bir yeri olduğunu Hazreti Ömer (ra)'in Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’ye gönderdiği ta’lîmâttan da gayet iyi anlıyoruz:

“Bir mesele hakkında Kur'an veya hadiste bir hüküm bulunmayıp, bunun hakkında tereddüt içinde bulunuyorsan, mesele hakkında tekrar düşün, meselenin emsâl ve benzerleri hakkındaki hükümleri ara ve ona göre karar ver.”

Bu kaynaklar arasında aşılması mümkün olmayan hiyerarşi vardır. İslam bilginlerinin “aslu’l-asl” dedikleri Kur'an ve sünnete, hiçbir şey ilave edilemez, hiçbir husûsu da görmemezlikten gelinemez. İşin mantığı gereği sünnet, Kur'an'a aykırı değildir. İcmâ da Kur'an ve sünnete aykırı olamaz. Kıyâs ise kendisinden önce gelen üç kaynakla çelişkili bulunamaz.”

İslam hukuku Müslüman milletlerin örf ve âdetlerine de önem vermiştir. Bunlar da birer kaynak sayılmıştır. Ali Fuat Başgil, “Esas Teşkilat Hukuku” adlı kitabında bu hususu şöyle açıklamaktadır:

“O sûretle ki edille-i erbaa'da yeri bulunmayan meselede âdetler muhkemdir.” Yani, “İslam'ın diğer kaynaklarında konu ile ilgili hüküm yoksa âdete, örf ve teâmüle göre hüküm verilir.”

Örfün muteber sayılmasını İmam Mâlik’in hükümlerinin bazılarında da görüyoruz. Çünkü İmam Mâlik, hükümlerinin bir bölümünü Medine halkının örfüne dayandırmıştır. İmamı Âzam ve talebeleri örflerin değişmesinden dolayı hükümlerde ihtilaf etmişlerdir. İmam Şâfiî Mısır'a gidince, Bağdat'ta verdiği hükümlerin bir kısmını değiştirmişti. Çünkü Mısır'da örflerin farklı olduğunu görmüştür.

Örfle ilgili olarak Mecelle’de şu hükümler yer almaktadır:

“Âdet, hakem kılınmış bir şeriattır.”

“Örfen mârûf olan şey şart kılınmış gibidir.”

“Örf ile tâyin nass ile tayindir.”

İslam'ın temel kaynaklarını dayanan şeriatın (hukukun) yanı sıra, genellikle kamu ile ilgili konularda örfi hukuk anlayışı doğmuştur. Muhakkak ki örfi hukuk ancak hakkında şer'i bir hüküm bulunmayan konularda söz konusu olabilir. Burada önemli olan kanunun maslahatıdır. Bu kanun maslahatına örnek olarak Hz. Ömer'in döneminde toplumun selameti için hapishanelerin ihdas edilmesi, para basılması, devlet işlerinde resmi kayıtların tutulması, benzeri hizmet ve ihtiyaçların görülmesini verebiliriz. Bu devlet başkanına ve yetkililere verilen bir haktır.

Burada aklın da bir kaynak olup olmayacağı hususu karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu husus İslam alimlerince çok tartışılmıştır. Alimlerin büyük bir kısmı dini hükümleri akılla irdelemek yerine, emredilene uymayı tercih etmişlerdir. Bazı alimler ise bütün hukuk yapısını akıl üzerine inşa etmeye çalışmışlardır. Bu insanlar daha azdır. Bu insanlar Hazreti Ömer'i kendilerine öncü olarak düşünmüşlerdir. Hazreti Ömer bazı konularda Peygamber Efendimize karşı görüşler ileri sürmüştür. Fakat Hazreti Ömer'in itirazlarına rağmen Peygamber açık olarak ifade ettiği bir hususun dışına çıkmamıştır.

İslam devletinde özel hukuk alanı hukukçulara bırakılmıştır. Devlet başkanı (halife) veya devletin görevi kanun yapmak değil, kanuna bizzat uymak ve tebaayı uydurmaktır. Bu husus yabancı hukukçuların da dikkatini çekmiştir. Örneğin Joseph Schacht,  “İslam Hukukuna Giriş” adlı kitabında şöyle söylemektedir:

“İslam hukuku, bize aşırı bir “Hukukçular Hukuku” örneğini vermektedir. O, özel mütehassıslar tarafından oluşturulmuş ve geliştirilmiştir. Devlet değil, sadece hukuk ilmi teşriî bir rol oynamış…”

Bu konuda Mehmet Niyazi, “İslam Devlet Felsefesi” adlı kitabında şunları söylemektedir:

“Tarihten halifelerin ve sultanların muhakeme edildiklerini zaman zaman cezalandırıldıklarını biliyoruz. Bunlar da bize, Hazreti Peygamber dâhil, İslam dünyasında bütün yöneticilerin Kur'an ve diğer mer’î (örf, âdet gibi) hükümlere göre hareket etmek zorunda olduklarını göstermektedir. Kişinin hakları ne devletin, ne de halife veya hükümdarın lütfu değildir. Kur'an'ın, sünnetin ve bunların yanı sıra mer’î hukukun ürünüdür. Diğer kişiler veya yönetenler bu haklara riayet etmek zorundadırlar. Örfî hukukta da keyfîlik yoktur, meşrûiyetini zarûrette bulmaktadır.”

 

İslam Devletinin Amacı

İslam dini insanların hem dünya hem de ahirette mutlu olmalarını amaçlamaktadır. İnsanın yaratılış amacını açıklamakta ve yaşadığı sürece neleri yapıp neleri yapmaması gerektiğini anlatmıştır. Çünkü insan gerçekten diğer varlıklardan farklıdır ve özel olarak yaratıldığı açıktır. Bu nedenle de Allah'ın halifesi olmayı hak etmiştir. İnsan yaşadığı sürece Allah'ı tanımalıdır. O’nun güç ve kuvvetine iman etmelidir. Kur'an ayetlerine ve Peygamberin sünnetine tabi olmalıdır ki her iki cihanda da mutlu olabilsin.

Tarih boyunca kurulan İslam devletlerinin en önemli amacı, “İ’lâyı Kelimetullah” uğruna mücadele etmekti. Bunun diğer bir adı da cihattır. Buna göre cihadın anlamı, Allah yolunda can, güç ve gayret sarf etmektir. Bu anlamın içine Allah rızası için yapılan bütün ibadetler ve salih ameller de girmektedir. Cihat kelimesinin anlamı, gayrimüslimlerin anladığı gibi, insanları zorla İslam'a sokmak değildir.

Eskiden beri batılılar cihadı başka yorumlayarak, İslam'ın karalamak yoluna sapmışlardır. Onlara göre cihat, tüm dünya Müslüman oluncaya veya İslam hakimiyetine boyun eğinceye kadar onlarla savaşma anlamına gelmektedir. Böylece İslam devletinin amacının savaş olduğu ileri sürülmektedir. Oysa bütün bu iddialar asılsızdır. İslam devletinin amacı hiçbir zaman onların anladığı gibi değildir. Bu yapılan kasıtlı propagandaların amacı, onların İslam Devleti adaletinin insanlığa hizmetinden korkmalarıdır. Çünkü İslam Devleti’nin hakim olduğu yerlerde artık sömürme ve zulüm kalmayacaktır. Bu da emperyalistlerin ve sömürgecilerin işine gelmemektedir.

Allah Teâlâ İslam Devleti’nin kurulmasının ilk adımı olarak Peygamberine tebliğ görevini vermiştir. Çünkü İslam Devleti’nin kurulması için önce insanların İslam’ın ne olduğunu bilmeleri gerekir. Bu da Peygamberin tebliğ ve öğretmesi ile mümkün olur.

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah'ın elçiliğini tebliğ ve ifa etmiş olmazsın.” (Maide, 5/67)

Peygamberimiz (sav) bu emir ile hayatı boyunca bütün gücüyle herkese İslam'ı tebliğ etmiştir. Bu tebliğin tamamen barışçı ve insanî olması Kur'an'da emredilmiştir:

“İnsanları Rabbinin yoluna hikmetli, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleyi en güzel yol, vasıta hangisi ise onunla yap.” (Nahl, 16/125)

Tebliğ etme bütün insanların hakkı olan inanç ve fikir hürriyetinin bir gereğidir. Tebliğe karşı konulmadıkça, engel olunmadıkça tebliğ görevi barışçı yol ve vasıtalarla sürdürülür. Eğer tebliğ görevi engellenirse, bunu engelleyen toplum ve devlet insanın en kutsal haklarından birisini ihlal etmiş olur. İşte bu durumda onunla şartlara göre şiddet ile cihad edilir.

İslam devletinin amacı, daha önce yayınladığımız “İslam Toplumunda Yaşam İlkeleri” yazımızda açıkladığımız toplumsal yaşam ilkelerini temin etmektir. Bu ilkelerin bir toplumda gerçekleşmesini temin etmek o toplum insanlarının mutlu ve güven içinde yaşamaları için hem yeterli hem de gereklidir.

İnsanlığın mutluluğu güvenle başlar. Can, namus, mal güven altında olmayan  insanlar daima tedirgin yaşarlar. Böyle insanların mutlu olmaları mümkün değildir. Bu nedenle İslam Devleti her türlü tecavüzü yasaklamıştır.

İslam aileyi toplumun bir çekirdeği olarak kabul etmiştir. Ailenin temeli olan kadın ve erkek ailede birbirlerini tamamlayarak bütünleşmişlerdir. İslam Devleti aile hayatlarının sağlıklı olması için her türlü tedbiri alır. Ancak sağlıklı aileler sağlıklı toplumlar oluşturur. Aile bağlarının sağlam olmayan toplumlar daima çalkantı ve huzursuzluk içinde yaşarlar. Bu nedenle İslam Devleti’nin amacının başında aile hayatının her bakımdan güvenliği, sağlıklı ve huzurlu olmasını temin etmek gelir.

İslam Devleti helal yoldan elde edilen servetleri yüceltir. Servetin temelinde emeğin olmasını ister. Haram yollardan servet edinilmesine karşı çıkar ve onları engeller. Servetin toplum ekonomisine katılmasını ister. Bunun için çalışmadan, gayret gösterilmeden, emek sarf etmeden kazanç elde edilmesine karşı çıkar. Böyle bir davranış toplumunun bütün tabakalarının dinamik bir düzen içinde olmalarını temin eder. Ekonomik hayatın temel unsurları olan emek ve sermaye arasında devlet düzenleyici bir rol oynar.

İslam Devleti eğitime önem verir. İnsanın nefsinin ve kötü arzu ve isteklerine uymamasına çalışır. Her bakımdan kâmil bir insan yetişmesi için, ilk yaşlardan itibaren onların eğitimi ve gelişmesi için tedbirler alır. İnsanların eğitimle liyakat sahibi olmalarına çalışılır. Hem dünya hem de uhrevi yönden insanın yetişmesine olanak sağlar.

İslam Devleti insanların ilim öğrenmelerini sağlamak için gerekli tedbirleri alır ve onları ilim öğrenmeye teşvik eder.

“Her Müslüman erkek ve kadına ilim öğrenmek farzdır.” (Hadis)

Bu hadisin gereğini yerine getirmek İslam Devleti’nin bir amacıdır. İslam'ın ilk emri “Oku!” (Alak, 96/1) ayetidir. Bu ilk emre uyularak insanın okumasına, bilgi edinmesine çalışmak İslam Devleti’nin görevidir.

“De ki, Rabbim ilmimi arttır” (Taha, 20/114) ayeti insanların ilimlerini arttırmasını emretmektedir. İlim insan için su ve ekmek gibi en önemli ihtiyaçtır. Onunla yaşam mücadelesi verir, onunla gerçeği görür ve onunla sağlam bir İslam inancına sahip olur. Bütün bunlar insanı dünya ve ahiret mutluluğuna götüren hususlardır.

İslam Devleti, Kur’an ve hadislerle ifade edilmiş ve toplumun siyasi ve sosyal hayatı üzerinde tesir eden emirleri temsil eder. Yani kanun ve faaliyetlerin İslam'ın kaynaklarına uygunluğunu sağlar.  İslam'ın devlete getirdiği esaslar insan mutluluğu için gerekli olan unsurlardır. Tarihteki geçmiş olaylara bakarsak, toplumlardaki bütün huzursuzlukların ve şiddetin kaynağının  kuvvetin kanunda toplanmamasından, yani insanların kaderinin bir diktatörün veya bir zümrenin insafına bırakılmasından, adaletsizliklerden, despotizmden, liyakata değer verilmemesinden veya toplumdaki derin iktisadi dengesizliklerden  ileri geldiğini görürüz. İslam Devleti bütün bu olumsuzlukları gidermek için gerekli özelliklere sahiptir. Bu özellikler sayesinde toplumdaki ekonomik dengenin bozulmasını engeller ve toplum ve fertlerin gerekli olan her türlü ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır. Bunlar da insanlara hem dünya hem de ahiret mutluluğunun kapılarını açar.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için: oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa    Yorumlar

 

İslam  Devleti

Yayınlanma Tarihi: 24.12.2022