İnsanın Allah Teâlâ'nın halifesi olduğu bazı ayetlerle ifade edilmiştir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: “Bir zamanlar Rabbin meleklerine “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler “Biz Seni överek tespih ederken, bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” dediler. Allah meleklere “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” (Bakara, 2/30) Halife kelimesi “ön” kelimesinin anlamının zıttı olan arka anlamdaki “half” kökünden türetilmiştir. Kur'an'da çoğul olarak “halâif” ve “hulefâ” şeklinde de geçmektedir. Halife sözcüğü Arapça dilinde hem ism-i fail hem de ism-i mef’ul olarak kullanılmıştır. İsm-i fail olarak anlamı “yerine geçen”, ism-i mef’ul olarak “yerine geçilen” anlamlarını taşır. Hz. Adem (as)'a hilafet mülkü verildiğinde içinde ilim ve peygamberlik de vardı. Allah Teâlâ yukarıdaki ayetlere göre “Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim, dünya memleketine bir vekil atayacağım” buyurmaktadır. Fakat bir peygamber, bir alim ya da bir kul yaratacağım buyurulmamıştır. Allah Teâlâ aynı ifadeyi Hz. Davut (as) için de kullanarak “Ey Davut! Seni gerçekten yeryüzüne halife kıldık” buyurdu. Nebi, resul ya da alim kelimelerini kullanmadı. Çünkü bunların hepsi zaten hilafetin içinde bulunmaktadır. Halifelik kavramı İslam alimleri tarafından çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Biz burada tasavvuf ehlinin yorumladığı şekilde, İbn Arabî (ks), Necmeddîn-i Dâye (ks) gibi mutasavvıfların görüşlerine yer vererek halifelik olgusunu ele alacağız.
Varoluşun Mükemmelliği Alemin varoluşu mükemmel bir yapıdır. Varoluş içinde gözlenen noksanlıklar aslında varoluşun mükemmelliğindendir. Eğer varoluşta noksanlık olmasaydı onun mükemmelliği de noksan olurdu. Allah Teâlâ hiçbir şeyi kesinlikle eksik bırakmamıştır. Hatta noksanlığın bile yaratılışının hakkını vermiştir. İşte alemin mükemmelliği budur. “Her şeye yaratılışını (hakkını) veren, sonra da doğru yola ileten Rabbinizdir.” (Taha, 20/50) Allah için O’na layık bir mükemmellik söz konusudur. İnsan için ise ancak insanın kabul edebileceği bir mükemmellik söz konusudur. İnsanlar arasında kim bu mükemmellikten noksan kalırsa, işte alemdeki noksanlık onların noksanlığındandır. Çünkü insan da alemin kapsamına girmektedir. Her insan mükemmelliği kabul edemez. Dolayısıyla mükemmelliği kabul edemeyenlerin dışında kalan insan kamildir. Buna göre kamil insan mükemmelliği kabul etmektedir. Her kamilin de kendine göre bir derecesi vardır. Kamil olan mükemmeldir. Onda hiçbir şey noksan değildir. Bu Kur'an'a göre doğrudur. Bu konuda Peygamberimiz (sav)’in şu hadisi vardır: “Erkekler arasında mükemmel olan çoktur. Kadınlar arasında da Meryem ve Asiye vardır. Ayşe'nin öteki kadınlara olan üstünlüğü ise tiridin öteki yemekleri olan üstünlüğü gibidir.” Uluhiyetin mükemmelliği şeriatlarda tezahür etmiştir. Akli deliller ile bu mükemmellik gösterilemez. Allah Teâlâ'ya layık olan kemali, mükemmelliği görmek için, şari hem tenzih ve hem de teşbih delilleri getirmiştir. Böylece akıllar hayrete düşmüştür. İşte ilahî kemal, mükemmellik budur. Allah Teâlâ akılların, duyuların ve hayalin idrak edemeyeceği kadar yücedir. Mükemmellik konusunda tektir. Bunu O’ndan başkası bilemez. O’nun eserleri ancak müşahede edilir. Fakat Kendisi ilmen ihata edilemez ve O’nu kimse aynen göremez. Cenab-ı Allah ancak maksud olur. O’na Yüce Rütbesi için hamd edilir. Hem münezzeh hem müşebbeh bir ilah olarak ona ibadet edilir. İşte ilahî kemal budur. Bu konuda Necmeddîn-i Dâye (ks) Hazretleri, Tasavvuf Yolu adlı kitabında şunları söylemektedir: “Basiret sahibi talihli kimse Hakk’ın, “Biz onlara hem ufuklarda hem de kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz” (Fussilet, 41/53) nurunun göstermesi ile, Hakk’ın ayetlerini - ki onun fiillerinin neticesidir - kendi nefis aynasında müşahede eder. Daha önceden yokken daha sonra var edilen küçük alem mesabesindeki bu bedeni, Hakk’ın yapıp yaratmış olduğunu bilir. Ruhun kendisinde Hakk’ın yerine iş gören halife olduğunu anlar. Kendinden ruhun tasarrufu kesildiği an bedenin yerinde kalmayacağı düşüp harap olacağını görür. Büyük alem olan cihanın bir yaratıcı ve yapıcısının olması gerektiğini, bir işte olması hasebi ile fiillerinin neticesi olarak pek çok haller ve eserler meydana geldiğini yakînen bilir. Bu kadar ince sanat, mükemmel bir kudret sahibi ve hakim olan bir varlığın tasarrufu olmadan mevcudatının var olamayacağını ve varlıklarını sürdüremeyeceğini göstermektedir. Kudret sahibinin onlardan tasarrufunu kestiğinde harap olurlar ve kendilerinden hiçbir eser kalmaz. Burası, “Kendini bilen Rabbini bilir” hakikatinin ortaya çıktığı makamdır. Burada ayrıca “Nefislerinizde de! Hâlâ görmeyecek misiniz?” (Zariyat, 51/21) sırrı keşfolunur.” Necmeddîn-i Dâye Hazretleri'ne göre dünya bir dergahtır ve bu dergahta insanlar iki çeşittir. Bunlardan bir kısmı yüzlerini ahiret alemine ve Hakk’ın hizmetine çevirmiş olup, kendilerine hizmet edilen kimselerdir. Bu dergahın şeyhi Allah Teâlâ'dır. Dünyaya bu kimseler için en iyi şekilde hizmet etmesini emretmiştir, “Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetkar ol! Sana hizmet edeni kendine hizmetkar kıl!” Diğer kimseler ise hizmetkar mesabesinde olan dünya talipleridir. Padişahlardan tutun pazarcılara kadar bütün bu insanlar, yaratılışın hülâsası olan bu taifenin has ubûdiyet ile meşgul olabilmesi için dünya dergahında bir hizmetle görevlendirilmiştir. Allah Teâlâ, “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51/56) buyurmuştur. Bu ayetin manası şudur: İnsan ve cin, her bir varlığın bir işte görevlendirilip çalıştırılmasının sebebi, dünya muhabbeti, nefsini hevası ve şeytanın aldatmasından kurtulan muhlis kulların boş kalmak suretiyle dini terbiye ve Hakk’ın ibadeti ile meşgul olmaları içindir. Bunun için şöyle buyurulmuştur: “Halbuki onlar, dini sadece Allah'a tahsis ederek, Allah'ı birliyerek, ancak Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardır” (Beyyine, 98/5). Dergahtaki görevlilerin bu has kulların işlerini yapmaları onların da Hakk’a yakınlaşmalarına vesile olur. Allah Teâlâ'dan has kullara ulaşan ilahi lütuflardan bu hizmetkarlar da nasibini alırlar.
İnsanın Halifeliği İnsan alemin kemalidir, alem ancak insan ile mükemmel olur. İnsan alemle mükemmel olmaz. İnsanlar iki kısma ayrılırlar. İnsanların bir kısmı mükemmelliği, kemali kabul etmez. Ancak onlar da alemin mecmuudur, toplamıdır. Onlar da büyük alemden muhtasar olmuş, küçülmüş bir toplamdır. Diğer kısım insanlar mükemmelliği kabul ederler. Bu insanın istidadına göre Allah Teâlâ, mükemmelliği ve bütün isimleri ile o insanda zuhur eder. İşte bu kısım insanları Allah kendisine halife yapmış ve onlara hayret hullesini (elbisesini) giydirmiştir. Bunun üzerine melekler onun vücudunun meydana gelmesine baktılar ve işte o zaman insan hakkında söylediklerini ifade ettiler. Çünkü Allah'ın onun vücuduna koyduğu hakikatler birbirleriyle çelişmektedir. Daha sonra Hakk Teâlâ onu nasıl ve niçin yarattığını ve ona ne gibi özellikler verdiğini meleklere bildirince, melekler hayret içinde kaldılar ve işte o zaman şöyle dediler: “Melekler dediler ki: “Ya Rabbi, Sen Yücesin, bizim Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen bilensin, hakimsin.” (Bakara, 2/32) Melekler halife adını duydukları zaman, ona baktıklarında nefs karanlığını görüp bu karanlıktan kaçtılar. Marifet ab-ı hayatının bu karanlıkta gizlendiğini bilemediler. Aşk ateşinin kıvılcımları gönül taşı ve kelime-i tevhid demiri ile ortaya çıkar. Ruhaniyet ipeği her ne kadar daha ince ve pahalıysa da, bu kıvılcımlara karşı koyması imkânsızdır. Burada bu yanmış kara yüzlü insan nefsi durmaksızın gönlü ve canı ile bu kıvılcımları yakalamaya çalışmalıdır. “Onu insan yüklendi, doğrusu o çok zalim, çok cahildir” (Ahzab, 33/72). Bu garip ateşinin ev sahipliğini üstlenip şehadet aleminde oturmasını sağlamalıdır. “Artık Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim” (Bakara, 2/152) ayeti gereğince bunu beşeri sıfatlardan başka hiçbir şey sağlayamaz. Bir anlık dahi olsa bu gıda gelmeyecek olsa, “Allah'ı unuttular da Allah da onları unuttu” (Tevbe, 9/67) sırrı ile bu gaybi misafir burada kalamaz. Başlangıçta ruhaniyet alemi külli olarak vardı, cüzlere ayrılmamıştı. Gayb alemi vardı, fakat şehadet alemi yoktu. Nefs bu aleme katıldığında, layıkı ile bakılıp terbiye edildiğinde, külli ve cüzi alemden geçip gayb ve şehadet aleminde Hakk’ın halifesi oldu. Ruhlar aleminde Hakk’ın rububiyetine layıkı ile halife olmak için gerekli kuvvet ve alet yoktu. Bu alet ve kuvvete bu dünyada sahip oldu ve halifelik mertebesinin kemaline ulaştı. İbn Arabî (ks) Hazretleri bu konuda Fütûhâtı Mekkiyye adlı kitabında şunları söylemektedir: “Allah Teâlâ insana, meleklerin Allah'ı tespih ve takdis edemeyecekleri ilahi isimlerin ilmini vermişti. Bu nedenle Allah, Adem'in neşetini ve onun torunlarından ona benzeyenlere bu alemde halifelik ehliyeti vermiştir. Onlardan başkasına bu özellik verilmemiştir. Dolayısıyla insanın kemali bu özel tecelli ile olan istidadı ile olmaktadır. İnsan Hakk Teâlâ'nın isimleriyle ve o isimlerin karşılıklarıyla zuhur etmiştir. Hakk Teâlâ insana, o isimleri nasıl tasarruf edeceği konusunda da bilgi vermiştir. Böylece Allah Teâlâ kendisine halife yapmak istediği insanın zuhuru ile zahir olmaktadır. Bu durum halifelik konusunda hak ve adalet olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ Hz. Davud (as)'a şöyle buyurmuştur: “Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Artık insanlar arasında hak ile hüküm ver. Keyfe, arzuya uyuma ki, seni Allah yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azap vardır.” (Sad, 38/26) İnsan hevaya, tutkuya tabi olmakla bu halifelik makamından uzaklaştırılmaktadır. Oysa insan bu halifelik makamı için biçilmiş bir kaftandır. Halifelik onun için uygundur.” Halifelik insana bu alemde Allah tarafından verilen hükmetme (tahakküm) gücüdür. İnsan isterse hükmünü icra eder, isterse bu gücünü Allah'a teslim eder ve kullar arasındaki tasarrufu Allah'a bırakır. Ancak ilahi bir emir gelmesi durumunda gerekeni yapar. Örneğin Hz. Davut da olduğu gibi, bu durumda Allah'ın emrini geri çevirme yolu yoktur. Burada tâbi olunması neyholunan, yani yasaklanan şey “heva” dır. Örneğin Hz. Osman (ra) durumu da böyledir. Hz. Osman öldürüleceği ana kadar üzerinden halifelik elbisesini çıkarmamıştır. Çünkü onda Hakk Teâlâ’ya ait olan şeyin ne olduğunu biliyordu. Allah Resulü (sav) halifelik elbisesini çıkarmasını ona yasaklamıştı. Hükmetme ile ilgili olarak kendisine ilahi bir emir gelen kimsenin onunla zuhur etmesi gerekir. O kimse Hakk Teâlâ tarafından daima desteklenir. Kendisine böyle bir ilahi emir gelmeyen kimse ise muhayyerdir. İsterse onunla zuhur eder isterse etmez ve Hakk Teâlâ ile gizli kalır. Bu şekilde zuhuru terk etmek daha evlâdır. Veliler, peygamberlere özellikle halifelikle iltihak ederler. Onlara nebilik ve resullükle iltihak etmezler. Çünkü nebilik ve resullük yani peygamberlik kapısı artık kapanmıştır. Resul için hükmetme söz konusudur. Eğer yerine birini halef etmek isterse onun için de hükmetme söz konusu olur. Eğer bu halef bir peygamber ise o zaman onun hükmetme şekli halefi olduğu peygamberin şeriatı ile olur. Eğer bu halef bir peygamber değilse, o zaman onun hükmetme şekli Allah'ın emri ile çağının hükmüne göre olur ki, onun çağının şeriatı da odur. Çünkü ancak hükmetme ile adalete ve zulme nispet olunur. İnsanın halife olmasının sırrı, onun hem kendisinin hem de Allah'ın zat ve sıfatlarının mazharı olmasıdır. Aslında insan Hakk’ın zat ve sıfatlarının aynası durumundadır. Ayna temizlendiğinde Allah'tan tecelli eden her sıfatla tecelli edilmiş olur. Bu tecelli esnasında aynada zahir olan her sıfat aynanın değil tecelli sahibinin tasarrufu ile gerçekleşir. Ayna saf olduğundan kendisinde zahir olan aksi kabul etmekten başka bir şey yapamaz.
Halifelik İnsan İçin Bir İmtihandır Aleme hükmetme özelliği insana sırf insan olması nedeniyle verilmemiştir. Bu özellik insana İlahî ve Rabbani bir güçle verilmiştir. Çünkü alemde ancak Hakk’ın sıfatı hükmeder, başkası hükmedemez. Bu nedenle bu güç insanda bir çeşit imtihandır. Bu güç insan için bir şeref ölçüsü değildir. Eğer bu güç ona bir şeref ölçüsü olarak verilseydi, o zaman bu güç ahirette de onunla birlikte tahakkuk ederdi. Bu hususu şu ayette ki uyarıdan anlıyoruz: “…sakın heva ve hevesine tabi olma…” (Sad, 38/26). İnsan heva ve hevesini tabii olmaktan sakındırılmıştır. Bu onun için bir çeşit imtihandır. Allah Teâlâ halifelik vasfını bu alemde sadece Allah ehline vermiştir. Buna mukabil hükmetme gücü ise hem mutlular (said) hem de mutsuzlara (şaki) vermiştir. Bununla beraber Hakk Teâlâ bizim onları dinlememizi ve itaat etmemizi emretmiştir. Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer onlar zulmederlerse, bu sizin lehinize onların ise aleyhinedir.” Bu bir imtihan edilme durumudur. İbn Arabî (ks) Hazretlerinin dediği gibi, Allah ehli alemde Allah Teâlâ'nın hükümlerine bakınca, kendi hakikatini sadece bir imtihan, bir imkan, bir yoksulluk, bir zillet, bir aşağılık, bir ihtiyaç ve bir miskinlik olduğunu görür. Alemin ebediyen Allah Teâlâ'ya secde etmekle vasıflanmış olduğunu görür. Ancak insanların tümü değil sadece bir kısmı Allah'a secde etmektedir. Bu durum karşısında insan, üzerlerine Allah'ın azabının hak olduğu kimselerden olmaktan korkar. Allah ehli şunu görmektedir ki, alem Allah'a ibadet etme fıtratı üzerinde yaratılmıştır. Bu nedenle Allah ehli de Allah'a muhtaç olduğunu görerek ona ibadet eder. İnsan Rabbinin emir ve yasaklarını bilip kulluk görevini yerine getirince, kendi nefsini tanımış olur. Kendi nefsini tanıyınca da Rabbini tanımış olur. Rabbini tanıyınca da O’nun emrettiği şekilde Rabbine kulluk yapar. Allah'ın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak yalnız insanlar ve cinler için söz konusudur. Bu iki türlü ortaya çıkan kulluk görevi melekler için söz konusu değildir. Çünkü onlar yalnız kendilerine emredilenleri yaparlar. Meleklerin yaratılış hakikatleri onlara bu niteliği vermektedir. Bu husus aşağıdaki ayetlerde belirtilmektedir: “Eğer onlar büyüklük taslayanlarsa, bilsinler ki Rabbinin yanındaki melekler gece gündüz O’nu tesih ederler ve hiç usanmazlar.” (Fussilet, 41/38) İnsan alemdeki bütün hakikatlerin özetidir. Bu özellikleri taşıyan insan tek başına bütün alemin yaptığı ibadeti kendisinde toplaması gerekir. Eğer bunu yapmazsa içermiş olduğu hakikatler bakımından kendisini tanımamış olur. Bu hakikatler zatî birer kulluktur. İnsanın kendisinin nefsini tanınması ise içermiş olduğu bu hakikatlerin hepsini keşfen müşahede etmesidir. Bu durumda Rabbinin hiçbir emrine karşı gelmesi söz konusu olmaz. İnsan bütün varlığı ile “Subhanallah” dediği zaman bütün alemin söylediği şeyler ve yaptığı tespihler o insanın benliğinin cevherine bir gergef gibi işlenir. Böylece bu kimse bütün alemin dili olur. Yani eğer alemde herhangi bir şey Rabbine ibadet etmeyi bırakırsa, o Arif kul bu özelliği ile o şeyin yerine geçer ve boş bıraktığı yeri doldurur. Eğer insanlardan başka bütün alemin göz açıp kapayıncaya kadar da olsa bir an için Allah'a ibadet etmekten gafil olduklarını farz etsek, yukarıda tanımladığımız Arif kişi o an için alemin yerine geçer ve onun görevini yerine getirir. Böylece alemin naipliğini yapar. Bununla beraber alemin bir an için bile olsa Allah'a ibadetten gafil olacağı tasavvur edilemez. Çünkü gaflet ehli sadece cinler ve insanlar âlemidir. Ne zaman ki cinlerin ve insanların aleminde gaflet her yeri sarar ve hiçbiri Allah'ı anmaz olur, o zaman kıyamet kopacak demektir. Çünkü alem insanla ayakta durmaktadır. İşte insanın kendi nefsini bilmesinin hakikati bunlardır. İlim ve nübüvvet, saltanat ve mülkün kuvveti ile beraber bulunursa bunların her birinin gücü ve tesiri birleşerek etki gücü artar. Fakat bu saltanat ve mülk sahipleri için bir imtihandır. Saltanat ve güç Allah'a yakınlaşmak ve O’nun Sultanlığına halife olmak için büyük bir vesiledir. Bu nedenle padişahlar Allah'ın gölgesi olmuşlardır. Bir şeyin gölgesi o şeyin halifesi olur. Fakat gerçekte halife ve gölge olma ancak halifelik sıfatlarını kendisinde bulundurdukları sürece gerçekleşir. Bu nedenle Allah'ın gölgesi olma şöyle açıklanmıştır: “Mazlumlar ona sığınır” yani o bütün mazlumların sığınma yeri olur. Böylece hiçbir zalimin zulüm ve eziyeti onlara ulaşamaz. Fakat zulüm ve eziyeti kendisi yapan bir sultan nasıl Allah'ın gölgesi olur? Böyle birisine halifelik verilir mi? Buna göre sultanın Hakk’ın halifesi olmaya hak kazanabilmesi için Hakk’ın emirlerine uyması, heva ve hevesinin isteklerine uyumaktan kaçınması, halkını saltanatının himaye ve sığınağına alarak muhafaza etmesi ve padişahlığı esnasında kulluk görevini yerine getirmesi gereklidir. Bu kimse bu takdirde mevcudatın hülâsası olur. “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım” (Bakara, 2/30) sırrı ile yaratılıştan maksat halifelik sırrıdır. Fakat eğer padişah zulüm ve eziyete başvurup hevasına tabi olarak Hakk’ın emirlerine muhalefet ederse, Allah'ın gazap ve kahrını üstüne çeker. Zamanının iblisi haline gelip ebedi lanet ona vacip olur ki, “Allah Teâlâ'nın laneti zalimlerin üzerinedir” (Araf, 7/44) buyurulmuştur.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com |
İnsanın Halife Olmasının Hikmeti |
Yayınlanma Tarihi : 26.10.2021 |