Allah Teâlâ’nın yarattığı en şerefli mahluk insandır. Hakk Teâlâ Adem (as)’ı topraktan yarattıktan sonra ona ruhundan üflemiş, böylece onu kendisine en yakın bir varlık yapmıştır. Adem (as)’ın soyundan gelen insanlar ana rahminde iken, onlara ruhları üflenmektedir. Bütün ruhlar daha önce yaratılmış ve berzah denilen yerde bulunmaktadırlar. Dünyaya gelmek için sıra beklemektedirler. Kıyamete kadar bu ruhlar insan bedenine girecekler ve dünya hayatlarını tamamlayacaklardır. Ruh Yüce Allah’ın emridir. Ancak mahiyeti hakkında tam bir bilgi insanlara verilmemiştir (İsra, 17/85). Bu nedenle insanlar diğer yaratılmışların arasında en şerefli mahluk sıfatını kazanmıştır. Böylece her türlü sevgi ve saygıyı hak etmiştir. Ancak dünya imtihanını kazanan veya kaybeden ruhlar ölüm geldiği zaman farklı durumlarda bedenlerini terk edecekler ve ahiretteki ödül ve ceza gününü bekleyeceklerdir. İnsanın şerefli bir varlık olması onların ahirette azab görmelerine mani olamayacaktır. Çünkü insanın şerefli oluşu, onun yaratılışındaki amacının şerefli oluşudur. Fakat insanın dünyada kazandıkları kendi nefsi ve iradesi sonucudur. Bu nedenle dünya imtihanını kaybedenleri acı bir azap beklemektedir. İnsanlara Adem (as)’dan itibaren sevgi ile davranmaları onlara gönderilen peygamberler vasıtasıyla bildirilmiştir. Fakat insanlar bu nasihatları unutmuş ve insanlara karşı zulüm ve şiddet kullanmışlardır. Bu durum bugüne kadar devam ettiği gibi kıyamete kadar da devam edecektir. İnsan sevgisiyle ilgili Peygamberimizin (sav) getirdiği şeriatta da birçok ilkeler vardır. Bu ilkeler ayet ve hadislerle açık olarak insanlara bildirilmiştir. Bunların bazılarını aşağıda ifade ediyoruz. “İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da, onları Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.” (Bakara, 2/165) “De ki: Siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (Ali İmran, 3/31) “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Hadis) “Birbirinizi sevmedikçe gerçek manada iman etmiş sayılmazsınız.” (Hadis) “Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Hadis) “Benim rızam uğrunda birbirini sevenler için, peygamberler ve şehitlerin bile imreneceği nurdan minberler vardır.” (Kudsi Hadis) “Benim için sevenlere benim sevgim vacip olmuştur. Benim için saf tutanlara benim sevgim vacip olmuştur. Benim için birbirini ziyaret edenlere benim sevgim hak olmuştur. Benim için malını mülkünü birbirlerine harcayanlara sevgim hak olmuştur. Benim için yardımlaşanlara sevgim gerekli olmuştur.” (Kutsi Hadis) “Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle buyurur: Benim için birbirlerini sevenler nerede? Bugün onları arşımın gölgesinde gölgelendireceğim. Bugün Benim arşımın gölgesinden başka gölge yoktur.” (Kutsi Hadis) Ancak insanlar tarih boyunca, Allah’ın vahiyle peygamberlere bildirdiği emir ve yasaklara uymayarak, kendi akıllarıyla oluşturdukları inanç ve düşünce sistemlerine göre hareket etmişlerdir. Bu sistemlere göre insana karşı gösterdikleri sevgi ve değer çok farklı şekillerde olmuştur. Bunların büyük bir kısmı Allah’ın emir ve yasaklarına aykırıdır. Bu nedenle de, bu davranış ve ahlâk anlayışları insanlara gerçek değerini vermemiş ve onları mutlu etmemiştir. Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olarak yapılan bu uygulamalar iki ana çerçeve içinde yapılmaktadır. Bunlar felsefe ve hümanizmdir. Aşağıda felsefe ve hümanizmdeki insan sevgileri incelenecek ve sonradan bunların yanlışlarını giderecek olan İslam’daki insan sevgisi anlatılacaktır.
Felsefede İnsan Sevgisi Antik Yunan düşüncesi felsefeyi Grekçe “Philosophia” sözcüğü ile ifade etmiştir. Philosophia sözcüğü, sevmek anlamına gelen “phileo” fiiliyle bilgelik anlamına gelen “sophia” sözcüklerinden türetilmiştir. Dolayısıyla felsefe “bilgelik sevgisi” veya “hikmet arayışı” anlamlarını taşır. Bilgelik sadece bir yaşama sanatı, uygun ya da doğru eylemde bulunmak şeklinde bir ahlâk kavrayışı değildir. O daha çok belirli bir entelektüel tutum, olguların nedenlerine dair sağlam bir kavrayış ve varlığın yapısını ve hayatın anlamına dair derinliğe sahip bir görüştür. Hikmet ise bütün olup bitenlerin esasını bilmektir. Ancak felsefede böyle bir iddia yoktur. Onun amacı hikmete ulaşmak değil, onu sevme, ona yönelme anlamında bir bilgidir. Buna göre hikmet bir tümel bilgidir. Yani her şeyi kuşatan bilgidir. Bu hikmet binası içinde bilgiler mevcuttur. Her bir bilgi alanı bu binanın içindeki bir oda gibidir. Odaların yani bilgi alanlarının hepsi aynı çatı altındadır. İşte felsefe bu çatıdır. Buna göre felsefe bütün bilgi alanlarını kendi çatısı altında toplayan en tümel bilgi alanı sayılmaktadır. Hikmet ise bu binanın bütünüdür. Felsefe tarihine baktığımızda, bazı görüşleri ifade etmemiz, sevginin felsefedeki genel çerçevesini belirlememize yardımcı olacaktır. Empedokles (MÖ 494-434)’e göre evreni dolduran hareket, “aşkla nefretin çatışması”ndan doğmuştur. İlk maddelerden insana kadar bütün varlıklar, bu çatışmanın ürünüdür. Kısaca ona göre, başlangıçta aşk vardı ve sonunda, çekişmeyi yine o kazanacak; nefreti yenecek ve yine tüm maddeler yine bir bütünlükte birleşecektir. Felsefede sevgi, bir şeye karşı yöneltilen ilgi anlamı taşımaktadır. Filozoflar yaşamı yorumlayanlar olduğu için sevginin anlamı üzerine de düşünmüşlerdir. Her filozofa göre neredeyse bir sevgi tanımı oluşurken felsefede sevgi tanımı yaşamın devamlılığı için ortak bir nokta oluşturmaktadır. Filozoflar sevgiyi genelde aşk anlamında ele almazlar ve sevgiyi çoğu zaman aşktan daha yukarıda görürler. Özellikle aşk çoğu filozof için hastalıklı bir tutum iken sevgi erdemin en önemli koşulları arasında bulunur. Sevgi yaşamsal enerjinin yönlendirilmesi ve buradan yaşama karşı önemli bir bakış açısı geliştirmek açsından önem taşır. Sevgi, iyilik ile eş değerdir ve sevgi duyan kişi kendi sınırlarının dışına ulaşarak daha özgür, geniş ve büyük bir bakış açısına kavuşabilir. Platon (MÖ 428-348) gibi filozoflar için sevgi daha büyük, gösterişli ve iyi olana yönelik duyulan ilgi olarak kendisini gösterir. Güzel olan her şey sevgi duyulmaya layıktır ve böylece sevgi güzelden doğar. Bu güzellik bir insan güzelliği olabileceği gibi örneğin heykel üzerinde de kendisini gösterebilir. Antik dünyada sevgi yaşamı bir araya getiren temel element olarak da görülmüştür. Özellikle maddelerin bir araya gelmesi çekim ile mümkün olduğundan filozoflar sevgiyi temel unsur olarak görmüştür. Descartes (1596-1650) ve devamındaki modern filozoflar da sevgi üzerinde durmuş, ortak bir duygu ve düşüncenin karşılığı olarak tanımlamışlardır. Aristoteles (MÖ 384-322)’de “duygular, insanların kendi yargılarına göre kanılarını değiştirmelerine neden olan” etkilenimler olarak tanımlamakta ve “iyi yaşamın özsel öğesi olarak gördüğü gerçek dostluğa ilişkin düşüncelerinde, her türlü çıkarın ötesindeki sevginin, gerçek dostların birbirlerine karşı davranışlarının temelinde bulunduğunu belirtir. Buna göre gerçek bir dost, dostunun iyiliğini dostu için isteyendir”. Sevgide bencil çıkar yoktur. Her şey çıkarlara dayanır ama bencil çıkarı aşan çıkarlar vardır ve bu çıkarlar türü gözettiği sürece, çıkaran olarak değil de, ortak ilgilerin korunup kollanması anlamına gelir” ki, bu çıkarlar da ortak biyolojik ve kültürel kaygı ve paylaşımlar içerir. Bu nedenle sevgi hayatta en geçerli ve en güçlü iletişimdir. Sevgi, şimdi bütün iç dinamikleriyle ve sevgiyi içten kuşatan toplumsal ahlaka ilişkin belirlemelerle tümelliği içinde bir düşünme ve bilgi türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim bu noktada, eğilim olarak sevgiden değil, pratik sevgiden söz etmekteyiz. Kant (1724-1804) “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” adlı kitabında şöyle demektedir: “Eğilim olarak sevgi buyurulamaz; ama ödevden dolayı iyilik yapmak, hem, buna bir eğilim itmediği, hatta doğal ve zaptedilmez bir nefret karşı çıktığı zaman iyilik yapmak, tutkusal sevgi değil, pratik sevgidir-bir sevgi ki, duyuşun bağımlılığında değil, istemede; insanın içini eriten duygudaşlıkta değil, eylemin ilkelerinde bulunur. Dolayısıyla sevgi eylemin kendisinde, istemin içeriğinde olmalıdır ve bu yönelim hiçbir şeye bağlı olmamalıdır. Sevgiyi türdeşleriyle karşılıksız dayanışmada, insan olma değerini görüp ona göre eylemenin insanı insan yapan şeydir.” Sevginin önemi, günümüzde özellikle tüketim kültürü ve bireyselleşmenin etkisiyle iyice artmıştır. Tüketim kültürü, “kullan at” felsefesi, doğa ve insanlarla ilişkilerde egemen olan hedonist ve narsist kişiliğin bir yansımasıdır. Dolayısıyla bu çağ, insanın kendisine döndüğü bir çağdır. Her şeyin aceleye getirildiği, her şeyi ele geçirme ve egemen olma mantığıyla işleyen bu süreçte, insanlar yaşamak adı altında yoksunluklar içerisinde kalmaktadırlar. Artık burada her şey araçlaştırılmakta, herkes herkesi ve her şeyi hiçlemektedir. Bütün bu belirlemelerden sonra, çağımızda bireyselleşmenin insanlar ve insanlar arası ilişkilerdeki etkisinden bahsedebiliriz. Her şeyden önce insan artık “tek başına bir birey” olarak konumlandırılmakta ve yaşadığı toplumsal hayatta en yakınından en uzağındakine kadar kurduğu ilişkilerinde “sadece kendi”ni yaşama-yaşatma gerilimiyle yüklenmektedir. Bu gerilim de, insanın insanla olan bağını “değer” bağlamında koparmakta; yüzeysel ilişkilerin çoğalmasına neden olmakta ve ilişkilerde çıkar sağlamayı daha ön plana geçirmektedir. Şimdi bireyselleşmenin, insanın insanla-toplumla-dünyayla olan ilişkisinde geleneksel kodları yıkmış, daha bireyci, daha çıkar güdümlü, daha insanî değerlerden uzak öznelerin bütün ilişkiler ağını etkilemiş olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar arası ilişkide önemli bir değer olarak ele aldığımız “sevgi” de, bundan payını almış; kimi yerde ötelenen veya görülmek istenmeyen bir duygu olarak, kimi yerde emek verilmesi gereksiz bir his olarak ilişkilere yerleşmiştir. İnsanın en doğal, en temel, en insanca duygusu olan sevgi zaman geçtikçe biraz daha tozlanmaktadır. Bu durumda insanları bir arada en iyi sevgi tutabilir. Tek tek insanlar için değil, ülkeler için de durum aynıdır. İçinde sevgi bulundurmayan dış yardımlar, karşılıklı barış konuşmaları, yazılı anlaşmalar boşunadır. Öyleyse antropontolojiye ve onun ayrılmaz bileşeni ontolojiye dayanarak kişiyi, “değer atfetme-değer biçme”ye yönlendiren bir toplumda dikkatleri, yapıp etme ve özellikle değerlendirme eylemi bağlamında “sevginin kendindeki değeri”ne ve insanlar arası ilişkideki önemine çekebiliriz. Uzun vadede “sevgi bilinci”ne ve “bilinçli sevgi anlayışı”na sahip olanların, kendileri ve insanın insanca yaşaması için daha olumlu ilişkiler yaşayacağı/yaşatacağı açıktır. Çünkü ne de olsa yaşamın ilişkiler ağındaki etik boyutu ancak ve ancak egoyu yenebilen, kendi dışına çıkabilen ve zamanı sadece şimdiki boyutuyla değil, üç boyutuyla yaşayabilen insanlar yaşatabilecektir. Şehbenderzâde’nin “Yirminci Asırda Alem-i İslam ve Avrupa” adlı kitabında, Müslümanların Avrupa’nın maddî medeniyetiyle bir meselesi olmadığını belirtmiş, ancak Avrupa’nın manevi medeniyetinin sefalet içinde olduğu değerlendirmesini yapmıştır. Buna göre Osmanlı ve İslam ülkesini etkisi altında bulunduran unsurlar Avrupa’yı yükselten değil, gelecekteki çöküşünü hazırlayan değerlerdir. Milletin aydınları bu tehlikeyi fark edip Batı medeniyetiyle olan zorunlu temasını, onu güçlü kılan unsurlar istikametinde yönlendirmeli, rezilliklerinin taklidiyle bir yere varılamayacağını, bu gidişin intihar olduğunu açıklıkla ortaya koymalıdır. Hilmi Ziya Ülken’in “İnsani Vatanperverlik” adlı kitabında şunlar ifade edilmektedir: “İnsan tabiat ve cemiyet içinde eridiği zamanda, kendi içine kapandığı zamanda hürriyetini kaybeder. Her iki halde de makine adam olur. Birinde melameti (toplum ve cemiyette erime), diğerinde gururu, onu şahsiyetsizliğe sevk eder. Sahte insan veya makine haline getirir.” Bu nedenle modern toplum anlayışını kültürel değerler ile yoğurmak gerekir. Dünyada modern toplumu seven çoktur. Ancak kültürel değerler söz konusu olunca gerçeği sevenler çok azdır. Buradaki çelişki açıkça ortadadır. Nurettin Topçu “Ahlâk Nizamı” adlı kitabıda bu konuda şunları söylemektedir: “Onu bile bile yapanlar olduğu gibi hiç farkında olmadan şuuraltından çıkartıp işleyenler de vardır. Bu sonuncuya misal olarak ceddi İspanyol olan Hollandalı Yahudi filozofu Spinoza’yı gösterebiliriz. Bu bedbaht ve mazlum filozof, Allah’ı kainatın bütünü olarak açıklayan sistemi içinde Allah’ın inkârı sonucuna varmıştı. Filhakika ‘Allah ve kainat bir ve aynı cevherdir, Allah’tan başka bir şey yoktur ve olamaz,’ dedikten sonra Allah’ı varlıktaki tam zorunluluğun içine hapsederek, yalnız kendi zorunlu kanunları ile idare edilen varlığı tanımış ve Allah’ın inkârına ulaşmış oluyordu. Böylece yahudinin Allah deyişi bile Allah’ın inkârı oldu.” Sufiler'e göre, tüm yüceliğine rağmen akıl, Allah'ı anlayamaz. Aklı tek rehber kabul eden filozoflar ya Allah'a varamamışlar veya sonunda dine teslim olmuşlardır. Akıl, Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellisinden ibaret olan varlıklar alemini kavrayıp açıklayabilirse de özün görünüşleriyle uğraşmaktan başka hüneri olmadığından, insanın, dolayısıyla Allah'ın özüne ulaşamaz, onu anlayıp anlatamaz. Öze varıp ondan bize sesler getirecek olan, Allah sevgisidir. Çünkü öz kendisini ancak Allah sevgisi dediğimiz bir temel duygu ve arzu ile hissettirir. Akıl bu arzuya tercüman olabilirse de onun yerini alamaz. Mevlânâ'nın deyimiyle "tahta bacaklarla yürüyen felsefenin, aşk meydanında alacağı mesafe yoktur". Akıl ve ibadet Allah yolunda birer araçtır. Esas yol sevgiden geçer. Her şeyden güçlü sevgi, Allah sevgisidir. İslam'ın esası olan "ihlas", karşılık beklemeden sevmektir. Bu sevginin de kaynağı insanın "kalbi" dir. Nitekim bir kutsi hadiste "Ben hiç bir yere sığmam, ama mümin kulumun kalbine sığarım" denmiştir. Elmalılı’nın, “ Metâlib ve Mehâzib, Dibâce” adlı risalesinde belirttiği gibi, Modern Avrupa felsefesinin talihsizliği Müslüman bir muhitte doğmamış olmasıdır. Müslüman aydınların perspektifini modern felsefenin birikimine yöneltmek bu problemlerle ilgili sakıncaları giderecek, diğer dinler içinde garip kalmış olan felsefe İslamiyet’te aradığını bulacaktır.
Hümanizmde İnsan Sevgisi Hümanizm düşüncesinin temelleri M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı filozoflar tarafından atılmıştır. Bunlar Miletuslu Thales ve Colophon’lu Xenophanes’dir. Thales merkeze kendini bilmeyi koymuş, Xenophanes ise tanrı düşüncesini reddederek kutsal olanın evrenin ta kendisi olduğunu savunmuştur. Aynı şekilde Anaksagoras, Perikles, Protagoras ve Demokritos gibi filozoflar da kutsal değerler dışında insanı merkeze koyan yöntemlerden bahsetmişlerdir. Hümanizmin asıl zirveyi gördüğü dönem Avrupa’daki Rönesans hareketidir. 15. yüzyılda klasik edebiyat ile ilgilenen kişileri ifade eden umanista kelimesi, hümanizmin bu dönemdeki düşüncelerle yoğrulması nedeniyle 19. yüzyılda evrilmiş ve bu felsefi düşüncenin adı haline gelmiştir. Birçok kaynakta insanları sevenlerin hümanist insan olduğunu ifade edilmektedir. Bu tanım bir yere kadar doğru olsa bile, hümanizm düşüncesini tam olarak ifade etmekten uzaktır. Çünkü tanımından da açık bir şekilde anlaşıldığı gibi, yaratılanı yaratandan ötürü sevmek, insanı üstün bir noktaya koymak gibi düşüncelerin hümanizmde yeri yoktur. Bir insana hümanist demek için bu kişinin toplumsal kurallar oluşturulurken insanı merkeze alması, yaşadığımız dünyanın insanlar için daha iyi bir hale gelmesini istemesi, insan aklının tüm doğmatik düşüncelerin ötesinde olduğunu kabul etmesi ve bu düşünceler için azimli bir şekilde çalışması gerekmektedir. Yani hümanizm için sevgi her şey demek değildir. Hümanizm aslında tek bir anlama gelmeyen bir terimdir. Çok farklı anlamları vardır. Herkesin kendine göre bir hümanizm anlayışı ve tanımına sahiptir. Kimisine göre bir çeşit düşünce ve yaklaşım biçimi, kimisine göre ise bir tavır alış şekli, kimisine göre ise salt bir insan ve insanlık sevgisi, kimisine göre de bir dindir. Batı’da birçok insan hümanizmi kendisi için bir din olarak kabul eder. Dolayısıyla hümanizmin Katolikler için felsefi, edebi, ferdi, dini, ideolojik birçok boyutu ve algılanma biçimi mevcuttur. Muhafazakar Katoliklerin, Marksistlerin, liberallerin, egzistansiyalistlerin ve daha birçok anlayışın kendine göre bir hümanizm görüşü vardır. Hümanizm bazen Hıristiyan inancıyla bağdaştırılsa da, çoğunlukla Hıristiyanlığa ve genelde dine karşı bir hareket olarak kendisini tanımlamıştır. Hümanizm kelimesi ilk defa 1539 yılında kullanılmışsa da, kavramsal içeriği ile milattan önce eski Yunan felsefesine kadar gider. Her devirde filozoflar, hümanizmin içeriğini ve anlamını farklı şekillerde ifade etmişlerdir. Örneğin antik çağlarda Protagoras (MÖ 481-420), “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyerek kendince bir hümanizm tanımı dillendirmiştir. Ancak dünya tarihinde Hümanizm denince Orta Çağdan sonra 15. inci yüzyılda İtalya’da başlayıp daha sonra tüm Avrupa’ya yayılan, bilim, kültür ve sanatta yenilenme anlamındaki rönesans, aydınlanma ve pozitivizm gibi hareketlere bağlı olarak gelişmiştir. Batı dünyasında yaygınlaşan bu felsefe ve edebiyat hareketi hümanizm adını almıştır. Felsefi anlamıyla hümanizm, tanrı-insan mücadelesinde tanrıya karşı insanın tanrılaştırılması, kutsanması ve değerleri belirleyen birincil kaynak olarak ele alınmasıdır. Hümanizm eski Yunan dönemindeki düalizm ilkesine dayanır. Bu düalizm özü itibariyle eski Yunan mitolojisinde tanrılar ve insanlar arasındaki çatışma olarak karşımıza çıkar. O dönemdeki insanların ürettikleri sanal tanrılar insanların amansız düşmanı olarak algılanmıştır. İnsanın iç dünyasındaki ve dış dünyasındaki olayları tam olarak açıklayamadıkları için, bu durumlar efsaneler haline getirilip bunlarla ilgili simgesel olarak tanrılar uydurulmuştur. Bunu örneğin Prometheus efsanesinde açıkça görmek mümkündür. Ona göre tanrılar insanlara zulmetmektedirler. Prometheus kutsal ateşi, tanrıların ateşini yani tanrılara özgü kutsal bilgiyi, gücü gizlice çalıp, insana verdiği, yani insanı kurtuluşa erdirmek istediği için tanrılar tarafından cezaya çarptırılır. Eski Yunan mitolojisine göre güneş tanrısı, fırtına tanrısı, deprem, hastalık, aşk tanrısı gibi bir sürü sanal tanrılar vardır. Bu tanrılar insanlara düşmandır. Onlar insanın kötülüğünü isterler ve onlara zulmederler. O günkü insanlar nedenlerini açıklayamadığı olaylar için efsaneler uydurup sanal ve olağanüstü güçler düşünmüşler ve bunları da tanrılara izafe etmişlerdir. O devirdeki mücadele, insanın tanrının yerini alması mücadelesidir. O dönemde hümanizm tanrıların zulmü altında ezilen insanın kurtarılması, tanrılara üstün gelmesi ve hatta onların yerine geçmesinin mücadelesidir. Daha sonraki Orta Çağ döneminde, papazların elinde şekil değiştirmiş, ilahi olmaktan çıkarılıp maddeselleştirilmiş Hristiyanlığın ürettiği zorba baskıcı tanrı söz konusudur. Bu dönemde de düalizm tanrı-insan kavgası şeklinde devam eder. Saptırılmış Hıristiyanlık inanışındaki tanrı da, beşer üretimi bir tanrı tasavvuru olup, insana zulmetmeye devam eder. İnsanın özgürce bilim, sanat ve düşünce üretmesine izin vermez. Onlar insanı doğuştan günahkar ilan ederek baştan itibaren insan karşıtlığını ortaya koymuşlardır. Engizisyon uygulamaları da, insan üzerindeki her türlü zulüm ve baskı insan-tanrı çatışmasının değişik şekillerde devamıdır. Orta Çağdan sonra rönesans, aydınlanma, pozitivizm gibi hareketlere bağlı olarak sanal tanrı kavramına karşı mücadele edilmiş ve bu dönemde tanrının yerine romantik düşünceler yer almıştır. Voltaire, Diderot, Marx, Sartre gibi filozofların ortak özellikleri hümanist olmalarıdır, yani insanı öne almalarıdır. Onlar insanın gücünü birincil ve belirleyici güç olarak ele alırlar. Bu düşünceler genelleştirilerek bütün din ve semavi tanrı anlayışına toptan karşı çıkılmıştır. Halbuki gerçek böyle değildir. Çünkü İslam tanrısı olan Yüce Allah insan düşmanı değil, tam tersine insana iyilik, yardım ve rahmet elini uzatan sahih bir tanrıdır. Allah Teâlâ kendi gücünü insanların istifadesine sunar. İnsan karşısında kıskanç ve ona düşman değildir. Bu nedenle İslam’da düalizm, teslis, ikili çatışma, tanrının üçe bölünmesi vs gibi anlayışlar yoktur. Buna karşı tevhid (birlik ve bütünlük) anlayışı vardır. Hümanistler toptancı bir yaklaşımla bütün tanrılara savaş açtılar ve reddettiler. Onların yerine insanı koydular. İnsan merkezli bir dünya kurgulamak istediler. Maneviyattan, soyut değerlerden yoksun bir anlayış içinde, değişik adlar altında pozitivist, materyalist bir yapı oluşturdular. Marx “din afyondur” diyerek toplumun kurtuluşunu, bir insan kümesi olan proletaryanın inisiyatif kullanmasına dayandırdı. Halbuki Marksist ideolojiyi kuran da bir insandır ve sonradan da bu ideoloji gene insanlar tarafından dejenere edilip saptırılmıştır. Marx’ın hümanizminde insanın tanrılaştırılması, tanrısal gücün proleter insana verilmesi demektir. Bu ise gerçeğe tamamen aykırıdır. Hümanist olduğunu söyleyen diğer bir akım egzistansiyalistlerdir. Onlar da kaynak olarak insanı ele alır. Onlar da kurtuluşu ancak insan iradesinin bağımsız olarak kullanılmasında görür. Yani onlara göre insanın var oluşunu ancak iradesini özgürce, manevi etkenlerden uzak olarak kullandığı zaman gerçekleştirecektir. Var olmakta, hümanizmin insan iradesini tanrılaştırılması belirleyici tek kaynak ve güç olarak kabul edilir. Ancak bunun ispatı bugüne kadar gösterilmiş değildir. Türkiye’de de hümanizm daha çok Cumhuriyetin ilk yıllarında yoğun olarak gündeme gelmiştir. Bunun için dergiler çıkarılmış ve yazılar yayınlanarak hümanist fikirler yayılma başlamıştır. Yücel ve Yeni Ufuklar dergileri bu görüşlerin yayılmasına vasıta olmuştur. Başlıca hümanist yazarlar olarak Kâzım Nami Duru, Celaleddin Ezine, Yavuz Abadan, Hasan Ali Yücel, Hilmi Ziya Ülken, Nurullah Ataç, Vedat Günyol, Sebahattin Eyüboğlu gibi kişiler örnek verilebilir. Bu kişilerin hümanizmi nasıl algıladıklarını şu örneklerle açıklayabiliriz: “Batılı insanlar, bir zamanlar izbeler içinde haşereler gibi yaşıyorlardı. Kolera, veba, çiçek hastalığı, din ve mezhep kavgaları, taassubun sıtmasına tutulanların insanları diri diri yakmaları, engizisyon mezalimi, bedbaht Avrupalıların sosyal hayatlarını dolduran olaylardı. Bu insanları bu müthiş kabustan kim kurtardı? Peygamberler mi? Azizler mi? Devlet adamları mı? Hayır! Onları bu müthiş kabustan kurtaran sadece kendilerini ilim, felsefe, sanat ve edebiyat çalışmalarına veren insanlardı. Bu aydın kişilere hümanist adı verilmiş ve bunların antik Yunan eserlerinden çıkardıkları bilgiler insanlara bir kurtuluş yolu olarak gözükmüştür. Bu klasik kültür ile tanışanlar kilise baskısı altında yaşayan insanlar kilisenin dışında bambaşka bir hayatın varlığını öğrenmiş oldular. Böylece batılılar dini hayatın dışında yepyeni bir hayat olduğunu gördüler. Allah fikrine sahip olmadan düşünmek, yaşamak ve öğrenmenin mümkün olduğunu zannettiler. Bu uyanışa insanlar büyük yatırımlar yaparak ilim, fikir ve sanat dinin dışında gelişmeye ve olgunlaşmaya başladı. Hümanizm bu şekilde insanları orta çağın karanlık düşünce çemberinden kurtararak, dini değerlerin yerine dünya değerlerini yerleştirerek aklın egemenliğini kurmaya başlamıştır. Böylece insanın hür gelişmesini sağladıklarını ve hak üstünlüğünü tanımak istiyorlardı. Böylece rönesans bu hümanist temel üzerine kuruldu.” Sonuçta hümanizm hayatı vahiy yerine, insan aklının ve onun ürünü olan bilimin belirlemesini istemiştir. Böylece insan aklını din yerine koymuş ve ahiret yerine dünya, maneviyat yerine de maddiyat esas alınmıştır. Ancak bu hareket İslam dünyasında bir karşılık görmemiştir. Çünkü İslam’da din hiçbir zaman tahrife uğramamış ve sahih olarak kalmıştır. İslam dini insanı hiçbir zaman ezmemiş ve baskı altında tutmamıştır. Onun fikir, bilim ve sanat üretmesine de engel olmamıştır. Dolayısıyla Yüce Allah insana düşman bir tanrı değil, ona rahmet ve lütuf, yardım eden bir dosttur. İslam sadece maneviyata ve ahirete değil, aynı zamanda maddeye ve dünyaya da önem verir. Dolayısıyla İslam dünyasında hümanist içeriğine uygun bir tepki ortaya çıkmamıştır. Çünkü bunun için gerekli bir zemin hiçbir zaman oluşmamıştır. Ancak sonradan zorlamayla ve başka maksatlarla, kasıtlı olarak suni biçimde bir hümanizm propagandası yapılmaya çalışılmış ama tutmamıştır. Bu propagandaların amacı batının her zaman yaptığı gibi İslam dinini ortadan kaldırmak ve onu saptırmaktır. Ancak bu çabaları sonuç vermemiştir. Dolayısıyla İslam dünyasında hümanizm düşüncesi boşlukta kalan, zemini olmayan, batıya özgü bir felsefe ve bir yaklaşım olarak kalmıştır. Hümanistlerin kendileri insancılığı ve insan haklarını yaymaya çalışırken, kendi çıkarları öncelikli olduğu için diğer yandan, insanlar ile uğraşıyorlardı. “Bir yandan hümanist, bulunduğu yerdeki insanlardan bezerken ve türlü türlü düşmanlıklar arasında huzuru kaçmış bir duruma düşerken, öte yandan aynı insanlarda daima yeniliği istemektedirler. Ortaya çıkan böyle problemlerden dolayı 16.yy’da bazı hümanistler sorguya alınmışlardır. Yahudiler yapılan zulmü bilerek isteyerek insanlığı yok etmek için yapmışlardır. Nurettin Topçu “Ahlâk Nizamı” adlı kitabıda bu konuda şunları söylemektedir: “Onu bile bile yapanlar olduğu gibi hiç farkında olmadan şuuraltından çıkartıp işleyenler de vardır. Bu sonuncuya misal olarak ceddi İspanyol olan Hollandalı Yahudi filozofu Spinoza’yı gösterebiliriz. Bu bedbaht ve mazlum filozof, Allah’ı kainatın bütünü olarak açıklayan sistemi içinde Allah’ın inkârı sonucuna varmıştı. Filhakika ‘Allah ve kainat bir ve aynı cevherdir, Allah’tan başka bir şey yoktur ve olamaz,’ dedikten sonra Allah’ı varlıktaki tam zorunluluğun içine hapsederek, yalnız kendi zorunlu kanunları ile idare edilen varlığı tanımış ve Allah’ın inkârına ulaşmış oluyordu. Böylece yahudinin Allah deyişi bile Allah’ın inkârı oldu.” Hümanizm insana tanrısal özellikleri yüklemiştir. Hümanizmde insanın kendine olan güveni gurur ve firavunluk mertebesine ulaşmıştır. Yani insan nefsi kutsallaştırılmıştır. Bir başka deyişle hümanizmde insan kadiri mutlak ve hakimi mutlaktır. İslam’da durum bunun tam zıttıdır. İslam’da nefis kötüdür, insan aciz ve zayıftır. Tasavvufun temel hedefi de insanın bu benliğini kırmaktır. Hümanizm insana bütün iyilik, güzellik, güç ve başarı gibi değerlerin kaynağı olarak bakar. Bütün olumlu değerleri üreten birincil kaynak onlara göre insandır. İslam’da ise insan kaynak değil, Allah’ın yarattığı değerleri yansıtan bir aynadır. Dolayısıyla asıl değil tabi olandır. Birincil kaynak değil ikincil kaynaktır. Güneş değil aydır. İslam’da değer üreten birincil kaynak Yüce Allah’tır. İnsan ise Yüce Allah’ın sahih dinine bağlı olarak ikincil değerler üretebilir.
İslam’da İnsan Sevgisi İslam sevgiye en çok önem veren bir dindir. Bu nedenle İslam medeniyeti bir sevgi medeniyetidir. Aynı şekilde Müslüman bir toplum da sevgi toplumudur. Çünkü İslam’da iman olması için sevgi olması şarttır. İslam’da insanın varlıkla olan bütün ilişkileri sevgiye dayalı olarak kurulur. İslam’daki sevgi bütün varlığı kuşatan mutlak bir sevgidir. Bu sevginin meyveleri mutlak rahmet, mutlak şefkat ve mutlak tevazudur. Allah Teâlâ sevgiyi kullarının fıtratına yerleştirmiştir. Elçileri vasıtasıyla sevgi konusundaki mesajlarını bütün zaman ve mekanlara ulaştırmıştır. Davranışlar sevgiyi insanın kalbine yerleştirir. Bu nedenle sevginin esas gayesi kâmil imanı elde edebilmektir. Çünkü insan sevgi sayesinde olgun bir imana sahip olur ve onun lezzetine erişir. Peygamberimiz (sav) insanın hakiki sevgilere gönlünde yer vererek imanın tadına ulaşılabileceğini şu şekilde ifade eder: “Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi imanın tadına erer: Allah ve resulünü herkesten çok sevmek; sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmek; imandan sonra küfre dönmekten ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek.” Davud (as)’ın duası da Cenab-ı Hakk’tan sevgisini istemesidir. Şöyle dua ediyor Davud (as): “Allah’ım Senden Seni sevmeyi, Seni seven kişiyi sevmeyi, Senin sevgine ulaştıran ameli isterim. Allah’ım Senin sevgini bana kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” Bu konuda Peygamberimiz (sav)’in şu hadisi vardır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” Buna göre Müslüman’ın kalbi kâmil bir imanı elde etmeyi amaçlar ve bu nedenle de sevmeyi ister. Allah sevgisiyle yoğrulmuş insan kalbinde Allah sevgisini O’nun peygamberinin sevgisi izler ve O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak için gayret eder. Sevgiyi değerli ve anlamlı kılan onunla herhangi bir dünyevi çıkar ve gaye edilmeksizin yaşamak ve Allah’ın vereceği karşılık dışında hiçbir karşılık beklememektir. İyilik görmek de sevmeye, sevgiyi pekiştirmeye neden olur. Bu nedenle insanların sevgisini kazanmakta onlara iyilik ve ikram etmek önemli bir nedendir. Çünkü insan kalbi kendisine iyilikte bulunanlara karşı sevgi, kötülük edenlere karşı nefret duyacak şekilde yaratılmıştır. Bu nedenle Peygamberimiz (sav) “Birbirinize hediye verin böylece birbirinizi seversiniz ve aranızdaki düşmanlık gider” buyurmuştur. Kendisi de insanlara hediyeler vererek örnek olmuştur. Sevginin paylaşılması ve dile getirilmesi önemlidir. Peygamberimiz (sav) de sevgisini ashabına zaman zaman göstermiştir. Bir gün Muaz bin Cebel (ra)’ın elini tutarak ona, “Ey Muaz, Ben seni seviyorum” demişti. Bunun üzerine Muaz, “Ben de seni seviyorum ey Allah’ın elçisi!” diye karşılık vermişti. Bu durumda Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Biriniz kardeşini Allah için seviyorsa ona sevdiğini söylesin.” İnsanların kalplerine sevgiyi yerleştiren Allah Teâlâ’dır. İnsandaki anne baba sevgisi, kardeş sevgisi, eş sevgisi, çocuk sevgisi Allah’ın birer lütfudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kendileriyle huzur bulmanız için size kendi cinsinden eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rum, 30/21) Peygamberimiz (sav) hanımlarına karşı sevgisini hiçbir zaman esirgememiş ve her zaman nazik bir eş olmuştur. Peygamberimize, “Sana insanların en sevgilisi kimdir?” diye sorulduğunda “Ayşe” diye cevap vermiştir. Anne ve babaya özel bir sevgi ve saygı gösterilmesi dinimizde emredilmiştir. Onlara karşı öf bile demek yasaklanmıştır (İsra, 17/23). Ayrıca akrabalarla sevgi bağlarının devam etmesi, sılayı rahim konusu da önemlidir. Peygamberimiz insanların çocuklarına karşı her zaman sevgi ve merhametle davranmasını emretmiştir. Onları öpüp okşamalarını, onlarla beraber oyun oynamalarını tavsiye etmiştir. Aynı şeyi Peygamberimiz de çocuklarla yaşamıştır. Hatta kızı Fâtıma (rah) yanına girdiği zaman Resulallah (sav) onun için ayağa kalkar, elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu. Hz. Fatıma da bu zarif sevgi gösterisine karşı babasına da aynı şekilde davranırdı. Peygamberimiz bir rahmet peygamberidir. Çünkü o bütün alemlere rahmet olarak gönderilmiştir (Enbiya, 21/107). Bu nedenle canlı cansız bütün mahlukata karşı sevgiyle yaklaşmış, hayvanlara, bitkilere, tabiata yani bütün aleme muhabbet nazarıyla bakmıştır. Hatta Peygamberimiz dağlara, şehirlere duyduğu sevgisini bile dile getirmiştir. Örneğin Mekke’ye, Medine’ye ve Uhud dağına olan sevgisini ifade eden hadisler vardır. Bununla beraber sevgi konusunda da ölçülü olmayı peygamberimiz emretmiştir. Şöyle buyurmaktadır: “Sevdiğin kimseyi ölçülü sev ki, bir gün sevmeyeceğin bir kişi olabilir; sevmediğin bir kimseyi de ölçülü şekilde sevme ki günün birinde çok sevdiğin bir kimse olabilir.” Sevgi insan ruhunun derinlerine işleyen bir duygudur. Bunun için Peygamberimiz “bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder” buyurmuştur. Bu duygu atmosferinde seven kimse sevdiğinin hatalarını, çirkin davranışlarını göremez, duyamaz hale gelebilir. Bu nedenle sevilecek kimsenin, Allah’ı seven dolayısıyla Allah’ın hoşnut olmayacağı davranışlardan kaçınan birisi olması önemlidir. Peygamberimiz “Kişi dostunun dini, ahlâkı üzerinedir” diyerek bunu ifade etmiştir. Sevginin yurdu kalptir. Kalp farklı sevgilere meyil edebilecek bir tarzda yaratılmıştır. Kalp güzellik, zarafet, asalet veya zenginlik gibi dünyevi değerlere meyillidir. Kalp dünya hayatının geçici zevklerine kapılabilir. Ancak bu sevginin Allah ve resulünün sevgisini gölgede bırakacak seviyede olmamalıdır. Bu nedenle Cenab-ı Hakk insanın yaradılışında bulunan bu zaaflara işaret ederek onları uyarmış ve bazı ayet-i kerimede “insanın malı çok sevdiğini” bildirmiştir Fecr, 89/20), (Adiyat, 100/8). Peygamberimiz şu hadisi de buna dikkat çekmektedir: “Ademoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüsünün de olmasını ister.” Bununla beraber Kur’an’ı Kerim’de Allah’ın rızasının kazanmak için dünya nimetlerini O’nun yolunda harcanması hatırlatılmıştır: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” (Ali İmran, 3/92) İnsan sevgisi tasavvuf ehli için her şeyden önce gelir. Onlar her şeyden önce gönül insanıdır. Onlar insanın ilk önce gönlüne önem verirler. Bir gönül yıkmayı büyük günah sayarlar. İslam’da Allah ile insan arasındaki ilişkilerin, peygamber ile insan arasındaki ilişkilerin ve insan ile insan arasındaki ilişkilerin sevgiye dayandırılması gerektiği belirtilmiştir. İslam’a göre sevgi Allah - insan ilişkisinin esasını teşkil eder. Allah insanı sevdiği için yaratmıştır. Bu durumda kulun Allah’a olan ilişkisinin de sonsuz sevgi üzerine kurulması gerekir. Cenab-ı Hakk bizi sonsuz bir sevgiyle severek şerefli kılmış olduğundan, bizim de O’nu sonsuz bir sevgiyle severek mukabele etmemiz gerekir. İslam akaidine göre muhabbet olmadan iman olmaz. Yani Allah’ı her şeyden daha fazla sevmeyen kişi O’na hakkıyla kul olması kabul edilemez. İnsanlar üzerine ilk farz olan şey marifetullahtır, yani Allah’ı tanımaktır. Allah’ı tanıyan insan iman eder, O’nu her şeyden daha fazla severek rızasını kazanmak ister. İman edenler Allah’ı her şeyden daha fazla severler. Onların Allah’a karşı olan sevgileri, kâfirlerin sahte tanrılarına ve putlara olan sevgisiyle karşılaştırılamaz. Kâfirlerin ve müşriklerin bu dünyadaki sahte ilahlarına olan sevgisi ahirette hesap gününde hüsrana ve nefrete dönüşecektir. Onlar bu sevgilerinden dolayı pişman olacaklardır. Aşağıdaki ayet-i kerime bunu ifade etmektedir: “İnsanlar içinde Allah’tan başkasını eş ve ortak tutanlar vardır ki, onlar bunları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (Bakara, 2/165) Allah’ın kulunu sevmesi ona nimet vermesi, onu doğru yol üzerinde sabit ve daim kılmasıdır. Bunun için Müslümanların dinlerinde doğru çizgi üzerinde olmaları çok önemlidir. “Ey iman edenler’ İçinizden kim dininden geri döner ise, Allah yerine kendisinin onları sevdiği onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihat eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu Allah’ın bir fazlıdır. Onu dilediğine verir. Allah rahmeti sonsuz olandır, her şeyi bilendir.” (Maide, 5/54) Bu ayette belirtildiği üzere Allah’ı seven ve Allah tarafından sevilen insanlar aynı zamanda diğer müminleri de severler. Bu nedenle eğer bir insan başka müminleri sevgiyle kucaklamıyorsa, onun Allah’a karşı olan sevgisi şüphelidir Allah Teâlâ günahkar kafirleri ve böbürlenip kibirlenenleri sevmez. Dolayısıyla bu kişiler Allah’ı seven insanlar tarafından da sevilmez. Buna göre bir insanın günahkarları ve kibirli insanları sevmemesi Allah’ı sevdiğini ve O’nun tarafından sevildiğin bir işaretidir. Müminler Allah’ı sevdikleri gibi Allah da onları sever. Allah’ın kullarına olan sevgisi kulların Allah’a olan sevgisinden zaman açısından öncedir. Çünkü Allah kullarını onlara karşı olan sevgisinin bir neticesi olarak yaratmış ve bu dünyaya göndermiştir. Bu nedenle insan mahlukatın en şereflisi olmuştur. Diğer varlıklardan insanı üstün kılmak için Allah Teâlâ ona üç şey vermiştir: 1) İlahi sıfatlar (sıfat-ı subutiyye), 2) emanet veya teklif, 3) hilafet. Peygamberimiz (sav) Allah’ın insanı kendi suretinde yarattığını belirtmiştir. Bu suretten maksat sıfatlardır. Allah Teâlâ’nın Cemâl ve Celâl sıfatları Allah’ın insana olan sevgisinin göstergeleridir. Yaratılmak Allah’ın bize karşı olan sevgisinin bir işareti olduğu gibi, güzel ahlâka sahip olmak ta Allah’ın bir kişiyi sevdiğinin işaretidir. Allah Teâlâ güzel ahlâklı olan insanları sever. Allah’ın sevdiği insanların özellikleri şöyledir: “Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine, 60/8) “Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın iyilik edin şüphesiz Allah iyilik edenleri muhsinleri sever.” (Bakara, 2/195) “Şüphesiz Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara, 2/222) “Hiç şüphesiz kim ahdine vefa eder ve sakınırsa şüphesiz Allah da sakınanları muttakileri sever.” (Ali İmran, 3/76) “Onlar bollukta da darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlardaki haklarından bağışlama ile vaz geçenlerdir. Allah iyilik yapanları sever.” (Ali İmran, 3/134) “Böylece Allah dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah güzel davrananları sever.” (Ali İmran, 3/148) “Onlar yalana kulak verenlerdir, haram yiyicilerdir. Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmederken adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adaletle hüküm yürütenleri sever.” (Maide, 5/42) İslam’ın sevgi anlayışı sadece Allah’ı sevmeye dayalı bir ilişki değildir. Aynı şekilde İslam, Peygamber ile müminler arasında sevgiye dayalı bir ilişki önerir. Peygamberimizi (sav) her şeyden daha fazla sevmeyenlerin imanı kabul edilmez. Peygamberimizin müminleri sevmesi ve müminlerin Allah’ın elçisini sevmesi de Allah içindir. Bu nedenle Peygamberimizi sevmek insanı Allah’a en fazla yaklaştıran bir vasıtadır. Çünkü Allah Teâlâ kendi sevdiği, habibi olan elçisini sevmeyenlerin yakınlığını kabul etmez. Müslüman Allah’ı sevdiği, iman ve itaat ettiği gibi O’nun elçisini de sevmek ve itaat etmek mecburiyetindedir. Çünkü peygamberi sevmeyen ve ona itaat etmeyi reddeden İslam’ın dışına çıkmış olur. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın peygamberi kişiye çocuğundan, ana babasından ve bütün insanlardan daha çok sevimli olmadıkça tam manasıyla iman etmiş olmaz. Aynı şekilde nefsim kudret elinde olan Allah Teâlâ yemin ederim ki, hiçbiriniz ben ona babasından da, evladından da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” Bu nedenle Peygamberimiz, kâmil bir iman için kendisinin bütün insanlardan da sevgili olmasını şart koymuştur. Peygamberimizi sevmenin göstergesi onun sünnetine uymaktır. Allah’ı seven nasıl O’na iman ve itaat ediyorsa, Resulallah’ı seven de ona iman ve itaat etmesi gerekir. Peygamberimize itaat onun sünnetine uymak ve sünnetini yaşatıp yaymakla olur. Müslümanlar peygamberlerini sevdiği gibi peygamberimiz de ümmetini çok sevmektedir. Ümmetini çok sevdiğini aşağıdaki ayetler göstermektedir: “Andolsun, size kendi içinizden, sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere pek şefkatli ve merhametli olan bir elçi gelmiştir.” (Tevbe, 9/128) Allah Teâlâ onun kalbine ümmetine karşı sevgiyi bizzat kendisinin koyduğunu şöyle açıklamaktadır:” “Allah’tan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve işler konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül ol. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever.” (Ali İmran, 3/159) Peygamberimiz (sav) ümmetine olan sevgisinden dolayı onları sabırla eğitmiş ve cahillikten kurtararak en üstün manevi mertebelere yükseltmiştir. Bu nedenle onlar hem dünyada hem de ahirette insanlığın efendisi olmuşlardır. Ancak peygambere olan sevgi ve saygı insanları aşırılığa sevk etmemelidir. Geçmiş ümmetlerden bazıları peygamberlerine aşırı sevgilerinden dolayı onları ilahlaştırmışlardır. Bunun en güzel örneği Hz. İsa (as)’a olan aşırı sevgilerinden dolayı Hıristiyanlar onu ilah olarak değerlendirmişlerdir. Bu türlü sevgi insanlara zarar verir. İslam inancına göre kulluk ve ubudiyet en üstün mertebedir. Bu yüzden Hz. Muhammed (sav) Allah’ın kulu ve resulü olarak methedilir. Kendisine tabiat üstü özellikler atfedilmez. Peygamberimiz sevgi ve şefkat peygamberi olarak tanımlanmıştır. Allah Teâlâ Hz. Peygamberi Kuran-ı Kerim’de alemlere rahmet olarak tanımlamıştır (Enbiya, 21/107). İnsanlar arasındaki ilişkiler de sevgiye dayanmalıdır. Müminler kardeştir ve aralarında kardeşliğin icabına göre davranmaları farzdır. Bu kardeşliğin kaynağı ise Allah’ın iradesidir. Onları kan bağıyla kardeş yapan Allah, inanç bağıyla da kardeş yaptığını şöyle beyan etmektedir: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.” (Hucurat, 49/10) Kardeşlik sevginin zirvesidir. Müslümanlar bütün mahlukata ve insanlığa karşı sevgiyle muamele etmelidirler. Bununla beraber Müslümanların dindaşlarına olan sevgisi diğerlerine olan sevgisinden çok daha fazladır. Yukarıda müminleri kardeş ilan eden ayet-i kerimenin devamında, kardeşlerin kadın olsun erkek olsun birbirlerini küçük görmemeleri istenir; kötü lakap takmamaları istenir; arkalarından konuşup gıybet yapmamaları ve onlar hakkında kötü zanda bulunmamaları istenir. Allah Teâlâ insanları cins, ırk ve dil bakımından farklı yaratmış, ancak takvanın üstünlüğünün tek kaynak olduğu vurgulanmıştır. Buna göre ırk farklılığının kardeşliğe engel olmadığı, tam tersine kardeşlik sayesinde farklılıkların ortadan kalkması sağlanmaktadır. (Hucurat, 49/11-13) Peygamberimizin (sav) ümmetine mensup insanların özellikleri ve peygamberlerine ve birbirlerine karşı olan sevgisi Tevrat ve İncil’de bile övgüyle zikredilmektedir. Bunu aşağıdaki ayet açıkça ifade etmektedir: “Muhammed Allah’ın elçisidir ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları rüku edenler, secde edenler olarak görürsün. Onlar Allah’tan bir fazl, lütuf, ihsan ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları ise sanki bir ekin filizini çıkarmış derken onu kuvvetlendirmiş derken kalınlaşmış sonra sapları üzerinde doğrulup boy atmış ki, bu çiftçilerin hoşuna gider. Bu onunla kafirleri öfkelendirmek içindir. Allah içlerinden iman edip salih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir vadetmiştir.” (Fetih, 48/29) Peygamberimiz bununla peygamberlerin en üstünü olma özelliğini kazanmış, aynı şekilde ümmeti de ümmetlerin en hayırlısı olma özelliğine sahip olmuştur. Bu Cenab-ı Hakk’ın peygamberimize ve onun ümmetine olan sevgisinin en önemli göstergesidir. “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Maruf ve İslam’a uygun olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inanmış olsaydı elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır. Fakat çoğunluğu yoldan çıkmışlardır.” (Ali İmran, 3/110) İnsanlara olan sevgi, o insanın hatalarını da sevmek anlamına gelmez. Tam tersine İslam’a göre insanların kötü huylarının sevilmemesi istenmiştir. Müslümanlar tebliğ ve emri bil maruf yoluyla insanları kötü huylarını değiştirmeye gayret göstermelidir. Kardeşlerine mazlum iken de zalim ikende yardımcı olmalıdır. Bu hadis karşısında, zalimlik yapan kardeşe nasıl yardımcı olunacağı sorulduğunda, Hz. Peygamber (sav), “Onun zulmüne engel olmak ve onu zulüm yapmaktan vazgeçirmek” diye buyurmuştur. İslam’da Müslümanlar kardeş olarak tanımlanmıştır. Din kardeşliği soy kardeşliğinden daha üstündür. Çünkü soy kardeşliği insanın kendi tercihiyle oluşmaz. Ama din kardeşliği kendi tercihleriyle oluşmuştur. Din kardeşliğinin ve Müslümanların birbirlerini Allah için sevmelerinin fazileti birçok hadis ve ayetlerde ifade edilmiştir. Ebu Hureyre (ra) Peygamberimizin (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Yüce Allah kıyamet gününde, “Benim rızam için birbirlerini sevenler nerededirler? Bugün onları Benim arşımın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde kendi gölgemde gölgelendireceğim.” Sevgisiz iman yavan bir şeydir. Çünkü imanın tadını ancak sevgi yoluyla varılır. Felsefi iman ile İslam’daki imanı ayıran özellikte bundadır. Felsefi imanda zevk ve tat aranmaz. Çünkü o akli bir çıkarımdan ibarettir. Ama İslam’ın öğrettiği imanda kalp için zevk ve tat vardır. Bu nedenle Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Kimde üç şey bulunursa imanın tadını tatmış olur: Allah ve resulü kendisine başka her şeyden daha sevgili olmak; başka insanları sadece Allah için sevmek; küfre dönmekten ateşe atılma cezasını tercih etmek.” İmanın zevkine varan bir insan başka varlıklara iyilik etmekten ve onlar için fedakarlık yapmaktan zevk alır. O insan için vermek almaktan daha zevkli gelir. Onun başkalarına hizmet etmesi kendisine hizmet olunmasından daha fazla hoşuna gider. Sevgisiz kalp harap ve hastadır. Kalbin tek gıdası sevgidir. Kalp hem sevmekten hem de sevilmekten hoşlanır ve tatmin olur. Kalbi tatmin eden ve ona şevk veren bir tek sevgi ise onu yaratanın sevgisidir. Allah kalbi her şeyden önce kendisini sevsin diye ve ancak onu sevdiği zaman tatmin olacak şekilde yaratmıştır. Allah korkusu da Allah sevgisinin bir meyvesidir. Allah korkusu insanın Allah’ı tanımasındaki dereceye göre farklıdır. Allah’ı tanımadaki ilk basamaklarında olanlar için Allah korkusu demek cehennem korkusudur. Ancak marifetullahta ileri seviyelerde olanlar için Allah korkusu sevgilyii incitmekten korkmaya benzer. Bu insanların korkusu cehennemden ziyade ters bir davranış yaparak her şeyden çok sevdikleri Rablerinin rızasını ve sevgisini kaybetmektir. Bu nedenle Allah’a karşı muhabbeti kalplerinden atanların korkuları da artar. Allah’a sevgiyle bağlı olan insanların kalplerinde Allah korkusundan başka hiçbir korku ve üzüntü kalmaz. Allah sevgisi bütün korku ve üzüntülerin ilacı olur. İnsanların en çok korktukları ölüm bu mertebedeki insanlar için sevgiliye kavuşma gecesidir. Cenab-ı Hakk bir kutsi hadiste şöyle buyurmaktadır: “Kim bana kavuşmayı severse, Ben de ona kavuşmayı severim. Kim Bana kavuşmayı sevmezse Ben de ona kavuşmayı sevmem.” Ölümde insanı Allah’tan ayıran perdeler yırtılır ve vuslat hasıl olur. Bundan da kalp en büyük zevki alır. Allah sevgisinin ve Allah için sevmenin en güzel şekli ibadettir. Allah sevgisi ibadet eden insanların kalbinde olması zorunludur. Bu nedenle Allah’a karşı sevgi duymadan ibadet etmek bir yorgunluktan başka bir şey değildir. Manevi gelişmenin ve Allah’a yakınlaşmanın en etkin yolundan biri sevgidir. Marifet olmadan iman, iman olmadan sevgi, sevgi olmadan da ibadet ve hizmet olmaz. Marifetullahun artması muhabbetin artmasını getirir. Çünkü güzeli tanıyan onu sever. Daha çok tanıyan daha çok sever. Bu nedenle İslam dini sevgi dinidir, İslam toplumu sevgi toplumu, İslam medeniyeti sevgi medeniyetidir. Bu nedenle Peygamberimizin (sav) alçak gönüllü bir takipçisi olan Mevlânâ Celalettin Rumi ks) şiirlerinde İslam’ı aşk dini, kendi mezhebini de aşk mezhebi olarak tanımlar ve Müslümanların aşkın çocukları olduğunu söyler: “Bizi anamız doğurmadı, bizi o aşk doğurdu. Yüzlerce esirgeme, yüzlerce aferin, takdir bizi doğuran o anaya olsun.” (Rubailer) “İnsanda ikilik vardır. İnsan nefsi küfür ile ruhu da imân ve irfân iledir. Ruhaniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet galebe ederse; olta olur. İnsanın yarısı mümin, yarısı ateşe tapandır. Yarısı hırslı, yarısı, sabırlıdır. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de ‘içinizde kâfir de var, mümin de’ buyurmaktadır. İnsanın alaca öküz gibi, sol tarafı kapkara, diğer tarafı ise ay gibi aktır.” (Mesnevi) Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh adlı kitabında şunları söylemektedir: “İnsanlar şu ‘Ene’l – Hakk’ sözünde büyük bir iddianın bulunduğunu sanır. Hâlbuki ‘Ene’l – Hakk’ büyük bir tevazunun göstergesidir. Zira ben Allah’ın kuluyum! Diyenler, biri kendine ve diğeri Allah’a ait olmak üzere, iki ayrı varlığın olduğunu dile getirmiş olurlar. Fakat “Ene’l – Hakk” diyen, kendisini ortadan kaldırır. O, “Ene’l – Hakk”, yani “Ben yokum, hep ondan ibarettir; Allah’ın dışından hiçbir kimsenin varlığı yoktur. Ben katıksız yokluğum, ben hiçim!” “Yüce Allah, Kendini insana tanıttığı ve onu Kendisinin bilincine erdirdiği zaman, bu insan, kendi varlığının usturlabında her an, her vakit Allah’ın tecellisini (ışıltısını) ve O’nun hiçbir güzelliğe benzemeyen güzelliğini görür. Ve bu güzellik, o aynadan hiçbir zaman kaybolmaz.” Abdülbaki Gölpınarlı, “Mevlânâ Hayatı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler” adlı kitabıda şöyle söylemektedir: “Mevlânâ' nın insan sevgisi; ne çocuk, ne düşmüş, ne aciz demeden bütün insanları kapsayacak derinlikte ve ulvilikte olmuştur. O kadar ki, kendisini görüp de saygı gösterisinde bulunan hatta secde eden herkese aynı şekilde karşılık vermiş ve bunu yapanın kim olduğuna bakmaksızın, sadece insana duyduğu sevginin yüceliğiyle insanları ihya etmiştir.” “Hz. Mevlana’nın hümanist olduğunu, O’nun mesajlarını bütün insanlığa yönelttiğini, Mevlana’nın milliyet, hudut, coğrafya tanımadığını ve hatta Mevlana’nın dinler üstü bir şahsiyet olduğunu ileri sürenler, zaman zaman olmuştur. Mevlâna’nın üniverselliği ve hümanistliği doğrudur; ancak, Mevlâna’yı ve onun insan sevgisini dinler üstü, İslâm üstü olarak görmeye yeltenmek, Mevlâna’nın üniverselliğini islâmî kayıtlardan uzaklaşmak olarak anlayanlar Mevlana’yı yeterince anlamış değillerdir.” (İnsan Hakları ve Mevlânâ Sempozyumu) İbn Arabî (ks) Füsusul Hikem adlı kitabında şunları söylemektedir: “Allah Teâlâ’nın insanın varlığını gözettiğini ve onun varlığını sürdürmesini sağladığını anlayınca, sen de O’nu gözetirsin. Böyle yaparsan mutluluğu elde edersin; çünkü insan yaşadığı sürece, uğruna yaratılmış olduğu yetkinlik özelliklerini elde etmesi umulur. Bu yaratılışın yok olması için çalışan ise hiç kuşkusuz, insanın uğruna yaratıldığı yetkinliğe erişmesini engellemek için çalışmış demektir.” İbn Arabî, ilâhi sevgi nazariyesi ile bizleri kendi gerçekliğimizi idrak etmeye davette bulunmaktadır. Kendimiz de dahil her şey sevgi nazariyesi ile donatıldığına göre, hayattaki en gerçek duygu sevgidir. Sevgiden yoksun olmak hamlık, za’fiyet, acziyet göstergesidir. Eski Yunan ve Roma’da sınıfların varlığı, kölelere yapılanlar, kadınların aşağılanmış durumu, Avrupa’da kadınlarda ruh var mı, yok mu tartışmaları, haçlı seferlerinde vuku bulanlar, bugün Bosnalılara yapılanlar ve daha çok sayıda benzeri örnek göz önüne alınırsa, Yunan, Roma ve Batı’nın insanlıkta ve insancıllıkta, müspet manâda ön saflarda yer alması çok zordur. Marx cemiyet olaylarının doğurucusu her zaman madde olmuştur demekle ruhun kuvvetini ve onun yaratıcılığını inkâr ediyor. Freud, bütün ruh hallerimizin doğuşunu şuur-dışında gizlenen cinsi isteklerle iştahlara irca ederek, insanın ruhunun sefaletlerle rezaletlerin çocuğu olduğunu söylüyor. Bütün yüksek ideallerle en temiz ihtirasların kökünü cinsi iştahların bataklığında buluyor. Durkheim, sonsuzluğun yolcusu olan insanı cemiyetin sınırları içerisine kapatıyor ve insan için emel ve ideal, Allah ve ahlâk her şey cemiyettir sonucuna ulaşıyor. Hem de böylelikle imânı, cemiyette hâkim olan kuvvetlerin esiri yapıyor. Sonuç olarak artık şunları ifade edebiliriz: Bugün artık insanlık kalp huzuru ve dünya barışı için İslam dinine ihtiyaç duymaktadır. İnsanlar ister Müslüman ister gayrimüslim olsun, İslam dininden öğrenmesi gereken birçok şey vardır, bu da sevgi, rahmet, saygı ve şefkat anlayışıdır. Ancak bu anlayış bugün için maalesef unutulmuş bir haldedir. Sıradan insanları bırakarak ümmeti olan Müslümanların çoğunluğu bile gerçek sevgiden habersiz olarak yaşamaktadır. Peygamberi ve Allah’i sevmek kuru kuruya olmaz. Bunun için Allah’ın emir ve yasakları ve peygamberimizin sünneti takip edilmelidir. Ancak bu şekilde gerçek sevginin meyvelerine ulaşılabilir.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com
|
İnsan Sevgisi |
Yayınlanma Tarihi: 04.08.2023 |