İbn Arabi (1165-1239) Endülüsün en görkemli dönemlerinde yaşamış büyük bir velidir. İbn Arabi Mursiye'de varlıklı ve asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İsmi Ebubekir Muhyiddîn Muhammed Bin Ali olup künyesi Ebu Abdullah'tır. İbn Arabi ve Şeyh-i Ekber diye nam salmıştır. Sultan ül-Arif'in, Hâtem ül-Evliya, Kutb-u Hüman, Halifet-ül Hülefa, Şeyh-ül Mahmud gibi birçok manevi isimleri de vardır. Ailesi ünlü ve saygın Tay kabilesine mensuptur. Muhyiddîn Arabi küçük yaşlarından itibaren ilim okumaya başlamış, 8 yaşındayken babası ile birlikte bugünkü Seville kenti olan İşbiliyye’ye gitmiştir. Burada birçok alimin sohbetinde bulunmuş, fıkıh, hadis, tarih ve ilahiyat ilimleri konusunda uzman olan hocalardan öğrenim görmüştür. Keskin zekası ve güçlü hafızası ile o zamanlarda dikkat çekmeye başlamıştır. Bulûğ çağındaki bazı bocalamalarından sonra, bir manevi işaretle inzivaya çekilmiş ve kendi iç dünyasını dinlemeye başlamıştır. Bu sırada 16 yaşındadır. Manevi hayatı bu şekilde başlayan Muhyiddîn Arabi, marifet kapılarının bu halvetlerdeki riyazatlarının neticesinde kendisine yavaş yavaş açılmaya başlandığını söyler. Yaşadığı bu zühd döneminde, şehrin kabristanında murakabeye çekilir ve bu esnada bazı mevtanın kabir hallerine vakıf olurdu. İbn Arabi'nin babası oğlunun bu aşkın hallerini görünce, onu meşhur filozof İbn Rüşd ile görüştürdü. İbn Rüşd çağının aristocu yaklaşımları ile tanımış bir filozoftu. İbn Arabi önceleri İbn Rüşd ile güzel sohbetler içinde bulunurken, sonraları birbirlerine ters düştüklerini farkına vardı. Bu durumu kitabında şöyle anlatmaktadır: “Bir gün kadı Ebü’l-Velîd İbn Rüşd ile görüşmek üzere Kurtuba’ya gelmiştim. Halvetim esnasında Rabbimin bana açtığı kapılar kulağına gelmiş ve bunun üzerine benimle tanışmak istemişti. Beni onun yanına babam göndermişti ve amacı benim onunla bir şekilde tanışmamı sağlamaktı. O zaman daha ben henüz yüzünde tüy bitmemiş bir çocuktum. Yanına girdiğim zaman oturduğu yerden kalktı, muhabbet ve hürmetle beni kucakladı. Sonra “evet” dedi. Ben de ona karşılık “evet” dedim. Onu anladığımı düşünerek mutluluğu daha da arttı. Ben ona bu mutluluğu veren şeyin ne olduğunu hissedince bu sefer “hayır” dedim. Bunun üzerine bozuldu, yüzünün rengi değişti, düşündüğü şeyde şüpheye düştü. Bana, “senin keşif ve feyz-i ilahide bulduğun şey, mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?” diye sordu. Ona hem “evet” hem “hayır” diye cevap verdim. “Bu evet veya hayır arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar” deyince, benzi sarardı, titreme geldi. Birden sanki 50 yaş yaşlandı. Ne demek istediğimi anlamıştı. O fikir ve akli nazar ehli birisiydi. “Bu zamanda, herhangi bir ders görmeden, bir mütaaladan etkilenmeden, bir kitabı kıraat etmeden, hasılı bir dizi inceleme araştırma yapmadan cahil bir şekilde halvete girip de böylesi bir bilgiyle oradan çıkan birisini bana gösterdiği için Allah'a şükür ederim” demiş. “Bu gibi hallerin erbabı kalmadı, hiç görmedik demiş.” Allah'a hamdolsun ki işte biz bu zamanda bu erbabın birisiyiz. Kapalı kapıların açısıyız.” İbn Arabi'nin İbn Rüşd ile ikinci görüşmesinden ise İbn Rüşd'ün haberi olmadı. Zira bu görüşme zâhir gözüyle değil, ancak sufilere has bir yöntemle manevi alemde gerçekleşmişti. İbn Arabi bunu şöyle anlatıyor: “Daha sonraki yıllarda kendisiyle bir ikinci kez görüşmeyi isteyince, Allah'ın rahmeti üzerine olsun, kendisi suretiyle beraber benim vakama getirildi ve onunla benim arama ince bir perde kondu. Ben o perdeden baktığımda onu görebiliyordum. Ama o beni göremiyor, benim mekanımı bilemiyor ve benden uzak kalıyordu. Bunun üzerine onun bizim muradımız üzere olmadığını anladım.” İbn Arabi Hazretleri bir gün Hz. Musa (as), Hz. İsa (as) ve Hz. Muhammed (sav) ile mana aleminde görüşür ve bu görüşmede Hazreti Muhammed (sav) ona “Bana sımsıkı tutun, kurtulursun!” deyince, İbn Arabi derhal tövbede bulunarak Allah'a döndüğünü anlatır. Bu manevi işaretle İbn Arabi, Hz. Muhammed'in hadislerini ilm-i hadis açısından zahiren de tahsil etmeye ve onlara tabi olmaya başlamıştır. Bunun için kendisini uzun bir süre hadis ilmine vermiştir. Etrafındaki ilim adamları onu rey (akıl) kitaplarına teşvik etse de, yukarıdaki olaydan dolayı bu teşvikler sonuçsuz kalmış, kendisini rey ilimlerinden uzak tutmuştur. İbn Arabi’ye seyri sülûkundaki manevi hallerin başlamasından sonra kendisine ilk bildirilen şey, maneviyat ehlinin mertebeleri ve onların hangi esmanın tasarrufu altında oldukları hususudur. Bu yönde kendisi birçok zatlardan istifade etmiş ve ondan sonraki hayatında bu zatlardan övgü ile bahsetmiştir. Bunlardan birinin, kendisinin batın ehlinden elini tuttuğu ilk mürşidim dediği Ebu'l-Abbas el-Uryebî olduğunu söyler ve şunları anlatır: “Henüz bu yollarda idim ki İşbiliyyi'ye gelen ilk şeyhim, kendisine bağlandığım ilk mürşidim el-Uryebî’nin huzuruna çıktım. Kendisi tam bir zikir ehliydi. Benim hangi manevi halde ve hangi ihtiyaç içerisinde olduğumu bilirdi. Bana, “Allah yoluna (tarikullah) girmeye gerçekten azimli misin?” diye sordu. Ben “kul azimli olabilir, lakin sebat Allah'tandır” dedim. Bunun üzerine bana, “kapını kapatır, bütün sebep bağlarından sıyrılır, yalnız O ve hep O’nunla olursan, işte o zaman Allah seninle hicapsız konuşur” dedi. Ben de onun bu tavsiyelerini bana feth vâki oluncaya kadar uyguladım. İlk mürşidinin devam ettiği ve kendisine de verdiği zikir “Allah” esmasıydı. İbn Arabi'nin diğer bir şeyhi olan Şeyh Ebu İmran el-Murtûlî ile kendisi arasında geçen önemli bir konuyu da şöyle anlatmaktadır: “İnsanlığın mevcut hali beni çok üzüyordu. Bir gün bu düşüncelerle hayli dertli bir halde Uryebî’nin huzuruna girmiştim. O halkın Hakk’a olan muhalefetlerinden dolayı üzüntülü olduğumu anlayınca, “evladım, sen halka değil Hakk’a bak” dedi. Onun huzurundan ayrıldıktan sonra, aynı sıkıntılı hal üzerimdeyken bu sefer Şeyh Murtûlî’nin meclisine geldim. Beni görünce, “evladım, sen kendine bak” dedi. Bunun üzerine ben artık dayanamadım ve “Ey Üstadım, biriniz Hakk’a bak diyor, diğeriniz kendine bak diyor. Ben ikiniz arasında şaşırıp kaldım. İkiniz de bu yolun kâmil rehberlerisiniz. “Peki hanginizin sözü doğrudur?” diye sordum. O, “her ikimiz de halimize göre sana yol gösterdik. Ama esas olan şey Uryebî’nin dediği doğrudur. Umarım ki bir gün onun dediği o mertebeye erersin. Aslında sana da bana da yaraşan onun dediğine kulak vermektir” dedi. İbn Arabi şeyhin bu dürüstlüğüne hayran bir şekilde tekrar Uryebî’ye gitti ve Murtûlî’nin dediklerini aynen ona nakletti. Bunun üzerine, “Şeyh Murtûlî ne güzel demiş, ben Yoldaşa işaret etmiştim, o ise yola işaret etmiş. Şimdi sen hem onun dediğini ve hem benim dediğimi beraberce alırsan hem yolu hem de Yoldaşı birleştirmiş olursun” dedi. İbn Arabi hayranı olduğu Şeyh Ebu Medyen’in öğrencisi olmak istiyordu. Bunun için 1194 yılında Endülüs'ten ayrılarak Tunus'a, 1195'te Fas'a gitti. Karşılaştığı birçok alimle sohbet edip ilim meclislerinde bulundu. Ebu Medyen ile karşılaşamadı, ama Medyen’in öğrencisi Ebû Yakub el-Kûmî’den Ebû Medyen’in düşüncelerine vakıf oldu. Fas’ta birkaç defada toplam dört sene kalmıştır. Burada kendisiyle yaklaşık yirmi üç yıl arkadaşlık ve yoldaşlık yapacak olan Abdullah Bedr el-Habeşî ile karşılaşmıştır. 1199 yılında tekrar Endülüs'e dönüp Kurtuba’ya geldi. 1201 yılında tekrar Endülüs'ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus'a geçti. Hacca giderken Mısır'a uğradı. Kudüs üzerinden Mekke'ye giderek Hac farizasını yerine getirdi. Mekke ve Kabe ona aradığı yeri bulduğu duygusu vermişti. Birkaç yıl kadar Mekke'de kalıp, sürekli Kabe'yi tavaf etti. Kitap yazmaya burada da hızla devam etti. İlhamlarında artış gözleniyordu. Sonra Medine'ye geldi ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Seyyid Abdülkadir Geylani bir gün öğrencilerinden Cemalettin Yunus bin Yahya'ya şöyle dedi: “Benden sonra benim künyem olan Muhyiddîn isminde Allah Teâlâ'nın çok sevdiği evliyasından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin.” Yunus bin Yahya uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn Arabi'ye hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. İbn Arabi 1205-1209 yılları arasında Bağdat, Musul, Cezire ve Malatya'ya yolculuklar yaptı. Şam, Kudüs ve Mekke'ye yaptığı yolculuklardan sonra Kahire üzerinden Konya'ya geldi. Selçuklu sultanı tarafından ikram ve hürmet gördü. Sultanların kendisine verdiği armağanları fakirlere dağıtırdı. Ünlü sufi ve kelam alimlerinden Sadrettin Konevi'nin hocası ve üvey babası oldu. Geylani'nin hırkasını üvey oğlu ve öğrencisi olan Sadrettin Konevi’ye giydirdi. Konya'da bir süre kaldıktan sonra Halep'e gitti. 1215 yılında tekrar Konya'ya döndü. Aynı sene içinde Sivas'a, oradan da Malatya'ya gitti. 1230 yılında Şam'a giderek oraya yerleşti. Ömrünün son 10 yılını orada geçirdi. Şam'dayken bazı çevreler tarafından istenmediğini hissetti. Ancak Şam'ın eşrafından bir aile ve Eyyubi hükümdarı tarafından koruma altına alındı. Artık bu dönemlerinde dış dünya ile ilgisini iyice yitirmişti. Bütün günlerini zikir, ibadet ve kitap yazarak geçiriyordu. İbn Arabi 1240'ta 78 yaşında olduğu halde Şam'da Benû Zekîlerin malikânesinde Hakk’a yürümüştür. Cenazesinin çok kalabalık olduğu ve hazır bulunanlar arasında Kadı İbn Zekî, İmâd İbn Nahhas ve Cemaleddin bin Abdülhâlik gibi şahsiyetlerin de olduğunu nakledilir. Naaşı, kılınan namazdan sonra Kadı Muhyiddîn İbn ez-Zekî ailesinin Kaysûn dağı eteğindeki Sâlihiyye semtinde bulunan kabristanlarına defnedilmiş ve daha sonraları iki oğlunun da gömüleceği bu yere bir de türbe yapılmıştır. Sonraki devirlerde Şam bölgesindeki ulema arasında yaygınlık kazanan ilm-i bâtın muhalifi zâhircilik akımlarının çoğalması ve kendisi aleyhine propagandaların tesirleri ile unutulmaya yüz tutmuş ve bir süre bakımsız kalmıştır. İbn Arabi Şam'da, kalbi para sevgisi ile dolu bir grup kimseye, “sizin taptığınız benim ayağımın altındadır” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. Şam halkı onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrin üzerine çöp döktüler. İbn Arabi “Şeceret-ün Nu’mâniyye fî Devlet-il Osmâniyye” isimli eserinde “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar” diye yazmıştır. Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim 1516 da Mısır seferi dönüşü Şam'a geldiğinde, “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddin’in kabri meydana çıkar” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek kabrinin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı. Ayrıca şu da söylenmektedir ki, Muhyiddîn Arabi’nin ölümünden önce ayağını yere vurarak “sizin taptığınız benim ayağımın altındadır” sözünü söylediği yer tespit edilmiş ve orası kazdırılmıştır. Sözü söylediği yerde toprağın altında küp içinde altın çıkmıştır. Buradan “Siz Allah Teâlâ'ya değil paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşılmıştır. Türbe daha sonra II. Abdülhamit tarafından bir kere daha tamir ettirilecek ve o günden bugüne kadar ziyaret yeri olmayı sürdürecektir. İbn Arabi velilik yolundaki yüksek derecesini de şöyle ifade etmiştir: “Allah Teâlâ bana öyle nimetler ihsan etti ve bildirdi ki, istersem kıyamete kadar gelecek bütün velileri, kutupları isim ve mezhepleri ile bildirebilirim. Fakat bazıları inkar ederler de manevi kazançlarından kaybederler diye korkuyorum.” Bununla beraber İbn Arabi Hazretleri eserlerinde bildirdiği kerametlerle kendisinden sonra gelecek olan ilim adamlarının işlerine yarayacak bilgiler bırakmıştır. Bunlardan biri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirmesidir. Işığın hareketini tespit ederek Edison'a ilham vermiş ve Edison Arabi için “Üstadım” demek durumunda bırakmıştır. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selim'in Şam'a geleceğini ilham yoluyla haber vermiştir. Öğrencilerinden ve üvey evladı olan Sadrettin Konevi, İbn Arabi hakkında şöyle demiştir: “Hocam İbn Arabi geçmiş peygamberlerin, velilerin ruhlarından istediği ile rüyasında veya uyanıkken görüşürdü.” Eserlerinin çoğunun girişinde kitabı yazmasına vesile olan olay ya da rüyasını ya da ilhamın kaynağını bildirmiştir. Örneğin 1230 yılında Şam'da iken bir gece rüyasında Peygamber Efendimizi (sav) görmüş, Peygamber Efendimiz elinde bir kitap tutarak “Bu Füsusu’l Hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyatını açıkla” demiş. Muhyiddîn-i Arabi Hazretleri de Sevgili Peygamberimizin bu sözünü manevi bir işaret kabul ederek, ondan aldığı ilhamla, kendi tabiriyle ne eksik ne de fazla, o meşhur eserini yazmıştır İbn Arabi bazı İslami çevrelerden tepki almasına rağmen yazdığı eserlerde her zaman Kur'an ve Kutsi hadislerden yola çıkmış ve örnekler vermiştir. Şöyle söylemektedir: “Allah'a çok şükürler olsun, söylediklerimin hepsi Allah'ın kalbimize verdiği ilhama dayanmaktadır.” Allah'a ve Muhammed'e karşı duyduğu ilahi aşktan her zaman bahsetmiştir: “Allah'a hamd olsun, ilim konusunda Hazreti Peygamberden başkasını taklit etmedim. Bilgilerimizin hepsi hatadan korunmuştur. Nakle ve rivayete dayanmaz.” İbn Arabi halka söylenmemesi gerektiği düşünülen şeyleri çekinmeden yazmış ve söylemekten uzak durmamıştır. Çünkü o yazdığı eserleri aklına, fikrine dayanarak değil sadece ilham yolu ile kalbine getirdiği nefese dayandırmıştır. Bu konularda İbn Arabi'ye iftiralarda bulunan kişi özellikle İbni Teymiyye olmuştur. İbn Arabi’nin ilk defa ortaya attığı görüş olan Vahdet-i Vücut, Konevî tarafından irfan sözlüğüne girmiştir. Bestami gibi “tesbih ve takdis banadır, şanım ne yücedir” demediği gibi, hiçbir zaman “Enel-Hak” iddiasında da bulunmamıştır. Hallac-ı Mansur ya da Arabi gibilerini şirk ehli gibi gösterenler bu üstadların söylediklerini hep yanlış anlamışlar ya da yanlış anlaşılmalarını istemişlerdir. Voltaire’in Arabi için şöyle dediği rivayet edilir: “Müslümanlar arasında bir adam çıktı, onu da Müslümanlar kabul etmiyor.” İbn Arabi'i en büyük eseri olan Fütuhât-ı Mekkiyye adlı kitabının tamamının Mekke'de kendisine ilham olunduğunu bildirmektedir. Ancak kitabın yazılmasının tamamlanması 23 yıl sürecektir. Bu kitap hakkında kendisi şunları söylemiştir: “Burada yazdıklarımın hepsi önce bana okutuldu. Bu kitapta yazılanların hepsi ya Mükerrem Kabeyi tavafın sırasında ya da murakabe için Harem-i Şerif'te oturduğum sırada Allah Teâlâ'nın bana açtıklarıdır. Vallahi bu kitabın bir noktası bile İlkay-i Rabbani ve İmla-i İlahi olmadan yazılmamıştır. Bir gün Beytullah'ı tavaf ediyordum. Kabenin hakikatinin tecessüm etmiş bir şekli olan bir genç (feta), Hacer-ül Esved yönünden bana doğru geldi ve “beni oku, bende ne görüyorsan bunu kitabına geçir ve sevdiğin kişilere bunları talim et” dedi. Derin bir nurdu sanki. Gözlerimin önüne kendinde bulunan gizli bilgileri getirdi. Ondan okumaya başladığım ilk satır, bu kitabın ikinci bölümü olarak yazıya geçirildi. Bana sahip olduğun sırlardan bazılarını aç dediğim zaman, “benim ayak izlerim üzerinde benimle beraber tavaf et” dedi. Onunla beraber yedi tavaf yaptık. Bana, “şu görmüş olduğun evim benim zatımı temsil eder, yedi tavaf ise yedi zati sıfatımı temsil eder” dedi. Onunla her bir tavafımızda bu kitabın bir bölümü okundu.” İbn Arabi eserlerini, diğer kitap telif edenler gibi düşünerek taşınarak yazmadığını bildirmektedir. Bu eserlerin zihni çabaların ve düşüncelerin bir ürünü olmaktan ziyade birer ilahi ilham olduklarını özellikle belirtmiştir. Bu tasavvuf ilminin bilgi tasnifi ve epistemolojisinde vahiy, ilham, keşif, zevk ve müşahede gibi terimlerle anlatılan bir bilgi ve bilme türüdür. Bu türlü bir bilme tarzıyla sahip olunan bilgilerin yazıya geçirilmelerinde yaşananlar tıpkı bir doğum sancısına benzer. Bütün eserlerinde ya ancak Allah'tan gelen mevârid kalbini yaracak ve ciğerlerini parçalayacak hale geldiğinde daha fazla dayanamayarak bunlardan zabtedebildiklerini kaydetmek suretiyle veya hakikatin doğrudan doğruya görülmesiyle veyahut da bizzat Allah'ın emriyle imkan dairesine geldiğini söylemektedir. Hatta bu yüzden yazılarında bazen tutarsızlıkların olduğunu ifade eder. Bu konuda şunları da El-Fütuhât'ta beyan etmektedir: “Bu eserin de tıpkı diğer eserlerim gibi maharetli yazarların umumi kitap yazış tarzları ile yazılmış değildir. Bu kitabın bölümlerinin sırasının böyle olması da kendi elimde değildi. Aynen talak, iddet ve nikah ile ilgili ayetlerin orta yerinde “Namazlarınızı ve orta namazını muhafaza ediniz” (Bakara, 2/238) ayetinin gelmesi gibi. Bu da bir emr-i ilahi oldu… Bana kalsa usûlden bahseden 88. bölümün mantıkî olarak 68-72. bölümler arasından daha önce gelmesi gerekirdi. Fakat bu kendi irademle olmadı.” İbn Arabi bütün eserlerinde müsvedde yapmak adeti olmadığını, bütün yazılarını kendisine geldiği gibi yazdığını söylemektedir. Bu gelen varidatı ya çok süratli bir şekilde doğrudan doğruya kendisi kaleme alır veya yanındakileri bunlara dikkatle dikte ettirirdi. İbn Arabi'ye ait olan eserlerin sayısı tahminen 550'dir. Ancak bunların içerisinden 305 tanesi günümüze ulaşamamıştır. Dolayısıyla bugün ancak İbn Arabi'nin eserlerinden elimizde 245 küsur mevcuttur. Bu eserlerden bazıları sadece birkaç sayfadan müteşekkil iken, bazısı da 64 cilt tutmaktadır. 64 cilt olduğunu söylediği eseri, Kur'an'ın 18. suresi olan Kehf suresinin 60. ayetine kadar getirdiği el-Cem’ ve’t-tafsîl fî esrâri’l-maânî ve’t-tenzîl adını verdiği tefsiridir ki maalesef bugün kayıptır. İbn Arabi'nin yazdığı ilk eserinin Kitâb’ul- Meşâhid olduğu ve en son yazdığı eserinin de El-Fütûhât'ın son bölümü olan “Vesâyâ” kısmı olduğu bilinmektedir. İbn Arabi'nin düşüncelerini belirli bir akademik disiplinin kalıplarına indirgemek yoluyla yapılan genellemeler bazı problemlere yol açmaktadır. Bu husus, çalışma yapan kişinin İbn Arabi’yi bir filozof veya bir mistik veya bir rasyonel düşünür gibi ele almasının neticesidir. Bu istenilen maksada aksine sonuçlar doğurmaktadır. Çünkü yüksek irfana dair mevzularda eserleri olan sufiler, ele aldıkları konuların tabiatları nedeniyle kolay olmayan, anlaşılamayan, kesif ve yer yer çift veya çok manalı bir dil kullanarak yazmışlardır. Nitekim İbn Arabi Kitâbü’l-Fenâ isimli risalesinin başında bu hususun önemine işaret ederek şöyle demektedir: “Bu fen keşfî ve ilmîdir. Yüceliğinden dolayı insanların çoğundan setr edilmesi gerekir, zira derinliği çok fazla ve tehlikesi çok büyüktür.” İbn Arabi'nin düşüncelerinin ana eksenini Vahdet-i Vücud anlayışı oluşturur. Ancak bu düşüncelerini çekinmeden aktardığı kitaplar yüzünden bazı çevreler tarafından tepki görmüştür. Bununla beraber kendisini tanıyan çoğunluğun ilham kaynağı olmuştur. Vahdet-i vücud Allah'ın bir olduğuna iman etmek temeline dayanır. Allah'ın bir olduğu görüşü, yani bu birlik düşüncesi birçok farklı inanışlarda mevcuttur. Buna göre bütün varlıklar görünüşlerindeki ayrılıklarından farklı olarak Birlik içinde birleşir ve kaynaşırlar. Her şeyin bir olduğunu idrak etmenin dereceleri de tevhid dereceleri olarak adlandırılır. Bu derecelerin en son mertebesi Fena Fillah sonrası da her şeyle bir olmaktır.
İbn Arabi’nin Açıkladığı Bazı Keşif Bilgileri İbn Arabi keşif ve ilham yoluyla elde ettiği bilgileri kitaplarında açıklamıştır. Bu bilgilerden bazılarını aşağıda ifade ediyoruz. ● Allah hakikatleri kendi Hakk’ının isimleri sayısınca meydana getirmiş, amade kıldığı meleklerini yaratıklarının sayısınca ortaya çıkarmıştır. Her hakikat için o hakikatin kendisinin bildiği ve ibadet ettiği bir isim belirlemiştir. Her hakikatin sırrı içinde sürekli kendisine hizmet eden ve eşlik eden bir melek yaratmıştır. ● Başlangıç ile son arasında bağlayıcı bir sebep ve geçerli tutucu bir bağ olmasaydı, birisi diğeri vasıtasıyla bilinemez ve son başlangıcın hükmüne göre sabit denilemezdi. Son başlangıcın aynıdır. Bu zorunlu ve doğru bir hükümdür. ● Hibeleri yüce ve ihsanları büyük Allah ile baş başa kalan himmet sahibi adına yeryüzünde söz söyleyen herkesin bîhaber olduğu bilgiler meydana gelir. Hatta bu hale sahip olmayan akılcılar ve delilden hareket edenlerin tümü ona açılan ilimlerden habersizdir. Söz konusu ilimler teorik aklın kendilerine ulaşamayacağı kadar uzaktır. ● Akıl ilimleri insanda zorunluluk hükmü ile gerçekleşen veya delilin yönünü öğrenmek tarzıyla delili incelemekle gerçekleşen ilimdir. Bunların bir kısmı doğru bir kısmı yanlıştır. ● Sırlar ilmi: Bir insan onları bildiğinde bütün ilimleri öğrenir ve kuşatır. Diğer ilimlerin sahipleri böyle bir imkana sahip değildir. O bütün bilinenleri içerir. Akıl buraya giremez. Çünkü akıl, masum (peygamber) bildirmediği sürece sır ilmini algılayamaz. Masum bildirdiğinde ise akıllının gönlü serinler. Masum olmayan böyle bir bilgiyi getirdiğinde ise, onun sözünden sadece zevk sahibi haz alabilir. ● Onu bilseydin, O, O olmazdı. O seni bilmeseydi, sen olmazdın. Bineanaleyh Allah bilgisi ile seni var etmiş, sen de acizliğinle O’na ibadet etmişsindir. O, O’dur, O’na aittir sana değil. Sen sensin, kendine aitsin ve O’na aitsin. ● Yokluk mutlak kötülüktür. İyilik varlıkta, kötülük yokluktadır. Hakk hiçbir şekilde kötülüğün bulunmadığı mutlak iyiliktir. ● Ruhların hayatları kendilerinden kaynaklandığı için ölmeleri kesinlikle mümkün değildir. Cisimlerde canlılık dolaylı olduğu için onlar ölümlüdür ve yok olmaları söz konusudur. ● Birlik halinde ve ayrıntılı olarak varlığa her baktığında, bir’in sayılara eşlik etmesi gibi tevhidin varlığa eşlik ettiğini ve ondan asla ayrılmadığını görürsün. ● Bize göre alem büyük mushaftır (kitap). Bu mushaf açılmış, varlık sayfasında yazılmış ve rakamlanmış harflerdir. Yazmak kendisinde sonsuza dek ve bitmeden sürer. Alemin ortaya çıkışı Bismillahirrahmanirrahim’dir. Başka bir ifadeyle Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla alem ortaya çıkmıştır. ● Allah isimlerinin otoritesi ortaya çıksın diye alemi yarattı. Çünkü güç yetirilen olmaksızın kudret, ihsan edilen olmaksızın cömertlik anlaşılmaz. Allah alemi dünyada karışık yaratmıştır. İki avucunu hamurda karıştırmış, sonra bireyleri ondan ayrıştırmış, avucunun birinde olanlar diğerine dahil olmuştur. Böylece haller bilinmez olmuştur. İşin sonu bu karışımdan kurtulmak ve herkesin kendi aleminde kalıncaya kadar iki avucun ayırt edilmesidir. İşte bu alemin varlık gayesidir. Bu iki avuç Hakk’ın kendinde sahip olduğu bir niteliğe dönen iki hakikattir. ● Allah, Adem'in sol kaburgasından Havva’yı çıkarmıştır. Kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar hiçbir zaman erkeklere katılamaz. Havva kaburgadaki eğrilik ve de düşkünlük nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Erkeğin kadına düşkünlüğü gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Erkekte kaburga sevgi ve düşkünlük demektir. ● Elestü meclisinde Allah'ın, Adem'in sırtından zürriyetini alıp onları kendilerine karşı şahit tuttuğunda tefekkürleriyle Evet dememişlerdir. Onların Evet demesi Hakk’ın bir ihsanı ve lütfuydu. Fakat onlar Allah'ı bilmede müfekkire gücüne döndüklerinde ise Allah'ı bilmede farklı yönlere gitmişlerdir. ● Adem'in toprağından artan bir kısımdan Allah hurmayı yaratmıştır. Bu hurma Adem'in kız kardeşi, bizim ise halamızdır. Hurmada diğer bitkiler de olmayan garip sırlar vardır. Hurma yaratıldıktan sonra gizlilikte susam kadar bir çamur artmıştı. Allah bu artıkla geniş bir arz yaratmıştır. Bu arzda değeri hesaplanamayacak gariplikler ve bilinmezlikler vardır. Oranın durumu akılları hayrete düşürür. Her nefeste Allah orada alemler yaratır. Onlar bakıp usanmaksızın gece gündüz tesbih ederler. Allah'ın büyüklüğü o arz içinde ortaya çıkmıştır. Allah o arzın alemleri içinde bizim suretlerimize göre bir alem yaratmıştır ki, o alemi arife gösterdiği vakit, arif nefsini onda müşahede eder. Bu hakikat arzı kendi alemi ya da özellikle bize ait ruhlar aleminin dışında beşeri doğadaki tabii cisimlerden hiçbir şeyi kabul etmez. Dolayısıyla arifler oraya bedenleri ile değil ruhları ile girerler. ● Cinlerde ezme, büyüklenme ve üstün olma duygusu vardır. Çünkü kendisinden meydana geldikleri ateş unsuru konumu itibariyle unsurların en üstünüdür. Cinlerde üreme havanın dişinin rahmine üflenmesi ile gerçekleşir. Melekler nurlara, cinler rüzgarlara, insanlar ise bedenlere üflenmiş ruhlardır. ● Bu ümmet önceki milletlerin ilimlerini öğrenmiş ve öncekilerin sahip olmadığı bilgiler kendilerine tahsis edilmiştir. ● Allah bütün bilgiyi feleklere yerleştirdi. İnsanı ise bütün alemin bağlarının, alemdeki şeyler arasındaki bağ ve münasebetlerin bir toplamı yaptı. İnsandan alemdeki her şeye uzanan bir bağ vardır. İnsanda bulunan bu bağdan insana ulaştırılması için Allah'ın o şeye bıraktığı durumlar meydana gelir. Arif insan bu bağdan istediğinde o şeyi hareket ettirir. Alemde insanda eseri bulunmayan bir şey olmadığı gibi, insanın eserinin bulunmadığı herhangi bir şey de alemde yoktur. Bu İmam bu bağları keşfeder ve onların bilgisine sahiptir. Bu bağlar Nur'un ışınlarına benzer. ● Allah'ın yaratmış olduğu ve dışta birleşik olarak meydana getirdiği her şeyin bir zahiri bir batını yüzü vardır. Allah'tan başka her varlık birleşiktir. Allah'tan başka her şeye yoksunluğun eşlik etmesini zorunlu kılan da budur. ● Vav harfi etki itibarıyla harflerin en genelidir. Harfler İlmi, Velilerin İlmi diye isimlendirildiği gibi, öte yandan var olanların hakikatleri onunla ortaya çıkar, oluş harflerden meydana gelir. ● Ariflerin faziletlileri bu hapisten kurtulmak için ölümü isterler. Peygamberler ise Allah'a kavuşmak için ölümü isterler. Allah ehli de böyledir. Ölüm Allah'tan peygamberine bir nimettir. ● Allah dünya halinde uyanıklığı değil uykuyu zikretmiştir. Bu durumda uyanmanın ancak ölümle gerçekleşeceğini ve ölmediği sürece insanın sürekli uykuda olduğunu gösterir. İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar. Dünya tabir edilmesi gereken bir rüya, geçilmesi gereken bir köprüdür. ● İnsan Allah'ın kullarına karşı gizli bir tuzağı olduğunu bilmelidir. Herkes Rabbini bildiği ölçüde O’nun tarafından tuzağa düşürülür. Bu ilahi ihsan nimete giydirilmiş Allah'ın bir denemesi sayılır. ● Bütün alem sebep ve sonuçlar, neden ve nedenliler olarak birbirine bağlıdır. ● Güneş tutulması gibi yıldızların da tutulması vardır. Fakat insanların çoğu bilmez ve inanmaz. Çünkü farklı türlere göre bütün bu tutulmalar gerçekte kendisi için gerçekleşen ilahi tecellilerin karşısında tutulan şeyin korku duymasıdır. Allah bugün yaratıkların gözlerini açsaydı denizin ateş olarak kaynadığını görecekti. ● Akıllı insanlar, Allah'ın peygamberlerine ve onlara uyan veli kullarına, öğretim ve çalışma gibi alışılagelen öğrenim yolunun dışında özel ilahi feyiz yönünden tahsis ettiği bilginin farkında olan kimselerdir. Akıl, Allah hakkındaki bu bilgiyi düşünce gücü bakımından elde edemez. Bu bilgiler bir araştırma ve okuma olmaksızın Allah ile yalnız kalmam sayesinde bana açılmıştır. ● Yağmur suyu şer'i ledünni ilim demektir. Yağmur suyu tek bir haldedir. Temiz, duru, serin, içimi hoş bir su. Bu doğru akıl ve fikirlerin bilgilerinden ilahi nedenin ilminin tek bir tadı vardır, temizdir, doğrudur ve ona kir karışmamıştır. İtimadın ve kalbindeki temizliğin bu bilgi gibi olsun. Bu bilgi yağmur suyuna benzeyen şeriat bilgisidir. ● Allah hikmeti sebeplerin varlığına bağlamıştır. ● Allah'ın birliğini bilmek, mutlak anlamda temizlik demektir. ● Fetva veren, bu benim kanaatimdir derse - nitekim akılcılar kendi kitaplarında böyle der - o konuda kendisine uymak haramdır. Çünkü Allah sadece kitap ve sünnette belirlenen yasaya göre ibadetle yükümlü tutmuştur. Binaenaleyh hiç kimse Allah'a başka birisinin görüşü ile ibadet etmemiştir. ● Gece namazı perdelerle çevrelenmiş sırların ve gizli bilgilerin sahipleri olan aşıkların namazıdır. ● “Elbiseni temizle” (Müddesir,74/4) ayetindeki elbise batıni anlamıyla kalp demektir. Arif Rabbi ile konuşmak için kalbini temizleyeceği zaman, Rabbi vasıtasıyla değil de, kendi kendine temizlemeye kalktığında bu durumun kalbinin daha çok kirlenmesine yol açacağını görür. Burada istenilen temizlik nefsinden uzaklaşmak ve bütün işleri Allah'a havale etmektir. ● Allah'a yaklaştıran ibadetler yalnız Allah katından öğrenilir. Aklın herhangi bir şekilde etkisi ve hükmü yoktur. Şeriat bir kez bunları belirlediğinde ise belirlediği gibi kalır. ● Hakk ezanın anlamını bana gösterdiğinde, gözün ulaşabildiği yere kadar her kelimede bulunan ve duyuyla sınırlanan iyilikleri gördüm. ● Ayetelkürsi'den başka içinde Allah'ın 16 yerde gizli ve açık bir şekilde zikredildiği bir ayet yoktur. ● Allah'ı bilenlerin imamı Hakk’tır. ● Namaz kılan kişi Rabbi ile konuşmaktadır. ● Akıl cisimler aleminin perde olması ölçüsünde Allah'ı bilmekten mahrum kalır. ● Güneş de tıpkı diğer yıldızlar gibi Allah'ın gökte çıkardığı tohumdandır. ● Eşya gerçekte bir varlıktan başka bir varlığa çıkmış demektir. Başka bir ifadeyle eşya bilgi varlığından dış varlığa geçmiştir. İmkansız olan ise ayrışmış hakikatlerin bulunduğu mutlak yokluktur. ● Allah yolunun ehli olan bir adama Allah hakkındaki bilgi verilir. Bilginin zekatı onu öğretmektir. ● Ruhların besini onların beslendikleri keşif ilimleri ya da özellikle imandır. Çünkü bu kadar bir ilim ile düşünen ruhların yapısı ayakta durur. ● Arif Rabbi hakkında kesin bir bilgiye ulaştığında adeta bütünüyle nur haline gelir. Hakk ise onun kulağı, gözü ve bütün güçleri haline gelir. ● Allah’ın marifeti arifin malıdır ve bu malın zekatı öğretmektir. Öğretmek ilahi bir derecedir. ● Allah herhangi bir şeyi rastlantı olarak yaratmaz. Allah her şeyi doğru bir bilgi, irade, bilinmeyen bir takdir ve kazaya göre meydana getirir. Dolayısıyla herhangi bir olayın veya varlığın O’nun bilgisinde meydana gelmiş olması gerekir. ● Allah'ın eşyadaki hikmetini ancak Allah ehli bilebilir. Düşünce ve kıyastan hareket edenler ise hikmeti tesadüfen bulabilirler. Bu ise onlarda bir bilgi haline gelmez. ● Sayının ilahiyat konularında bir otoritesi vardır ve bu otorite zikir, isim ve huy alanında geçerlidir. Sayıyı öğrenmeyen kimse Allah hakkındaki bilgiden pek çok şey yitirir. Bu nedenle birlikteki çokluğun ve çokluktaki birliğin varlığı sayının bir hükmüdür. ● Allah yokluk halinde yaratmayı irade ettiği eşyaya, En-Nur ismi ile tecelli eder. O varlıklar üzerinde bu tecellinin nurları parıldar ve onlar da yaratılışı kabul etmek için istidat kazanırlar. ● Allah alemi yaratmayı kendiliğinden nefsine zorunlu kıldı. Buna O’nu zorlayan, alem hakkındaki bilginin ve varlığın kemâle ulaşmasını dilemesidir. Bu nedenle sufiler “Alem bütün varlık hükümlerinde Hakk’ın suretine göre ortaya çıktı” derler. ● Öyleyse varlıklarda hakikat (A’yan) onlar için madde (Heyûlâ) gibi veya onlar için ruhlar gibidir. Varlık ise ruhların zahiri veya söz konusu heyûlânî hakikatlerinin suretleridir. ● Kader bilgisinin gizlenmesinin nedeni, onun bir yandan Hakk’ın zatına, bir yandan ise takdir edilen şeylere dönük bir bağ ve nispetinin olmasıdır. Zatın izzeti bilinmekten uzak olduğu gibi, takdir olunan şeylerin Zat ile nispetleri de bilinmemekten uzaktır. Öyleyse kader bilinen bilinmeyendir. ● Nafile ibadetler ve onlara devam kula Hakk’ın niteliklerinin hükümlerini kazandırır. Farzlar ise onun bütününün nur olmasını sağlar. ● Bütün alem Adem'in tafsilidir. Adem ise toplayıcı kitaptır. Öyleyse alem karşısında Adem, beden karşısında ruh gibidir. ● Yeryüzünün her parçasının kendisine bakılan ulvi bir ruhaniliği vardır. ● Nebilik kıyamet gününe kadar yaratılmışlara yayılmıştır. Bununla birlikte şeriat getiren nebilik anlamında teşri kesilmiştir. O halde teşri nebiliğin bütünü değil bir parçasıdır. Çünkü Allah'ın haber ve bildirimleri alemden kesilmez. Kesilseydi alemin bekası için besleneceği besin kalmazdı. ● Akıl bilgisi bilinmeyen alim iken, aynı zamanda bilgisizliğinin sonu olmayan cahildir. ● Allah'ı bilmekten acizlik, O’nu bilmektir. ● Allah alemin varlıkta yazmış olduğu her şeyi ilham vasıtasıyla kalplere yazdırır. Çünkü alem yazılmış ilahi bir kitaptır.
İbn Arabi’nin Menkibeleri ● Allah Teâlâ, Adem'i yaratırken kullandığı çamurdan kalan en son küçük bir parçadan “Hakikat Arzı” diye adlandırılan bir alem yaratmıştır. Bu alemin birçok sırları ve gariplikleri vardır. Bu aleme ariflerin ruhları ile gittikleri ve orada birçok insanlarla tanıştıkları söylenmektedir. İbn Arabi de bunlardan biridir. Kendisi bu Hakikat Arzına gidişini el-Fütûhât’ta şöyle anlatmaktadır: “Girişte iki kişi bana bir elbise giydirdiler. Ancak bu şekilde hakikat arzına girebildim. Gördüklerim çok şaşırtıcı ve dünyadakinden çok farklıydı. İnsanları bizim gibilerdi ve Allah'ı çok zikrediyorlardı. Buradaki tabiatın değişik kuralları vardı. Altından ve gümüşten ağaçlar ve meyveler vardı. Bunlardan yedikçe hemen yenisi oluşuyordu. Sular yerden yukarıya doğru akıyordu. Evleri üçgen şeklinde yapılmıştı. Hükümdarları ve yönetim kuralları vardı. Buradaki acayip halleri bir süre seyredip insanları ile görüştükten sonra çıkışa gelip üstümdeki elbiseyi çıkardım ve onlara geri verdim. Ruhen tekrar dünyaya döndüm.” ● İbn Arabi bir gün Tunus limanında yanaşmış gemilerden birinin güvertesine çıkmış etrafı seyrederken, denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalade güzel bir manzara oluşmuştur. Ancak Cenab-ı Hakk'ın ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmış ve birden uzaktan uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini görmüştür. Bu kişi yanına geldiğinde selam verip bazı şeyler söylemiş. İbn Arabi, bu arada kişinin ayaklarına dikkatlice baktığında, onların ıslak olmadığını görmüştü. Konuşmaları bittikten sonra uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesafe kat ediyordu. Hem yürüyor hem de Hakk Teâlâ’nın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki kendimden geçmiştim. Ertesi günü şehirde bir şahıs yanıma gelerek selam verdi ve şöyle dedi: Gece gemide Hızır Aleyhisselam ile neler konuştunuz? O neler sordu, Sen ne cevap verdin? Böylece gemiye gelen kişinin Hızır Aleyhisselam olduğunu anladım. ● Tunus'ta bir ressam İbn Arabi'nin şöhretini duymuş ve onun eşyanın hakikati (ayan-ı sabite) hakkındaki görüşleri okumuştu. Ancak bunlara inanmayan ressam İbn Arabi'yi imtihan etmek istemiş, bu nedenle bir salkım üzümü dalından koparmış ve bir üzüm tanesini çıkararak resmini yapmıştı. Bu resmi İbn Arabi'ye gösteren ressam, resimde bir eksiklik olup olmadığını sordu. İbn Arabi üzüm salkımının hakikatine bakınca bir üzüm tanesinin eksik olduğunu görmüş ve ressama eksik olan üzüm tanesinin yerini göstermişti. Bunun üzerine ressam yaptığı hileyi itiraf etmiş ve İbn Arabi'nin eşyaların hakikati hakkındaki düşüncesini tasdik etmiştir. ● Zenginlerden biri İbn Arabi'ye kıymetli bir ev bağışlamıştı. İbn Arabi bu evde otururken bir gün bir fakir geldi ve dedi ki “Allah rızası için bana bir şey ver”. Arabi de şöyle cevap verdi: “Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu sana vereyim senin olsun.” Böyle söyleyip evi o fakire verdi ve evi terk etti. ● Bir gün İbn Arabi'nin sohbetine kafir bir filozof gelmişti. Bu filozof peygamberlerin mucizelerini inkar ediyordu. Felsefenin her şeyi çözmeye kadir olduğunu iddia ediyordu. Soğuk bir kış günüydü, ortada içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki, halktan insanlar İbrahim Aleyhisselam'ın ateşe atıldığı ve yanmadığını sanıyorlar. Bu nasıl olur? Oysa ateş her şeyi yakar, kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır. Bu şekilde devam edip birtakım sözler söyleyince İbn Arabi şöyle cevap verdi: Allah Teâlâ Enbiya suresinin 69. ayeti kerimesinde, “Biz, Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selamet ol dedik” buyurmaktadır. Orada bulunan mangalı alıp içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hali gören filozof donup kalmıştı. Ateşin elbisesini ve Arabi'nin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. İbn Arabi ateşi tekrar mangala doldurup filozofa, “yaklaş ve ellerini ateşe sok” dedi. Filozof ellerini uzatır uzatmaz ateşin etkisiyle hemen geri çekti. İbn Arabi, bunun üzerine ateşin yakıp yakmaması Allah Teâlâ'nın dilemesiyledir dedi. Filozof onun bu kerametini görünce kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. ● İbn Arabi deniz yolu ile uzak bir memlekete seyahate çıkmıştı. Gemi bir limanda mola verdi. Vakit öyle üzeriydi. Namaz kılmak için harap olmuş bir mescide giden İbn Arabi orada, gayrimüslim bir kimsenin gelmiş etrafı seyrediyor olduğunu gördü. Onunla biraz konuştu. O şahıs peygamberlerden meydana gelen mucizelerle evliyadan hasıl olan kerametlere inanmıyordu. Onlar konuşurken mescide birkaç seyyah geldi, namaza durdular. İçlerinden biri yerdeki seccadeyi alıp havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. İbn Arabi dikkatlice baktığında onun Hızır Aleyhisselam olduğunu anladı. Namazdan sonra Hızır Aleyhisselam ona dönerek bunu şu münkir kimse için yaptım dedi. Mucize ve keramete inanmayan o gayrimüslim bu sözleri işitince insafa gelip Müslüman oldu. ● Büyük alimlerden birisi Kabe'ye gelmiş tavaf ediyordu. O sırada ihramını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını görünce, kendi kendine “Benim gibi bir alime hürmet etmemek ne ayıp şey” dedi. Biraz sonra büyük bir camide vaaz verecekti. Cami çok kalabalıktı. Bütün cemaat onun vaazını dinlemek için bekliyordu. Büyük alim ağır ağır kürsüye çıktı, fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu, ter içinde kaldı. “Bugün biraz rahatsızım konuşmayacağım” dedi ve kürsüden indi. Evine gidip şöyle dua etti: “Ya Rabbi! Ne gibi bir hata ettim, ne gibi bir kusur işledim de bunlar başıma geldi? O gece rüyasında İbn Arabi’yi gördü. Hatasının, ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu. Ertesi günü Arabi'yi aradı, ancak bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı çalındı. Gördü ki İbn Arabi karşısında durmaktadır. Buyurun deyip onu içeri aldı ve af diledi. Arabi onun üzerine onun özrünü kabul etti ve Allah Teâlâ'ya onun için dua etti. O alim kimsenin ilmi de kendisine iade olundu.
İbn Arabi’nin Şiirleri İbn Arabi'ye ait birçok şiirler vardır. Kendisi esas itibariyle yazılarını nesir ile yazmasına karşılık, şiire de hususi bir yer ayırmıştır. Şiirlerinde bazen remzî ve mecazî (sembolik) anlatımı tercih etmiştir. El-Fütûhât’taki şiirlerinin toplamı 7.102 beyittir. El-Fütûhât’ın her bölümünün başında şiir bulunmaktadır. Bu şiirle o bölümde anlatılmak istenilen tamamlanmaktadır. İbn Arabi'nin şiirlerinden oluşan bir Dîvan’ı da vardır. Ancak Dîvan’ındaki şiirler el-Fütûhât’taki şiirlerinden daha azdır. İbn Arabi’nin şiirlerinden oluşan diğer bir eseri de Tercümânü’l-eşvâk adını taşır. Bu eser hakkında kendisi şunları söylemiştir: “Bu kitapta Rabbani marifetleri, ilâhî nurları, kalbî ilimleri ve Şâri’in hükümlerini îmâ ettim. Fakat bunların hepsinin cismanî aşk temalarını kullanarak yaptım. Çünkü bu kabil izahlar nefsin daha çok dikkatini çeker.” İbn Arabi’nin el-Fütûhât'ta yazdığı, manevi miracı esnasında irticalen söylediği şiirini aşağıda ifade ediyoruz: Ey ayetleri ve haberleri indiren! Bana da isimlerin gösterdiği şeyleri indir Seni bütün övgü türleri ile övebileyim Hem sevinç hem de kederdeki övgüler ile Sonra Hz. Peygamber’e (sav) işaret ettim: Bu Efendi âlemdir Onu halifeler devrinden soyutladın Onu soylu asıl yaptın, Âdem ise Henüz yaratılış toprağı ile su arasındaydı Onu naklettin, ta ki kendi devri geldi Onun sonunu başlangıca bağladın Onu hor ve korkan bir kul olarak yerleştirdin Bir dönem size Hira dağında yakarırdı Ta ki ona katınızdan bir müjdeci geldi Görevi bildirmek olan Cebrail Dedi ki: “Selâm sana! Sen Muhammed’sin” Kulların sırrı, habercilerin Mührü (ve sonuncusu) Efendim! Doğru mu söylüyorum? (dedim) Bana dedi ki: Doğru söyledin ve sen benim örtümün gölgesisin Artık hamd et ve Rabbine övgüyü arttır Kuşkusuz sana eşyanın hakikatleri öğretildi Rabbinin işinden sana açılanı bize nesir olarak bildir Senin korunmuş kalbine, karanlıkta açılanı Bir hakikatle var olan her türlü gerçekten Alış-veriş olmaksızın malın olarak sana gelen gerçeği.
Yorum ve Eleştirileriniz için : oryanmh@gmail.com |
İbn Arabi (ks) Hazretleri |
Yayınlanma Tarihi: 15.10.2022 |