İlim ve Tasavvuf

Yeni Yayınlanmış 

Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler

İlim ve Tasavvuf

Üç Güzellik:

İman, İlim, Tasavvuf

 

İSMAİL  HAKKI  BURSEVÎ (ks)

İsmâil Hakkı Bursevî, (1653, 1725)  mutasavvıf, Celvetî şeyhi, müfessir, şâirdir. Tefsir, hadis, tasavvuf, şiir, hutbe, gramer gibi birçok dalda çok sayıda eser verdi. Yaşadığı devre göre oldukça sade bir üslûp ve lisân kullanmıştır. Bursa’da yaşadığı için Bursevî denir. İstanbul'un Üsküdar ilçesinde mukîm, Bayramiyye tarikatının Celvetiyye kolunun kurucusu Aziz Mahmut Hüdâyî'nin halifesidir. İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî ve Mevlana Celâleddîn Rûmî çizgisinde bir tasavvuf anlayışına sahip olan Bursevî, vahded-î vücûd anlayışının Anadolu topraklarında yayılmasında etkili olmuş bir kişidir. Yirmi seneden uzun süre çalışarak meydana getirdiği “Rûhu'l Beyân” başlıklı Kur'an-ı Kerîm tefsiri, Osmanlı döneminde yazılan tefsirlerin en önemlilerinden birisi olarak kabul edilir.

Bulgaristan’ın Aydos kasabasında doğan Bursevî yedi yıl Edirne'de öğrenim gördü. Edirne'deki öğrenimini tamamlayınca İstanbul'a gitti ve Fatih'teki Atpazarı Meydanı'nda bulunan Kul Camii'nin imamı olduğu için “Atpazarı şeyhi” olarak tanınmış Celvetî şeyhi Atpazarî Osman Fazlı'ya intisâb etti. 1675'te şeyhin halifesi olarak Üsküp'e gitti ve vaazlar verdi. Bu dönemde Üsküp müftüsünü ve şehrin bazı ileri gelenlerini eleştirmesi nedeniyle birçok kişiyi karşısına aldı. Üsküp'te altı yıl kaldıktan sonra muhaliflerinin etkisi ile önce Köprülü'ye nakledildi, sonra Ustrumca'da görev yaptı.

Bursa halifesinin ölümü üzerine 1684-1685 yılında Bursa'ya yerleşti ve onun yerini aldı. Ulucami'de ve diğer bazı camilerde vaaz verdi. Vaazlarında Kur'an-ı Kerîm'i Fatiha Suresi'nden başlayarak tefsir etmiş; vaazda söylediklerine tasavvufî yorumlar ekleyip şiirler zikrederek yazıya geçirmiştir. “Rûḥu’l-beyân” (1705) adlı tefsiri bu şekilde tamamlandı.

Her sene şeyhi Osman Fazlı'yı İstanbul'da ziyaret eden Bursevî, Osman Fazlı'nın Mağusa'ya sürgün edilmesi üzerine 1689-1690 yılında onu Mağusa'da ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında şeyhi onu kendisi yerine tayin etti.

Bursevî, Sadrazam Elmas Mehmed Paşa'nın daveti üzerine Padişah II. Mustafa'nın I. ve II. Avusturya seferlerine katılıp vaazlarıyla askere cesaret verdi. İki defa hacca gitti (1700 ve 1710 yılları). Üç yıl Tekirdağ'da, üç yıl Şam'da yaşadıktan sonra İstanbul'a yerleşti, Üsküdar'daki Ahmediye Camii'nde vaizliğe başladı. Celvetiyye tarikatının merkezini Üsküdar'a taşıdı. Birçok paşa, vezir ve devlet adamıyla görüşmelerde bulundu.

Dostlarının daveti üzerine 73 yaşında iken Bursa'ya döndü ve eser yazmakla meşgul oldu. Bursa'da Tuz Pazarı civarında “Cami-i Muhammedi” adını verdiği bir cami ve bir tekke yaptırdı. 20 Temmuz 1725'te Bursa'da öldü. Vasiyeti gereği tekkesinde toprağa verildi.

Şeyhi Osman Fazlı’nın yanı sıra başta Muhyiddin İbnü’l-Arabî olmak üzere Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin İsmâil Hakkı’nın üzerinde büyük tesirleri olduğu görülmektedir. Vahdetî Osman Efendi, oğlu Mehmed Bahâeddin, Zâtî Süleyman Efendi, Hikmetî Mehmed Efendi, Derûnîzâde Mehmed Hulûsî Efendi ve Şeyh Yahyâ Efendi yetiştirdiği halifeler arasında zikredilebilir. Vahdet-i vücûd anlayışına sıkı sıkıya bağlı olan İsmâil Hakkı, hakîkat-i Muhammediyye’nin zuhurunu ayın bir aylık hareketine benzeterek anlatır.  Ona göre hakîkat-i Muhammediyye mutlak nübüvvet ve velâyeti içerir. Her nebî ve velînin nübüvvet ve velâyetten belli bir payı vardır. Velâyet mertebesi nübüvvetin özü gibidir ve nübüvvetten öncedir. Velâyet derecelerinin sonu nübüvvet makamlarının başıdır. Nübüvvet velâyete dayanır; her nebî velîdir, ancak her velî nebî değildir. Velâyetin peygamberlerde zuhuru asalet yoluyla, onların ümmetlerinden olan velîlerde ise tebaiyyet ve veraset yoluyladır.

İsmâil Hakkı’nın şiirlerinde vahdet-kesret alâkası, vahdet denilen şeyin kesretin zevali olduğu, Allah’ın bütün mahlûkat üzerinde isim ve sıfatlarıyla tecellisi, en güzel ve en mükemmel yaratık olması itibariyle insanda ism-i azamın tecelli ettiği dile getirilir. Allah güzel olduğu için kâinatın da güzel olduğu, görünen bütün âlemin O’nun vahdet aynasındaki gölgesinden ibaret bulunduğu, kâinattaki bütün mevcûdat Allah’ın varlığı ve birliğinin delili olduğuna göre ilâhî kudreti ve vahdeti hissetmeden sadece varlığı temaşa etmenin putperestlik demek olacağı ifade eder.

İsmâil Hakkı’nın mûsiki ile de ilgilendiğini, bazı el yazması güfte mecmualarında eserlerine rastlandığını ve özellikle Duhânî Şerif Çelebi’nin İsmâil Hakkı’ya ait çok sayıda güfteyi bestelediğini de zikretmek gerekir.

(Yayınlanma Tarihi : 24.11.2023  -  Sohbetin  tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

İSLAM  VE  AKILLI  TASARIM

Akıllı tasarım düşüncesinin İslam dininde karşılığı vardır. Çünkü akıllı tasarımın ileri sürdüğü hususlar İslam düşüncesinde de yer almaktadır. İslam düşüncesinde alemdeki düzenin Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı ve yönetildiği kabul edilir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de birçok ayetlerde ifade edilmiştir.

İslam düşüncesinde genellikle alemdeki düzeni ifade etmek için “nizâmü’l-âlem” terimi kullanılır. Müslümanlar nizam kavramı etrafında zengin bir terminoloji geliştirmişlerdir. Bu terminolojide asıl ilham kaynağı âlemi düzen, tasarım, ölçü, hesap, denge ve yasa kavramlarıyla resmeden çok sayıdaki kevnî ayetlerdir.

Kur’an’da nizam kelimesi geçmemektedir. Ancak Kur’an’da akıllı tasarımı anlatan birçok ayet vardır. Bu ayetlerle dünyanın yaratılışı, işleyişi ve amacı mükemmel bir şekilde anlatılmaktadır. Bu anlatımlar aslında bugünkü bilim anlayışına ters düşmez. Çünkü gerçek bilim adamları bilimin ne olduğunu, sınırlarının ne olduğunu, neleri izah edip neleri izah edemediğini açıkça ortaya koymuşlardır. Ancak kendi safsatalarını ve zanlarını ileri sürerek bilim yaptıklarını zannedenler, evrim teoricileri gibi, İslam’ın bilim anlayışını tamamen reddetmişler ve kendi anlayışları içerisinde bocalayıp durmaktadırlar. Bir Yaratıcı’ya inananların bilim anlayışı ile alay eden ve onları “çöp bilgisi” olarak görenler bir gün gerçeği anlayacaklar, fakat kendi hesaplarına iş işten geçmiş olacaktır.

“Esas Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına belli bir zaman tanır.” (Bakara, 2/15)

“Şüphesiz Biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik de onlar ilerisini göremezler, kalpleri körelmiştir.” (Neml, 27/4)

Akıllı tasarım düşüncesi, evrenin yaratılışında ve işleyişinde rastlantsal süreçler ve tesadüflerle olamayacağı fikrini ileri sürmüştür. Evrenin akıllıca düzenlenmiş bir tasarım olduğu ve failinin de Tanrı olduğu düşüncesi ortaya atılmıştır. Bu düşüncenin ispatı Michael J. Behe, William A. Dembski ve Stephen C. Meyer gibi bilim adamları tarafından çeşitli şekillerde ortaya konulmuştur. Ancak yaratılışa inanmayan evrim teoriciler bu düşünceleri ret etmekte ve onlara “çöp” gözüyle, işe yaramayan iddialar gözüyle, bir bakıma da alaycı bir tavırla bakmaktadırlar.

Buradaki asıl kavga Tanrı’ya iman ile imansızlık arasındaki mücadeledir. Tanrı’nın varlığına inanmayanlar, kendi safsata ve zanlarını bilim diye ortaya atarak inançsızlıklarını haklı çıkarma peşindedirler. Aslında ileri sürdükleri görüşler kendi bilim anlayışlarıyla da çelişmektedir. Çünkü iddia ettikleri şeyler denenebilir ve yanlışlanabilir değildir. Çünkü onların iddialarının denenmesi için on binlerce yıl gerekir. Fakat buna insanların ömrü yetmez.

İmansız insanların inanmamakta ısrar ederek, inananlarla alay etmeleri ve onların düşüncelerini çöp bilgi olarak değersizleştirmeleri aslında Hak ile batılın bir kavgasıdır. Bu kavgada Hakk’ın galip geleceği ve batılın yok olacağı Kur’an’da insanlara bildirilmiştir.

“De ki: Hak geldi batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkumdur.” (İsra, 17/81)

Bunun gerçekleşmesinin de ortaya çıkan akıllı tasarım düşüncesiyle başlamış olduğunu söyleyebiliriz.

İslam dini akıllı tasarım düşüncesini destekler. On beş asır boyunca İslam alimleri akıllı tasarımcıların ileri sürdükleri fikirleri dile getirmişler ve onları ispatlayan deliller ortaya koymuşlardır. Ancak batılı düşünürler asırlarca İslam dinine karşı olduklarından İslam alimlerinin ortaya koydukları açıklamaları dikkate almamışlardır. Oysa batının bilimsel buluşlarının birçoğu ortaçağ boyunca İslam alimlerinden öğrendikleri bilgilere dayanmaktadır. Bugün artık İslam dininin temel düşünceleri batılı bilim adamları tarafından ortaya atılmakta ve akıllı tasarım fikri birçok batılı düşünür tarafından da benimsenmektedir. Bu ilerleyiş zamanla daha da gelişecek ve dünya İslam dinine sempati ile yaklaşacaktır. Böylece batıda Müslüman olanların sayısı gün geçtikçe artacaktır. Bunun ilk adımları duyulmaktadır.

Ümit ediyor ve inanıyoruz ki, önümüzdeki kırk yıl içinde dünyaya tekrar İslam hakim olacaktır. Çünkü İslam dini insanlara dünya hayatlarının mutluluğunu ve refahını temin edebilecek olan tek yöntemdir. İnsanların dünya üzerinde mutlu yaşamalarının tek güvencesi İslam dinidir. Bu onların ahiret hayatlarının da mutlu olmalarını temin edecektir.

 (Yayınlanma Tarihi : 18.11.2023  -  Makalenin  tamamını okumak için tıklayınız)

AKILLI  TASARIMIN  DELİLLERİ

Akıllı Tasarım, “Yaratılış Bilimi” adı verilen dinsel metinlere dayalı klasik yaratılış anlayışının bilimsel kanıtlarla desteklenen bir yaklaşımıdır. ABD’deki eğitim sisteminde dini metinler laikliğe aykırı diye okutulmamakta, fakat evrim teorisi okutulmaktadır. Akıllı tasarımcılar yaratılış fikrinin de eğitim programına dahil edilmesi için, yaratılış görüşüne bilimsel bir görüntü vererek Amerika eğitim sistemine dahil olmak istediler.

Akıllı tasarım savunucuları materyalizm ve natüralizmin düşünce dünyasındaki etkisine ve üstünlüğüne felsefi olarak karşı koymak için iki yol belirlemişlerdir. Bunlardan birincisi, akıllı tasarım fikrinin en erken ifadelerinden biri olan “Yaşamın Kökeninin Gizemi” adlı kitapta dile getirilmiştir: “En basit bir canlı da dahi görülen inanılmaz karmaşıklığı açıklamak için yönlendirilmiş bir enerji akışının halihazırda bulunan ilkel bir atmosfer ve okyanusta bulunduğunu söylemek oldukça yetersiz ve muhtemelen yanlıştır.” Cansız maddenin kendi başına, yani yönlendirilmeye ihtiyaç duymaksızın canlılığını ortaya çıkarması akıllı tasarımcılar için pek olası değildir. Canlı dünyasında gözlenen karmaşıklık, bu tip bir açıklamanın kabul edilmesinin zor olduğunu ortaya koymaktadır.

İkinci yol, canlıların ortak bir atadan nasıl türleştiğini açıklamak üzere ileri sürülmüş evrim teorisine yöneltilmiştir. Onlara göre evrimsel mekanizmalar özellikle de doğal seçilim, amaçsız bir süreç olarak düşünüldüğünde canlıların türeyişini açıklamakta yetersizdir. Bu konuda Philip E. Johnson “Darwin Duruşmada” adlı kitabında şöyle diyor: “Evrim, açık veya örtük bir şekilde bütünüyle natüralistik evrim olarak, yani herhangi bir amaçlı zeka tarafından yönetilmeyen bir evrim olarak tanımlandığında yaratılış ile çelişir.” Yani evrim düşüncesi akıllı tasarımcılar için problem teşkil etmez, bununla uzlaşabilirler, fakat akıldan ve amaçtan ayrılmış bir evrim (yani Darwinizm) onlar için kabul edilemez. Hem canlılığın başlaması hem de onun türleşmesi ve çeşitlenmesi için akıl, zeka ve nihayetinde Tanrı gereklidir.

Bunu savunmak için akıllı tasarım hareketinin omurgasını oluşturan üç kişinin öne çıktığını görüyoruz. Bu üç isim Michael Behe, Stephen Meyer, William Dembski dir. Bu üç isim kullandıkları çeşitli kavram ve argümanlarla, yukarıda sözünü ettiğimiz iki yoldan hareket ederek akıllı tasarımın materyalizme (canlılığın ortaya çıkışına dair) ve natüralistik evrime (canlılığın türleşmesine dair) üstünlüğünü göstermeyi amaçlamışlardır.

Evrim teorisinin gelişiminde, insanların Tanrı fikrinden uzak olmaları ve maddeyi tek kaynak olarak görmeleri esas rol oynamıştır. İnsanların Tanrı inancından uzak olmasını sağlamak için, bile bile yanlış iddialar üzerinde akıl yürütmeler ve tartışmalar olmuştur. Bu nedenle evrim teoriciler akıllı tasarımı ve yaratılış fikrini bilimsel saymamışlar ve onu bilimden dışlamışlardır. Hatta eğitim sistemlerine onları dahil etmemek için birçok nedenler ortaya atmışlardır.

Buna mukabil Tanrının varlığına ve yaratıcı özelliğine inananlar, evrim teorisine karşı durmuşlardır. Kendi görüşlerinin bilimsel karaktere haiz olduğunu ispat için birçok araştırmalar yayınlamışlardır. Akıllı tasarım adıyla kendi görüşlerini dile getirmişlerdir. Onlar için doğru olan, Tanrının her şeyi yarattığı ve alemi her an yönettiğidir. Burada hangisi bilimsel, hangisi değildir? Bu sorunun cevabı aslında bilim tanımına bağlıdır. Tanrıya inanmayanlar kendilerine göre bir bilimsellik tanımı oluşturmuşlardır. Buna mukabil Tanrıya inananlar da kendilerine göre bir bilimsel anlayış ileri sürmüşlerdir. Buradaki bilimsellik tanımları izafidir. Hiçbir zaman mutlak ilim anlayışını ifade etmez. Mutlak ilim anlayışı ancak İslam dininde mevcuttur.

Evrim teorisi ile akıllı tasarımcılar arasındaki mücadele tamamen Tanrıya inananlar ve inanmayanlar arasındaki bir mücadeledir. Bu mücadele asırlarca devam etmiş, bundan sonra da devam edecektir.  Dolayısıyla akıllı tasarım ile ilgili eleştiriler aslında Tanrıya inanmak- inanmamak temelinde yerini belli etmek için yapılan gayretlerdir. Bu gayretleri felsefe, laiklik, deneycilik, rasyonellik, yanlışlanabilirlik gibi kavramlarla ele almak işin sadece yüzeysel kısmıdır. İşin asıl kısmı Tanrıya inanmak-inanmamak hususudur.

Bütün bunlar Hak-Batıl kavgasının bir parçasıdır. Bu kavga dünya hayatının bir imtihan olması nedeniyle kıyamete kadar devam edecektir. Herkes kendisinin inanışının ne kadar gerçeği yansıttığını ancak ahirette anlayacaktır. Çünkü ahirette Hak görülecek ve batıl yok olacaktır (İsra, 17/81).

(Yayınlanma Tarihi : 10.11.2023  -  Yorumun  tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

“De ki: Hak geldi batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkumdur.” (İsra, 17/81)

AKILLI  TASARIM

Akıllı Tasarım delili, bizlere evrenin yaratılışında ve her şeyde bir tasarım ve tasarlayıcının olduğunu göstermektedir. Yapılan eleştirilerde ve verilen örneklerde, akıllı tasarım delilini savunanların, evrimci düşünceye karşılık daha sağlam ve kesin sonuçlar içeren bilgileri ileri sürdükleri görülmektedir. Bununla beraber evrimci yaklaşım, akıllı tasarıma karşı olarak ön yargılarla dolu bir şekilde ilerlemeye çalışmaktadır. Buna karşılık akıllı tasarımcılar, insanın kendisinden örnekler getirmekte ve bu örneklerin her birini bilimsel metodun şartlarına uygun hale getirerek çalışmalar yapmaktadırlar.

Akıllı tasarıma karşı yapılan eleştirileri incelediğimizde, bunların önyargılı olarak yapıldığı görülmektedir. Bu eleştirileri yapanların savundukları teoriye baktığımız zaman eleştirdikleri durumun kendilerinde var olduğunu görmemeleri gerçekten tuhaftır. Bilimin açıklayamadığı durumlarda, açıklamayı bir tasarımcıya, yaratıcıya bağlanıyor olmak, insanı Tanrının varlığına yönlendirmektedir.

İnsanların bilemeyeceği, cevap bulamayacağı ve gizemini koruyan sorular daima akıllarda vardır. Bu soruların cevabı da Tanrının kendisinde saklıdır. Tanrı’yı görmüyor olsak da, O’nun hayatımızın her anında bizimle olduğunu bilmekte ve bir yerlere daima dokunduğunu hissetmekteyiz.

Sonuç olarak her şeyi tasarlayan bir güç vardır. Bu tasarımcı indirgenemez karmaşıklık içerisindeki uyumu sağlamakta ve sistemin işleyebilmesi için gerekli tasarımları sürekli yapmaktadır. Göremediğimiz bu güç, tasarlayıcının da kendisi olan Tanrıdır.

Akıllı Tasarım teorisinin en önemli mesajı, tüm doğayı “planlanmamış, amaçlanmamış bir rastlantılar yığını” olarak gören ortodoks biyoloji anlayışının geçersiz olduğunu savunmasıdır. Behe, bu yeni anlayışın bilim dünyası tarafından kabullenilmesinin kolay olmadığını belirtiyor: “Hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok.”

Darwin’in 1859’da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabından bu yana, biyolojideki temel kuram, canlıların doğal seleksiyonun ürünü olduklarını öngören evrim kuramı oldu. 20. yüzyılda Darwinizm’e yeni bir yorum, doğal seleksiyona bir de mutasyon mekanizmasını ekledi. Ancak bu iki mekanizmanın, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun, canlılığın tek kaynağı olduğu yönündeki geleneksel anlayış, son yıllarda önemli eleştirilere sebep olmaktadır. Pek çok bilim adamı, canlılığın sadece bu gibi amaçsız ve bilinçsiz faktörlerin ürünü olamayacağını, hayatın kökeninde “tasarlayıcı bir aklın” olduğunu savunuyorlar.

İndirgenemez Karmaşıklık, biyokimyasal sistemde yer alan karmaşıklıkların Darwinci bir zihniyetle açıklanamayacağını savunan bir düşünce şeklini ortaya koymuştur.  Michael J. Behe, bu düşünceyi ortaya atarak, Darwinizmin biyokimyasal deneyleri açıklamakta yetersiz olduğunu, vermiş olduğu birçok örnekte ileri sürmektedir. Biyokimyasal deneyleri açıklamakta zorlanan ya da bu hususta açıklama yapmayı tercih etmeyen Darwinistlere karşı Behe İndirgenemez Karmaşıklık teorisini ileri sürmüştür.

Bu konuda Behe’nin evrime karşı biyokimyasal bir zafer olarak ilan ettiği “Darwin’in Kara Kutusu” adlı eseri başat konumdadır. Yapılan çalışmalar ve araştırmalar evrim teorisinin günümüzde haklı bir yanının olmadığını göstermektedir. Bunu da Behe’nin yapmış olduğu araştırmalarda evrime karşı verilen cevaplarda görmekteyiz.

Behe’ye göre, canlılardaki kompleks sistemlerin doğal seleksiyon ve mutasyonla, yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması imkânsızdır. Bu durum bize hücrenin “bilinçli bir şekilde tasarlandığını” göstermektedir. Bu konuda Darwinistler, Behe’ye tatminkâr bir cevap veremediler. Böylece Akıllı Tasarım düşüncesi giderek daha fazla bilim adamı tarafından savunulmaya başlandı.

(Yayınlanma Tarihi : 06.11.2023  -  Yorumun  tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

SU  KASİDESİ

İslam peygamberi Hazreti Muhammed (sav)’in günümüze kadar birçok şair tarafından övüldüğü bir gerçektir. Hasan bin Sabit, Banet Suad ve Kaside-i Bürde  kasidesiyle meşhur olan Kaab bin Züheyr bizzat Peygamberimizin iltifatına mazhar olan kişilerdir.

Peygamberimizi konu alan şiirler daha çok kaside nazım şekliyle kaleme alınmıştır. Bu tarzdaki şiirler eşine rastlanmayacak derecede zengin bir edebiyatı doğurmuştur. 16. yüzyılda Bakî, Hayalî Bey, Nev’î ve Fuzulî gibi büyük kaside şairleri yetişmiştir. 17. yüzyılda Nef’î ve Nabî, 18. yüzyılda Nedîm ve Şeyh Galib, 19. yüzyılda Enderunlu Vâsıf önemli kaside şairleri arasındadır.

Naat, “bir şeyi överek anlatma” anlamına gelir. Klasik Türk edebiyatında Hazreti Peygamberi öven ve onun şefaatine nail olmak için yazılan şiirlere “naat” denir. Naatlar genellikle kaside nazım şekliyle yazılırlar. Şairler divanlarının başında genellikle kasideye yer verirler. Tevhit ve münacaattan sonra Peygamberimize yazılan naat gelir.

Su Kasidesi, Osmanlı edebiyatının bilinen en seçkin naat örneği olarak kabul edilir. Fuzulî Hazreti Peygamberi (sav) insanlık aleminin gelmiş geçmiş en büyük efendisi olarak kabul eder. Çünkü Peygamberimiz peygamberlerin en sonuncusu ve en üstünüdür. Fuzulî insanların en seçkini olan Hazreti Peygamberin gösterdiği mucizelerin, kötülük sahibi insanların kötülük ateşlerini söndürdüğü söyler. Ona göre Hazreti Peygamberin bedeni denize, ruhu da inciye benzer. Fuzulî yeri ve göğü bir istiridye şeklinde düşünerek, Hazreti Peygamberi bu istiridyenin içinde doğan tek bir inci olarak kabul eder. Su kasidesinin 17. beytinde şöyle söylenmektedir:

“Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yı dürr-i istıfâ

Kim sebebdür mu’cizâtı âteş-i eşrâra su

Yani, Hazreti Peygamber, insanlık âleminin efendisi, seçme incilerin çıktığı denizdir. Onun mucizeleri, kötülerin ateşine su serperek söndürmüştür.

Eski Türk edebiyatının en önemli şairlerinin başında gelen Fuzulî’nin babasının adı Molla Süleyman, kendisinin asıl adı ise Mehmet’tir. Şairlik yeteneği kendisine ezelde verilmiş olduğu söylenir.  Fuzulî, sadece 16. yüzyıl Azerî ve Osmanlı edebiyatının en büyük şairi değil, aynı zamanda bütün Türk edebiyatının da en önemli simalarındandır.

Fuzulî’nin doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Fakat onun 1504’te doğduğu rivayet edilir. Fuzulî, Kerbela ve Bağdat çevresinde yaşamıştır. Bunu Fuzulî’nin Türkçe Divanı’nın ön sözünden anlıyoruz.  Orada, Irak’ta doğup büyüdüğünü ve ömrü boyunca doğduğu toprakların dışına çıkmadığını söyler. Fuzulî’nin hayatı hakkında bilinenler azdır. Onun, Oğuzların Bayat kolundan gelen bir Azerî Türkmeni olduğu söylenir.  Ömrünü Kerbela, Necef, Hile ve Bağdat arasında geçirmiş ve bu bölgelerden dışarı çıkmamıştır. Yaşadığı dönemdeki çetin savaşlara rağmen yaşadığı coğrafyayı terk etmemiştir.

Su kasidesi, Türk edebiyatında Hazreti Peygamber (sav) hakkında kaleme alınan en güzel şiirlerinden birisidir. En meşhur şairlerimizden biri olan Fuzulî’nin Su Kasidesi, onun Hazreti Peygambere karşı duyduğu derin sevgi ve hasretini dile getiren çok güzel bir şiirdir. Kaside su redifli olduğu için bu ad ile anılmıştır. Fuzulî şairlik gücünü bu kaside ile gösterdiği söylenir. Su Kasidesi’nde konuşan Dicle nehri, Anadolu topraklarından doğup güney doğuya akarken, kutsal topraklara kavuşma olmadan kuruyup gider.

Fuzulî, Peygamberimizi konu alan bu şiirinde, somut bir unsur olan su ile soyut bir mevhum olan Peygamber sevgisine vurguda bulunur. Şiirde, sevgilisine (Hazreti Peygamber) kavuşamayan bir aşığın hali ele alınmıştır. Bu kasidede Fuzulî’nin kullandığı üslup su gibi akıcıdır. İfadeleri samimi, sade ve gösterişten uzak, sanatın incelikleriyle süslenmiştir. Şairin bu şiirde mübalağa sanatını çok kullandığı görülmektedir. Şairler abartma sanatını çok heyecanlı olduklarında kullanırlar. Bu nedenle Fuzulî’nin de, Peygamberimizi överken çok heyecanlı olduğu anlaşılmaktadır.

(Yayınlanma Tarihi : 20.10.2023  -  Sohbetin  tamamını okumak için tıklayınız)

BİLİM  KONUSUNDAKİ  YANILGILAR

Bilim - Bilimsellik günümüzde çok sık kullanılan kelimeler arasındadır. İnsanlar ileri sürdükleri düşüncelerinin doğruluğunu ispatlamak için bilim - bilimsellik kelimelerine sığınmaktadırlar. Ancak bu konuda birçok insan, bu terimlerin tam olarak neyi kapsadığını bilmemektedirler.

Avrupa’daki aydınlanma döneminden sonra insanlar bilim ve bilimsel yöntemler üzerinde çok geniş tanımlar ve özellikler ileri sürdüler. Genel olarak bu tanımlarda esas alınan akıl ve deneylerdir. Eğer akıl esas alınırsa buna Rasyonalizm (akılcılık), eğer deney esas alınıyorsa buna Empirizm (deneycilik) denildi. Bu görüşler yıllarca birbirleriyle karşılaştırıldı ve eleştirildi. Bununla beraber bugüne kadar olan süreçte birçok bilimsel bilgi ve sonuçlar elde edildi. Bu bilgiler yardımıyla birçok yeni teknolojik ilerlemeler kaydedildi. Bu ilerlemeler insanın başını döndürdü ve bilim insan için en gerçek ve tek yol gösterici olarak düşünüldü.

Son asırlarda ortaya çıkan Pozitivizm, Darwinizm, Evrim Teorisi gibi akımlar, insanları Allah Teâlâ’ya, peygamberlere ve ilahi bildirimlere (vahiy) inanmaktan uzaklaştırdı. Bu durum, insanların büyük bir kısmının materyalist, maddeci bir hayat sürmelerine sebep oldu.

Batının bilim anlayışında insanın ve canlıların manevi tarafı dikkate alınmaz. Onlara göre her şey maddeden ibarettir. Aydınlanma dönemi ile ortaya çıkan materyalist görüşler bu bilim anlayışını etkisi altına almıştır. Onlar insanın ruhunu, nefsini inkar ederler. Onlar dini inanışları bir dogma olarak değerlendirirler. Bu nedenle dini ret ederler. Orta çağdaki kilisenin yanlış olan bu hususta tutumları, onların bu duruma düşmelerinin sebeplerinden biridir.

Fakat batılı bilim adamının en büyük hatası, İslam dininin bildirmelerini dikkate almaması ve İslam’ı da diğer saptırılmış inançlarla bir tutmasıdır. Oysa İslam dininin bilime ve bilimsel araştırmalara nasıl değer verdiğini, 8.-13. yüzyıllarda nasıl bilimsel çalışmalar yapılarak bilgi üretildiğini görmeleri gerekirdi. Batılı bilim adamları bu yüzyıllarda üretilen bilgilerin bugünkü batı bilimine nasıl katkılar sağladığını görmek istemiyorlar. Endülüs’te gelişen İslam biliminin Avrupa’yı nasıl eğittiğini de görmezlikten geliyorlar. Bu kasıtlı görmezlikten gelme bir bilim insanına yakışmaz. Hatta bu davranış gerçek bilim anlayışı ile çelişir. Bu bakımdan batı bilim anlayışı eksik ve kısmen yanlıştır

Orta Çağ yıllarında başlayan bilimsel devrim, reform, rönesans, aydınlanma gibi faaliyetler günümüze kadar, bilim ve teknolojide bir hayli gelişmelere sebep  olduğu muhakkaktır. Ancak bu gelişmelerin henüz bir kâr ve zarar analizi yapılmamıştır. Eğer yapılsaydı bu gelişmelerin zararının faydasından çok olduğu görülecekti. Onların faydalarının ufak bir azınlığa, zararın ise bütün insanlara olduğu fark edilecekti.  Batı bilim ve teknolojinin inşa ettiği medeniyeti yaşamak ve hayata tutunmak için gereken ihtiyaç listesi hayli büyütmüştür. Bu faaliyetler insanların dünyaya karşı istek ve ilgilerini arttırmış ve ahiret hayatını unutturmuştur. Halbuki bütün dünyadaki kazançlarımızın kaybolacağı ölüm gibi bir sonla bitecek bir hayat içerisinde olduğumuzu, dolayısıyla burada kazandıklarımızı ne derece mutlak bir faydası, önemi olduğu unutulmuştur. İnsanlar teknoloji sayesinde uzakları yakın yapan vasıtalar elde etmişler, iletişim konusunda birçok kolaylıklar kazanmışlardır. Fakat bütün bunlar onlara daha mutlu, daha rahat bir hayat mı vermiştir? Bunun cevabı hayırdır.

Batı’nın bilim anlayışı haram ve günahları allayıp pullayıp güzel bir şekilde ambalajlayarak insanlara sunmaktadır. Bu sunuş filmler ve reklamlar vasıtasıyla yapılmakta, buralarda ateist ve maddeci dünya görüşleri insanlara pompalanmaktadır. Bununla oluşan insanın zihin ve ruh dünyası gerçekten tahrip edilmekte ve insanlar yanlış düşüncelerle bataklığa ve yanlış işlere  dalarak mahvolmaya sürüklenmektedir.

Batı’nın bilim anlayışı tabiattaki olayların neden-sonuç ilişkileriyle oluştuğunu, yani kâinatta deterministik bir kurgu ve yapının olduğunu iddia etmektedir. Bu görüşler insanların bilinç altlarına işlenmekte ve bu zihniyetle tabiattaki olayların meydana gelmesinde Allah Teâlâ’ya ihtiyaç olmadığı düşüncesi insanlara empoze edilmektedir. Bu nedenle bilimsellik felsefesi ve ürünü olan batı bilimi, İslam’ın tevhit anlayışına zıttır. Evrendeki olayların “nasıl ve neden” olduğunu, sebep-sonuç ilişkisinin açıkladığını iddia eden batı bilimi, “kim ve niçin”, “anlam ve amacı ne” gibi fail ve amaç sorularına ihtiyaç olmadığını iddia etmektedir. Bu anlayışta evrende Rabbimizin hiçbir yapacak işi kalmamış olmaktadır. Bu anlayış maddenin varlık ve devamında, hareket ve çalışmasında Allah’a hiçbir şekilde ihtiyaç duyulmamaktadır. Evrenin kendisinin bir ilah olduğunu, kendi kendini yönettiği vurgusu yapılmaktadır. Bu ateist bilim anlayışıdır. Bir kısım bilim adamları Allah Teâlâ’ya ancak ilk neden olarak kâinatın başlangıcında bir rol vermiştir. Bu şekilde bir deist evren anlayışı ortaya atılmıştır.

Oysa tabiattaki olayların sebepleri olarak ifade edilen hususlar aslında sadece birer vesiledir. Çünkü bütün sebep olarak düşünülen şeyler, Allah Teâlâ’nın emri ve yaratması ile oluşan vesilelerdir. Dolayısıyla gerçek fail olan sebep değil Hakk Teâlâ’dır.  Batı bilimi sebepleri gerçek fail olarak görerek yanılmaktadır. Temeldeki bu büyük yanlış, batı bilim anlayışının ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.

Modern bilimin Allah Teâlâ’yı niçin kabul etmediği ve hatta reddettiği aşikârdır. Çünkü batı bilim anlayışı tarafsız ve objektif değildir, bilimsel yöntemleri olgusal ve nesnel değildir, felsefi karakterleri ateist, materyalist, natüralist ve deterministtir. Batı’nın bilim anlayışında tabiat, Allah Teâlâ yokmuş ve varsa da ondan bağımsız işleyebilmesi mümkünmüş gibi algılanmaktadır. Bu anlayışları doğruymuş gibi, insanları da kendi bilimsel kriterlerine uymaya zorlamakta ve bunlara katılmayanlara da bilim dışı olarak değerlendirmektedir.

(Yayınlanma Tarihi : 14.10.2023  -  Yorumun  tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

AKLIN  GÜCÜ  KONUSUNDA  YANILGILAR

Son üç asırdır insanlar, aklın gücü ve sınırı hakkında farklı düşünceler ortaya atmışlardır. Özellikle aydınlanma dönemi sonrasında gelişen akılcılık akımı, insanları aklın gücü konusunda çok farklı yerlere götürmüştür.  Pozitif bilimlerdeki ilerlemeler, teknolojinin gelişmesi, insanların tabiatı incelemeleri, birçok yeni bilgilere ulaşmaları onların aklın gücü konusunda fazla iyimser olmalarına sebep olmuştur. Akılla her gerçeğin anlaşılabileceği ortaya atılmış ve bunun sonucunda semavi dinler, vahiy bilgileri ve peygamberlik inkar edilmiştir.

Bunlar aslında insan nefsinin arzu ettiği şeyler olup gerçekle bir ilgisi yoktur. İnsan nefsinin “benlik” duygusu Allah inancının önüne geçmiş ve insan aklına güvenerek kendisini ilahlaştırmıştır. Bu durum eski Yunanlılar zamanından beri mevcuttur. Allah Teâlâ’nın peygamberleri ile gönderdiği vahiy bilgileri, insanları bu konuda uyarmalarına rağmen insanlar bu nefsani tutumlarından vazgeçmemişlerdir. Pozitivizm, Rasyonalizm, Darwinizm gibi akımlar, din ve yaratılma anlayışına karşı çıkarak, insan aklının tabiattaki her gerçeği kavrayabileceğini ve onunla ilgili her türlü bilgiye ulaşabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak bugün birçok olaylar, aklın bütün hakikati anlamak için yeterli olmadığını bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Özellikle moleküler biyolojinin verileri bunu ispatlamaktadır.

İslam’a göre, insan aklı ile tabiatı anlarken vahiy ile de ilahi hakikatler bilinebilir. Bu nedenle aklın görevi tabiattaki olayları anlamak ve Kur’an-ı Kerim’deki ayetleri tefekkür ederek Allah’a ulaşmaktır. Bugünkü modern teknoloji insanın tabiatı anlamaya çalışmasının bir sonucudur. Bu çalışmaların sonucu olarak elektrik bulunmuş, uçak, gemi gibi vasıtalar yapılmış, tıp alanında ve hastalıkların tedavisinde ilerlemeler kaydedilmiş ve evrenin yapısı araştırılmıştır. Küçük bir kâinat olan insanın iç dünyasına ait bazı gizemlerinin bilinmesi de, aklın gücünü gösteren örneklerdir. Ancak bütün bunlar aklın her şeyi bilmeye gücünün yeteceği anlamına gelmez. Aklın ulaşamayacağı bazı hususlar vardır ki   bunlar ancak ilahi bildirmelerle öğrenilebilir. Bu hususlar Allah Teâlâ’nın peygamberleri vasıtasıyla insanlara duyurduğu vahiy bilgileridir.

İnsanın aklı vehim, hayal, kişisel çıkar, heva ve heves, gazap ve şehvet gibi yanıltıcı duyguların etkisine bulunabilir. Onu bu olumsuz etkilerden ancak vahiy bilgileri kurtarabilir. Şeytanın vesvesesi, onun kötü amellerini süsleyip güzel göstermesi, akla zarar veren tutkular, tiryakilik, uyuşturucu gibi aklı gideren hususlar onu yanlış istikametlere yönlendiren, sadece dünya ile ve maddi çıkarlarla meşgul ederek sınırlandıran durumlar mevcuttur. Ancak sağlıklı bir aklın bunlara uymaması ve fıtratını koruması zorunludur. Bunu akıl ne dereceye kadar başarabilir?  Aklın kendini koruması ancak gerçek dini bir eğitimle mümkün olabilir.

Akıl yürütme bazen insanları yanıltabilir. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın sahip olduğu his ve duyu organları da hata yapabilir. Çünkü bütün organlar sınırlı kapasitede yaratılmışlardır. Aklın da bir sınırı ve kapasitesi vardır. Bunun dışına çıkıldığında hata yapması normaldir.  Bu hataların neyle ve nasıl düzeltileceği konusunda insanlar arasında tam bir ittifak yoktur. Kur’an-ı Kerim aklın hataları için birçok kaynak göstermiştir. Bunlardan en önemlisi, insanın yakin bilgi yerine zanna itibar etmesidir. Yakin bilgi şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilme demektir. Zan ise sanma, tahmin etme, ihtimale göre hükmetme, şüphe ve tereddüt demektir. Dolayısıyla, doğruluğu kesin olarak bilinmeyen bir şeyi doğru saymak acele ve peşin yargılara saplanmak demektir.

Aklın kavrayamayacağı konular vardır. Akıl ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mahiyetini, melekleri, ahreti, Allah’ın zatını tam olarak kavrayamaz. Bu hususlar aklın anlama sahasının dışında olan gayba ait şeylerdir. Aklın faaliyet alanı ise bu kainat ile hatta onun çok küçük bir bölümü ile sınırlıdır. Akıl gayb ile ilgili konularda hiçbir zaman mutlak gerçeğe ulaşamaz. Ayrıca insanın da böyle bir görev ve sorumluluğu yoktur. Ancak insan meraklı bir varlık olduğundan, ölüm ve ötesi ile ilgili birçok yorum yapar. Fakat bu yorumları gerçeği ne kadar yansıtabilir. Akıl ve düşünce yoluyla bu gaybi bilgilere ulaşmak hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü akıl sınırlı bir varlıktır. Bu bilgiler ancak kendisine vahiyle bildirilir. Akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır.

İslam’a göre akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemal ve noksanlıkla ilgili sıfatını idrak eden bir özelliktir. Akılla iki hayırdan hangisinin daha hayırlı olduğu, iki şerden hangisinin daha şerli olduğunu ayırt etmek mümkündür. Bu nedenle akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan akıl gücü ile ihtiyacı olduğu bilgileri elde eder. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan bir özelliktir. Bu özellik ergenlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Eğer bu güç ile elde edilen bilgi, yerinde kullanılmadığında kişi akılsızlık özelliğini taşır.

Akıl insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü Allah’ın emanetleri akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesinde Allah’ın rızası elde edilebilir. Bu nedenle ilmin kaynağı ve kökü akıldır. İlim akla göre ağaca nispetle meyve, güneşe nispetle nur, göze nispetle görme gibidir.

İslam dini akla hitap eder. Allah’ın varlığını bilmek ve O’nun varlığını ispat etmek ancak akılla olur. Bununla beraber akıl her şeyi kavrayabilecek güçte değildir. Çünkü akıl da insanın bir parçasıdır ve insanın diğer organ ve parçaları gibi sınırlı ve kusurludur. Akıl belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürütürken fizik ötesindeki birçok hakikati kavraması mümkün değildir. Bu nedenle akıl dinin birçok mutlak gerçeklerini bilemez. Bu gerçekler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Ancak İslam’ın bildirdiği gerçekler akıl ile anlaşılabilir. Bu gerçekler akıl ile bağdaşır bir haldedir. Gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu nedenle akıl, İslam ile daima birlik ve yardımlaşma halindedir.

(Yayınlanma Tarihi : 06.10.2023  -  Yorumun  tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

HAYATIN  AMACI  KONUSUNDA  YANILGILAR

Hayat nedir? Hayatın amacı nedir? Bu soruların cevapları insanları asırlarca meşgul etmiştir. Filozoflar, bilim adamları, ilahiyatçılar bu konuda birçok görüşler ileri sürmüşlerdir. Hatta her insan kendine göre bu sorulara cevap bulmaya çalışmıştır. Fakat bu cevaplar ne kadar doğruyu ve gerçeği yansıtmaktadır. Bu hususta herkesi tatmin edecek bir yol belirlemek mümkün müdür? Bize göre hayat ile ilgili soruların cevapları İslam dininde tam olarak verilmiştir.

Birçok filozof, “Hayatın amacı nedir?” sorusuna farklı yönlerden yaklaşarak cevap vermiştir. Genelde onların görüşleri, birbirlerini hem eleştirmek ve hem de tamamlamak amaçlı olduğu kabul edilebilir. Fakat bazı durumlarda bu görüşler arasında belirli çelişkiler ortaya çıktığı da görülür. Bu durum bize filozofların “Hayatın amacı nedir?” sorusuna tam tutarlı ve kompakt bir cevap veremediklerini göstermektedir. Buna göre, insanın sırf akıl yürüterek bu soruyu tam ve kesin olarak cevaplamaları mümkün olamamaktadır. Bunun da nedeni, filozofların insan yapısındaki ruh, nefs gibi manevi unsurları dikkate almamalarıdır. Bu manevi unsurların akıl yoluyla anlaşılması mümkün değildir. Bu ancak ilahi bir bilgilendirme ile mümkündür.

Hayatın amacı insanlar tarafından da çeşitli ifadelerle formüle edilmeye çalışılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: “Hayatın amacı dışarıya değil içeriye bakılarak anlaşılır.”, “Hayatın amacı daha fazla hayattır.”, “Hayatın amacı yoktur.”, “Hayatın anlamını bilmekle elimize ne geçecek?”.

Bilim adamlarına göre yaşamın amacı, mutlak ve hakikat olan gerçeği araştırmaktır. Ne kadar çok öğrenirsek, araştırırsak, sorgularsak, gözlemlersek ve deneylerle kanıtlarsak, gerçeğe o kadar yaklaşır ve onu kesin olarak bilebiliriz. Gerçeği kesin olarak bilirsek, yaşamın anlamı ve amacı hakkında bir fikir sahibi oluruz. Kesin bilgiler bizim tabiattaki değerlerin ve dönüşümün ne olduğunu öğretir. Böylece kainatın hangi hedefe doğru gittiğini anlarız. Bu da bizim varoluş amacımızı belirler.

Bu görüş pozitif bilim adamlarının görüşleri ile örtüşmektedir. Bilim dünyasının amacı, evrenin işleyişi ile ilgili özellikleri ve kanunlarını belirlemektir. Evrenin nereden gelip nereye gittiğini bilmektir. Ancak bilimin akıl ve deney yoluyla elde ettiği bilgilerin kesin olup olmadıkları tartışılabilir. Aslında doğru olduğu iddia edilen hususların büyük bir kısmı birer zandan ibarettir.  Bu zanlar bazı hallerde mutlak gerçekle örtüşse de, bazı hallerde yanlış sonuçlar verebilir. Bunun da nedeni, akıl ve deneyin olanaklarının sınırlı olmasıdır. Sınırlı vasıtalarla elde edilenler, hiçbir zaman sınırsız bir alemi ifade etmeye yetmez. Bunun için akıl ve deneyim dışında başka kaynaklar da olması gerekir.

Bilimsel buluşlarda muhakkak ki insanlar için fayda vardır. Muhakkak ki teknolojinin ilerlemesi bu buluşlar sayesinde olmaktadır. Bu bilgiler insanlara daha rahat ve sağlıklı yaşamı temin etmeye yardımcı olmaktadır. Fakat bu buluşlar ve teorilerin mutlak hakikatin sadece bir yüzünü ifade ettiklerini unutmamak gerekir. Gerçek ilim ve mutlak bilgi ancak bunların yanı sıra doğanın manevi cepheleri ile birlikte değerlendirilmesi ile elde edilebilir.

Bilimin bu iyi niyeti bazen yine bilim adamları tarafından suistimal edilmekte ve insanlara zarar verecek araştırmalar yapılmaktadır. Ölümcül silahlar, nükleer bombalar üreten yine bilim adamlarıdır. İnsanlara alternatif tıp yerine, ilaçla  tedaviyi öngören bilim adamlarıdır. Birçok hastalık için insanların kimyevi ilaçları bolca tüketmesi için çaba gösterilmektedir. Sentetik olarak üretilen ilaçların ne derece faydalı oldukları belli değildir. Fakat ilaç firmaları para kazanmak için yine bilim adamları sayesinde yeni ilaçlar üreterek hastalara uygulamaktadır. Biliyoruz ki birçok ilaç uzun süre kullanıldıktan sonra tehlikeli yan etkileri olduğundan terk edilmektedir. Bu konuda bilimin etik anlayışı tartışılabilir.

Bazı insanlara göre, ölümden sonra hayat yoktur. Yaşarız, ölürüz ve her şey son bulur. Bu görüşler maalesef insanların arasında büyük yaygınlık kazanmıştır. Böylece insanın manevi tarafı ve ahiret hayatı inkar edilmiştir. İnsanlar yalnız madde ile kendilerini özdeşleştirmişlerdir. Böylece ahiretin sorumluluğunu üstlerinden atmış olduklarını zannetmektedirler. Bu yaklaşımın aslında yanlış olduğunu birçok bilim adamı da bilmektedir. Ancak toplum hayatında insanların dini inanışa karşı bir ağırlığı olması, onları bu gerçeği ifade etmekten uzak tutmaktadır. Çünkü bilim adamlarının kendilerine maddi destek veren kaynakların ideolojik tutumlarına karşı durmaları mümkün değildir. Aksi halde ellerindeki maddi imkanlar bir anda kayıp gidebilir. Bilim adamlarının projeleri maddi olarak destekleyenler büyük sermaye sahipleri veya onları temsil eden devlet yöneticileridir.  Büyük sermaye sonuçta kâr peşinde koşan, serbest ekonomiyi savunan bir gruptur. Bunlar toplumda gerçek Allah duygusunun yerleşmesini istemezler.

İslam dininin hayat anlayışı, yukarıda açıkladığımız seküler hayat anlayışlarından tamamen farklıdır. Çünkü onlar merkeze dünya hayatını alırlarken, İslam hayatın asıl amacının ahiret olduğunu söylemektedir. İslam'ın hayat anlayışı ile seküler kültürün hayat anlayışı arasındaki fark, aslında insanların inançları arasındaki farkın onlara nelere mal olacağının bir göstergesidir. İnsan ya İslam'ın dünya görüşe göre yaşar, böylece hem dünya hem de ahirette rahat eder, ya da seküler kültüre göre yaşar, böylece dünyanın zevkini çıkarmak için çabalar fakat ahiret hayatında hüsranda kalır. Ahiret hayatı sonsuz, dünya hayatı ise sonludur. Buna göre az bir zaman için zevk ve sefa içinde dünyada yaşamak ve sonra ahirette azap çekmek mi daha iyi, yoksa dünya hayatında Allah'a kulluk ve ibadet ederek hem dünyada ve hem de yarın ahirette rahat etmek mi daha iyi. Bu husustaki tercihi Allah Teâlâ insanlara bırakmıştır. İster inanırlar, dünyada hayırlı işler yaparlar; isterlerse inanmazlar, dünyada keyiflerine bakarlar. İnsan bedeni içine üflenen ruh Allah'ın emridir. Dünya hayatındaki amaç ruhun kemale ermesidir. Bunun için Hakk’a kulluk ve ibadet etmesi gerekir.

(Yayınlanma Tarihi : 29.09.2023  -  Yorumun  tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

 

SU  HAYATIN  SIRRIDIR

Su hayatın sırrıdır, çünkü su kendiliğinden ruhtur ve kendi zatından hayat verir. Allah şöyle buyurur, “Her şeyi sudan canlı yaptık” (Enbiya, 21/30) Her şeyin canlı olması muhakkaktır. Çünkü her şey Allah’ı hamd ile tesbih eder.  Bu nedenle su varlıklardaki hayatın aslıdır.

Su hayat kaynağıdır. Kar ve dolu da suyu besleyen semavî kaynaklardır. Su, gerek insan hayatında, gerekse tabii olgularda son derece önemli bir yer tutar. Bütün fizikî ve biyolojik işlemlerle canlı organizmaların her safhasında suyun vazgeçilmez rolünü çok iyi görürüz. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, yani bütün canlılar suyu elde etmek için gayret sarf ederler.

Suyun fizikî ve kimyevî özelliklerinden başka kendisine has bazı ilginç özellikleri daha vardır. Bilindiği gibi, bütün katı cisimler ısındıkları zaman, hacimce genişlerler. Halbuki suyun bazı özellikleri bu kanunun dışında oluşmaktadır. Bu özellikler şunlardır: 1)  Suyun sıcaklığı 0°C’den 4°C’ye yükselirse, suyun hacmi, artması gerekirken azalır. 2) Sıcaklığı 4°C’den daha fazlaya çıkarırsak, öteki cisimlerdeki gibi, suyun hacmi büyür. 3) Su, donup da buz haline geçerse, hacmi artar, yoğunluğu da azalır. Bu nedenle buzun yoğunluğu, suyun yoğunluğundan küçüktür ve buz, su üzerinde yüzebilir. Eğer suda bu özellik olmasaydı, akarsu ve göllerde buz haline geçip donan su hemen dibe çökecekti. Böylece bütün nehirler, dereler, ırmaklar ve göller kısa zamanda buzdan bir kütle haline dönüşerek su altı hayatını öldürecekti. Oysa, 4  ͦC deki su yoğun ve ağır olduğu için dipte bulunur. Böylece kışın en soğuk günlerde bile, üstten donan nehirlerin diplerindeki ılık bir vasatta hayat devamlılığını korur. Bu Allah Teâlâ’nın bir rahmetidir. Böyle mucizeleri tesadüf gözüyle bakanların nasıl bir gaflet ve cehalet içinde bulunduklarını anlamak zor değildir.

Su emsalsiz bir temizlik aracıdır. Hem temizdir, hem temizleyicidir. Bu yönüyle ibadetin de olmazsa olmaz ön şartıdır. Kar ve dolu da temizliğin sembolüdür. İslam alimleri, kar ve dolu, su ile temizliğin vazgeçilmez önemine işaret etmişlerdir. Çünkü onlar doğrudan bulutlardan geliyorlar. Öncesinde el değmemiştir ve kullanılmamışlardır.  Bu nedenle âzamî derecedeki temizlik ifade edilmiştir. 

Su iki kısma ayrılır. Birinci kısım son derece duru ve arılıkta seyrelmiş, damıtılmış sudur. Bu kısım su yağmur suyudur. Yağmur suyu yoğun bulutlardan elde edilen bir sudur. Damıtılmış olması kendisine ilişmiş olan yoğunluğu ortadan kaldırmıştır. Bu, yağmur suyunun simgesel olarak ledün ilmini göstermesi demektir.  Çünkü ledün ilmi riyazet, mücahede ve arınmadan meydana gelmiştir. Müslümanlar bu ilimle Rabbine münacat etmek için zatını temizlemelidirler.  İkinci kısım su ise, latiflikte bu dereceye ulaşmamış sudur. Bu kısım nehir ve pınarların suyudur. Bu su, doğduğu ve üzerinde aktığı yere göre, başka maddelerle karışmış olarak ortaya çıkar. Bu nedenle de tadı değişmiştir. Furkan suresinin 53. Ayetinde belirtildiği gibi suların bir kısmı tatlı, bir kısmı acıdır.

Unsurlardan su tercih edildi. Çünkü her şeye sudan hayat verildi. Allah’ın su üzerinde var ettiği Arş bile öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Toprak sudan, su havadan meydana gelir. Çünkü bize göre hava asıl unsurdur ve bu nedenle Rahmanın nefesi demek olan Amâ’ya daha yakındır. Hava sıcaklık ve yaşlılığı kendinde birleştirmiş, sıcaklığından ateş ortaya çıkmışken yaşlılığından su rüknü ortaya çıkmış, suyun donuklaşmasından toprak (yer, arz) meydana gelmiştir. Öyleyse hava nefesin oğludur ki, nefes Amâ’dır. Ateş ve su, havanın iki oğluyken toprak oğlunun oğludur/torun. O da suyun donuklaşmasıdır. Su donuklaşmadığında ise aslı üzere su olarak kalırken toprak o suyun üzerindedir.

Suyun Arapça yazılışı ﻣﺎء dır. Kur’an’da su bu kelime ile ifade edilmektedir.  Bu kelime iki elif ve bir mim harfinden oluşmaktadır. Bu terkip, suyun kimyasal formülüne çok benzemektedir.  Suyun kimyasal formülü  H2O dur.  Yani iki hidrojen atomu (H)  ve bir oksijen atomu (O) birleşerek su molekülünü oluşturmaktadır. Her iki terkip karşılaştırıldığında H atomu elif  harfinin yerini  tutmakta , O atomu da mim  harfinin yerini tutmaktadır. Elif harfi ilk harf olup onun ebced değeri 1 dir. H atomu da elementlerin ilki olup  atom numarası  1 dir.  Nasıl harfler kelimelerin temel unsurlarıysa elementler de evrendeki maddelerin temel unsurlarıdır.  Mim harfinin ebced değeri 40 dır. 40 sayısı bir manevi kemalat ifade eder. Peygamberimiz (sav) tebliğine 40 yaşında başlamıştır. 40 lar denilen bir manevi makam vardır.  Oksijen atomunun (O) atom numarası  8 dir. 8  de bir kemalat derecesi olup, cennetin 8 kapısı vardır.

Suyun gerek yazılışı ve gerekse kimyasal formül olarak ifade edilişleri arasındaki benzerlik, bize manevi görevlerin en üstünde bulunan  2 imam (kutup) ve  1 gavs’ dan oluşan  3 kişilik grubu (3G)  hatırlatmaktadır. İmamlar H atomlarının ve gavs da O atomunun konumundadır sanki.  2 imamın ve 1 gavsın beraberce  3G olarak  evrende en temel görevi yerine getiren bir unsurdur.  Aynı şekilde  su da evrende en temel canlılık unsurudur. Buna göre, nasıl su evreni hayatta tutan unsursa, 3G de evreni ayakta tutan unsurdur. Su molekülü ile 3G nin yapıları ve görevleri arasındaki benzerlik insanı hayrete düşürmektedir. Bütün bunlar Allah’ın sonsuz ilminin çok ufak bir yansımasıdır.  Su ile en üst makamdaki 3G arasında da çok yakın bir benzerliğin olması, bize tasavvufun nasıl mükemmel bir ilim olduğunu göstermektedir. İnsan bunların karşısında ancak hayrete düşer ve kendisinin ne kadar aciz olduğunu anlar.

Hz. Mevlânâ : “Sen cansın, öyle olduğu halde kendini beden sanmaktasın; sen sudan ibaretsin, fakat kendini testi sanıyorsun.”; “Sen duru bir su gibisin. Yaptığın kötülüklerle bu temiz suyu bulandırma.”; “Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı dünyada su da olmazdı ateş de.”; “Kalk aşık kalk! Acele et biraz. Bak! Su sesi geliyor. Sense susuzsun ve uyuyorsun.”

(Yayınlanma Tarihi : 18.09.2023  -  Sohbetin  tamamını okumak için tıklayınız)

 

Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini 

Özetler  Sayfamızdan okuyabilirsiniz

Hadis  Şerhleri

1. Bölüm                    Oku

2. Bölüm                    Oku

3. Bölüm                    Oku

4. Bölüm                    Oku

5. Bölüm                    Oku

6. Bölüm                    Oku

E -  Kitaplar

Üç Güzellik                       Oku                        

Tasavvuf ve Fizik             Oku

Bir Gerçek Veli                 Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

1.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

3.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler

4.Bölüm                             Oku    

40 Hadis-i Şerif                 Oku

İslâm Ahlâkı                      Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 1                             Oku

Tasavvuf  Sohbetleri

 Hayat ve Ölüm             Oku

 Ruh Nedir ?                   Oku

 Nefs Nedir ?                  Oku

 Kalbin Hikmeti ve Sırları  Oku

 Akıl Cevheri                   Oku

 Sevgi - Muhabbet         Oku

 Besmele’nin Sırları        Oku

 Fatiha’nın Sırları            Oku

 Tecellilerin Hakikati      Oku

Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri                   Oku

Esmâ-i Hüsnâ                  Oku

Nur  Tecellileri                 Oku

İnsanın Halife Olmasının

Hikmeti                             Oku

Arif  Kimdir ?                    Oku

İnsanın Kendini Bilmesi   Oku

Marifetullah ve

Muhabbetullah                 Oku

Nefsin Özgürlüğü ve

Ruhun Özgürlüğü              Oku

Ramazan Ayının Fazileti   Oku

Tasavvufta Hikmet

Makamı                                Oku

Namazın Sırları ve

Güzellikleri                           Oku

Sufilerin Namaz

Hakkındaki Görüşleri         Oku

İbn Arabi (ks) Hazretleri    Oku

Vahdet-i Vücûd                   Oku

Vahdet-i Vücûd ve

Vahdet-i Şuhûd                   Oku

Hakikat Arzı                         Oku

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî   Oku

Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) 

Oku

Yunus Emre (ks)                 Oku

Şeyh Galib ve İnsanın Değeri  Oku

Hüsn ü Aşk                          Oku

Su Hayatın Sırrıdır              Oku

Su Kasidesi                           Oku

İsmail Hakkı Bursevî (ks)   Oku

Ana Sayfa

Hakkımızda

Makaleler

Yorumlar

Özetler

Hadis Şerhleri

Tasavvuf

Sohbetleri

E - Kitaplar

Bize Ulaşın

İngilizce