Hıristiyanların Peygamberimiz (sav)’e İftiralarına Reddiyeler  (1. Bölüm)

 

İftira 8 : Hazreti Muhammed farkında olmadan kendini aldatmıştır. Gördükleri hayaldir. Vahiy meleği halüsinasyon olabilir. Sözleri bilinçaltına itilmiş bir takım arzularının dışa yansımasıdır.

Cevap :  Hıristiyanların bu ithamları aslında yeni değildir. Müşrikler de Peygamberimize mecnun demişlerdir! Goldziher, “Le Dogme et la Loi de L'Islam” adlı kitabında ilâhi vahyi inkar eder, Hz. Muhammed'in anlattıklarının, “Yahudi veya Hıristiyan bilgilerinin karışımıdır, bunlar onun ruhunun derinliklerini inmiş ve kalbinin kendisine mal ettiği bir inanç halini almıştır, sonuçta vahye bir vasıta olduğuna samimi olarak inanır hale gelmiştir.” der. Eğer Hz. Muhammed Kur’an'ın kaynağı olsa idi bunu iftiharla kendisine nispet eder, kendisine kutsiyet isnat edebilirdi. Buna hiçbir engel de yoktu. Halbuki O, Muhammed'ül-Emin idi; Hılfu’l-Fudul’a üye idi; Kâbe hakemliği olayında Hacerü’l-Esved taşını yerine bizzat o koymuştur. Doğruluğu, güvenilirliği ile çevresinde isim yapmış ve akıl ve hikmeti olan bir zat olarak tanınmıştır. Son derece akıllı ve hikmete uygun görüşleri vardı. Utbe tarafından kendisine sunulan, mal ve hükümdarlık önerisini de, Fussilet suresinin baş tarafını okuyarak reddeden o değil miydi?

“Bu Kur’an Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Bu Arapça bir Kur’an olarak ayetleri bilen bir kavim için ayırt edilip açıklanmış bir kitaptır. O müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat insanların çoğu yüz çevirmişlerdir. Artık onlar gerçeği işitmezler. Onlar “Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da bir ağırlık vardır, seninle bizim aramızda anlaşmamıza engel bir de perde vardır. Sen istediğini yap, çünkü biz yapıyoruz” dediler. De ki, Ben sadece sizin gibi bir insanım. Ancak bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık hep O’na yönelin ve O’ndan bağışlanmayı dileyin, vay O’na ortak koşanların haline.” (Fussilet, 41/2-6)

Böyle bir zat mecnun olabilir mi? Müşrikler O’nun bu yeni hal ve tutumuna bir türlü bir anlam veremiyorlardı. Bunun içinde çelişkilere düşerek, aynı anda birbirine zıt ithamlarda bulunuyorlardı. Onlar iddialarında samimi değillerdi.

Delilik isnadı, Hz. Nuh'a da, Musa'ya da yönetilmişti (Müminun, 23/25; Şuara, 26/27). Ruh hastası olduğu iddiası Oryantalistler, vahyin inişi esnasında Hazreti Peygamberde görülen bir takım tezahürlere bakarak, onu sara veya benzeri sinirsel hastalıklara maruz bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Hz. Muhammed'e gelen vahiy şekilleri çok değişiktir: Sadık rüyalar, kalbine ilham olması, Cebrail'in genç bir insan suretinde gelmesi, çıngırak sesi şeklinde, Cebrail'in gerçek şekli ile görülmesi, doğrudan doğruya arada bir perde olmak şartıyla Allah ile konuşarak gibi. Çok soğuk günlerde bile ter taneleri, mübarek alnında inci taneleri gibi parlardı. Zeyd bin Sabit'in dizi Hz. Peygamberin dizinin altında bulunuyordu. Zeyd, vahiy gelince peygamberimizin dizinin ağırlığını öyle şiddetli hissettiği ki, neredeyse dizileri kırılacak gibi oldu. “Vallahi yanımdaki Rasulullah olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.” der.

Görüldüğü gibi vahiy ağır bir iştir. Normal bir insan, insanüstü bir mesaj almaktadır! Bu konulardaki rivayetlerin asılsız olması ihtimali  çok küçüktür. Çünkü bu rivayetlerin Hz. Peygamberi övücü veya yüceltici bir tarafı bulunmadığı gibi, bu kadar çok rivayetin asılsız olduğunu kabul etmekte zordur. Eğer raviler oryantalistlerin iddia ettikleri gibi, Peygamberimiz için bir övgü düşünseydiler, meleklerin semavi güzellikleri ile Peygamberimize indiğini, nefes alıp verir gibi kolaylık da vahiy aldığını ve vahiy sırasında yüzünün parlak bir nurla parladığı vb. gibi iddialarda bulunabilirlerdi.

Paris Üniversitesinden A. Baire de Boismont, “Des Hallucinations” adıyla yazdığı eserinde şunları aktarır: "Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Rensulen, Muhammed hakkında şu tespiti yapar: “Kendi şahsi çıkarını terk ile tercih edip o kadar fedakârlıklarıyla bütün bir kavmin din konularında ve ahlâkında o kadar hayret verici bir inkılap meydana getirmiş olan zat, asla mecnun ve deli değildir. Bu fikirler ve putperestliği devirip yerine biricik ve ruhani bir Allah dinini ikame eden bu zat mecnun olamaz.”

Bazı Hıristiyanlar vahyin gelişini isteri, kahinlerde olduğu gibi cin ve şeytan işi olduğu iddia ederler.  Oysa Kitab-ı Mukaddes’te, “Rab, Musa’ya dedi ki: O’na rabbin meleği çalı içinde ateş aleviyle göründü. (Huruc, bab, 3) ve İncil’de birçok yerde İsa’nın cinlerle görüşmeleri anlatılır. İlk zamanlarda cinlenme iddiasını Mekkeli müşrikler de dillendirmiş, ama sonra hepsi bütün kalpleri ile İslam’ı kabul etmiş ve Hz. Muhammed’i takip etmişlerdir.

Halüsinasyon iddiası gerçekte bulunmayanı algılama hastalığıdır. Algı hastalığı üçe ayrılır: Var olanın yanlış algılaması (illusion). Paranoyaklık, alkol çıldırmaları görülen ve seslerin küfür gibi algılandığı, nesnelerin yılan gibi görüldüğü hastalık ise halüsinasyon hastalığıdır. Hallucination aslı olmayan şeyleri görme, duyma, hissetme hastalığıdır. Özellikle alkol çıldıranlarda baş gösterir. Afyon veya esrar kullanımında hasta bazı sesler duyar. Özellikle alkol ve kokainmanlarda dokunma halüsinasyonlara rastlanır. Deride yanma, acı hissedilir.

Peygamberimizin halüsinasyon gördüğüne dair saçma ve tutarsız iftiralara şöyle cevap verebiliriz (“Oryantalizmin Yanılgısı” adlı makaleden alınmıştır):

1) Bir hastalığın teşhisi muayene edilmesine bağlıdır. Tahlil yapılır incelemeler, kontroller ve takipler sonunda teşhis konur. Kulaktan dolma bilgilerle, hastalık teşhisi konmaya kalkışmak gerçekçi olmaz. Hele 14 asır önceki birçok bilgi tahrif edilip, bozularak bir teşhiste bulunma gayretine girilmesi, bilimin ve tıbbın kurallarına aykırıdır.

2) Birbiriyle sürekli savaşan Arapları, önce birbirine kardeş yapıp, putperestliği ve çirkin adetleri ortadan kaldıran, birçok savaşlara kumandanlık eden, din ve dünya işleri ile ilgili kurallar koyan, barbarlığı medeniyete dönüştüren, insanlara kıyamet gününe kadar bir yol gösteren birisi hasta ve vehimli bir adam olamaz.

3) “Eğer biz bu Kur’an'ı bir dağın üzerine indirseydik, o dağı paramparça olmuş görürdün.” (Haşr, 59/21-22); “Biz senin üzerine ağır olan sözü, Kur’an'ı indireceğiz.” (Müzemmil, 73/5) ayetlerinin işaret ettiği gibi; vahiy almak zor bir görevdir!

4) Vefat hastalığından başka bir hastalık geçirmediği, tarih kitaplarında olan, alkol-uyuşturucu kullanmak şöyle dursun, Hz. Muhammed'in bunları yasakladığını herkese bilir. İslam düşmanı Renan bile “Mahomet et les origines de L'Islamisme”  adlı eserinde itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Hiç kimse onun kadar sağlam bir kafa ve düşünce yapısına sahip olmamıştır.”

5) Halüsinasyon, gerçekten bulunmayana görme hastalığıdır. Peygamberimiz Cebrail'de dahil birçok meleği görmüştür. Bütün peygamberlerde aynı gerçeği dile getirmiştir. Böyle bir hastalık iddiası o insanların peygamberleri içinde söz konusu olmuyor da, neden dost ve düşmanın ittifakıyla son derece zeki , dürüst  ve sağlıklı olan Hz. Muhammed için söz konusu ediliyor? Bunu dini taassuptan başka bir şey ile izah etmek mümkün müdür?

6) Hz. Peygamber kendisine ilk vahiy geldiğinde, görüp duyduğunu hemen doğrulamadı. Aksine gördüğünün vehim olabileceğini düşündü, araştırdı, zamanla kesin kanaate vardı.

7) Peygamberimizin istediği halde vahiy gelmediği durumlar pek çoktur. Peygamberimizin kendi içtihadıyla fetva verip, daha sonra, söylediğinden farklı bir çözümle vahiy geldiğini görüyoruz. Bu da kesin olarak ifade ediyor ki, Hazreti Muhammed bu görevine farkında olmaksızın da olsa bir katkıda bulunmamıştır! Kur’an, Hazreti Peygamber herhangi bir konu üzerinde yoğunlaştığı sırada inmiyor, çoğu zaman beklenmedik bir biçimde, Hz. Peygamberin karşısına çıkan değişik problemleri ele almak, çözüme kavuşturmak amacıyla iniyordu.

8) Vahiy tek bir biçimde inmemiştir. Bu da birçok hastalık iddiasını boşa çıkarır.

9) Zeyd bin Sabit'in vahiy esnasında dizilerinin ağırlığını hissetmesi, deve üzerinde iken inen vahyin, devenin çökmesine sebep olması, sahabenin vahiy esnasında arı vızıltısına benzeyen ses duyması, tüm bunlar vehim, hayal değildir. Aksine bir realite olarak, başka insanlar tarafından da hissedilen gerçeklerdir.

10) Kur’an'da birçok gaybî haber, bilimsel tespitler vardır. Bunları halüsinasyon ile izah etmek mümkün değildir.

11) Halüsinasyon; yaratan, tek ilah inancı, hayatın bir amacı olduğu fikri, insanın mesuliyeti prensiplerini içeren bir dini açıklamaya yeterli olabilir mi? 

12) Acaba bütün Arap Yarımadası'nda halüsinasyona bir tek Hazreti Muhammed mi yakalandı ki, bu Araplara çok yeni ve orijinal olarak geldi de, ona inanıp iman ettiler? Bu hastalığa tutulan başka hiç kimse, böyle bir sistem kuramadı. Bunu yalnızca Muhammed mi başardı?

Müşriklerin iddiaları birbirini yalanlayan, çürüten, çok farklı iddialardan oluşur. Hz. Muhammed'e yönelttikleri ithamlarda kararsızlıklarla doludur. Ona, sihirbaz, şair, mecnun dediler, ne bir ithamda karar kılabildiler, ne dediklerinden birisini ispat edebildiler. Sonunda tüm bu ithamlardan dönüp, Müslüman oldular. Böylece kendi kendilerini de yalanlamış oldular!

Oryantalistler, bilinçaltındaki arzularının dışa yansıdığı  ve vahiy kaynağı olarak bu gizli arzuları ve şuur altındaki istekleri  gösteriyorlar. Onlara göre Kur’an, gizli arzularını tatmin etmek ve ruhen büyük sıkıntı çektiği bu ağırlıkları hafifletmek için kasıtsız ve şuursuz bir biçimde Hz. Muhammed'den kaynaklanmıştır. Hâlbuki vahiy çoğu zaman, Hazreti Peygamberin arzularına açık ve hiçbir taviz ve hafifletme göstermeden, güçlü bir biçimde karşı koymuştur. Amcası Ebu Talib'i seviyordu, onun Müslüman olarak can vermesini çok temenni ediyordu. Öyle olduğu halde, neden amcasının kelime-i şahadet getirdiğini belirten bir vahiy vehmetmedi? Aksine vahiy, Allah'tan bağışlama bile dilemesine izin vermemiştir. Zeynep Binti Cahş ile evliliği konusunda ayet "Sen insanlardan korkuyorsun. Oysa Allah kendisinden korkulmaya daha lâyıktır." (Ahzab, 33/37) şeklinde iner. Hz. Ayşe, “Eğer Hz. Peygamber vahiyden bir şey gizlemiş olsaydı, bunu gizlerdi.” demiştir.  Hz Hamza şehit edilmişti Uhud Savaşı'nda. Ciğerleri dişlenmiş, burnu, kulakları kesilmişti. Ebu Süfyan, cansız yerde yatan Hazreti Hamza'nın vücuduna mızrağı ile vurmuş, “Tat bakalım akrabalarına isyan etmenin cezasın.” demişti. Öfke, üzüntü ve hasreti doruğa yükselen Hz. Peygamber, “Allah Kureyş'e karşı kendisine bir yerde zafer nasip ederse, onlardan 30 adamı aynı şekilde “müsle” yapacağına” yemin etmişti. Müslümanlar da ant içmişti. Ama nasıl vahiy indi? Ceza verilecekse yapılanın misliyle ceza verilmesini, bununla birlikte sabır ettikleri takdirde bunun kendileri için daha hayırlı olacağını belirten bir ayet (Nahl, 16/126- 127) iner. Hz. Peygamber de sabrı tercih ederek, savaşta öldürülenlerin organların kesilmesini yasaklar. Bu çirkin işi gerçekleştiren Hint ve Ebu Süfyan daha sonra ele geçirilmiş ama bunlar öldürülmemiştir. Vahşi de Müslüman olmuş ve Peygamberimiz onun Müslümanlığını kabul etmişti, sadece fazla gözüne görünmemesini istemiştir. Görüldüğü gibi aradan geçen onca yıla rağmen Hazreti Hamza'nın hatırası ve ölüm acısı Peygamberimizin ruhunda bütün tazeliği ile duruyorken, intikam almasına dair herhangi bir vahiy gelmiyordu. Bu mu bilinçaltındaki arzuların ortaya çıkışı?

Peygamberimiz, Allah'ın annesi için bağışlanma dilemesine müsaade etmediğini belirtmiştir. Peygamberimiz, en azından konuşmayıp, gizlenmesinde bir sakınca olmayan bu gibi özel işlerini bile doğru olarak ifade eder, herkese açıklardı. Bu bile onun peygamberliğinin doğruluğuna delil teşkil etmez mi? Vahiy, Hz. Muhammed'in gizli arzularını bir yansıması olsaydı, annesinin ahiret hayatında güllük gülistanlık akıbetini canlandıran bir tablo ortaya koyardı.  "Sırf Rabbimiz Allah'tır, dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılan", çıkarıldıkları gün el konulan ev ve barklarını müşriklerden geri almalarına ilişkin bir vahiy neden inmedi? Oğlu İbrahim vefat ettiği gün neden, bütün kâinatın da bu üzüntüye ortak olduğuna dair bir ayet inmedi? Oysa O gün güneşte tutulmuştu, herkes İbrahim öldüğü için bu olayın olduğuna inanmıştı. Ama Peygamberimizin cevabı ne oldu? "Güneşin ve ayın, hiç kimsenin ne doğumu ve de ölümünden dolayı tutulmayacağını." ilan etmek olmuştur. Bir çok ayette, (Nur, 24/6-9; Mücadele,58/ 1; Enfal, 8/67; Tevbe, 9/80; Hakka, 69/44; İsra, 17/74), Peygamber'in yaptığı bazı davranışların yanlış olduğunu ifade edilmiştir. Rodinson bile onun huzurlu, dengeli, güvenli ve çevresindeki insanların takdirini kazanmış olduğunu itiraf etmekte ve onu ruhi ve sinirsel hastalıklarla itham edenlerin görüşünü reddetmektedir.

 

İftira 9 : Hazreti Muhammed’in vahiy inişi sıradan bazı tezahürleri göstermesi onun ruh hastası, sara ve benzeri sinir hastalıklarına maruz kalmasının sonucudur, o histeri, nevrastenizme yakalanmış bir kişidir.

Cevap : Hıristiyanların asıl amacı Kur’an’ın vahiy yoluyla inmediğini insanlara ispat etmekti. Böylece İslam ilahi bir din olmayacaktı. Kendi dinlerinin geçerliliği devam edecekti. Bu amaçla da ellerinden geldiğince Peygamberimize iftiralarda bulunmuşlardır. Yukarıdaki iftiralar da bu amaç için yapılmaktadır. Oysa vahiy esnasında Peygamberimizde görülen tezahürlerin sebebi, beşeri sıfatlara haiz bir insanın Allah Teâlâ’nın hitabına muhatap olmasıdır.

İnsanın beşer sıfatları altında Allah Teâlâ’nın hitabına muhatap olması güçtür. Yine bu sıfatlarla meleklerle karşılaşmakta kolay bir şey değildir. Böyle bir irtibat ancak beşeriyetten sıyrılıp, melekût âlemine girmekle mümkün olabilir. İşte Hz. Peygamber (sav)’in bu beşeri sıfatlardan sıyrılıp, vahiy alır duruma gelmesi, onda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur. Vahiy olayının ağırlığından, Hz. Peygamber’in vahiy esnasında vücudu titrer, yüzünün rengi değişirdi. Vahiy esnasında en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. Peygamberimizin yanında bulunanlar bile vahyin etkisi altında kalırlardı. Bu konuda şu haberler nakledilmektedir: Hz. Aişe (ra), “Rasulullah’ı soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte öyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakitte şakaklarından şıpır şıpır ter akardı” demiştir. Hz. Peygamber’de meydana gelen bu tür değişik halleri gören Kureyşliler, bazen O’na kâhin (Hâkka, 69/41-43), bazen sihirbaz, bazen de şâir ve mecnun (Saffat, 37/36) demişlerdi. O’nda görülen bu halleri birçok Avrupalı oryantalist sara illeti zannetmişlerdi. Bütün bu iddialar, vahyin ağırlığını anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu iddiaların yanlışlığı aşikârdır. Çünkü: Saralı, nöbetten sonra bütün uzuvlarında şiddetli bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür. Peygamberimize vahiy esnasında arız olan hal saradan dolayı olsaydı buna üzülür, geçmesi halinde ise sevinirdi. Fakat durum bunun aksinedir. Nitekim vahyin kesildiği fetret döneminde, iştiyakla vahiy meleğini aramıştır. Ayrıca vahiy, her zaman kendinden geçme, hırıltı gibi değişiklikleri ortaya çıkarmıyordu. Bazen melek, insan suretinde geliyordu. Rasulullah onun Cibrîl olduğunu bildiği halde, normal hâli devam ediyordu. Yine tıbben bilinir ki, saralı, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder, etrafında olup bitenin farkına varmaz, kendisine ne olduğunu bilmez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber (sav) vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlâkın, ibadetin, edebî ifadenin, öğütlerin en mükemmellerini ihtiva eden Kur’an ayetlerini tebliğ etmiştir. Bir benzerini getirmekten bütün insanları âciz bırakan bir kelâm, hiç saralının eseri olabilir mi? Üstelik bu dünyadan yüz binlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde böylesine bir din getiren, makul esaslar ve sözler söyleyen, bir denge örneği olan şahsiyete rastlanmamıştır. Oysa mantık açısından değerlendirdiğimizde; bazen Hz. Peygamber’in verdiği hükümler Yüce Allah tarafından onaylanmayarak değişikliğe maruz kalmıştır. Nitekim Bedir’de Resulullah esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması taraftarıydı, ancak “Eğer Allah'ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye) den dolayı size büyük bir azap dokunurdu” (Enfal, 8/68) ayeti nazil olmuş ve bu hükmün doğru olmadığı beyan edilmiştir. Kur’an’ı Kerim’in değişik ayetlerinde de Resulullah’ı uyaran ayetleri bulunmaktadır: Örneğin, (Tevbe, 9/4,113); (Tahrîm, 66/1); (Abese, 80/1). Eğer gerçekten oryantalistlerin iddia ettikleri gibi Kur’an’ın yazarı Hz. Muhammed (sav) olsaydı söz konusu ayetleri Kur’an’a almayabilirdi.

V. V. Bartold, “İslam” adlı kitabında, Avrupalı oryantalistler arasında o zamana kadar yaygın olan “sara hastası” iddialarının doğru olmadığını, çünkü öyle hastaların hallerinin onda müşahede edilmediğini ve öğretilerinin sağlıklı olduğunu söylemiştir. Marksist oryantalist Maxime Rodinson’da Hz. Muhammed'in saralı olduğu iddiasını tamamen reddeder. Lord John Davenport de, “Hz. Muhammed ve Kur’an’ı Kerim” adlı kitabında  "Sara nöbetine uğradığına dair tekrarlanan söylentiler, Yunanlıların bir uydurmasıdır” der. M. G. Watt, “Muhammed Mekke'de” adlı kitabında  “Epilepsi iddiası sağduyudan yoksundur, sadece cehalet ve ön yargıya dayalıdır” derken, İslam düşmanı Leone Caetani  “İslam Tarihi” adlı kitabında “Muhammed'in saralı olmadığı sabittir” itirafında bulunur. Birçok oryantalist te bu görüşü reddeder. Başpiskopos Tor Andrae, ünlü tarihçi Caesar Farah gibi.

O zamanlar bu olaya şahit olan doktorlar da vardı. Medine'de Haris İbni Kelde adıyla Cundi Shapur üniversitesinden mezun olan bir doktor çalışıyordu. Hz. Muhammed'i de hemen her gün görüyordu. John Devenport, "Muhammed'in Sara nöbetlerine tutulduğuna dair olan söylentiler, Yahudilerin alçakça uydurmalarıdır." Alfrede Guillaume İslam adlı kitabında  bu iddiayı şiddetle reddeder! Bunu yaparken, Hz Peygamberin sahip olduğu üstün akıl, aklî ve ruhi dengelilik, siyasi ufuk genişliği ve davasındaki kararlılığı temeline dayanır. Dini tecrübenin psikolojik tezahürleri üzerinde yapılan araştırmaların bu ithamı kesinlikle çürüttüğünü söyler. R. V. C. Bodley “The Messenger, The Life of Muhammed” adlı kitabında “Kur’an'ın her kelimesi vahiyler nazil olduktan sonra tamamıyla, berrak zihin ve düşünce ile dikte ettirilmiş, yazılmıştır. Bir saralının sara nöbetinden zihni açık ve berrak düşüncelerle dolu olarak katiyen çıkmadığını her tıp mensubu teyit edecektir. Sara bugüne kadar hiç kimseyi bir peygamber veya bir kanun koyucu yapmadığı gibi, kimseyi de iktidara yükseltip mevki sahibi yapmamıştır. Bilhassa o zamanlarda böyle bir hal, ona sahip olanı, yarı çılgın veya düpedüz çılgın olarak gösterirdi. Eğer hakikat aklı başında ve salim düşünce sahibi bir tek insan varsa, o da Hz. Muhammed idi” der.

Orhan Hançerlioğlu'nun, “Ruhbilim Sözlüğü”nde: “Sara, yere düşme, çırpınma ve ağız köpürmesi ile beliren bir sinir hastalığıdır. Zihinde bir zedelenme ya da ur sonucudur. Büyük nöbet bir buçuk dakika kadar süren kasılma ile olur, sonra hasta yere düşer, bilincini yitirir, vücudundaki tüm kaslar kasılır, yüzü morarır, dilini ısırır, kol ve bacaklar ritmik bir biçimde kasılıp gevşemesi bunu izler. İdrarını kaçırır. Saralı kişilik, çekingen, ürkek ve insanlardan kaçan bir ruh yapısına sahiptir.” diye sara hastalığını tarif eder.

Peygamberimizde düşme, çırpınma, ağız köpürmesi görülmemiştir. Tarih, soyundan sarılı birini de kaydetmemiştir. Dilini ısırması, kol bacaklarında kasılmalar-gevşemeler, çığlık atmak, yere düşmek ve benzeri hiçbir sara hastalığı özelliği onda görülmemiştir. İnsanlar tarafından sevilmemek, ürkeklik, çekingenlik gibi bir özellik de asla onun için ileri sürülemez. Sarsılmaz bir azim ve kararlılık onda vardı. Engin bir cesarete sahipti. Ticaret yapmış, aile kurmuş, devlet yönetmiş, kumandanlık, imamlık yapmıştır. Tüm bu kimlikleri ile hep hayatın içinde bulunmuş, hep önder ve rehber olmuştur. Vahiy hali geçer geçmez, vahyin inişine sebep olan probleme cevap verir, Arap edebiyatının görebildiği en üstün bir edebi ifade ile vahyi halka duyururdu. Eğer vahyin tezahürleri, sara hastalığını gösterseydi, bizzat sahabelerin tepkisi hemen kendisine koşmak, onu kurtarmak şeklinde olacaktı, fakat hiçbir zaman bu böyle olmamıştır. Eğer böyle bir hastalığı bulunsaydı, ayakta iken, bir değneğe dayanırken, otururken veya bir hayvan üzerinde iken ansızın gelen vahiy onu yere düşürürdü. Ama asla böyle bir şey olmamıştır. Sara hastası olsaydı, Hira mağarası mağarasında tek başına nasıl gecelerce kalabiliyordu? Tarih onu, peygamberlikten önce de anormal yaşayış, garip davranışlar gösteren bir olarak kaydetmemiştir. Mekkeli müşrikler de kendisini sara hastası olmakla nitelendirmemişlerdir. Bunu ancak onu hiç görmeyen, yüzlerce yıl sonra Hıristiyanlar mı fark edebilmiştir? Sözlerinden ilim, şefkat, muhabbet akan, en mükemmel bir insanlık örneği olan Hz. Muhammed'i bir saralı karakter olarak ileri sürmek, bir hezeyandır! Aynı şekilde Histeri ve Nevrasteniye yakalandığı iddiası da çok saçma ve gerçek dışıdır.

Oryantalist Sprenger, “Muhammed histerik bir adamdı” demektedir. Bu konuda nevrasteni ve histerinin ne olduğunu Ruhbilim sözlüğünden öğrenelim: “Nevrasteni, bedensel ve ruhsal güçsüzlük hastalığıdır. Unutkanlıkla başlar, baş ağrısı gözükür, sıkıntı, keyifsizlik, durgunluk ve hastalık hastalığı eğilimleri belirtilerindendir.” Histeri ise, “histeri nöbetleri ile kendini gösterir, hasta birden bire çığlık atarak veya ağlayarak kendini yerlere atar. Bedende çırpınmalar baş gösterir. Hasta nöbetten ağlama veya gülme kriziyle açılır. Kıpırdadıkça bağırır, bulantı ve kusmalar gözükür. Hasta birçok korku hisseder, görme bozukluğu yaşar. Histerikler gösterişçi ve yalana eğilimlidirler.” Histeri şiddetliyse genellikle delilik ile sonuçlanır. Bazen histeri ve sara birlikte olabilir. “Bu belirtilerin hiçbirinin Hz. Muhammed'in hayatı ile uzaktan yakından alakası yoktur. O, son derece dengeli bir hayat yaşamış idi. Hayatı boyunca sağlığı tam olarak yerindeydi, karşılaştığı türlü türlü sıkıntılara rağmen, herhangi bir hastalık çektiğini göremiyoruz; hafızası da dillere destan idi, görme bozukluğundan şikâyeti yoktu. Onun hayatında tek bir fobi, korku gösterilemez! Sürekli olarak kendisine musallat olan ve hayatını normal düzeni içerisinde yaşamasına ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olan, tek bir husus gösterilemez. Bu sinirsel hastalıklara maruz kalsaydı, doğal tepkisi bir çare arama şeklinde olurdu. Yirmi üç senede Resulullah sayısız eziyetlere, komplolara ve değişik inanç sahiplerinin savaş ve mücadelelerine hedef olmuştur. Hahamlar, papazlar, keşişler, komutanlar, servet sahibi tüccarlar, kabile reisleri ve hükümdarlar önce kendisine savaş açmış sonrada ona iman etmişlerdir. Dostları, ashabı her durumda kendisini gören, hiçbir sırrı kendilerine gizli kalmayan insanlardı, onlar kör müydüler, onun hasta olduğunu fark etmediler mi?” Jules Barthélemy-Saint Hilaire tarafından yazılan “Muhammed ve Kur’an” adlı kitapta  bu konuda şöyle denmektedir: “Muhammed'in bu garip hali, sırf fizyolojik ve hastalık sebepleri ile açıklanmak istendi. Güya çocukluktan beri maruz bulunduğu sara nöbetlerinden bahsedildi. Muhammed'in histerik olduğuna inanan Sprenger onu Sudenberg ile kıyaslar. Fakat Sudenberg ancak hiçbir şey tesis etmemiş garip bir insan idi. Onda dine benzeyen bir şey yoktur. Ben Muhammed'in histeri veya sara olmadığını itiraf ederim. Şüphesiz O’nda başka bir şey vardı, o ne yalancı, ne de bilinç bozukluğu olan biri değildir.”

 

İftira 10 : Hazreti Muhammed’in Hira mağarasında gördükleri bazı olaylar karşısında duyduğu şiddetli üzüntü, korku sonucudur. Oğlu ölmüş, hanımının yaşlılığı, dağ başında içinde bulunduğu yalnızlık ve cinlerden korkması kendi içinde oluşturduğu olumsuzluklar vardır.

Cevap : Oryantalist Bouquet Comparative’in “Religion” adlı kitabında  Hz. Muhammed'in Hira Mağarasında gördüğünün hayalden ibaret olduğunu belirtir. Bunu da iki erkek çocuğunun ölümünden dolayı duyduğu şiddetli üzüntüye bağlar. J. Charles Ledit ise, bunu “Mahomet” adlı kitabında  oğlunun ölümüne, hanımının yaşlılığına, dağ başında içinde bulunduğu yalnızlığa ve cinlerden olan korkusuna dayandırır. Hz. Hatice vefat ettikten sonra Hz. Ayşe'ye, “Allah'ın kendisine Hazreti Hatice'den daha hayırlı bir eş vermediğine yemin ederek ve hiçbir hanımın kendisiyle yarışamayacağı faziletlerini” sayarak, Hz. Hatice'nin büyüklüğünü, yıllar sonra bile unutmadığını göstermiştir. Peygamberimiz güçlenip, düşmanlarına boyun eğdirdiğinde, aşağılık kompleksi taşıyan küçük ruhlu insanlar gibi, zenginlerin mallarını ellerinden almamıştır. O, zengin ile fakiri eşit tutmuştur, yeter ki Mümin olsunlar. W. Irving, “Mahomet and His Successors” adlı kitabında “Ne gibi bir şerefin arkasından koşabilirdi ki? Üstün aklı ve nezihliği ile kavmi arasında sosyal mevkii zaten yüksekti. Üstelik ünlü Kureyş kabilelerinin en asil koluna mensuptu. Mekke'de Kabe hizmetçiliği ve reislik ailesinin elinde bulunuyordu.” der.

Peygamberimiz kız ve erkek çocuk ayrımı yapmamıştır. Peygamberimizin erkek çocuğu vefat edince, Mekkeli müşrikler kendisiyle alay etmişlerdir. Ama bu Hz. Muhammed'in yeni bir din getirmesinden sonra olmuştur. Yoksa daha önce Mekkeli müşrikler kendisine saygı gösteriliyordu. Yani Peygamber olmadan önce alay ile muhatap olmamış, peygamberliğinden sonra, bu yeni getirdiği din sebebi ile eleştirilmiş, bu arada çocuklarının vefatından dolayı alaya alınmıştır. Uzletten, cinlerden korkan birisi, neden her sene peş peşe, hem de gecelerce, bu yalnızlığı tercih etsin? 23 sene boyunca kendisine vahiy gelmeye devam edişini nasıl açıklayabiliriz? Bu zaman zarfında, büyük çoğunlukta arkadaşların arasında ve gündüzün ortasında vahiy olayı gerçekleşir. Ortada ne ifritlerin korkusu ve ne de gecenin uykusuzluk krizleri söz konusuydu.

Bu iftiralar, İslam karşısında yapabilecek bir şeyleri olmayan Hıristiyanların kıskançlık hezeyanlarıdır. Onlar da aslında bunun bilincindedirler. Fakat egemen güçler ve papazlar ellerindeki iktidarı kaybetmemek için bu iftiraları asırlarca ortaya atmışlar ve bugün de atmaya devam etmektedirler.

 

İftira 11 : Hazreti Muhammed asıl ismini unutturmak için kendisine Muhammed adını lakap olarak takmıştır babasının adının Abdullah dedesinin adının Abdülmuttalip olması sonradan yapıştırılmıştır.

Cevap : Peygamberimizin Muhammed ismi ve soyu üzerine Oryantalist Caetani, “İslam Tarihi” adlı kitabında, peygamberimizin asıl ismini unutturmak istediğini, Muhammed adının sonradan kendisine bir lakap olarak takıldığını ileri sürer. Hâlbuki Kur’an'da 4 yerde Muhammed ismi açıkça geçer (Ali İmran, 3/144; Ahzab, 33/40; Fetih, 48/29; Muhammed, 47/2). Bu ayetleri duyan hiç kimse,”Bu Muhammed de kim?” diye sormamış, itiraz etmemiştir. Ayrıca çeşitli hadis kitapları ve siyer kitaplarında da peygamberimizin ismi açıkça geçer. Mekke'li müşriklerin efendimize hitap şeklinin "Muhammed" olması da bu iddiayı çürütmektedir. Caetani'nin de, "özel bir kıymete sahiptir." dediği Urve b. Zubeyr'in Halife Abdülmelik'e yazdığı mektupta da Efendimizin adı açıkça “Muhammed” olarak geçer. Ayrıca Caetani'nin de kitabına aldığı, kaynak olarak kabul ettiği kitaplarda da Efendimizin adı hep ‘Muhammed’ olarak geçer. Hudeybiye anlaşmasında da Muhammed ismi kullanılmıştır. Anlaşmada “Muhammed Resulullah ile Süheyl b. Amr arasında anlaştıkları maddelerdir” şeklinde Peygamberimiz yazdırmak isteyince, Süheyl b. Amr'ın "Ben senin resul olduğunu kabul etmiyorum." itirazı üzerine adının "Muhammed b. Abdullah" yazıldığını, İslam tarihi yazan Caetani görmemiş demek ki! Efendimizin mührünün de Muhammed Resulullah olduğu birçok kaynakta sabittir.

Oryantalistler bir taraftan Muhammed yaşamadı derken yaşadığının ispatları karşısında bu defa O’nu Yahudi soyundan ilan ederler. Çünkü amaçları doğruya ulaşmak değil, O’nu Hristiyanların nazarında, ne şekilde olursa olsun, kötü göstermektir! Peygamberimizin babasının adı, Abdullah ismi üzerine Caetani, “Abdullah ismini O (Efendimiz) icad etmiştir” iddiasındadır. Hâlbuki Müslüman olmayanlar içinde bile Abdullah isminde birçok insan vardır. Caetani'nin kitabı da bu isimlerle doludur! Ayrıca kitapta Bedir savaşında ölenlerin listesi verilir ve 9 kişinin baba veya dede adı yine Abdullah tır. Aynı kitapta esir alınan müşriklerin adları sıralanır, bir tanesinin kendi adı, diğer dördünün babasının adı Abdullah'tır. Bu isimleri herhalde Müslümanlar onlara koymamıştır! Efendimiz 40 yaşına kadar Mekkelilerle beraber kalmıştır. O'nun çocukluğu, hayatı, günü gününe gözler önündedir. Bu insanlar arasında aynı zamanda Peygamberimize en şiddetli karşı çıkanlar da vardır. Bırakalım 1300 sene sonra ortaya çıkan Caetani gibi birçok oryantalisti, Efendimize itiraz edilebilecek bir şey bulsalardı o dönemin müşrikleri bu fırsatı asla kaçırmazlardı.

Caetani, önce efendimizin adını diline dolar, sonra babasının adı, sonra da dedesinin adı (Abdülmuttalib) üzerinde spekülasyon yapmak ister. Aynı iddiayı tekrarlar ve Adülmuttalib isminin Arap isimleri arasında olmadığını ileri sürer. Yine kendi eserinden Bedir savaşında ölenlerin arasında 8 kişinin kendi, oğlu veya dedesinin adının Muttalib olduğunu, yazar unutmuş veya atlamış görülmektedir… Ashab arasında da Muttalib isminde olanların listesini İbn-i Hacer verir. Peygamberimizin soyu, şeceresi şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalip b Haşim b. Abdimenaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b Ma'd b. Adnan.

Lord John Davenport, “Hz. Muhammed ve Kur’an’ı Kerim” adlı kitabında "Muhammed’in ataları memleketlerinin başta gelen kişileri arasında idi." "Abdullah’ın oğlu en asil ırkın koynunda yetişmiştir." der. La Cronica Arabigo-Bizantina adlı eserde de Hz. Muhammed hakkında şu kısa bilgilere rastlarız: "Kavminin en asil sülalesine mensuptu." Henry Stubbe, “An Account of the Rise and Progless of Mahometanism With The Life of Mahomet” adlı kitabında Hz. Muhammed'i olağanüstü bir şahsiyet olarak nitelendirir. Hıristiyan yazarların onun hakkında sayısız iftiralarda bulunduğunu söyler. “Onun soyunun düşük olduğundan, annesinin Yahudi olduğundan, Sergius veya Nastura adlı rahiplerin veya Abdullah adlı bir Yahudi’nin üstatlık ettiğinde bahsedilmiştir. Bunların hepsi komik iddialardır. Zira hem anne hem baba tarafında asil bir sülaleye mensuptur. İslam'da Nasturilikten bir ize rastlanmaz.” der. Gai Eaton, “İslam ve İnsanlığın Kaderi” adlı kitabında, “Hz. Muhammed'in babası, şehrin kurucusu olan Kusayy'ın torununun torununun torunu olan Abdullah'tır." der.

Ortaya herhangi bir konuda iddia atmak kolaydır, zor olan onu ispatlamaktır ve bu da ilim ehline uyan metotlarca yapılmalıdır. İspat edilemeyen iddia ise iftira olmaktan ileri gidemez. Caetani hiç bir zaman tam bir sonuca varmamış, eksik bulmaya çalışmış, yüzeysel ve bilim dışı zıt ve çelişkili fikirler ileri sürerek ve kaynakları tahrif ederek okuyucuyu yönlendirmeye çalışmıştır. Ancak elinden de başka bir şey gelmemektedir. Tenkit ile hakareti ayıramayanlar, kendilerini zor durumda kalmaktan ve sorumluluktan kurtaramazlar. Gibbon, “The Decline and Fall of The Roman Empire” adlı kitabında  Hz. Muhammed'in asil bir soya dayandığını savunur. Watt, “Hz. Muhammed Mekke'de” adlı kitabında, “Şayet biz atalarımızla ilgilenmediğimiz halde iki üç kuşak hakkında bilgi sahibi isek, soy bilgisine düşkün olan Arapların atalarından altı,sekiz hatta on kuşağı hakkında bilgi sahibi olmaları gerçekçi olmaz mı?” demektedir. J. Fück, “Die Originalitat des Arabischen Propheten” adlı kitabında  Hz. Muhammed’in “itibarı bir ailenin çocuğu” olduğunu söyler. Benedikt Koehler, “İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu” adlı kitabında, "Muhammed bin Abdullah, başarısını savaştan ziyade iş dünyasındaki duruşuna borçlu olan Arabistan'ın en saygıdeğer kabilesi Kureyş'ten gelmiştir."  der.

 

İftira 12 : Hazreti Muhammed Mekke’de tecrübesizken kitabını yazmaya çalışırken tereddüt ve kararsızlık gösterdiği için Mekke sureleri kısadır. Medine’de ise kendine güveni artmış, bu nedenle Medine’de sureler daha uzundur.

Cevap : Oryantalistlere göre Mekkî surelerin kısa olmalarının nedeni Peygamber Mekke'de tecrübesizken kitabını yazmaya çalışırken tereddüt ve kararsızlık göstermesidir. Medine'de ise kendine güveni artmıştır. Müsteşriklerin hepsi, başlangıçta diğer Arap tanrılarına ses çıkarmadığını, zamanla şartların gerçekleşmesinden sonra tevhid içerikli ve genele yönelik ayetlerin ortaya çıktığını iddia ederler. Bu nedenle de Mekkî sureler de Allah'ın bir olduğu, Tevhid ve şirke karşı çıkmak yoktur, derler. İddiaların tam aksine İslam daveti başlangıcından itibaren Tevhid eksenlidir. Tüm oryantalistlerce de kabul edilen ve ilk inen ayetlerden olan Alak Suresi şu şekilde başlar: "Yaratan Rabb'inin adıyla Oku, Rabbin en büyük Kerem sahibidir." Blachere ve Nöldeke'ye göre de iniş sırasında ikinci surede yer alan Müddessir suresinin 3. ayetinde, “Sadece Rabbini büyük olarak tanı.” ifadesi yer alır. Aynı surenin 5. ayetinde terk edilmesi istenen şey, ‘ricz’ yani 'puta tapma' da vardır. Blachere'e göre 3, Nöldeke'ye göre 4. sırada olan Kureyş suresinde ise açıkça “Kabe'nin rabbine ibadet” etmeleri Müslümanlardan istenir. İlk sıralarda inen Tarık suresinde, Leyl Suresinde, Fatiha Suresinde hep “Tevhid” anlatılır: "Sadece sana kulluk eder sadece senden yardım dileriz." Mekke'de inen Müzzemmil suresinde de "O, doğunun da batının da Rabbidir, ondan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnız onun himayesine sığın." denir. Nöldeke'ye göre 3. sırada olan Leheb suresinde, Ebu Leheb ve karısının cehennemlik olduğunu belirtilir. Acaba Öz amcası olan Ebu Leheb ve karısı durup dururken mi Hz. Peygamber eziyet etmişlerdir? On birinci surede Müşrikler 'Muhammed'in Rabbi kendisini terk etti.' dedikleri belirtilir. Bu ayet arada bir mücadele olduğunu göstermez mi? 

Oryantalistler önce minareyi çalıp sonra kılıfını uydurmaya çalışıp, peşin hükümlü olarak ortaya attıkları fikirlere kendilerine göre deliller aramaya çalışmaktadırlar. Surelerin sıralanışında bile kendi aralarında bir ittifak söz konusu değildir, çünkü kendi hedef ve ulaşmak istedikleri yere göre keyfi olarak ayet ve sureleri sıralamaktadırlar. Gerçekte ise, Allah Teâlâ, elçisine zamana, zemine ve şartlara göre en güzel plan ve stratejileri önüne koymuş, Peygamber de bunlara harfiyen uymuş ve uygulamıştır.

Hıristiyanların bu konudaki iftiralarına detaylı olarak aşağıdaki gibi cevaplar verebiliriz:

● İlk döneminde inen ayetlerin karşı tarafın hissiyatına hitap eden, onları bu şekilde etkilemeye çalışan sözlerden ibaret olduğunu söyleyen oryantalistler, bu sözleriyle Kur’an'ın bulunduğu ortamdan etkilendiği iddiasında bulunmaktadırlar.

Mekkî surelerden Allah'ın varlığı ve birliğinden, gücünden bahsedilir, yarattıkları üzerinde düşünmeye davet edilir, Müşriklerle putlar ve bozuk inançları üzerine tartışılır. İlk muhataplarının çoğu Peygamberimizin azılı düşmanları idiler, etkileme olsaydı onlardan etkilenme olurdu, halbuki Mekkî sureler bu iddianın ‘zıttını’ ortaya koymaktadır. Mekkî surelerde Kıyametten bahsedildiği gibi Medenî surelerde de kıyametten bahsedilir, müşrikleri bekleyen kötü akibetden örnekler verilir.

● Mekke'de inen ilk sureleri kahinlerin sözlerine benzediği iddia edilir.

Hâlbuki bütün kahinler bedevi idi ve çocuklarından itibaren bu işle uğraşırdı. Hz. Peygamber hiçbir zaman gaipten haber verme iddiasında bulunmamıştır! Hatta gaybı bilmediğini ısrarla belirtmiştir (Enam, 6/50; Araf, 7/188; Yunus, 10/20; Hud, 11/31; Neml, 87/65). Peygamberimiz kahinleri özenmek değil, aksine onları şiddetle eleştirmiştir (Müslim, Kasame, 36-38; Ebu Davud, Diyat, 19; Tirmizi, Diyat, 15). Kahinlik çocukluktan başlayan bir meslek olmasına karşılık, Peygamberimiz 40 yaşından sonra peygamberliğe başlamıştır. 

● İlk Mekkî surelerde birçok maddi varlıklara yeminler vardır. Medenî sürelerde ise bu ortadan kalkmıştır. Bunun sebebi Mekke'nin sosyal ortamı maddi şeylerden, Medine'nin sosyal ortamı ise daha kültürel şeylerden etkilenirdi.

Öncelikle Mekke halkı daha ince ve ileri bir seviyeye sahip idi. Mekke diğer bütün Arap kabilelerinin merkezi idi, Mekke'de hitap sanatı, kültür ve şiir yaygın idi. Mekke'deki maddi şeylere yeminler, o üzerinde yemin yapılan şeylerdeki ilahi sanata dikkat çeker, arkasındaki Allah'ın ilim, hikmet ve kudretini görmeye insanları sevk-davet ederdi. Medine döneminde ise artık vahdaniyet fikri yayılmış, Kur'an'ın da içeriği buna göre, doğal olarak değişmiştir.

● Hıristiyanlar Kur’an'ın kaynağının İnciller olduğu iddia ederler.

Fransız Dr. Maurice Bucaille, “Kur’an'da her defasında Hz. İsa için “Meryem'in oğlu” ifadesinin kullanıldığını belirtir ve bu konuda İncil'den ayrılır.” der. İncil'e göre ise, İsa'ya ‘Baba’ üzerinden soy kütüğe izafi edilir ve Tanrı babanın oğlu olarak kabul edilir. En temelde burada birbirlerinden ayrılırlar.

● Oryantalistler, ilk başlarda Mekke'deki ayetlerde “Ey iman edenler” ibaresi varken daha sonra yerine “Ey insanlar” sözü kullanılmaya başlandı, bu da Muhammet hedefini zamanla büyüttü yorumunu yaparlar.

Hâlbuki “Ey iman edenler” ifadesi Medenî surelerde de geçer. Mekkî surelerde  evrensel davet örnekler vardır. Mesela Tekvir suresinde, "Kur'an âlemler için bir öğüttür, âlemlerin Rabbi Allah'tır." (Tekvir, 81/27-29) ayeti buna örnek verilebilir. 

● Hıristiyanlar, Mekkî surelerinin üslubunun şiddet ve sertlik, tehdit dolu olduğunu, Medenî surelerde ise bu durum değişerek, yumuşaklık, merhametlilik özellikleri kazandığını, bu da Medine ortamının bir yansımasıdır iddiasını ileri sürerler.

Hâlbuki bazı Medenî surelerde de aynı özellikler vardır; münafıklar ve Yahudiler azarlanmaktadır. Aslında Kur’an baştan sona mağfiret ve tehdit; kabul ve red gibi unsurlarla doludur. İlk ayetlerde de (Fussilet, 41/33; Şura, 42/36,43; Hicr, 15/87; Zümer, 39/53) ayrıca yer yer yumuşaklık, müsamaha, hoşgörü örnekleri vardır. Mekkî ve Medenî surelerin üslup farklılıkları bir gerçektir. Mekke'de hitap edilen kesim Peygamberimizin davetini reddeden putperestlerdir. Müslümanlara işkence ve zulüm yapmışlardır. Medine'deki insanlar ise Peygamberimizi bağrına basan, kılıç ve kalemleri ile müdafaa eden bir topluluktur. Hitap her toplumun, her olayın, her ortamın yapısına uygun olmalıdır. 

● Hıristiyanlar, Hz. Muhammed önce Mekke'de alışma dönemini geçirmiştir; surelerde tereddüt, tedirginlik ve ümitsizlik vardır iddiasını ileri sürmektedirler.

Herhangi bir ilk inen ayetleri iyi okuduğumuzda, onda zerre kadar bir endişe, tereddüt, tedirginlik asla göremeyiz! Hepsi de ele aldıkları konuları, kendisinden son derece emin, hatta üst üste te’kid ve yeminler ederek, basa basa dile getirmiştir.

● Hıristiyanlar, Mekke'deki sureler kısadır, çünkü halkı kabadır. Medine'deki sureler uzundur, çünkü halkı kültürlüdür. Bu nedenle Medine'de ayetler uzunlaşmıştır iddiasındadırlar.

Mekkî surelerin hepsi kısa olmadığı (Enam, Araf, Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim vd.)  gibi, Medenî surelerin hepsi de uzun (Nasr, Zilzal, Beyyine, Rahman vd. ) değildir. Ayrıca iddia edilenin aksine Kureyş'in ortamı, Araplara göre, zekâ, anlayış, edebî zevk ve belagat/sanatta ileriydi.

● Hıristiyanlar, Hz. Muhammed'in Mekke'de Yahudi ve Hıristiyanlara dokunmadığı, Medine'de dinini ancak ayrı bir din olarak ilan ettiğini iddia ederler.

Mekkî birçok surede de ehli kitaba karşı cephe alındığını görebiliriz. Mesela Nahl, 63: “Allah’a andolsun, senden önceki çeşitli topluluklara da mutlaka elçiler göndermiştik; fakat şeytan onlara yaptıklarını allayıp pulladı. Bugün de şeytan öylelerinin velîsidir. Onlar için dehşetli bir azap vardır.” Bu konuda Kur'an, ihlaslı alimlerle, kendilerini Yahudi ve Hıristiyan kabul eden ama nefislerine uyan kimseler arasında açık bir ayrım yapar.

● Hıristiyanlara göre, Mekkî surelerde teşri ve ahkâm bulunmamaktadır. Medine'de ise ibadet ve muamelat detayları ile bulunmaktadır.

Kur’an ile yeni bir toplum; eski toplumdan farklı, siyasetiyle, iktisadı ve kuralları ile ortaya çıkarılmıştır. Uluslararası Hukuk, savaş, barış, askeri konularda yeni düzenlemeler getirmiştir. Bir Devlet olmadan önce söz konusu düzenlemelerin (sosyal kuralların) yapılması mümkün değildir. Bu nedenle Medenî surelerin içeriği şer'i meselelerin düzenlenmesiyle dolu bulunmaktadır. Çünkü bu dönemde yeni bir sistem kurulmakta, o ortama göre de ayeti gönderilmektedir. ‘İman ve ahlak diğer hukuki ve toplumsal yasalardan önce gelir, onların temelini teşkil eder.’ Bu Temeller iyice oturmadan diğer hukuki konulara girilmesi, hem zamansız, hem de etkisiz olur. Ayrıca Mekkî surelerde de ibadet ve muamelat ile ilgili sureler ve ayetler bulunmaktadır. Yine Kur’an Medine'de Yahudilerden etkilemiş olsaydı Kuran'ın içeriğinde bulunan bu gerçekleri daha önce, söz konusu Yahudiler dile getirir, Peygamberliği de kimseye kaptırmazlardı.

● Hıristiyanlar Mukattaa harfleri konusunda şunu iddia ederler: Bu harflerin kullanılışı Medine'de ortadan kaybolmuştur. Çünkü peygamber rahat bir ortamda, teklif etmeye başlamıştır ayetlerini.

Yirmi yedi Mekkî, iki tane Medenî surede mukattaa harfleri bulunur. Bunlar Araplara bir meydan okumadır. Nöldeke bu harflerin Kur’an'a sonradan eklendiğini ileri sürer ama daha sonra bu görüşünden vazgeçer. Zaten Blachere, Loth ve Power gibi oryantalistler de bu iddiasından dolayı kendisini eleştirmişlerdir. Nöldeke daha sonra bu harflerin Levh-i mahfuzu hatırlattığı görüşünü ileri sürer. Ayrıca bu harfler ilk inen surelerden daha çok, daha sonra inen surelerin başında yer alır. Rodinson oryantalist iddialarda çıtayı yükseltir ve hiç bir oryantalistin iddia etmediği bir görüşte ileri sürer: ‘İlk zamanlarda Muhammed kekeme idi!’

● Hıristiyanlar, Kur’an Allah tarafından gönderilseydi peygamberin özel hayatı ile ilgili meseleler onda bulunmaz, Allah'tan gelseydi özel meselelerle ilgilenmezdi iddiasını ortaya atarlar

Peygamberimiz Müslümanların rehberi ve önderidir. ‘Peygambere her hitap, diğer bütün İslam ümmetine de bir hitaptır!’ Peygamberimizin hanımlarına bir şey emredildiğinde, aynı talimat diğer Müslüman hanımlara da verilmiş olur. Hazreti peygamberin ailevi meseleler ile ilgili ayetlerin amacı aynı zamanda ümmeti içinde yasalar ortaya koymaktır! Mesela ifk olayı ile ilgili inen ayet, müfterilere uygulanacak cezayı da ortaya koyar. Sahiplerinden izinsiz başkalarının evine girilmemesi ile ilgili kuralda yine sadece Peygamberimize özel değil tüm Müslümanları genel olarak ilgilendiren kurallardır.’ Peygamberimiz daima kendisini bir kul olarak insanlara kabul ettirmiş, şahsını yüceltici şeylerin kendisine yapılmasını istememiştir. (Kehf, 18/110; Ebu Davud, edeb, 165; İbni Kesir, şemail, s.77; Buhari, Betül halk, 61; Ahmet, müsnet, II/ 231)

● Carra de Vaux, Kur’an, bir bedevilik görüntüsü yansıtan, kapalı ve zayıf bir metindir. Kur’an çölde çürümüş ve rengi solmuş bir müsveddeyi andırır diye iddia eder.

Araplar Kur’an'ı gerek şekil gerekse içerik bakımından güzelce anlamışlardır. Kur’an sadece Araplara inmemiştir. Yalan söylemek, içki, hırsızlık, zina sadece Araplara özel kötü alışkanlıklar değildir. Adalet, iyilik, ahlak, temizlik vb. sadece Araplara lazım değildir. Kur’an, Tevhid, siyaset, toplum ve iktisadi emir ve yasaklarla, her alanda insanları doğruya, adalete, Hakka davet eder.

Hıristiyanlar aslında tarih boyunca Hz. Muhammed'in kişiliği ile ilgili tutarlı bir tutum ortaya koyamamışlardır. Hıristiyanlar İsa örneğinden hareketle, yarı tanrı bir peygamber algısına sahiptirler. Hz. Muhammed'in peygamber ve idareci olarak yaptığı faaliyetleri, dinin siyasallaştırılması gibi ahlaki bir eksiklik olarak görmektedirler. Bunun sonucu olarak ta Mekke döneminde dini, Medine döneminde siyasi yönü ön plana çıkarılmaktadır. Dolayısı ile dini olandan yani samimiyetten sapma ve kırılma olarak değerlendirilmektedir Medine dönemi. Halbuki bir kişinin peygamber olabilmesi için belli şartları taşıması gerekir. Mesela içine kapanık biri tebliğ yapamaz, zeki olmayan vahyi anlayıp insanlara iletemez, açıklayamaz, doğru olmayan vahye ihanet edebilir. Biz Müslümanlara göre O, hayatı boyunca mütevazi yaşamış, asla dünyevi hazlar peşinde koşmamış, bunu yemesi, giyinmesi ve günlük yaşantısındaki uygulamalarla göstermiştir.

 

Makalenin devamını okumak için tıklayınız

Hıristiyanların Peygamberimiz (sav)’e

İftiralarına Reddiyeler  (2. Bölüm)

Yayınlanma Tarihi : 11.05.2024